İslâm Hakikati - 5. Peygamberlere İtaatin Önemi
Makale Dizini
5. Peygamberlere İtaatin Önemi
İnsan, kâinat üzerindeki araştırmalarıyla bir kısım bilgiler elde edebilir ve o bilgiler sayesinde ‘Bir yaratıcı vardır.’ diyebilir. Fakat bu sözüyle, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelmeden önce hayatını “hanîf”[13] olarak devam ettiren Varaka İbn Nevfel ve Hz. Ömer’in amcazâdesi Zeyd’in düşüncelerinden ileri gidemez. Bu, bir bakıma toplu hâlde bir odada otururken kapının çalınması durumunda, ilk akla gelen şeyin, “kapının arkasında birilerinin olduğu” düşüncesi gibidir. İnsan, tokmağın vuruluşundan bir kısım çıkarımlar yapabilir; ritmik bir ses varsa şayet, “Bu, şuurlu bir varlıktır.” diyebilir. Zaten gözle görmeden aklın varabileceği sonuç da ancak bu kadardır. Kapının arkasındaki şeyi bilme adına söylenecek olan her ifade sonuçta tahminden öteye gidemez.
Eflatun’un, mağaradaki insanlarla ilgili verdiği misal, bu hakikatin farklı bir açıklamasını teşkil etmektedir. O, insanın, varlıklar hakkındaki bilgisinin, ancak onların gölgeleri ya da dışarıdan mağaraya yansımaları kadar olabileceğini iddia eder. Hâlbuki dışardaki varlıklar hakkında gerçek bilgi, ancak dışarıdan bir kişinin içeri girip o varlıklar hakkında açık-seçik bilgi vermesiyle elde edilebilir. Burada o kişinin durumuyla peygamberlik müessesesi arasında bir benzerlik kurulacak olursa şöyle söyleyebiliriz: İnsanlar, ancak peygamberlerin tarif ve talimleriyle tam olarak bir yaratıcının mevcudiyetine inanıp O’nun hakkında kesin bilgi elde edebilirler. Mesela O’nun isim ve sıfatları, kendi kullarından ibadet adına istediği şeyler, o ibadetlerin yapılış şekilleri vb. hususlar, ancak bir peygamberin bildirmesiyle bilinebilecek hususlardır.
Kâinat âdeta bir kitap gibi yaratılmış ve insanların gözleri önüne serilmiştir. Orada bulunan esrarengiz varlıklar, hâdiseler bir âhenk içinde birbirini takip edip durmaktadır. Bütün bu olup bitenlerin arkasında, onları evirip-çeviren bir güç ve kuvvetin olduğu muhakkaktır. Eğer nebinin sözüne kulak verilmezse bu güç ve kuvvet hakkında varılacak düşünce; her şeyi idare eden bir ruh-u küllînin veya her şeye hükmeden bir ukûl-ü aşerenin var olduğu ya da her maddenin içinde bir güç ve kuvvetin bulunduğu şeklinde olacaktır. Bu gibi tasavvurlar ise insanların kafalarını karıştırmaktan öte bir anlam ifade etmez. Hâlbuki kâinatta binlerce hâdiseyle mevcudiyetini bizlere hissettiren Allah (celle celâluhu), kemmiyet ve keyfiyetten münezzehtir. Tasavvufî ölçüler içerisinde, hakkında ne düşünülürse düşünülsün, Zât-ı Bâri, insanın aklına gelen her şeyin ötesinin ötesinin... ötesindedir.[14] O, Zât’ı ile idrak edilemez; sadece isim ve sıfatlarıyla bilinebilir. Bu ise ancak, nebilerin rehberliği sayesinde fikrin, kalbin, ruhun işletilmesiyle hâsıl olur. Bu meselede yanılmazlığın tek çaresi, sırat-ı müstakimin temsilcisi olan nebilerin sözüne kulak vermektir. Hakk’a bağlı olan ve Hak’tan gelen vâridâttan başka hiçbir sermayeye sahip bulunmadığını ifade eden nebiler kâfilesine bağlı bulunma, bizim sırat-ı müstakimde yürümemizin teminatıdır.
Bütün problemler, nebiler âlemine teveccühle çözülecek ve bütün bilinmezler de onların aydınlık iklimlerinde bilinir hâle gelecektir. Zira onlar, insanlığa örnek ve rehber olarak gönderilmişlerdir. Cenâb-ı Hak, beşerin onlara muhtaç olduğunu bildiğinden dolayı yeryüzünde peygamber göndermediği hiçbir topluluk bırakmamıştır. Dünyanın neresine gidilirse gidilsin, hangi zaman dilimine ulaşılırsa ulaşılsın, bir nebinin, “Ey kavmim! Allah’a ibadet edin. Hiçbir şeyi O’na ortak koşmayın.” diyen sesi-soluğu duyulacaktır. Kur’ân, bu hakikati şöyle ifade eder: وَلَقَدْ بَعَثْنَا فِي كُلِّ أُمَّةٍ رَسُولًا أَنِ اعْبُدُوا اللهَ وَاجْتَنِبُوا الطَّاغُوتَ “Kasem olsun ki biz, ‘Allah’a kulluk edin ve O’ndan başkalarına kullukta bulunmaktan sakının!’ diye her ümmete bir peygamber gönderdik.”[15] Ta ki onlar beşere boyun eğmesin, totemlerin arkasından gitmesin, mâbudlaştırılan insanlara bel bağlayıp boyun bükmesinler. Bunun yerine sadece ve sadece Allah’a kulluk yapsın, O’ndan yardım dilesinler. Hakiki bir mü’min her gün okuduğu Kunut duasında, اَللَّهُمَّ إِنَّا نَسْتَعِينُكَ وَنَسْتَغْفِرُكَ وَنَسْتَهْدِيكَ وَنُؤْمِنُ بِكَ وَنَتُوبُ إِلَيْكَ وَنَتَوَكَّلُ عَلَيْكَ وَنُثْنِي عَلَيْكَ الْخَيْرَ كُلَّهُ نَشْكُرُكَ وَلَا نَكْفُرُكَ وَنَخْلَعُ وَنَتْرُكُ مَنْ يَفْجُرُكَ “Allahım! Senden yardım ve bağışlanma diler ve yine Senden hidayet isteriz. Sana inanır, Sana tevbe eder, Sana güveniriz. Seni bütün hayır ile senâ ve zikirde bulunur, nimetlerini ikrar ile Sana şükrederiz. Seni inkâr etmeyiz. Fısk u fücur içinde bulunanları terk eder onlarla alâkamızı keseriz.” demek suretiyle Cenâb-ı Hakk’a karşı bu ahd ü peymâna bağlılığını ifade eder.
Yine Cenâb-ı Hak, gönderdiği her peygamberi, insanlara kolaylık olsun diye kendi kavminden ve kendi dillerinde göndermiştir. وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ إِلَّا بِلِسَانِ قَوْمِهِ لِيُبَيِّنَ لَهُمْ “(Allah’ın emirlerini) onlara iyice açıklasın diye her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik.”[16] âyeti bu hakikati ifade etmektedir. Başka bir âyet-i kerimede Efendimiz’e hitaben, فَإِنَّمَا يَسَّرْنَاهُ بِلِسَانِكَ لِتُبَشِّرَ بِهِ الْمُتَّقِينَ وَتُنْذِرَ بِهِ قَوْمًا لُدًّا“(Resûlüm!) Biz Kur’ân’ı onunla, Allah’tan sakınanları müjdeleyesin ve inat edenleri uyarasın diye senin dilinle (Arapçayla indirip okutarak) kolaylaştırdık.”[17] buyrularak aynı mânâ vurgulanır. Evet, Arab’ın içinde, yine bir Arap olarak zuhur eden Kutlu Nebi’nin Arapça konuşması gerekiyordu. O, hangi milletin içinde zuhur etse, o milletin dilini konuşacaktı. Hangi peygamber nerede zuhur etmişse, o kavmin dilini konuşmuştur. Ta ki her mesele herkese apaçık anlatılmış olsun.
- tarihinde hazırlandı.