İslâm Hakikati - 3. Lâ İlâhe İllallah Hakikati
Makale Dizini
3. Lâ İlâhe İllallah Hakikati
İslâm’da kulluk manzûmesine ait her şeyi, kelime-i tevhidin mânâsında görmek mümkündür. Mü’min, “Lâ ilâhe illallah” derken; Rab olarak bir ve tek olan Allah’ı tanıdığını, O’ndan başkasıyla tatmin olmadığını ifade etmektedir. Kur’ân, bu mânâyı teyit eder mahiyette şöyle buyurmuştur: أَلَا بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ “Dikkat edin! Kalbler ancak Allah’ı anmakla itminana (doygunluğa) erer.”[5] Bunun mânâsı, “Sadece Allah’a kulluk yapın, sığınak ve dayanak olarak O’ndan başkasını tanımayın. Zira Allah’tan başka dayanılacak ve güvenilecek hiçbir güç yoktur. Böylece huzura ermiş olursunuz.” demektir ki, “Lafzatullah” bütün bu mânâları ihtiva eder.
“Allah” lafz-ı şerîfini başka bir lügatten nakledilmiş olarak kabul etmek ve iştikak ilmine göre şu kelimeden veya bu kelimeden türemiştir deyip ona bir asıl bulmaya çalışmak gönlüme uygun gelmiyor. Vâkıa, bazıları onu bir kısım kelimelere irca ederek bir temel kelime bulmaya çalışmışlardır. Fakat âcizane diyorum ki: Zât-ı Bârî nasıl ezelî ise, ezelden beri O’nun adı “Allah”tır. “Allah” kelimesine bir temel kelime aramak uygun değildir.
Her şey Allah’a bağlı ve her şey Allah’la ayakta durmaktadır. Kâinatın yüzünün nuru ve ziyası “Allah” kelimesidir. “Allah” kelimesinin mevcut olmadığı yerde, bütün ilimler ve bilgiler; evham, hayal ve seraptan ibaret olur ve iki ucu birleşmeyen bir kısım anlaşılmaz, karmakarışık fikir yığınları olarak kalır.
Cahiliye Arap şairlerinden A’şâ, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) risaletini duyar duymaz hemen yanına gelmiş, Kur’ân’da ifade edilen mânâ ve hakikatleri işitince de âdeta kendinden geçmişti. Fakat bu durum onun için kâfi değildi. Zira o, “Lâ ilâhe illallah”ın ifade ettiği mânâya daha derinden inanmak istemekteydi. Bu yüzden de Efendimiz’den süre istemiş ve memleketine geri dönmüştü. O, bu hâliyle sanki Efendimiz’e şöyle demek istemiştir: “Benden, bir cümle söylememi istiyorsun; ancak bu cümlenin ifade ettiği mânâ, alabildiğine geniştir. Benim bu engin mânâları sindirmem, vicdanımda duymam ve vücudumun bütün zerrelerine hissettirmem lazım.” Demek ki “Lâ ilâhe illallah” sözü, alelâde söylenecek bir söz değildir. Bilakis o, söylendiği zaman hayatı bütünüyle kuşatan bir sistem, bir hayat nizamı kabul edilmiş olmakta ve ona hayatın sonuna kadar sadakat içinde kalmak gerekmektedir.
Hâsılı, Cenâb-ı Hak, kendisini tanıtmak için ortaya bir kâinat, sıfatlarını okutmak için de o kâinata bir düzen koymuştur. Dolayısıyla düzen O’nu konuşmakta, âhenk O’nu zikretmekte, âlem O’nu anlatıp durmaktadır. Kâinattaki şuurlu-şuursuz bütün varlıklar birer dil hâline gelmiş Allah’ı haykırmakta ve O’nu vird-i zebân etmektedirler. Beşer ise kendisinde hitap çiçeği açmış bir varlık olarak şuur, idrak ve iradesiyle kâinattaki bu konuşmalara tercümanlık yapmakta ve diliyle bu hakikatleri ifade etmektedir.
Allah’ın varlığını haykıran bütün bu dillere, mevsimi gelince her şey iştirak edip O’nu haykıracak, bahar gelince çözülmüş buzlar gibi bir bir çözülüp hak ve hakikatin tercümanı olacaklardır. Buzlar baharda çözülür, diller baharda açılır ve bülbüller baharda şakımaya başlar. Atılan tohumlar, baharda rüşeym olup başak salar. Biz, bütün bunların adım adım yaşandığı bir baharı idrak etmiş bulunuyoruz. Bugün her taraftan “Lâ ilâhe illallah” sadaları yükselmekte, sanki yeni bir “Devr-i Saadet” yaşanmaktadır. Zira o devir, sıkıntı ve ızdırapları göğüsleyenlerin, yüzlerce hâdisenin içine pervasızca dalanların, İslâm’ı yaşamada azim gösterenlerin bağrında doğmuştur. Bir zamanlar putperestlik inançlarıyla karanlık karanlık üstüne bir hayat yaşanan Mekke vadilerinde “Lâ ilâhe illallah” nidalarının yükselmesi, yükselip bütün bir dünyayı velveleye vermesi, çekilen bu zorluk ve çilelerin neticesinde olmuştur.
Gönle İman Girince!
Bunlardan bir örnek vermek gerekirse; on üç yıllık zorlu bir hayattan sonra Cenâb-ı Hak, Müslümanlara Medine’nin kapılarını açmıştı. Mü’minler burada her geçen gün kuvvetlenip –kendi gövdesi üzerinde duran bir çınar gibi– kendi ayakları üzerine doğrulmaya başlamışlardı. Bedir savaşında bunun ilk meyvesini devşirmiş, büyük bir zafer kazanmışlardı. Bu zaferle müşriklerin direnci kırılmış, İslâm’ın, artık ayakları üzerinde durduğu ve bir âhenk içinde işlediği ispat edilmişti. Müşrikler, üç yüz kişilik bir gruba yenilmenin acısını bir türlü içlerine sindirememiş, her fırsatta onun hıncını almak istiyorlardı. Bunlardan Safvan İbn Ümeyye ile Umeyr İbn Vehb, her nefes alış-verişte Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı kin ve gayzla dolan iki amcazâde idi. Ortak yaraları ise birinin oğlu esir edilmiş, ötekinin de babası savaşta öldürülmüştü. Bunlar Bedir’i müteakip oturmuş, kırık gönüller olarak dertleşiyor ve Efendimiz’e yapabilecekleri kötülükleri plânlıyorlardı.
Sonunda anlaşıp karara bağladılar; Umeyr İbn Vehb, oğlunu görme bahanesiyle Medine’ye gidecek ve yine bir bahaneyle Resûl-i Ekrem’in yanına kadar sokulacak, sonra da dağladığı zehirli kılıcıyla O’nu şehit edecektir. Böylece hem kendisinin hem de bağrı yanık bütün Kureyş’in intikamını almış olacaktır. Umeyr, bu düşüncelerle dolu olarak Medine’ye gider. Fakat daha mescidin önünde devesini çöktürmeden Hz. Ömer (radıyallâhu anh), “Bu köpek, Allah düşmanı Umeyr İbn Vehb.”[6] diye tarif ettiği bu adamı görür ve “Dikkat edin! İzarının altında kılıç belirtisi var, Resûlullah’a bir kötülük yapmasın!” diyerek insanları uyarır. Daha sonra Allah Resûlü’nün yanına gelerek, “Ya Resûlallah! Umeyr geliyor, size bir kötülük yapmasın!” der. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tebessüm buyurup, “Ey Ömer! Bırak gelsin!” der. Umeyr, Resûlullah’ın yanına girince ona, “Niçin geldin, ey Umeyr?” diye sorar. Umeyr, oğlunun fidyesini verip onu kurtarmak için geldiğini söyler. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise, “Niçin geldiğini istersen ben sana haber vereyim.” der ve Safvan’la beraber oturup kurdukları plânı bir bir anlatmaya başlar. “Kureyş’in Şeytanı” denen bu adam, söylenenleri işitince yerinden sıçrar ve “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” diyerek iman eder. Devran, başka şeyler besteleyince şeytan denen insan bile bir anda Allah Resûlü’nün havarilerinden biri oluverir.
Umeyr, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanında kaldığı süre boyunca İslâmî aşk ve heyecanla dolup taşar, kabına sığmaz olur. O, Efendimiz’i şehit etmek için getirdiği kılıcın hakkını vermek istemektedir. Bu sebeple Allah Resûlü’nden Mekke’ye geri dönmek için izin ister. Allah Resûlü, en az Hz. Ömer kadar kahraman ve cesur olan bu insana, Mekkelilerin bir şey yapamayacağından emindir. Bu sebeple dönmesi için ona müsaade eder. Diğer taraftan Safvan, her gün ellerini ovuşturmakta, Medine’de meydana geleceğini düşündüğü müthiş hâdiseyi beklemekte ve gelip giden her kafileden Medine’nin haberlerini sormaktadır. Zira gelecek olan haber, hem kendisini hem de bütün Mekke halkını sevince boğacaktır. Ne var ki bir gün Umeyr’in de Müslüman olduğu haberi kendisine ulaşır ve bu haberle sanki beyninden vurulmuşa döner.
Umeyr, Hz. Ömer’in Mekke’den ayrılırken yaptığı gibi, herkese meydan okuyarak Mekke’ye girmişti. Burada günlerini çoğu zaman hak ve hakikati insanlara anlatmakla geçiriyordu. Umeyr, geçen süre içinde Müslümanlığının hakkını gerçekten verir. Zira bir-iki yıl sonra Medine’ye geri döndüğünde arkasında Müslümanlığı seçmiş büyük bir topluluk vardır. Amcazâdesi Safvan ise bütün ısrarlarına rağmen inat etmiş, o kutlular kervanına henüz katılmamış; Mekke’nin fethiyle birlikte de yükünü sırtına vurup denizaşırı memleketlere kaçmıştı. Safvan’ın bu durumuna çok üzülen Umeyr, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelir, Safvan’ın durumunu anlattıktan sonra kendisinden ona eman vermesini ister. Eman verildiğini teyit için de Efendimiz’in Mekke’ye girerken mübarek başına sardığı ve herkesin müşâhede ettiği sarığını talep eder. Zira o, Safvan’ın ileride İslâm’a faydalı bir insan olacağını tahmin etmektedir.
Umeyr, sonunda Safvan’a ulaşır ve onu Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirir. Safvan, Allah Resûlü’nün huzuruna geldiğinde çok mahzundur ve Efendimiz’in yüzüne bakacak hâli yoktur. Aralarında şu konuşma geçer: “Ya Resûlallah! Umeyr, Senin bana eman verdiğini söyledi, bu doğru mudur?” Müsamaha ve hoşgörü insanı kendisine yakışan bir eda ile, “Evet, doğrudur.” der. Tekrar, “Ya Resûlallah! Senin getirdiğin şeylerin hakkaniyetini kabul ediyorum. Ancak bana iki ay mühlet vermeni istiyorum. Ta ki düşüneyim.” der. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kureyş’in bu asil evladının Yermuk’te, Bizans karşısında bir er gibi sergileyeceği kahramanlıkları müşâhede ediyor gibi tebessüm ederek –iki değil– dört ay mehil verdiğini söyler. O ise daha birkaç hafta geçmeden huzura gelir ve Umeyr’i de gözyaşlarına boğacak, “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve Resûluhu” sözünü söyleyiverir.
- tarihinde hazırlandı.