Yâd Ellerde Yatan Yiğitler
Genç ve yetenekli edebiyatçılarımızdan Niyazi Sanlı, yad ellerde kalan eğitim şehitlerimizle ilgili çok değerli bir çalışmasını gönderip bir takdim yazmamı talep edeli bir hayli zaman olmuştu.
Bu değerli eser için yazar binlerce kilometre yol kat etmiş, Asya steplerinde, Afrika'nın uçsuz- bucaksız çöllerinde dolaşmıştı.
İçtenlikle, severek bir vefa borcu olarak yapmıştı bunu.
Gurbet ellerde yatan yiğitlerin mezarlarını arayıp bulmuştu.
Günlerden beri bir türlü fırsat bulup birkaç satırlık bir önsöz yazamamıştım.
Kalemim de sürekli nazlanıyordu.
Geçen pazartesi yine aradı, "Kitabı yarın teslim etmem gerekiyor" dedi.
"Bu gün geç de olsa bir şeyler yazıp göndereceğim" dedim.
Akşam eve geldiğimde ilk işim bilgisayarımın başına oturup gurbet ellerde kalan bu yiğitlerimizle ilgili bir şeyler yazmaya başlamak olduysa da baktım kalemim yine nazlanıyor.
Haklıydı da... Kıtaların alnına kanlarıyla, canlarıyla destan yazan bu yiğitleri yazmak hiç de kolay değildi.
Kimi Tuna boylarında, Kimi Afrika'nın uçsuz bucaksız çöllerinde, kimi Tanrı Dağları'nın eteklerinde, kimi Kafkasların soğuklarında, kimi mavi gökler ülkesinin lacivert gecelerinde, kimi okullarının bahçesindeki keşanat ağaçlarının altında öğrencilerinin cıvıltıları arasında bir başına öylece yatan bu yiğitlere dokunmaktan kalem titriyordu.
Ellerine bavullarını alıp, gözlerini ideallerinin ufkuna dikerek, arkasına bakmadan atlarına atlayıp giden bu güzel, bu yiğit insanlarla, bu adanmış ruhlarla ilgili bir şeyler ifade edebilmek hiç de kolay değildi.
Hümaniter bir Rönesans'ın, gurbeti olmayan ufuklara uzanan yollarına bir kaldırım taşı gibi canlarını döşeyen bu yiğitler, yeni bir şefkat projesinde en değerli varlıklarını ortaya koymuşlardı.
Bu yiğitler dünya adına hiçbir plan yapmamış, ruhunu, kalbini, aklını, bedenini ve servetini; samimiyet ve iyi niyetle yoğurarak gönül verdiği gaye-i hayal uğruna harcamayı ve nihai noktada da işte bir canım kaldı "buyurun" diyerek boynunu uzatmayı bir şeref kabul etmişlerdi.
Gök ekin gibi ömürlerinin baharında biçilmiş bu yiğitler, bir cemre gibi toprağın bağrına düştükleri her bir ülkede bir meşale gibi yanacaklar ve gelecek nesiller onlara bakarak yollarını bulacaklardı.
Bulundukları ülkelerin birer Eyüp Sultan'ı, birer Sarı Saltuk'uydu bu yiğitler.
Bu vesile ile şehadet abdesti alarak Rablerinin huzuruna giden bu alperenlerin abdestsiz yazılmalarına kalemin bile razı olmadığını öğrenmiş oldum.
Yeni bir gül devrinin gelmesi için gül gibi ömürlerini, güllerin yoluna seren bu şehitleri yazarken kelimelerin gül gibi, amber gibi koktuğunu da bilmem ki söylemeye gerek var mı?
Kalemin ardı arkası gelmeyen nazı devam edince, bir ara balkona çıktım. Baktım bulutlar boşaldı boşalacak.
Siyah gözleri buğu buğu idi bulutların.
Sanki sinesinde sakladığı keder gözlerinden okunan, siyah şala bürünmüş yaslı bir sevgili gibi bakıyorlardı.
Halbuki bahardı. Neden öyleyse bu kadar kederli bakıyorlardı.
Geri döndüm. Tekrar bilgisayarımın başına oturmuştum ki yüreğe düşen kor gibi telefon ekranıma bir mesaj düştü.
"Adil Öğretmen Hakk'a yürüdü."
Daha öğrencilik yıllarında bile Beylerbeyi Lisesi'nde bir fırtına gibi esen, Ağdaş, Şeki, Mingeçevir gibi Kafkas şehirlerinde, Hazar'ın kıyılarında açılan ilk Türk okullarında büyük kahramanlıklar ortaya koyan küheylan "benden bu kadar" diyerek çatlamıştı demek.
Bir yıldan beri bir hastane odasında yatıyordu. Yattığı hastanede de boş durmuyor, planlar projeler yapıyordu. Eğitim şehitlerimiz kendi kaderlerine terk edilmese, mezarı yapılmayanlar varsa onları yaptırsak, onların fedakârlıklarını abideleştirsek diyordu. Dağlara, ovalara, çöllere sığmayan coşkun nehir nihayet sonsuzluk okyanusuna kavuşmuştu. Hem de coşkunca akıp geçtiği yerlerde muhteşem bir bahar bırakarak.
Bense onu ilkin Marmara depremi esnansında Sakarya'da tanımıştım. Günler geceler boyunca birlikte koşmuştuk. Nasıl bir heyecan fırtınası, nasıl bir şefkat pınarı idi. Gıda paketlerini, giyecekleri, battaniyeleri arabalara yükler gecenin en karanlığında düşerdi yollara. Her gece şehrin en ücra mahallerine, sokaklarına kadar giderdi. Yüreği uyku nedir bilmezdi. Beyefendiydi. Yağmur altında ıslanan çadırların önlerine geceleri kahvaltılık paketler bırakır. "Sabah uyandıklarında ne kadar sevinir bu insanlar" derdi.
Yazı yazmayı bıraktım.
Bilgisayarımın başında sırtında Sakarya gibi yük taşıyan, Sakarya gibi köpük köpük akan Adil Öğretmen'i düşünüyordum.
Damlalar, ellerini camlara dokundurarak sesini bana duyurmaya çalışıyordu.
Bulutların gözyaşı sesleriydi bunlar. Yad ellerdeki yiğitler gelmeye başladı gözlerimin önüne.
Balkanlara giderken; "Ana, ben de bir gün Sarı Saltuklar gibi ölürsem arkamdan ağlama..." diyen Tuna boyu şehidi yiğit Ali'yi hatırladım.
Ufkundaki ideal kandilini Eyüp Sultanların, Sarı Saltukların çerağından tutuşturan bu yiğidin anası ben Ali'me söz verdim ağlamayacağım dese de, yine de tan yeli estikçe Tuna ve boylarındaki sıra selviler bazı geceler sessizce ağladığı hatırıma geldi.
Tıpkı Azeri öğrencilerin Adil Ağabeylerine ağlayan bulutlar gibi.
Mavi gökler ülkesinin uçsuz-bucaksız bozkırlarında yatan Adem Öğretmenler, Ural Nehrinin alıp da bırakmadığı Yasinler, Kara Kıta'nın kızgın çöllerine düşen Hakan ustalar... Bir bir gözümün önünden geçiyorlardı.
O Hakan Usta ki, hicret ederken; "Eyüp Sultan, ta Medine'den, medeniyetin beşiğinden ne için geldiyse ben de aynı sebeple buradan Tanzanya'ya göç etmek istiyorum. Mesele para kazanmak değil. Onların işi gücü yok muydu? Biz de Müslümanız. Onlar da Müslüman'dı" sözleri ile hicret aşkını asrın alnına bir çelenk gibi asarak gitmişti.
Şimdi onun da arkasında ağlayacak anası olmasa da, altında yattığı okul bahçesindeki keşanat ağaçları, Hint Okyanusu'ndan yosun kokuları taşıyan rüzgarlar estikçe sessizce ağlayıp duruyormuş.
Anladım ki şehit anaları söz verdikleri için gözyaşlarını içlerine dökseler de; üzerlerindeki bulutlar, kıyısında uyudukları nehirler, altında uyudukları serviler, kendilerini tutamayıp sessiz sessiz ağlıyorlar.
Nitekim Adil Öğretmen'de de öyle oldu.
Sonraki gün ikindi vakti, Çamlıca Camii'ne açılan sokaklardan sevgi seli gibi akan insanlar hıçkırıklarını zor tutuyordu.
Ankara'dan, Bursa'dan, Antep'ten, Sakarya'dan, İzmit'ten, Trakya'dan, Azerbaycan'dan koşup gelen yiğit yüzlü insanlar saf tutup onu ebedi yolculuğuna uğurlarken, daha fazla dayanamadılar ve yer yer hıçkırık sesleri bir birine karışmaya başladı.
Gökte bulutlar da kabrine konulmasını bekler gibi boşaldı boşalacaktı. Kur'an sesleri, kürek seslerine karışırken, her atılan toprak onu yiğit yüzlü arkadaşlarından biraz daha ayırırken; bulutlar da daha fazla dayanmadı ve saldılar kendini.
O gece sabaha kadar ağladı durdu bulutlar. Adil Hocamız'ın, dağ başlarında bir başına kaynayıp duran el değmemiş pınarlar gibi pırıl pırıl bir gönlü vardı. O gönül Rabbini çok seviyordu. Nihayet çok sevdiği Rabbine kavuştu.
Nur içinde yatmasını diliyoruz.
Ben yazıyı gazeteye gönderirken hâlâ ağlıyordu o bulutlar.
- tarihinde hazırlandı.