İçtimaî bir hastalık: Taassup
Arapça bir kelime olan taassup, işin önünü arkasını hesap etmeden sadece kendi anlayış ve kendi beğenisine göre meseleleri değerlendirme, akla uymayan ve dinin ruhuna ters düşen hususlarda bile inat ve temerrüt içinde bulunma ve Türkçemizde “dediğim dedik” sözüyle ifade edebileceğimiz tavır ve davranışlar sergileme demektir.
Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bazı hadis-i şeriflerde bu tutumu, lügat itibarıyla “sinirlilik” manasına gelen “asabiyye” sözcüğüyle ifade etmiştir. Çünkü taassup, tamamen sinir ve hisler üzerine kurulan bir davranış şeklidir, dem ve damara dayanan, cismaniyet ve hayvaniyetten beslenen bir his ve duyuşun dışarıya vurmasıdır.
“Tefe’ul” babından gelen bu kelime, türediği kip itibarıyla da tekellüf manası ihtiva etmektedir. Bu yönüyle o, bir mevzuda ifrat derecede haksız yere inatta bulunma, ayak diretme, kendisi dışındakileri hiç sayarak kendi bildiğine gitme, her şeyi kendi nefsine bağlama gibi manalara gelmektedir. Görüldüğü gibi taassup; mantık ve muhakemeden uzak, ihsas ve ihtisastan mahrum bir davranıştır. Bundan dolayıdır ki, mutaassıp birinin düşünce ve muhakemeyle hareket etmesi mümkün değildir. Türkçemizde, -nüansları bulunmakla beraber- taassup kelimesi yerine yobazlık, bağnazlık ve fanatizm kelimeleri de kullanılmaktadır.
İmana engel bir faktör
Ehl-i inkâr ve ehl-i ilhad öteden beri inananlara karşı hep taassup göstere gelmişlerdir. Mesela Asr-ı Saadet’teki kâfir ve münafıklar İslâm’a ve Müslümanlara karşı taassup göstermişler; göstermiş ve yıldızların kaldırım taşı gibi ayaklarının altına serildiği Kâinatın İftihar Tablosu’na karşı dahi körler ve sağırlar gibi davranmışlardır. Oysaki O Ferîd-i Kevn u Mekân’a (aleyhi milyon milyon essalâtü vesselâm) doğru baksalardı, doğru bakanların gördüğünü onlar da görecek; O’nun lâl u güher sözlerine azıcık kulak verselerdi, doğru duyanların duyduğunu onlar da duyacaktı. Fakat ne yazık ki, taassup, garaz, kin ve nefret onların gözünü kör etti, bütün güzelliklerin üstünü örttü ve onları inkâra sürükledi.
Zaten kibir, zulüm, bakış zaviyesini ayarlayamamanın yanında imana girmeye mâni olan veya insanın, iman dairesinden çıkmasına sebep olan faktörlerden biri de, doğru olup olmadığını değerlendirmeksizin körü körüne ataları taklit etmedir ki, esasında böyle kör bir taklit, taassubun farklı bir şeklidir. Nitekim cahiliye dönemi insanları sırf atalarından tevarüs ettikleri cahiliye argümanlarıyla İslâm’a karşı çıkmışlardı. Hudeybiye Musalahası öncesinde Medine’den ayrılarak Kâbe’yi tavaf etmeye gelen mü’minleri engellemeleri de yine aynı taassubun neticesiydi. Kur’ân-ı Kerim, onların bu tutumlarını, hamiyet-i cahiliye olarak isimlendirmiştir. Onlar, kendi âdetlerinin delinmemesi, o güne kadar uygulaya geldikleri teamüllerde kırılmalar olmaması ve diğer Arap kabilelerine karşı gururlarının zedelenmemesi uğruna böyle bir taassup yoluna girmiş ve Müslümanların Mekke’ye girmesine engel olmuşlardı.
Aslında buna benzer hâdiseler yer yer günümüz dünyasında da yaşanmaktadır. Mesela siz, dininize, semavî değerlerinize ait hususiyetlerle kendinizi ifade etmek istediğinizde, bazıları hemen harekete geçer ve anlam veremediğiniz bir sertlik ve huşunetle sizi engellemeye çalışırlar. Hatta siz devletinizi, yeryüzünde muvazene unsuru olabilecek bir konuma ulaştırma adına plan ve projeler ortaya koysanız; ülkenizi, dünyanın en itibarlı, en müreffeh, en güçlü bir ülkesi durumuna getirme adına didinip dursanız; buna rağmen bir kısım insanlar, o güne kadar alışa geldikleri âdetlerine dokunduğunuzdan dolayı size engel olmaya çalışacak ve hakkınızda şöyle diyecektir: “Bunlar iktisadî faikiyet, ekonomik refah veya bu milleti zirveye taşıma bahanesiyle esasında bizim değerlerimize zarar vermek istiyorlar.”
Taassubun yeri-yurdu yoktur
Böyle bir cahiliye âdeti sizin ülkenizde olabileceği gibi, çevrenizdeki diğer ülkelerde de olabilir. Hatta denilebilir ki, taassubun belli bir yeri ve yurdu yoktur. Bu mezmum vasıf, değişik anlayış ve düşüncelere sahip her türlü insana sirayet edebilir. Hatta bazen dindar görünümlü insanlarda bile böyle bir taassubun tesiri görülebilir. Öyle ki, bazıları Allah rızası için değil de, sırf sahip oldukları iptidaî bilgilerin doğruluğundan hareket ederek her şeyi kendi dar görüş ve dar düşünceleri zaviyesinden ele alıp değerlendirir; dolayısıyla teferruata ait çok meselelerde katı, müsamahasız ve hoşgörüsüz bir tutum sergileyebilirler.
Günümüzde, güya din adına, canlı bomba olmak suretiyle işlenen cinayetler de -şayet bu işin görünür failleri, birileri tarafından ilaçlarla veya illüzyonla uyutulmuyor, beyinleri kontrol altına alınmıyor, iradeleri felç edilmiyor ve robotlaştırılmıyorlarsa- böyle kör bir taassubun sonucudur. Evet, bu öyle bir marazdır ki, insanlar, hak zannettikleri bir meseleyi ikame etmek için farkına varmaksızın kendi manevî hayatlarını mahvediyorlar. Zira bellerine bağladıkları bombalarla intihar edip çoluk çocuk, yaşlı, kadın demeden masum insanların canına kıyan kişiler, yaptıkları bu amelle, Cennet’e değil, Cehennem’e kesb-i istihkak ederler. Bir insanın, Cennet yolunda yürüyebilecek ve başkalarını da Cennet yoluna yönlendirebilecekken gidip Cehennem’e yuvarlanması ne acı ve ne hazin bir âkıbettir!
Hakta sebat veya salâbet-i diniye
Salâbet, bir mevzuda pek ve sağlam olma, ayağını yere sağlam basma ve böylece kavlî, fiilî ve hâlî olarak kaymama kararlılığı içinde bulunma demektir. Sertlik, katılık ve müsamahasızlık ise salâbet-i diniye demek değildir. Salâbet-i diniye; şartlar ve hâdiseler ne kadar değişirse değişsin, bir insanın İslâm’ın vaz’ ettiği bütün hükümleri yaşama mevzuunda tam bir kararlılık ve samimiyet ortaya koyması demektir. Başka bir ifadeyle o; âlem değişse, herkes başkalaşsa, kitleler dünyanın cazibedar güzelliklerine kapılıp gitse bile, insanın bütün tavır ve davranışlarında Allah’ın rızasını takip etmesi, dinin hiçbir emrinde gevşeklik göstermemesi ve her şeye rağmen, her türlü şartta kendi olarak kalma mevzuunda kararlı durmasının ad ve unvanıdır.
Salâbet-i diniye çizgisine erişebilmek için mü’minin, taklidî imandan tahkikî imana ulaşmaya çalışması, sonra da iman hakikatleri mevzuunda sürekli derinleşme peşinde koşması ve ele aldığı her meseleyi akl-ı selim ve muhakemeden geçirerek ilim blokajı üzerine oturtması gerekir. İşte böyle bir mârifet yolcusu karşılaştığı her hâdisede Allah’a dayanır, takvaya sarılır, sebeplere riayet eder, her adımını temkinle atar, oyuna gelmez ve asla hisleriyle hareket etmez. Zira onun ruhunda oluşturduğu marifet, muhabbet ve aşk u iştiyak peteği her konuda ona yol gösterir.
Evet, bir mü’minin taassuba düşmeden salâbet-i diniye çizgisinde hayatını sürdürebilmesi için, öncelikle Kur’an ve Sünnet’teki temel esasları çok iyi bilip hazmetmesi, sonra da sahip olduğu malumatı bu iki kutsî kaynakla test etmesi, Kitap ve Sünnet’ten anladıklarını da selef-i salihînin safiyâne içtihat ve istinbatlarına vurması, farklı bir tabirle bugüne kadar gelen fuhûl-i ulemanın manevî icma olarak isimlendirebileceğimiz ortak mütalâalarını nazar-ı itibara alması gerekir. Bütün bunları sağladıktan sonra da o, ellerini yüce dergâha açıp: “Rabb’imiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi kaydırma ve nezd-i ulûhiyetinden bizlere hususî rahmette bulun.” (Âl-i İmrân, 3/8) duasıyla her türlü tercih ve kararında Cenâb-ı Hakk’a sığınmalıdır.
Haftanın Duası
Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’a sonsuz hamd ve şükür, Kâinatın Medar-ı Fahri Efendimiz (aleyhisselam)’a, âline ve ashabına da nihayetsiz salât ü selam olsun. Allah’ım! Dünyada ve ahirette her türlü korku ve endişeden bizi emin eyle; eyle ki, sadece Senden korkalım ve Sana sığınalım. Bizi yakınlığınla taltif buyur... Salih kullarını koruyup gözettiğin gibi, bizi de gözetip kolla ve fâcirlerin hıyanetlerine, şerîr kimselerin kötülüklerine karşı her zaman yardımcımız ve koruyanımız Sen ol!
Sözün Özü
Hiçlik o kadar sık, o kadar aklî ve mantıkî vurgulanmalıdır ki insan, başarı ve muvaffakiyet şahikalarında ve zafer sarhoşluğu içinde dolaştığı anlarda bile, ‘ben yaptım, ben ettim, ben başardım...’ gibi şirk kokan şeytanî mırıltılarla İlâhî inayetlere sahip çıkmasın. Evet, insanın tabiatı pörsümeye müsaittir ve bazı muvaffakiyetler karşısında içine fahir esintileri gelebilir. Bu sebeple insanın aczini, fakrını ve sıfır olduğunu hatırlatacak türden ikazlara muhatap olması çok önemlidir.
- tarihinde hazırlandı.