Tebliğde önemli bazı hususlar
1. Fertleri iyi tanımak
Allah Resûlü’nün tebliğinin bir fetanet yanı vardır. Ama fetanet, bir kuru mantık değildir. O, zâhirden bâtına, dünyadan ukbâya ulaşan bir mantıktır. İnsanın bir mantık tarafı olduğu gibi, bir de his ve duygu tarafı vardır. Onun sadece mantığına hitap edenler, his tarafından açılacak herhangi bir gedik karşısında iflas ederler. İnsanın sadece his yönünü işletmeyi hedefleyenler ise mantık karşısında mağlup düşerler. Hâlbuki Hz. Muhammed Aleyhisselâm, müşâhedeye, muhakemeye ve iç sezişe birden seslenir. Gözün gördüğü şeylerle insanı ele alır, misallendirir ve ruha bu yolla nüfuz eder. Aklı kullanır ve kullandırır. Muhakemeye önem verir ve vicdanlara seslenir.
Meselâ: Hz. Ömer’i ele alalım: Ona, “Senin gibi akıllı bir insan nasıl oluyor da taşrada geziyor? Senin gibi bir insanın, taştan, topraktan ve ağaçtan bir şeyler ummasını, doğrusu aklım bunu bir türlü kabul edemiyor.” diyerek seslenmiştir. Evvelâ bu sözlerde Ömer’i tebcil vardır. Mantığa karşı hürmetli davranılmıştır. Böylece Allah Resûlü, mantık adına Hz. Ömer’i avucunun içine almıştır. Ardından da öteden beri emniyet ve güven telkin etmiş olan o harikulâde durumuyla Ömer’in kalbine nüfuz etmiştir. Üçüncü safhada ise ubûdiyetteki derinliği ile onu öyle bir hâle getirmiştir ki; o develeri boynundan tutup yere yıkan Ömer, Allah Resûlü’nün önünde edepli bir çocuk gibi diz çöküp saygıyla iki büklüm olmuştur.
Koskoca bir devlet, sigaraya karşı mücadele açıyor, bakanlıklar bu meseleyi sahipleniyor, yüzlerce ilim adamı çeşitli vesilelerle bu mevzu hakkında konferanslar veriyor, kitaplar yazıyor ve çeşitli sloganlarla, sigarayı bıraktırma âdeta seferberlik hâline getiriliyor ama netice yine sıfır, yine sıfır.
Şimdi bir de Allah Resûlü’nün terbiye ettiği cemaate bir bakıverin; söylediği sözler nasıl hemen tatbik görüyor. İşte bir misal:
Hz. Enes anlatıyor: “Ben, Ebû Talha’nın evinde içki içenlerin kadehlerini dolduruyor, onlara sâkîlik yapıyordum. O sırada dışarıdan bir ses duyuldu. Bu ses, “Dikkat edin, içki yasaklandı!” diyordu. O anda bardağı dolu olan bardağını döktü, ağzına götürmüş olan ağzındakini tükürdü ve herkes küplerinde ne kadar içki varsa sokaklara boşalttı, öyle ki, Medine sokaklarında günlerce içki aktı...”
2. Tebliğ edilecek hususları önce yaşamak
Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın tebliğde kullandığı dinamiklerden biri de, O’nun yaşayışının, temsil ettiği makama tıpatıp mutabakatıdır. Evet, O, dediklerini ve söylediklerini öyle temsil ediyordu ki, O’na bakan bir insan, başka hiçbir delile ihtiyaç duymadan Cenâb-ı Hakk’ın varlığına kanaat getirirdi. Hatta çok defa sadece O’nu görmek, O’nun peygamberliğini kabul etmeye yetiyordu.
Abdullah b. Revâha, ne güzel söyler: “Eğer O, apaçık mucizelerle gelmiş olmasaydı, sadece O’nu görmek bile O’na inanmaya yeterli sayılırdı.”
O’nun her hâli uhrevîlik adına öyle büyüleyici idi ki Abdullah b. Selâm gibi bir Yahudi âlimi, sadece bir kere O’nu görmekle, “Bu simada yalan yok, bu simanın sahibi ancak Resûlullah olabilir.” diyerek iman etmişti. O, insanları Allah’a kulluğa davet ederken her zaman en ufuk noktada yine en güzel kulluğu kendisi temsil etmiştir.
Hz. Âişe Validemiz anlatıyor: Bir gün geldi ve bana: “Yâ Âişe, dedi, müsaade eder misin, bu gece Rabb’imle beraber olayım?” ve arkasından da namaza durdu. O gün sabaha kadar Kur’an okuyarak namaz kıldı.. gözyaşı döktü.. öyle ağladı ki, seccadesi sıkılsaydı, damla damla gözyaşı damlardı.
O, ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Bir gün kendisine, gelmiş ve geçmiş bütün günahlarının affolduğu hatırlatılıp “Kendini niçin bu kadar zahmete sokuyorsun?” dendiğinde “Rabb’ime şükreden bir kul olmayayım mı?” cevabını vermişti. O’na şükür kapısı açılmıştı ve bunca didinmesi ondandı.
O, isteseydi krallar gibi yer, içer ve yaşardı. Zaten böyle bir hayat O’na –davasından vazgeçmek kaydıyla– daha Mekke’de iken teklif de edilmişti. Ancak O, davası uğruna, çileli bir hayatı, rahat bir hayata tercih etmişti. Bir gün aç kalıp tazarru eden, diğer gün tok olup şükreden ve kul peygamberliği melik peygamberliğe tercih eden bir Hak kapısı vefalısıydı zaten. O’nun, bu sade yaşayışıydı ki, kitleleri kendisine bende ediyordu.
Tebliğ vazifesini iş edinenlerin, Allah Resûlü’nün bu tavır ve hareketlerinden alacakları çok dersler vardır. Evet, gönüllere girmenin, başkalarına müessir olmanın ve kalplere taht kurmanın tek şartı, Allah Resûlü’nün yaptığı gibi, söylenen her şeyi, evvelâ söyleyenin kendisinin yaşamış olmasıdır.
Birisine Allah korkusundan gözyaşı dökmenin lüzumunu mu anlatmak istiyorsunuz; evvelâ, gece kalkıp kendi seccadenizi ıslatıncaya kadar ağlamalısınız. İşte o zaman, o gecenin gündüzünde ettiğiniz sözler sizi de hayrete sevk edecek şekilde müessir olacaktır. Yoksa “Niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz?” (Saff, 61/2) ayetinin tokadını yer ve hiçbir zaman tesirli olamazsınız...
3. Karşılık beklememek
Allah Resûlü’nün, yaptığı tebliğ vazifesi karşılığında dünyevî veya uhrevî herhangi bir talepte bulunmayışı O’nun peygamberliğine ayrı bir delildir. Zira böyle davranmak, bir peygamber ahlâkıdır. Kendisinden sonra bu ahlâk üzere hareket edenlere gelince, işte asıl tebliğci ve dava adamı onlardır. Kur’an, kimseden bir ücret beklemeyen bu insanlara tâbi olmayı emretmekte ve “Onlara uyun!” demektedir.
Hz. Hatice’ye ait servet, hakkı yayma uğrunda eriyip gitmişti ve her şeye rağmen Allah Resûlü, kendi adına kimseden bir şey talep etmemişti.
O’nun en yakın arkadaşı, Hz. Ebû Bekir’di ve hicrette de O’na yol arkadaşlığı edecekti. İşte bu Hz. Ebû Bekir’in, Allah Resûlü için hazırladığı bineği, hem de böyle zor şartlar altında, bizlerin düşmanın bizi takip edeceğinden gayri hiçbir şey düşünemeyeceğimiz o hengâmda Allah Resûlü, hazırlanan bineği, ancak ücretini ödemek şartıyla kabul edebileceğini söylemişti.
İşte bu, O’nun, yaptığı işte ne kadar hasbî davrandığını ispat etmez mi? Bu kadar zor bir anda, böyle ince bir noktayı düşünen insan, daha müsait zamanlarında düşünmez mi? Ve tebliğ insanına, ders olarak sadece bu hâdise yeter zannediyorum.
Allah Resûlü, muhataplarından herhangi bir talepte bulunmadığı gibi, bir de onlardan gelen çile ve ızdıraba katlanmak zorunda kalıyordu. Kaç defa baştan aşağıya toz-toprak içinde bırakılmıştı da kızları Zeynep’ten, Fatıma’dan başka yardımına gelen olmamıştı. Ve yine kaç defa geçeceği yollara dikenler serpilmiş, mübarek ayakları kan-revan içinde kalmıştı...
Bir defasında Kâbe’de durmuş namaz kılıyordu. Müşrikler başına üşüştü ve O’nu tartaklamaya başladılar. O anda orada Hz. Ebû Bekir vardı ve yetişti: “‘Rabb’im Allah’ dediği için bir insanı öldürecek misiniz?” diyerek Allah Resûlü’nü müdafaa etti. Bütün bunlar aralıksız oluyordu. Ama olup-biten bu hâdiseler asla O’nu yolundan döndüremiyordu. Kızına hitaben O: “Ağlama kızım, Allah babanı zayi etmeyecektir.” demişti ve Allah (celle celâluhu) da O’nu asla zayi etmemişti. Milyonların gönlünü, O’na ebedî mâkes eylemişti...
Haftanın Duası
Ey isteyenlere cevap veren ve dua dua yalvaranların dualarını kabul buyuran Yüceler Yücesi Rab! Sen, her şeye gücü yeten, her istediğini gerçekleştiren ve yakarışlara mukabelede bulunmak şanına çok yakışan yegâne Zat'sın; ne olur, bizim dualarımıza da icabet eyle ve sağımızdan-solumuzdan, önümüzden-arkamızdan, üstümüzden-altımızdan gelebilecek bütün tehlikelerden ve Senin azabına uğramaktan; aynı zamanda bunların hasıl edeceği korku, gam ve kederden de sıyanet buyur!
Sözün Özü
Bedîüzzaman, üzerinde titizlikle durulup düşünülmesi, araştırılıp insanlığa tanıtılması gerekli olan bir simadır. O, İslâm âleminin, inanç, moral ve vicdânî enginliğini hem de en katıksız ve müessir şekilde ortaya koyan çağın bir numaralı insanıdır. Ona, onun düşüncelerine, hissî mülâhazalarla yaklaşmak, onu ve eserini anmak sayılmaz. O, bütün ömrünü, kitap ve sünnetin gölgesinde, tecrübe ve mantığın kanatları altında, derin bir aşk ve heyecanla beraber hep bir muhakeme insanı olarak sürdürmüştür.
- tarihinde hazırlandı.