Hasmane tavırlara karşı üslûbumuz
Mü’minin tavrı çok önemlidir. Zira o, Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) rahle-i tedrisinde dersini almış insandır. Mü’minin; edep, nezaket ve nezahetin dışına çıkması mümkün değildir. Zira onun, hâdiseler ve şahıslar karşısında sergilediği her davranış otomatik olarak İslâm’a mal edilmektedir. Öyleyse mü’min, İslâmî edeple şekillenmiş tavrını, en imansız adamlar ve en amansız hâdiseler karşısında dahi değiştirmeden bir Müslüman’a yakışır şekilde sergilemek zorundadır. Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatına baktığımızda, Ebû Cehil karşısında bile tavır değiştirmediğini görürüz. Bu itibarla da, şayet bir şey karşısında öfkelenmişsek o öfkeyi dışarı vururken dahi kullanacağımız üslûp yine İslâmî bir üslûp olmalıdır. Vâkıa, Kur’ân-ı Kerim bazı ayetlerde kâfirlere karşı sert bir üslûp kullanmıştır. Ama onun o sert üslûbu, şahıslardan ziyade bir kısım çarpık fikirlere ve düşünceleredir. Evet, aslında o, hiçbir kimseyi karşısına alıp hırpalamamıştır. Onun hırpaladığı, kâfir ve mülhidlerden ziyade onların temsil ettikleri ve kıyamete kadar da devam edecek olan kâfirce düşünceler ve mülhidce anlayışlardır. Her zaman, Kur’ân’dan bu dersi alan bizlerin, farklı davranması düşünülemez ve düşünülmemeli.
Evet, bizler bu hakikati şahıslar bazında ele aldığımız gibi, devletler bazında da ele alabiliriz. Meselâ, bazı ülkelere karşı zaman zaman üslûbumuzu sertleştirdiğimiz bir vâkıa. Ancak şunu hiçbir zaman hatırdan çıkarmamalıyız ki, ileride gidip o ülkelerde yaşayan insanlara hak ve hakikatleri anlatmayı, onlara, İlâhî mesajları ulaştırıp ebedî bir azaptan kurtarmayı düşünüyorsak daha bugünden sertliği bir yana bırakıp, onlara karşı kullanacağımız üslûbu iyi tespit etmek zorundayız. O hâlde her meselede olduğu gibi, bu meselede de Kur’ân ve Sünnet’in ruhundan süzülmüş ölçü ve kriterlere müracaat etmemiz lâzımdır.
Ona yumuşak söz söyle
İsterseniz, Kur’ân’dan bir örnekle konuyu daha da müşahhaslaştıralım. Allah (celle celâluhu), Hz. Musa’ya (aleyhisselâm) Firavun hakkında “Ona yumuşak söz söyle, belki düşünür.” (Tâhâ Sûresi, 20/44) diyor. Yani sana ve kavmine yıllarca kan kusturan Firavun bile olsa, yumuşak söz ve tatlı dille muamele edilmesi söz konusu. Burada dikkati çeken önemli bir husus da, Kur’ân’ın düşünmeyi, Allah’tan korkmayı “kavl-i leyyin”e bağlamasıdır. Bunu mefhum-u muhalifiyle ele alacak olursak “Sertlikle üzerine giderseniz ne düşünür ne de haşyet duyar” manasını çıkarabiliriz. O hâlde muhatap kim olursa olsun, bir şeyler anlatabilmek için mülâyemet ve müsamaha vazgeçilmez şartlardır.
Demek ki, Müslüman daima tavr-ı leyyin, hâl-i leyyin, kalb-i leyyin, vicdan-ı leyyin, kavl-i leyyin içinde bulunmak mecburiyetindedir ki, gerçek irşad insanı olabilsin. Aksi hâlde, yani yumuşamamış, erimemiş, Muhammedî ruh kalıbına dökülmemiş bir insanın her hâli ve tavrı sun’î ve yapmacıktır. Böyleleri belli bir süre tebessüm etseler de, kuyruğuna basıldığı zaman hemen diş gösterir ve mahiyet-i asliyelerini ortaya koyarlar. Zaten bir yıldız böceği rasat ehlini ne kadar zaman aldatabilir ki?
Dövene elsiz, sövene dilsiz
Bu ölçüler içinde Hz. Mesih’in ahir zamanda yeryüzüne inmesi ve ümmet-i Muhammed’den birine iktida etme meselesini, onun, Muhammedî ruhtaki mevcut adaleti, re’fet ve şefkatiyle ayrı bir buuda çekmesi şeklinde anlamak mümkündür. Yani Muhammedîlikteki itidalin üstünde hatta belki bazılarınca dengesizlik olarak görülecek şekilde ileriye götürerek “Dövene elsiz, sövene dilsiz ve gönül kıranlara da gönülsüz olması” şeklinde anlayabiliriz.
Bu konuda asrın çilekeşi Hz. Bediüzzaman, ne güzel örnektir. O hemen her zaman kendisine işkencelerin en acımasızını ve en insafsızını reva gören ehl-i dünyaya karşı bile bir girizgâh bulup imanî hakikatleri anlatmaya çalışmış ve kat’iyen darılmamıştır. Zaten Ashab-ı Uhdûd da öyle değil mi? Kendilerine hendekler kazıp, o hendeklerin içine itekleyenlere, ruhlarının ilhamlarını boşaltmak için çırpınıp durmuyorlar mıydı?
Evet, bağırıp çağırmayla, şiddet ve hiddetle hiç kimseye bir şey anlatmak ve hele kabul ettirmek mümkün değildir. Belki belli bir dönemde şiddet kullanma bir metod ve bir yoldu ama zaman onu neshetti. Artık “Medenîlere galebe ikna iledir” düsturu hükümfermâ. Günümüzün muhabbet erleri, çerçevesini çizmeye çalıştığımız seviyeyi yakalamalı ve bu konuda bol bol temrinat yapmalıdırlar.
Evet, yukarıda belirttiğimiz gibi Hz. Mesih, ahir zamanda, ahiretin en ücra köşesinde de olsa o önemli misyonu eda etmek için mutlaka nüzûl edecektir. Nüzûl edecektir ama içinizde şahs-ı mânevînin muhtevî bulunduğu mana ve ruha nüzûl edecektir. Evet, o, bu manaya ve bu ruha kalıp olmak için inecektir. Eğer o ruh yoksa ceset olarak gelmesinin bir manası da olmaz zannediyorum. Hâsılı, netice olarak şunun bilinmesi gerekir ki, ahir zamandaki diriliş, hâl-i leyyin, tavr-ı leyyin, kalb-i leyyin ve kavl-i leyyini temsil edebilen sevgi kahramanlarının diriltici soluklarıyla gerçekleşecektir.
Zamana gerçek değerini veren şey
Üç İhlas’la hatim sevabı kazanmak için; gönlün bütün olması, için ihlasla dolması ve Kur’an’ın mübarek kelimelerini okurken hakikatinin düşünülmesi ve böylece Allah’la beraber olma anını -maiyyeti- yakalamak gerekmektedir. Böyle okuyandır ki o, kurb-u huzurda hüsn-ü kabul görecektir. İşte böyle okunan üç İhlas-ı şeriftir ki, insana bütün Kur’an-ı Kerim’i okumuş gibi sevap kazandırır. Öyleyse mü’min, devamlı Kur’an’ı böyle okumaya dikkat etmelidir. Çünkü o, böyle bir ufku bir kere yakalarsa bir hatim değil bin hatim etmiş gibi sevap kazanır. Bu husus sevapta böyle olduğu gibi günahlarda da böyledir. Öyle günah vardır ki, kendisi bizatihi küfür olmamakla beraber insanı küfre götürür. Cenâb-ı Hak, böyle günahlara girmekten bizi muhafaza buyursun!
Tefekkür, marifet-i İlâhî adına, geçmiş bilgilerle şu anda müşahede edilenlerin bir araya getirilmesinden hâsıl olan sistemli düşünme demektir. Bunu şöyle de anlayabiliriz: İnsanın, Allah adına bir ön malumatı ve marifeti vardır. Mü’minin bunlarla tefekkür ederek kalbinde yeni yeni marifet hüzmeleri belirir. Beyin hem içe hem de dışa doğru faal hale gelir. Bu şekilde marifet artar, bir saat tefekkür, tefekkürsüz bin sene ibadet seviyesine ulaşır. O’nun marifeti ile dolu olarak aydınlık içinde bir dakika yaşamak, binlerce sene kupkuru ve yoz bir hayat yaşamaktan hayırlıdır. İşte o bin sene hayırsız hayatta namaz kılınsa dahi, içinde marifet-i İlâhî adına tefekkür olan bir saat ondan çok hayırlı sayılır.
Zamana değerini veren şey, onun içinde yapılanlardır. Bundan dolayı bazı hadislerde, ağır ve mühim şartlar altında, mesela cephede bir saat nöbet tutmanın bir sene ibadete mukabil olduğu belirtilmektedir. Bazen öyle şartlar olur ki, hakikaten o şartlar altında bir saat nöbet, bir milleti kurtarabilir. İşte o bir milleti kurtarma işi içinde bulunan bir saat, bin sene ibadetten hayırlıdır. Bu ve benzeri meseleleri kendi felsefeleri içinde anlamak lazımdır. Yoksa meseleyi özsüz ve kemmiyet planında ele alıp değerlendirdiğimizde bir kısım çelişkilere takılmak kaçınılmaz olur.
Haftanın duası
Ey Merhametliler Merhametlisi! Halimizi sadece Sana açıyor, içimizi yalnız Sana döküyor ve son bir kere daha en içten iniltilerle engin rahmetinin kapısını tıklatıyoruz. Medet, ey hayat ve kaderimize hükmeden! Eyyub’a hayatın ırmağının çağı göründüğü, Yakup’a Yusuf’un gömleğinden kokular gelip ulaştığı şu günlerde, tıpkı o hasretkeş Nebî gibi tasamızı, dağınıklığımızı Sana arz ediyor ve rahmetinin ihtizazını bekliyoruz, muvaffak eyle Allah’ım.
Sözün özü
İslâm dünyasında hiçbir ilim adamı küstürülmemişti. Dinin hiçbir zaman ne devlet ne de millet üzerinde baskısı söz konusuydu. Her zaman kuvvet hakkın emrinde, ümera da halkın hizmetindeydi. Hak adına söylenen bir söz karşısında hükümdarlar dahi dize gelebiliyor ve hakkı kabule teşne olduklarını gösteriyorlardı. Kuvvetin hakta görülmesi sayesinde bu dünyada hiçbir zaman Batı’da olduğu ölçüde ceberut söz konusu olmamıştı. Bundan dolayı da dinden kimse küskün değildi.
Not: Bu metinler, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin, 1970’li yıllarda cami cemaatinin sorularına verdiği cevaplardan derlenmiştir.
- tarihinde hazırlandı.