Kur’an talebesi nasıl olur?
Kur’an talebesi bir ‘kul’dur
Kur’an’ın talebesi, bir zalim, bir gaddar, bir hodfurûş, bir hodbîn, bir cebbar değildir. O sadece bir kuldur; Allah’ın kulu. Kur’an her fırsatta insanların Allah’a (cc) kul olduğunu hatırlatır ve bunun onun için bir şeref, bir pâye olduğunu vurgular.
Kur’an’ın terbiyesi sayesinde bir insan, kendisinin, Allah’a (cc) kul olduğunu kavramışsa en büyük bir fazileti ihraz etmiş demektir. Allah’ın: “Ey insanlar kulluk edin!” (Bakara, 2/21) demesine karşılık, mü’min günde kırk defa kemerbeste-i ubudiyetle Allah’ın (cc) huzuruna gelir, “Yalnız Sana kulluk ederiz.” (Fâtiha, 1/4) der.
İyi bir mü’min, en büyük mahlûkata dahi ibadete tenezzül etmeyen aziz bir kuldur. O sadece Allah’a (cc) kul ve bendedir. Bu yönüyle de o zelil gibi göründüğü anlarda da tam bir sultandır. O, hiçbir firavuna karşı bel kırıp boyun bükmez ki, peygamberlerin hayatı bu konuda mühim örneklerle doludur.
Mütevazı ve Allah’a karşı fakirdir
Kur’an tilmizi, mütevazıdır. O, dış görünüşü itibarıyla bazılarınca miskin, uyuşuk zannedilebilir; değildir, her şeyi aşabilecek halim-selimdir ama Mâbud’undan gayrısına boyun eğmeyecek kadar aziz ve kararlıdır. Zaten bir iç dinamizme sahiptir. O böyle bir şeyi şirk sayar. Kur’an’ın talebesi, zahirde fakir ve güçsüz görünümlüdür. Bu da onun ayrı bir farklı yanıdır; zira onun zaafı ve fakrı Allah’a (cc) yükselmesi için iki kanat gibidir. O, aczini, zaafını vicdanında hissettikçe Cenâb-ı Hakk’a karşı itimadı daha bir artar.
Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) gibi: “Göz açıp kapayıncaya kadar dahi bizi nefsimizle baş başa bırakma.” der durur. İşte aczin, zaafın ve fakrın bu iç derinliği, onun için nurânî iki kanat gibidir ki, o nefsinde aczini, fakrını ve zaafını idrak ettikçe acz ve fakrın kanatlarıyla hep Cenâb-ı Hakk’a ubudiyete koşar ve O’nun hoşnutluğunu arar.
Hedefi Allah’ın rızasıdır
Kur’an talebesinin hedefi, gaye-i hayâli sadece ve sadece rıza-yı ilâhîdir. O, nazarını hep rıza ufkuna diker ve Cenâb-ı Hakk’ın kendisine bir gün: “Ey tertemiz, âsudeliğe ermiş, arınmış itmi’nan ufkundaki nefis, Rabb’in senden razı, sen de O’ndan; dön Rabb’ine!” (Fecr, 89/27) hitab-ı celilini intizar eder durur.
Hz. Yusuf (as) da “Ey Rabb’im! Mülkten bana (nasibimi) verdin ve bana (rüyada görülen) olayların yorumunu da öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da ahirette de benim sahibimsin. Beni Müslüman olarak öldür ve salihler arasına kat!” (Yusuf, 12/101) sözleriyle o ideal ufku ifade ediyordu. Mısır’da muallâ bir mevki’ ihraz etmiş.. senelerden beri ağlaya ağlaya bîtab düşmüş, dilhûn babasının gözyaşları dinmiş.. kendisine kötülük yapan kardeşleri gelip onunla aynı çizgiye ulaşmış ve maddî-mânevî huzurda şâhikalarda dolaştığı bir anda, Allah’a yapmış olduğu bu teveccüh, üzerinde dikkatle durulması gereken önemli bir husustur.
Demek oluyor ki, dünyevî bütün refah, saadet ve her türlü huzurun üstünde daima ağırlığını hissettiren, kalbin tam itmi’nana kavuşacağı bir mazhariyet vardır ki, o da, Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğu ve rızasıdır.
Hayat düsturu yardımlaşmadır
Kur’an, düstûr-u hayat olarak teâvün ve tesânüdü esas almaktadır. “İyilik ve (Allah’ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.” (Mâide, 5/2)
Evet, mü’minler dinin emirlerini yaşama ve yaşatma hususunda birbirlerine yardımcı olmalı ve birbirlerine dayanarak dini yaşamaya çalışmalıdırlar. Unutmamalıyız ki, İslâm’ın içtimâî yönü daha baskındır. Onun içtimâî yönünü ayağa kaldırmak, ayakta tutmak ve devam ettirmek zaruridir. Öyleyse “Birr ve takvâda birbirinize yardımcı olunuz.” (Mâide, 5/2)
Mü’min, kâinatı bir yardımlaşma armonisi olarak görür ve ‘Kâinat tepeden tırnağa bir yardımlaşmadan ibarettir.’ der. Öyleyse insan da kâinattaki bu umûmî ahenge uymalı, bu senfonizmayı, bu umumî mûsıkiyi bozmamak için o da hep yardıma koşmalıdır.
Aramızdaki rabıta, kardeşlik rabıtasıdır
Kur’an, mü’minler arasındaki rabıtayı uhuvvet olarak belirlemektedir. Bütün Müslümanlar arasında bu rabıta tesis edilmeli ve bu rabıtaya göre bir kere daha kardeşlik duygusu vurgulanmalıdır. Hele diyaneti bir olan, İslâmiyet’i yaşayan kimseler kopmayacak şekilde birbirlerine kenetlenmelidirler. Zaten “Mü’minler ancak kardeştir.” (Hucurât, 49/10)
Hak düşüncesi esastır
Kur’an terbiyesi, nokta-i istinat olarak kuvvete bedel hakkı kabul eder. Kim haklı ise o kuvvetlidir, der. Bugün zayıf olsa dahi ileride Allah’ın (cc) tevfik ve inayetiyle hak mutlaka galebe çalacaktır inancına bağlı yaşar. Mü’minin nazarında hakka saygı âdeta ibadettir.
Kur’an dışı felsefî sistemlerin tesirine girmemiş bir mü’min, “Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.” (Asr, 103/1-3) ayet-i kerimesinde öngörüldüğü şekilde, her zaman hakkı yaşar, hakkı tavsiye eder.
Ölüm ve cennete uçmak
Mü’min; ölüme, meyve vermek için bir tohum gibi toprağın bağrına saçılmak nazarıyla bakmalıdır. Ölüm her ne kadar zâhirî yüzü itibarıyla soğuk gibi görünse de, mü’min onu bir iltifat çağrısı olarak kabul etmelidir. Zira ahiret mü’minin asıl yurdudur ve başta Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashabı, insanın bütün sevdiklerinin çoğu oradadır. Âyet-i kerimenin ifadesiyle “Her nefis ölümü tatmaktadır.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/185.) Bu itibarla ahirete hazırlıklı göçmek isteyen mü’min, ölüm gerçeğini hatırından bir lâhza olsun çıkarmamalıdır. Nitekim Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Lezzetleri acılaştıran ve yıkan ölümü çokça hatırlayın.” hadisleri bu hakikati hatırlatır ve bizleri uyarır.
Ölüm hakikatini devamlı hatırda tutmanın değişik yolları vardır. Bu yollardan biri; insanın, ölümü hatırlatan muhasebe duygusu ve vicdan mekanizması gibi iç uyarıcılarını devamlı teyakkuz hâlinde bulundurmasıdır. İkincisi ise insanın kendisine ölümü hatırlatacak bir dış uyarıcı tespit etmesidir. Hz. Ömer bu yöntemi uygulamış ve kendisine ölümü hatırlatacak birisini görevlendirmiştir. Daha sonra aynaya baktığında saçlarına akların düştüğünü görmüş ve “Artık bu aklar bana ölümü hatırlatmak için yeter.” diyerek o kişinin görevine son vermiştir. Nitekim ölümün eli, kâkül-i gülberlerin üzerinde gezdiğinde geride ahiretin erken şafağı veya ölümün keşif kolu diyebileceğimiz beyaz izler bırakmaktadır. Bu beyaz izler, Hz. Ömer misali insanın kendi eli, kendi ayağı ve kendi kafasıyla ahirete yürümesi için teyakkuz ve temkin adına yeterli olmalıdır.
Cenâb-ı Allah’ın istediği gibi bir hayat sürdürdüğü takdirde mü’min için ölüm, bir yok oluş değildir. Hatta ölümü, yok olmak yerine, ebedî hayata uyanmak ve ikinci bir doğum olarak değerlendirmek daha doğru olur. Çünkü insanoğlu bu dünyaya imtihan için gönderilmiştir; öleceği ana kadar da buradaki imtihan devam edecektir. Bu imtihan devresinde insanın hayatı, yaşamından ölümüne kadar -tabir yerinde ise- hep sürünmekle geçmektedir. Haddizatında ölüm, dünyanın sıkıntılı, dağdağalı ve boğucu havasından yani böyle sürüm sürüm sürünmeyle geçen hayattan sıyrılmak ve bunun sonunda tasavvurları aşan saadetlere ermek için geçilecek olan bir kapıdan ibarettir. İnsanın, babasından kopup annesinin rahmine giden bir sperm olarak sürünüşünü, dünyaya gelene kadar anne karnındaki dokuz aylık sürünme süresi takip etmektedir. Sonra, bezler arasında sürüm sürüm büyümesi, daha sonra da bunu çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık safhaları takip etmektedir. Mü’min için dünyanın sıkıntılarla dolu olma ciheti de düşünülecek olursa onun ölene kadar süründüğü ve bu manada ancak ölmekle sürünmekten kurtulduğunu söylemek mümkündür. Öldükten sonraki Cennet hayatı; dünyadaki sürünmenin bittiği noktada başlamaktadır.
Haftanın duası
Ya İlahenâ ve ya Mevlânâ! İhlasa erdirdiğin ve nezdinde makbûliyet payesiyle şereflendirdiğin kullarının kalplerindeki kilitleri çözdüğün gibi bizim kalbimizin kapılarını da Senin marifetine ve muhabbetine aç.. paslanmaya yüz tutmuş kilitleri çöz.. bizi, kapının eşiğine yüz sürmekten mahrum etme ve o ulu dergâhına yüz sürüp bir dilekte bulunduktan sonra da talebimizi reddetmek suretiyle bizi cezalandırma! Efendimiz’e, aile fertlerine ve bütün ashabına salât u selam ederek bunları Senden dileniyoruz. Âmin.
Sözün özü
İmanı yenileme meselesi devamlılık isteyen bir husustur. Mü’mindeki bu yenilenmenin, onun tabiatının bir yanı, fıtratının bir parçası hâline gelmesi için devamlı surette imanını derinleştirmesi ve onu hayatına aksettirici temrinatla bezemesi gerekmektedir. İnsanda ruhen böyle bir yenilenme isteği, kavlî olarak “Lâ ilâhe illallah” demekle başlayıp, onun mahz-ı mârifet hâline getirilmesiyle devam ederek mârifeti muhabbete, muhabbeti aşk u şevke, aşk u şevki de cezb hâline getirmekle en ileri seviyeye ulaşabilir...
- tarihinde hazırlandı.