Âl-i İmran, 3/102
يَا أَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلاَ تَمُوتُنَّ إِلاَّ وَأَنْتُمْ مُسْلِمُونَ
"Ey iman edenler! Allah'tan O'na yaraşır şekilde, hakkıyla korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin." (Âl-i İmrân sûresi, 3/102)
Allah'tan hakkıyla korkma, mârifetullah ile doğru orantılıdır. Bu itibarla da denilebilir ki, mârifetimize yardım etmeyen bütün bilgiler, zâhirî mârifetle kîl ü kâlden ibarettir. Yine bu mârifete yardım etmeyecek olan sohbetler, müzakereler, sorular, cevaplar bir ölçüde israf-ı zaman ve israf-ı beyan sayılır. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Allah şu üç şeye gazap eder."[6] deyip, bunların içinde, çok sual sormayı da zikrederek bu hakikate işaret etmiştir. Yine bu abes suallere misal olarak "Şunu Allah yarattı, bunu Allah yarattı. Pekâlâ Allah'ı kim yarattı?"[7] sözlerini zikreder. Bu son hususla alâkalı şu mütalâaları serdetmekte yarar var: Zaman gelmiş bize esbap plânında öyle şeyler anlatmışlar ki, herkes üzerinde sanki -hâşâ- Allah âciz, her şeyi sebepler yapıyor ve yaratıyor gibi bir his uyarmışlardır. Kanser denince, "tedavi olmaz" demişler. AIDS adı geçince, "çaresi yok" diye mırıldanmışlar. Derken mü'mince bütün düşünce, tevekkül ve teslimiyeti yıkmışlardır. Bugün, hemen herkeste, cüz'î-küllî vardır bu. Bence, tedellî yoluyla müessirden esere giderek, kendimizi itminana kavuşturmalıyız. Müsebbibü'l-Esbâb'ın Allah olduğunu, dolayısıyla da bütün sebeplere o hâsiyeti veren Cenâb-ı Hakk'ın, sebepler dairesi dışında da halk ve icadda bulunabileceğini sık sık hatırlayarak mü'mince düşüncelerimizi yenilemeliyiz.
Allah'a karşı, O'na yaraşır şekilde takva mülâhazası içinde bulunmak; değişik bir ifadeyle, O'nun mehâfet ve mehâbetiyle oturup kalkmak, böyle bir duyguda sadık olmanın gereği sayılan her sebep ve her vesileye fevkalâde dikkat ederek hayatla hedef arasında boşluklara meydan vermemek; her hâdise, her söz, her düşünceden bir girizgâh bularak düşünceyi O'na çekmek, sözü O'na kaydırmak; saymakla bitmeyen nimetleriyle, o nimetlerin keyfiyet ve gelişleri üzerinde durup şükürde şuur temadisini yakalamak hakikî takva yoluna girmek demektir. Aynı zamanda Müslümanca ölmenin de yoluna girmek demek olan böyle bir takva, enbiyâya ve has mânâda dava-yı nübüvvetin vârislerine has bir hâlet-i marziyyedir. Böyle bir hâleti ihraz için ashab-ı kiram efendilerimiz elleri ayakları nasır bağlayacak ve bîtap düşecek şekilde ibadete koyulup bu hedefte günlerce koşmuş ve hayat-ı tabiînin hâsıl ettiği boşluklarını niyetlerin safvet ve enginliğine emanet ederek seyr-i ruhanîlerini "Gücünüz yettiği ölçüde Allah'tan ittika edin!"[8] ufkunda devam ettirmişlerdi.
[6] Buhârî, zekât 53; Müslim, akdiye 10, 13, 14; Muvatta, kelâm 20; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/327, 360.
[7] Ebû Dâvûd, sünnet 18; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/282, 317, 331, 539; 3/102; 5/214; 6/257. Ayrıca bkz.: Buhârî, bedü'l-halk 11; Müslim, iman 214.
[8] Teğabun sûresi, 64/16.
- tarihinde hazırlandı.