Latîfelerin Dili
Soru: Risale-i Nur’da: “İnsanda öyle bir latîfe, öyle bir hâlet vardır ki, o latîfe lisanıyla her ne sual edilirse, –velev ki fâsık da olsun– Cenâb-ı Hak o latîfeye hürmeten o matlubu yerine getirir.”[1] deniliyor. Bu latîfe hakkında bilgi verebilir misiniz?
Cevap: Bu, biraz kendini dinleyen ve kontrol eden, iç müşâhedesi olan kimselerin anlayabileceği bir mevzudur. İnsanda el, ayak, göz, kulak, dil, dudak veya görme, işitme, tatma, koklama ve dokunma şeklinde zâhir bir kısım duyular olduğu gibi sır, hafî ve ahfâ gibi bir kısım latîfeler de vardır. Ancak kendini dinlemeyen, murâkabe ve müşâhede etmeyen kimselerin bunlardan bir şey anlaması da söz konusu değildir.
Bunların dışında bir de insanda öyle latîfeler vardır ki, tasavvufta ve kalb-ruh erbabı arasında bu latîfelere henüz ad konmamıştır. Bu türlü konularda insanın keşfi henüz tamamlanmamış ama tamamlanma yolundadır ve kıyamete kadar da devam edecektir. Bu mânâda tekke ve zaviyelerin Din-i Mübin-i İslâm’ı hayata hayat kılmakla keşfettikleri pek çok şey olmuştur. Günümüzde de insanın ledünniyatı ve mâneviyatı adına yeni şeyler keşfedilmektedir ve keşfedilmeye de devam edecektir. Sorudaki mezkûr ifadeler de keşfedilen hususlardan biridir. Bu ifadelerde özet olarak bize şöyle denilmektedir: İnsanda öyle bir latîfe vardır ki, bu latîfesini harekete geçirebilen insan, hüşyâr olarak o latîfenin diliyle Allah’tan bir şey isterse, Allah (celle celâluhû), onun dua ve niyazını mutlaka kabul buyurur.
İnsan, başlı başına bir kâinat gibidir. İnsan mahiyetinde sanki insanlık âlemi, hayvanlar âlemi ve nebatat âlemi içtima etmiştir. İnsan, nebatat âlemine bakan yönüyle ihtiyaç ve ızdırar diliyle Allah’tan ister ve Allah da onun isteklerini yerine getirir. Kişi anne karnındaki ceninin durumuyla bunu çok iyi hisseder. Onun herhangi bir iradesi olmadan gayet mükemmel bir şekilde beslenmesi, tıpkı akıl, irade sahibi olmayan, yerinden bile kıpırdayamayan, buna rağmen rızıkları ayağına gelen bitkilerin beslenmesine benzer. Allah’ın merhametinin muktezası o zavallı, âciz ve fakir yavrucak, Allah’ın (celle celâluhu) inayetine ihtiyaç diliyle bir dua kesilir ve Allah da o duayla istenilen şeyi yerine getirir.
Bir kısım meseleler de vardır ki, irademiz ve hürriyetimiz taalluk ettiği andan itibaren gerek dilimizden dökülen dualarla gerekse yapacağımız fiillerle onları Cenab-ı Hak’tan isteriz, Allah da onları bize lütfeder. İnsanın dışında hayvanlar ve cemadât (cansız varlıklar) topluluğunun da kendilerine has bir kısım istekleri vardır ve bu istekler, kendi zaviyelerinden onlara lütfedilir. İnsanda bir kısım latîfe ve duygular vardır ki bunlar onun insanlık yönüyle alâkalıdır. Şöyle ki, insanın her bir ferdi âdeta başlı başına bir tür hükmündedir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, insan fert iken bir nevi gibidir. İnsan; kalbi, sırrı, hafîsi, ahfâsı, hissi, sâikası ve şâikasıyla tıpkı bir topluluk ve bir cemaat mahiyetindedir. Farkına varmaksızın insanın içinde uyanan şevkler, inşirah ve sevinçler.. yine farkına varmadan bir tarafa sevk edilmesi, kendisine bir iş yaptırılması.. ve yine farkına varmadan karamsar bir ruh hâleti içine girmesi.. evet bütün bunlar, onun üzerinde hükmeden latîfelere işaret eder. İşte bu latîfelerden biri de âdeta onun için bir dil, bir daldır. İnsan, Arş-ı Âzam’a doğru başını kaldırdığı zaman Allah o duaya icabet buyurur. İsterseniz bir misalle bu meseleyi açıklayalım:
Berâ İbn Mâlik (radıyallâhu anh), kahramanlıkları ve üstün cesaretiyle ön plâna çıkmış bir sahabîdir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde onu şöyle anlatmaktadır: “Saçı başı dağınık olduğu, eski elbiseler giydiği için kendisine önem verilmeyen öyle kimseler vardır ki, ‘Şöyle olsun’ diye yemin etseler, yeminlerinde yalancı çıkmamaları için Allah onların isteklerini geri çevirmez. Berâ ibn Malik de bunlardandır.”[2]
İşte bu mübarek zat, insan topluluğu içinde âdeta bir latîfe mesabesindedir. Şöyle ki, insanlar, harpte sıkıştıkları anlarda ondan Allah’a dua etmelerini istiyorlar, o da ellerini kaldırıp, “Allahım! Sen İslâm ordusunu muzaffer kılmazsan ellerimi vallahi indirmeyeceğim!” diyerek dua ediyordu. Ardından hezîmet zafere çevriliyor, kasvetli bulutlar bir anda siliniyordu.[3]
Evet, bir toplumu teşkil eden fertler arasında bu türden Hızır gibi kimseler vardır. Belki de bunlar Hızır’dır ve hayat bu gibi kimselerle devam etmekte, onların dualarıyla insanlık da hüsnükabule mazhar olmaktadır. Bununla alâkalı değişik vesilelerle pek çok misal arz ettiğimi hatırlıyorum. Meselâ Atâ ve Muhammed İbn Münkedir gibi kimseler kendi devirlerine ait bu kabilden pek çok hâdise naklederler.
Bunlardan birinde şöyle anlatılır: Ravza-i Tâhire’nin Cibril kapısına doğru oturuyordum. Halk kıtlıktan şikâyet ediyordu. Hayvanlar bağrışıyor, her yanda kuraklık hüküm sürüyordu. Gök âdeta bir kıskançlık hâline girmiş ve bir damla yağmur düşürmüyor, yer de bir ot bitirmiyordu. Derken içeri siyahi biri girdi. Ellerini Huzur-u Risalet-penahi’de kıbleye çevirdi ve şöyle dedi: “Ya Rabbi! Ümmet-i Muhammed perişandır. Vallahi yağmur yağdırmazsan ellerimi indirmeyeceğim!” Allah’a yemin ederim ki, ellerini indirmeden şakır şakır yağmur yağmaya başladı.
Böylesi yüce kâmetler insanlar içinde daima vardır ve bunlar, topluluk içinde âdeta kalb vazifesini görürler. Topluluk farkına varsın veya varmasın bu gizli kutuplar sayesinde rahmet âlemiyle hep münasebete geçilegelmiştir.
Şimdi isterseniz farazi olarak topluluğu küçültelim, hücreler hâline getirelim ve bir insan bünyesi teşkil edelim. Bu defa o fert, insanlık bünyesini teşkil eden toplulukta âdeta bir latîfe hâline gelecektir. Veyahut insanı büyütelim, hücreleri ve latîfeleriyle bir cemiyet hâline getirelim. Bu defa insanda o latîfe Hızır gibi olacaktır. Cenâb-ı Hak normo âlemden makro âlemlere kadar bir bakıma nizamın manevi bekçileri olarak Hızır-edâ, İlyas-edâ bir kısım kimseleri âleme memur etmiş ve onları bu âlemlerin içinde dolaştırmıştır. Öyle ki Allah (celle celâluhu), onların ağzıyla yapılan dualara ve beddualara “evet” demekte ve onların getireceği şeyleri hüsnükabulle karşılamaktadır.
Müsaadenizle bir misal daha arz etmek istiyorum. Ehlullahtan biri naklediyor: Arafat’ta bulunuyorduk. Birbiriyle konuşan üç kişi gördüm. Belli ki onlar, mele-i âlâdan inmiş halkın Arafat’ına şahit olmuş ruhanîlerdi. “Yazık, bu sene Cenâb-ı Hak hiç kimsenin haccını kabul buyurmadı, beyhude yoruldular.” diye kendi aralarında konuşuyorlardı. Bu sırada içlerinden biri söze girdi ve şöyle dedi: “Hacca gelenler arasındaki üç kişi, hüsnükabule mazhar oldukları için bunların dualarının arasında Cenâb-ı Hak diğerlerini de geri çevirmedi ve onların da haccını kabul buyurdu.”
Evet, bir kalb hâlinde heyecanla dolan, insanlık adına bir nabız gibi atan Hızır-edâ böylesi insanlar, belâlara karşı da içinde bulundukları toplulukların âdeta paratoneridirler. Nasıl ki bu durum, topluluk içinde böyledir, bir insan ferdi içinde o insan ferdini teşkil eden latîfelerden de öylesi vardır ki o, insanda Hızır vazifesini görür. İnsan çok defa iç müşâhede ve murâkabesi ile onu tanıyabilir, onun dilini anlayabilir. Ancak kişinin hiç iç murâkabesi ve müşâhedesi, geceleri seccadesinde âh u vâhı ve iniltisi yoksa, o latîfe hükmünü belki ekstradan, gizli bir Hızır gibi icra eder ama, önemli olan liyakattir. Liyakatli insan, iç müşâhede ve murâkabesi sayesinde o dili bilinmeyen latîfeyi tanıyabilir, rezonans olduğunu hissedebilir.
İnsan, an olur ki Rabbine münacat ederken cismaniyetinde bir hafiflik hisseder, yere ihtiyacı olmadığını duyar. Sanki bir iple semaya bağlanmış gibi kendisini görür. O dakikada ona Cennet’in kapıları açılsa, o murâkabe içinde Cennet’e davet edilse ve “O ruh hâleti içinde kalmak mı –yani Rabbiyle o sıkı münasebeti devam ettirmek mi– yoksa teşrifatçılığa hazır hurisiyle, gılmanıyla Cennet’e girmek mi?” dense o, Rabbi ile olan o münasebetini tercih eder ve Cennet’i elinin tersiyle iter. Böyle bir kıvam, o ruh hâleti içinde olur. İşte o dakikada insan, yalvarabildiği kadar yalvarmalıdır. Zira bu hâl, Rabbin rahmetiyle rezonans olmanın ifadesidir.
Tabi ki bu hâller, yıllarca gece namazını ihmal etmemiş kimseler, aklından geçen hatalardan ötürü dahi dizlerini döven, göğsüne vuranlar için inkişaf edebilir. Gecesini aydınlatamamış ve Rabbiyle murâkabesi olmayan kimseler, bu latîfenin dilini ve hâlini anlayamazlar. İnsan, bir yabancı dil öğrenmek için bile yıllarını vermektedir. O latîfenin dilini öğrenmek, gece karanlıklarında Rable hemhâl olmaya bağlıdır. İnsan ancak bununla o latîfeyi inkişaf ettirebilir. Zamanla latîfe onu, o da latîfeyi anlar, kulağında çınlamaya başlar, dili ona tercüman olur, kalbi onun için atar ve o bütünüyle insanlık adına bir nabız kesiliverir. Bu ufku yakalayan bir kimse, o dakikada yemin etse, “Vallahi ya Rabbi, ümmet-i Muhammed’e lütufta bulunmazsan ellerimi indirmeyeceğim!” dese, Allah onun bu isteğini geri çevirmez. Meseleyle biraz meşgul olanlar benzer ruh hâletini yakalamışlardır ve beni tasdik ederler. On sene aksatmadan teheccüd namazı kılan, ağlayamadığından dolayı göğsünü döven ve her hafta birkaç defa seccadesini gözyaşlarıyla ıslatan kimseler ne demek istediğimi daha iyi anlayacaklardır.
[1] Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nuriye s. 222-223 (Şûle).
[2] Bkz. Tirmizî, menâkıb 54; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 7/66; el-Hâkim, el-Müstedrek 3/331.
[3] Hâkim, el-Müstedrek, 3/331; el-Beyhakî, Şuabü’l-iman, 7/331; İbn Hacer, el-İsâbe, 1/281.
- tarihinde hazırlandı.