İstikbal ve Bize Düşen
Soru: “Şu istikbal inkılâbâtı içinde en yüksek ve gür sadâ, İslâm’ın sadâsı olacaktır.” ifadesinin tezahürü için nasıl bir gayret içinde bulunmalıyız?
Cevap: Her şeyden önce, Rabbimden ümmet-i Muhammed’i daha fazla bekletmemesini ve bu nimetini bizlere lütfeylemesini niyaz ediyorum/edelim. Bu meselede, birisi kulluk vazifesi gereği, diğeri ise Cenâb-ı Hakk’a ait şe’n-i Rububiyet’in gereği olmak üzere iki durum söz konusudur. İkinci şıktan başlayarak soruya cevap vermeye çalışalım.
Evvela, şu istikbal inkılâbâtı içinde en yüksek ve en gür sadânın İslâm’ın sâdâsı olacağını Kur’ân-ı Kerim’de Allah (celle celâluhu) haber vermektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak bir âyet-i kerimede, daha evvel Hz. Davud ve Hz. Süleyman’a bahşettiği lütuflarını Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e de bahşedeceğini ifade sadedinde şöyle buyurmaktadır: “Allah, içinizden iman edip makbul ve güzel işler yapanlara kesin olarak vaad buyurur ki: Daha önce mü’minleri dünyada hâkim kıldığı gibi kendilerini de hâkim kılacak, onlara kendileri için beğenip seçtiği İslâm dinini tatbik etme gücü verecek ve yaşadıkları korkulu dönemin arkasından, kendilerini tam bir güvene erdirecektir.”[1] Bu, ilâhî bir kanundur. İşte bu mevzuda, Allah’ın bizden istediği şeylere tutunduğumuz zaman istikbal inkılâbâtı içinde en yüksek ve gür sadâ İslâm’ın sadâsı olacaktır.
Bu mânâyı teyid eden başka bir âyet-i kerimede ise, “Onlar, Allah’ın nûrunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek isterler. Allah ise, nûrunu tam parlatmaktan başka bir şeye razı olmaz. Kâfirler isterse hoşlanmasınlar!” [2] buyrulmaktadır. Onlar, ciddi bir esasa dayanmayan, sadece dillerinde olan söz ve beyanlarıyla, Din-i Mübin-i İslâm’ı üfleyip söndürmek istemektedirler. Allah ise buna katiyen izin vermeyecektir. Kâfirler hoşlanmasalar bile Allah’ın bu mevzuda onların düşüncelerine, ifadelerine ve gayretlerine karşı muradı, nurunu tamamlamaktır.
Cenâb-ı Hak, Habibini (sallallâhu aleyhi ve sellem) mahz-ı hidayetle, insanları aydınlığa çıkaracak esaslarla, hak din ve fıtratla iç-içe, yani dine, tabiata ve şeriat-ı fıtriyeye katiyen muvafık olan prensiplerle göndermiştir. Göndermiştir ama aynı zamanda onu korumuştur ve korumaya da devam etmektedir. Güneşin doğmasıyla yıldızlar nasıl kayboluyorsa, bu din de hakiki mânâsıyla sahiplerinin omuzlarında şehbâl açtığı zaman her düşünceye galebe çalacaktır. Tabir-i diğerle Allah, bir yeri filizlendirdi, bir yerde yumurtaları hazırladı ve civcivleri meydana getirdi ise, onları şer güçlerin eline bırakmayıp koruyacaktır. Aynı mânâ başka bir sûrede şu ifadelerle anlatılmaktadır: “O, Resûlü’nü, diğer bütün dinlere üstün kılmak için, hidâyet ve hak din ile göndermiştir. İsterse müşrikler bundan hoşlanmasınlar.”[3]
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir defasında, “Keşke kardeşlerimi görebilseydim!” buyururlar. Yanındaki ashab-ı kiram, “Ya Resûlallah! Bizler kardeşlerin değil miyiz?” dediklerinde, “Siz benim ashabımsınız. Kardeşlerim henüz gelmedi. Onlar sonra gelecekler.” buyurur.[4] Bundan anlaşılmaktadır ki Cenâb-ı Hak, ümmetin başında gelenlere denk olarak sonunda geleceklere de bir kudret ve İslâmiyet’e de bir istikrar bahşedecektir.
Allah Resûlü başka bir hadislerinde ise şöyle buyurur: “Cihad, benimle başlamıştır ve ümmetimin son demlerinde Deccal ile muharebesine kadar da devam edecektir.”[5] Öyle anlaşılıyor ki, ümmetin en sonunda, inkâr-ı ulûhiyet davasında bulunan, peygamberliği inkâr eden bir kısım safdil veya ehl-i ilhad kimselerin bazı kesimlere peygamberlik yakıştırmasına karşılık, Hakk’a omuz veren kimseler dine sahip çıkacaklar ve hakkı temsili âhirzamanda bir kere daha en parlak şekliyle devam ettireceklerdir. Evet, Efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde, kıyamete kadar dine arka verecek bir topluluğun olacağından bahsetmektedir.[6] Bunun olmadığı an asla düşünülemez; bu topluluk belki bir dönem zayıflar ama sonra tekrar kuvvet kazanır, sûra üfleneceği ana kadar dine sahip çıkar.
Bütün bu açılardan bakınca şu istikbal inkılâbâtı içinde en yüksek ve gür sadânın İslâm’ın sadâsı olacağı görülür ki mevcut durum da bunu teyit ve tasdik etmektedir. 18. ve 19. asırlarda, âlem-i İslâm’ın her cephede hezimet ve çözülmesine şahit olduk. Ciddi bir yabancılaşma fırtına halinde ortalığı kasıp kavurdu ve insanımız, kendine ait değerlerden adım adım uzaklaştı. Pek çok okumuş insan dinden kaçmayı bir fazilet ve meziyet saydı. Bunların tesirinde kalan -bağışlayın- aşağılık duygusu içindeki bir kısım kimseler de onlara uyup gitti. Yirminci asrın son çeyreğine girerken bu defa da bizim hesabımıza bir kısım kıvılcımların parladığını gördük. İnanan insanlar yeryüzünde tekrar ateizme, inkârcılığa, inkâr-ı ulûhiyete karşı derlenip toparlanma yoluna girdiler. Artık Müslümanlar 18. veya 19. asrın Müslümanı değildi. Şimdilerde bir Müslüman, tek başına da kalsa Efendimiz’in davası adına cihana meydan okuyabilecek kadar kendisini iradeli, güçlü ve aynı zamanda ümitli hissetmektedir.
Arz ettiğim bu husus meselenin bir yanıdır. Meselenin bir diğer yanı ise şudur: Bizler, dünya ve ahiret saadetimizin esası olan İslâm’ı kendi aramızda ihya etme vazifesi ile muvazzafız. İhlasın gereği de budur. Biz, bize düşen vazifeyi yapar, şe’n-i Rububiyetin gereğine karışmayız. Nitekim Mele-i a’lâ’da nelerin olduğunu, nelerin münakaşasının yapıldığını da bilemeyiz. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır: “Rabbim gece bana göründü ve “Ya Muhammed, Mele-i a’lâda şu an neyin münakaşası yapılıyor, biliyor musun?” dedi. Ben, “Bilmiyorum Yâ Rabbi” dedim. Bunun üzerine elini iki omzumun arasına koydu, serinliğini iki kürek kemiğim arasında veya göğsümde hissettim. O anda bana mağrib ile maşrık arası inkişâf etti, her şeye muttali oldum. Daha sonra, “Ya Muhammed!” diye bana seslendi. Ben de “Buyur Rabbim, emrine âmâdeyim.” dedim. Şöyle ferman etti: “Mele-i a’lânın sakinleri şu anda hangi konuyu müzakere ediyorlar, biliyor musun?” “Dereceler ve keffaretler konusunda.. camiye, cemaate yürüyerek gelme.. her türlü zorluğa rağmen tastamam abdest alma.. bir namaz bittikten sonra şevkle bir sonraki namazı bekleme konusunda…” dedim. Kim böyle yaparsa hayırla yaşar, hayırla ölür ve her türlü hata ve günahlarından sıyrılarak annesinden doğduğu gün gibi tertemiz olur.”[7]
Bir insan Allah yolunda ölesiye gayret gösterecek ve bu uğurda koşarken bir yerde ecel vâki olup O’na kavuşacaktır. Mezarına uğrayanlar ona bir Fâtiha okuyup geçeceklerdir. O kimsenin kazandığı derecelerin münakaşası ise öteki âlemde yapılacaktır. Bir başkası ise bir taraftan belki günahlardan tam kurtulamamış olacak fakat beri taraftan, dinin adeta ateşten bir kor haline geldiği bir dönemde dine sımsıkı sarılacak, makamını-mansıbını kaybedecek, ticari hayatında zarara uğrayacak, bazı kesimlerden kötülük görecek, fakat buna rağmen dinine var gücüyle yapışacak, onu asla bırakmayacaktır. Bunun da Allah ile melekler arasında müzakere ve muhaveresi yapılacaktır. Biz bilsek de, bilmesek de öyle olacaktır. Bize düşen cehd ve gayret etmektir, yegâne vazifemiz budur.
[1] Nur sûresi, 24/55.
[2] Tevbe sûresi, 9/32.
[3] Saf sûresi, 61/9.
[4] Müslim, taharet 39; Nesâî, taharet 113.
[5] Ebû Davud, cihad 35.
[6] Buhârî, i’tisam 10; Müslim, iman 247.
[7] Tirmizî, tefsîru’l-Kur’an, sûretü Sâd.
- tarihinde hazırlandı.