• Anasayfa
  • Bamteli - Fethullah Gülen Web Sitesi

Kuvvet haktadır, haklı insaflıdır

Kuvvet haktadır, haklı insaflıdır

Gönüllerin anahtarları, “yumuşak huy” ve “yumuşak beyan”dır. Sertlik ile, hüşûnet ile, baskı ile gönüllere giremezsiniz; sadece insanları sürü haline getirirsiniz. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) lüyûneti ile (yumuşaklığı ile), inceliği ile, zerâfeti ile, nezâheti ile, nezâketi ile gönüllere otağ kurdu. Gönüller, O’na, O’nun inceliği ile, semânın kendisinden beklediği ölçüde inceliği ile kapılarını açtı. Tabiatı/donanımı, ona müsait idi. Allah (celle celâluhu) o emaneti insanlığa ulaştırmak için, emanette emin Muhammedü’l-Emîn’i (sallallâhu aleyhi ve sellem), o vazifelerin en önemlisi ile tavzîf buyurdu; o misyonu O’na edâ ettirdi.

Biz de yetiştiğimiz kültür ortamıyla, insanların O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) doğru koştuğu bir ortamda neş’et ettiğimizden, O’nu, kenarından-köşesinden tanıdık. O kadarcık olsun tanımaya bile binlerce hamd ü senâ olsun! Ya dünyanın arkasından -bilmem neler gibi- koşsaydık; bazen de o mevzuda onu elde etmek için kuduz bilmem kimler gibi önüne gelen herkese saldıran kimselerden olsaydık; hafizanallah!..

Evet.. “Dünyasına, dünyasına / Aldanma dünyasına / “Dünya benim!” diyenin / Gittikdi dün yasına..” “Dünya benim!” diyor ama iki gün sonra “Başınız sağ olsun ey aile! O ‘Dünya, dünya!..’ diye yaşadı; güftesi de dünya, bestesi de dünya, hep onu mırıldanarak yaşadı ama başınız sağ olsun, gitti!..” Amel sandığı olan kabre, eli boş olarak gitti. وَالْقَبْرُ صُنْدُوقُ الْعَمَلِ “Kabir, amel sandığıdır.” اِصْبِرْ عَلَى أَهْوَالِهَا، لاَ مَوْتَ إِلاَّ بِاْلأَجَلِ “Şu dünyanın gailelerine karşı dişini sık, sabret! ‘Ölüm’ dediğin şey, ‘öbür tarafa uçma’ dediğin şey, ancak Hakk’ın takdir buyurduğu ‘ecel’ ile olur.” O’nun tayin ettiği zaman ile olur; kimse ne bir dakika onu öne alabilir, ne bir dakika sonraya.

“Kuvvet, haktadır; hak, kuvvette değildir.” diyen hak ve hakikat insanları, zulme boyun eğmemenin yanı sıra, kötülüklere kötülükle karşılık vermeyi de asla düşünmezler.

Cenâb-ı Hak, bizleri hakkın, hakikatin hatırını sayan birer hak ve hakikat insanı eylesin! Her şey adalet ile kâimdir. Güç ve kuvvet, adaletin emrine girdiği zaman -esasen- o güç ve kuvvet kendinden beklenen şeyi, ahirette de kendisine mesuliyet terettüp etmeyecek şekilde yerine getirmiş olur.

Hazreti Pîr de öyle diyor: “Kuvvet, haktadır; hak, kuvvette değildir! Kuvvetin hakta, hakkın kuvvette olmadığına binaen, dünyayı başıma (başımıza) ateş yapsanız, hakikat-ı Kur’âniyeye fedâ olan bu baş, zındıkaya (zâlimlere diyebilirsiniz, münafıklara diyebilirsiniz, hak-hakikat tanımayanlara diyebilirsiniz) eğilmeyecektir.”

Evet, kuvvet, haktadır. Bugün olmazsa yarın, haklı, er-geç kaymak gibi işin üstüne çıkar, Allah’ın izniyle. Birinin başına basa basa değil, birini eze eze değil, birini sile sile değil. Hatta kendisine yapılan mesâvî/meâsî karşısında o alçaklıklara tenezzül etmeden, onları hayvanî tavırlar sayarak… Ezdiler seni, hakkına-hukukuna tecâvüz ettiler, insanca yaşamaktan mahrum bıraktılar, zindanlara attılar seni; aileyi paramparça ettiler, çocukları yetim bıraktılar, kadınları dul bıraktılar ve bunları kendi hakları gibi avaz avaz bağırarak ilan ettiler. Bütün bu kötülüklere “mukabele-i bi’l-misil”de bulunmama… “Yıkanlar hâtır-ı nâ-şadımı -yâ Rab- şâd olsun / Benim’çün ‘Nâ-murad olsun!’ diyenler, ber-murâd olsun.” (Nâilî-i Kadim) Evet, “Benim’çün ‘Nâ-murad olsun!’ diyenler, ber-murâd olsun.” diyebilme…

Kur’an buyuruyor: وَإِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُوا بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُمْ بِهِ وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ “Size yapılan bir haksızlık ve kötü muameleye mukabele edecek olursanız, size yapılanın aynısıyla mukabelede bulunun. Fakat sabreder de mukabele yerine af yolunu seçerseniz, böyle davranmak, sabredenler için hiç kuşkusuz daha hayırlıdır.” (Nahl, 16/126) Eğer birilerinin size yaptığı kötülüğe karşı, kısas gerektiren hususlarda, hukuk, hukuk sistemi, adalet sistemi aynıyla mukabelede bulunma hakkını size veriyorsa, “mukabele-i misil”de bulunmak, sizin hakkınızdır, “kısas” diyebilirsiniz. وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ “Ama dişinizi sıkar, sabrederseniz, bu, sizin için daha hayırlıdır!”

İşte muvaffakiyete öyle yürüme, hedefe öyle yürüme, gâye-i hayale öyle yürüme… Dizlerinizi kırmışlar, parmaklarınızı koparmışlar, dişlerinizi ağzınıza dökmüşler, sizi kan-irin içinde bırakmışlar. Bütün bunlar karşısında iradenin hakkını vererek, o canavarca tavırlara ve davranışlara tenezzül etmeme, onu bir “alçaklık” olarak kabul etme, -bağışlayın- onu bir “kudurmuşluk” kabul etme… Hayır, insan, öyle davranmaz!.. İnsan, Hazreti Yusuf gibi davranır: قَالَ لاَ تَثْرِيبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ يَغْفِرُ اللهُ لَكُمْ وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ “Hazreti Yusuf, şöyle dedi: Hayır! Bugün size hiçbir kınama yok! (Ben hakkımı çoktan helâl ettim;) Allah da sizi affetsin. Çünkü O, bütün merhamet edenlerin üstünde mutlak merhamet sahibidir.” (Yusuf, 12/92)

Dünden bugüne kerim oğlu kerimlerin sözü: “Gidin serbestsiniz; bugün size hiçbir kınama yok! Allah da sizi affetsin.”

“Bugün, kimseyi kınama yoktur. Gidin, Allah, erhamü’r-Râhimîndir!..”Evet, bu insanca davranış, insan-ı kâmil olan Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın tavrı ve davranışıdır. On üç sene Mekke’de O’na kan kusturdular. Kırk yaşından başlayarak, elli üç yaşına kadar kan kusturdular. Bazen Kâbe’nin karşısında Rabbisine karşı ubudiyetini ifade ederken, getirdi başına işkembe koydular. Bazen, Ukbe İbn Ebî Muayt gibi melunlar, gırtlağını sıktı, O’nu orada öldürmek istediler. Her defasında bir babayiğit, o günün babayiğitlerinden bir Hazreti Hamza, bir Hazreti Ebu Bekir, orada sesini yükseltti, “Rabbim Allah’tır, dediğinden dolayı öldürecek misiniz?!.” dedi. Mü’min-i Âl-i Firavun’un bestesiyle, bu canavarlığa “Dur!” dedi. Bazen, bir başkası, bazen bir başkası, bazen bir başkası…

O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) çektikleri, Kaf dağının tepesine yüklenseydi, -Kaf dağı değil, Ağrı dağı diyelim veya Everest tepesi diyelim, Kaf dağı yok- Everest tepesine yüklenseydi, Lût gölüne dönerdi. Alvar İmamı’nın ifadesiyle “Araya kılıç girerdi!” O (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir yumruk bile sallamadı onlara.. bir yumruk bile sallamadı. Sonraki mukabeleler?!. Onlar, Abdurrahman Azzam’ın “Ebedî Risâlet”inde ifade ettiği gibi, “tedâfuî mukabeleler”dir. Yâ muhakkak bir taarruza karşı tavır sergileme veya mutlak bir taarruza karşı ‘mukabele-i bi’l-misil’de bulunmadır. Belayı def etme, emrâza (marazlara-hastalıklara) karşı setler oluşturma…

Evet, dolayısıyla O (sallallâhu aleyhi ve sellem) onca ezâ ve cefâ gördükten sonra, hiç kan dökmeden, bir insanın bile kanına girmeden, haksızlık yapmadan, sessizce Kâbe’nin yanına kadar sokuldu. Belki on kilometre kadar bir şey kalmıştı ki, uzaktan bakınca, çadırların ışığı görülüyordu. O da onun idari dehası, askerî dehası. “Deha” demek doğru değil, fetânet-i a’zamı, semâvî zekâsı, firâset-i âliyesi, Allah’ın o Seçkin’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) verdiği seçkince tavırlar ve davranışlar. Hemen burunlarının dibine kadar yaklaştı, öyle ki onlara yapacak bir şey kalmamıştı. Eğer girilen kapılardan bir tanesinde, Hazreti Hâlid gibi -Hazreti Ömer tabiatında, haksızlık karşısında susmayan- birisinin girdiği kapıda da bir-iki insana kıyılma olmasaydı, onca düşmanlığı irtikâp etmiş Mekke’ye, bir karıncaya basmadan girilmiş olacaktı. İşte bu idi İnsan-ı Kâmil’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yürüdüğü yol, hedefine varma yolu.

Evet, girdi, etrafında toplandılar. “Benden ne bekliyorsunuz?!.” dedi. Çünkü hiçbir şey yapmamıştı onlara. “Sen, kerim oğlu kerimsin!” dediler. Hazreti Yusuf için dendiği gibi diyebiliriz: إِنَّ الْكَرِيمَ بْنَ الْكَرِيمِ بْنِ الْكَرِيمِ بْنِ الْكَرِيمِ، يُوسُفُ بْنُ يَعْقُوبَ بْنِ إِسْحَاقَ بْنِ إِبْرَاهِيمَ “Kerim oğlu kerim oğlu kerim oğlu, kerim; Hazreti İbrahim oğlu Hazreti İshak oğlu Hazreti Yakup oğlu Hazreti Yusuf.” Sen de Hazreti İbrahim’in, Hazreti İsmail’in en şerefli evladısın; kerim oğlu kerimsin!.. Dedi ki: اِذْهَبُوا، أَنْتُمُ الطُّلَقَاءُ “Gidin, hepiniz serbestsiniz!” لاَ تَثْرِيبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ يَغْفِرُ اللهُ لَكُمْ وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ “Hayır! Bugün size hiçbir kınama yok! (Ben hakkımı çoktan helâl ettim) Allah da sizi affetsin. Çünkü O, bütün merhamet edenlerin üstünde mutlak merhamet sahibidir.”(Yusuf, 12/92) Bir manada “amcazâde” diyebilirsiniz; Yusuf (aleyhisselam), Hazreti İshak’tan geliyordu, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) da Hazreti İsmail’den geliyordu; amcazâde. Amcazâdesinin dediği gibi diyordu O da: لاَ تَثْرِيبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ يَغْفِرُ اللهُ لَكُمْ وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ “Bugün size hiçbir kınama yok! Allah da sizi affetsin. Çünkü O, bütün merhamet edenlerin üstünde mutlak merhamet sahibidir.” (Yusuf, 12/92)

Kim ne yaparsa yapsın, siz hep Hak ile oturup kalkmalı, hakkı seslendirmeli ve haksızlıklar karşısında da kendi karakterinizi korumalısınız.

O güne kadar kin ile oturup kalkan, kin konuşan, kin düşünen, ağzından hep kin salyaları akan insanlar bile pencerelerden O’nun incelerden ince o nezâketli tavırlarına, o nezâketli beyanlarına bakınca, “Vallahi, yol doğruymuş!” falan dediler. İşte onlardan biri Ebu Süfyân ve hanımı, yine Beni Ümeyye’den Hint.

Aradan çok kısa zaman geçti. Ruhunun ufkuna yürümüştü İnsanlığın İftihar Tablosu. Yermük savaşı oluyordu. O yeni insanlar, nasıl o amudî yüksekliği sağlamışlardı?!. Ebu Süfyân’ın hanımı Hint de orada idi. O kocaman Rum ordusu karşısında, Ebu Süfyân da kılıca sarılmıştı. Hatta derler ki; bir gözüne ok isabet edince, Ebu Süfyân okun isabet ettiği gözü avucunun içine aldı, “Ne işe yararsın? Şunca zaman sana rehberlik yapan insanı tanımadın!..” dedi ve onu bir taşçığı, bir kayacağı fırlattığı gibi bir tarafa fırlattı. Bazı kaynaklarda böyle derler. Hanımı da orada kılıcı çekti, Roma ordusuna karşı. O gün için Rasûlullah’ın baş düşmanı Vahşî’yi, Hazreti Hamza’nın aleyhinde kışkırtan, eline ok veren, mızrak veren ve Hazreti Hamza’nın bağrına saplattıran kadın, o gün orada Rasûlullah yolunda öyle bir mücâhide gibi savaşıyordu ki, gören, hayran kalırdı.

Rasûlullah, gönüllere girmişti. Hak, gönüllere girmişti. Ve herkes O’na ulaşma, O’nun gibi yaşama yolunda yükseliş rampasına oturmuştu; füze gibi -uçak gibi değil, füze gibi- dikine yükselme rampasına oturmuşlardı. Ve öyle yükseldiler, etrafının birer hâlesi haline geldiler. Hâlesi haline geldiler…

Bu açıdan da kim ne yaparsa yapsın, hep Hak ile oturup kalkmalı, hep “hak” demelisiniz. Haksızlığa karşı yumruk bile kaldırmamalı ve ses tonunuzu dahi değiştirmemelisiniz. Bugüne kadar ne türlü şeyleri, ne türlü besteledi iseniz şayet, hangi güfteye ne türlü beste uyuyorsa şayet, bence, yine sesinizi-soluğunuzu o güfte ile, o beste ile insanlığa duyurmaya bakacaksınız. Tavır değişikliğine girmeyeceksiniz.

İlle de zâlimlere, gaddarlara, münafıklara bir şey diyecekseniz, şöyle diyebilirsiniz: Allah’ım! Murâd-ı Sübhânîn, onları hidayet etmek yönündeyse, o zulüm havasından/atmosferinden sıyrılmalarını diliyorsan şayet, bir an evvel… فِي أَقْرَبِ أَقْرَبِ أَقْرَبِ أَقْرَبِ زَمَانٍ، فَاهْدِهِمْ إِلَى الْحَقِّ، وَإِلَى الطَّرِيقِ الْمُسْتَقِيمِ، وَإِلَى اْلإِنْصَافِ وَاْلإِذْعَانِ، وَإِلَى الْمَحَبَّةِ، وَإِلَى الْعَدَالَةِ، وَإِلَى اْلاِسْتِقَامَةِ Evet, Türkçesi şu: “Allah’ım! Eğer Sen murad buyuruyorsan, en yakın, en yakın, en yakın zamanda onları hakka, adalete, istikamete, insafa, iz’ana, herkese karşı sevgiye hidayet buyur!” Yok, Murâd-ı Sübhânîn bu değilse, onları Sana havale ediyoruz; Sen, âlemlerin Rabbisin, bizim de Rabbimizsin!.. Her gün kırk defa okumakla mükellef olduğumuz اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ beyanında Kendine “Rabbü’l-âlemin” diyorsun. İyinin de, kötünün de, kâfirin de, zâlimin de, fâsıkın da, münafığın da, gaddârın da, hattârın da, herkesin Rabbisin Sen!.. Ve sonra da اَلرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ diyorsun. “ O, Rahman’dır, Rahîm’dir.” Ama elin-âlemin bir hesabı varsa, onu da ifade buyuruyorsun. Bugünden “Sen şusun, sen busun!” demiyorsun; her şeyin hesabının görüleceği bir gün var, o gün ‘din günü’dür, ‘hesap günü’dür; işte Sen o günün Mâlik’isin, Melik’isin; مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ Başka bir kıraatte, مَلِكِ يَوْمِ الدِّينِ Hem o günün Mâlik’isin, hem de o günün Melik’isin Sen!..

Evet, böyle der ve O’na bırakırsınız meseleyi. O, Erhamü’r-Rahimîn, A’delü’l-Âdilîn, Eşfeku’l-Müşfikîn -bu, Cevşen’de yok-, Ahkemü’l-Hâkimîn, Azharu’l-Zâhirîn’dir. A’delü’l-Âdilîn… Ne ölçüde, ne derinlikte bir adalet düşünürseniz düşününüz, O’nun adaleti ile mukayeseye gittiğiniz zaman, sizinki deryada damla bile olmaz. Rahmaniyet’te de öyle, şefkatte de öyle, re’fette de öyle, ihkâk-ı hak etmede de öyle… Öyle ise, meseleyi bırakın “Asıl Sahibi”ne, “Mâliki yevmi’d-Dîn”e, “Meliki yevmi’d-Dîn’e. Yürüyün doğru bildiğiniz yolda dosdoğru, kimseyi itap etmeden.

“Rabbim, ben mağlup oldum; ne olur, ahlâk düşmanı şu bozguncular güruhuna karşı bana yardım et!”

Ha, neden bunlar oluyor bize? Neden parmaklar kırılıyor? Neden insanlar kötürüm haline getiriliyor? Neden anneler evlatlarından ayrıştırılıyor? Neden toplum birbirinin düşmanı haline getiriliyor? Neden aileler bölünüyor? Neden, neden, neden, neden?!. Yüz tane, iki yüz tane, üç yüz tane ‘dâhiye’ diyeceğimiz, musibet diyeceğimiz şey, neden bunlar oluyor acaba?

Şimdiye kadar bu olan şeyler, bir, enbiyâ-ı izam için de hep olagelmiş. Hiç kimse bunlardan âzâd kalmamıştır, daha doğrusu âzâde olmamıştır. Hatta denebilir ki, İnsanlığın ilk babası Âdem (aleyhisselam) bile. Hatta o, ilk defa kendi çocuklarından çekmiştir; Hâbil, Kâbil. Ama bizim bildiğimiz çok büyük çekme, ulu’l-azim peygamberlerin ilki, seyyidina Hazreti Nuh’tadır. Öyle çekiyor ki, bir gün o çekmenin sonucunda, ızdırapların kafiyesini, رَبِّ إِنِّي مَغْلُوبٌ فَانْتَصِرْ “Rabbim, ben mağlup oldum, ne olur bana yardım et!” sözüyle koyuyor. Kur’an onu anlatırken, فَدَعَا رَبَّهُ أَنِّي مَغْلُوبٌ فَانْتَصِرْ “Bunun üzerine Rabbine, ‘Ben yenik düştüm, bana yardım et!’ diyerek yalvardı.” (Kamer, 54/10) buyuruyor. Yüce Nebî, “Allah’ım, artık yenik düştüm; bana yardım et!” diyor.

Ondan sonra başka büyükler de, dedelerinden miras kalan bu sözü farklı şekillerde tekrar ediyorlar. Mesela, Hazreti Lût şöyle diyor: رَبِّ انْصُرْنِي عَلَى الْقَوْمِ الْمُفْسِدِينَ “Rabbim, ahlâk düşmanı şu bozguncular güruhuna karşı bana yardım et!” (Ankebût, 29/30) Kendini bozgunculuğa adamış, müfsit, yıkan, tahrip eden, kırk seneden, elli seneden beri yapılan şeyleri yıkmayı vazife edinen, yüz seneden beri yapılan şeyleri yıkmayı kendisine vazife ve misyon edinen, üç asırdan beri ihmal edilegelen şeyleri tamir eden insanların tamirlerini yıkmayı vazife sayan bozguncular… Çoğu itibarıyla, Kur’an-ı Kerim, münafıkları anlatırken onların ifsadına dikkati çekiyor. Kayda değer bir mevzu, ayrıca yazılabilir; irticâlînin esnekliğine emanet edilmek suretiyle meselenin kadrine/kıymetine dokunulmadan, kendi nezâheti/nezâketi içinde ele alınabilir. Mesela, buyuruluyor ki: وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ لاَ تُفْسِدُوا فِي الْأَرْضِ قَالُوا إِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ أَلاَ إِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلَكِنْ لاَ يَشْعُرُونَ “Ne zaman onlara, ‘Yeryüzüne fesat saçmayın!’ denilse ‘Biz sadece barışçıyız, ortalığı düzeltmekten başka işimiz yok!’ derler. Asla! Hiç kuşkusuz onlar bozguncuların ta kendileridir ama (gerçek idrakten yoksun bulundukları için, neyin ıslah neyin bozgunculuk olduğunun) farkında değillerdir.” (Bakara, 2/11-12) Müfsidin kendisidir onlar, müfsidin tâ kendisidirler ama o meselenin şuurunda, farkında değiller!..

Evet, رَبِّ انْصُرْنِي عَلَى الْقَوْمِ الْمُفْسِدِينَ “Rabbim, ahlâk düşmanı şu bozguncular güruhuna karşı bana yardım et!” diyor. رَبِّ إِنِّي مَغْلُوبٌ فَانْتَصِرْ “Rabbim, ben mağlup oldum, ne olur bana yardım et!” diyor. Ve o, çok iradeli, çok sağlam, Everest tepesini omuzuna yüklesen “Off!..” demeyecek bir insan.. Lut gölünün dibine ömür boyu haps-i münferitle hapsetsen “Off!..” demeyecek bir insan.. “Off!..”ların bininin binini takip ettiği yerde meseleyi hep “Ohh!” ile seslendiren, “Ooohhh be!..” ile seslendiren bir peygamber. O kadar dokunuyor ki, رَبِّ إِنِّي مَغْلُوبٌ فَانْتَصِرْ “Allahım! Artık yenik düştüm ben, çaresiz kaldım; yardım et!..” diyor. Allah (celle celâluhu) Kur’an-ı Kerim’de değişik yerlerde -Kur’an ifadesiyle- “tasrif”te bulunarak farklı versiyonlarıyla anlatıyor. Ama إِنِّي مَغْلُوبٌ فَانْتَصِرْ dediğinin nakledildiği yerde, فَفَتَحْنَا أَبْوَابَ السَّمَاءِ بِمَاءٍ مُنْهَمِرٍ buyuruluyor: فَدَعَا رَبَّهُ أَنِّي مَغْلُوبٌ فَانْتَصِرْ فَفَتَحْنَا أَبْوَابَ السَّمَاءِ بِمَاءٍ مُنْهَمِرٍ وَفَجَّرْنَا الْأَرْضَ عُيُونًا فَالْتَقَى الْمَاءُ عَلَى أَمْرٍ قَدْ قُدِرَ “Nihayet O da Rabbisine, ‘Ben yenildim, ne olur bana yardım et!’ diye yalvardı. Biz de (duasını kabul buyurup), göğün kapılarını açtık da, sular boşalmaya durdu. Yeri de göz göz yarıp, suları fışkırttık. Nihayet, (gökten boşalan, yerden fışkıran) sular, takdir buyurulan işin yerine gelmesi için yükselmesi gereken noktaya kadar yükseldi.” (Kamer, 54/10-12) Semanın kapılarını açtık; şakır şakır sular akmaya başladı. Yerden fışkırmaya başladı sular, en yüksekleri de tesiri altına alacak şekilde… Evet, Allah’a ait bir şey; Yüce Nebi, demiyor “Sen böyle sular fışkırt, bunları hepsini böyle boğ!”

Vakıa, Nuh sûre-i celîlesinde, وَقَالَ نُوحٌ رَبِّ لاَ تَذَرْ عَلَى الْأَرْضِ مِنَ الْكَافِرِينَ دَيَّارًا “Hazreti Nûh: Ya Rabbî, dedi, yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma!”(Nuh, 71/26) Bir yönüyle, “Bu kâfirlere yeryüzünde tutunacak bir yer, otağ kuracak bir yer imkânı verme!” diyor. Yine şöyle dua ediyor: رَبِّ اغْفِرْ لِي وَلِوَالِدَيَّ وَلِمَنْ دَخَلَ بَيْتِيَ مُؤْمِنًا وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ وَلاَ تَزِدِ الظَّالِمِينَ إِلاَّ تَبَارًا “Rabbim, beni, annemi-babamı, mü’ min olarak evime dâhil olanı ve bütün mü’min erkeklerle mü’min kadınları bağışla! Zalimleri ise daha beter, daha perişan eyle!” (Nuh, 71/28) Yani, “Bunlar, zulümlerine devam ediyorlarsa, Sen de helâketini eksik etme!” dediği de oluyor. Hatta “Şefaat Hadisi”nde, bunları hatırlayarak “Ben, şefaat edemem!” diyor. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Sıhah’ta geçen “Şefaat Hadisi”nde, Efendimiz’e gelinceye kadar her peygamber bir sebep ileri sürüyor. Hazreti Nuh, onu ileriye sürüyor; Hazreti İbrahim, üç tane meârizi ileriye sürüyor; Hazreti Musa, başka bir şeyini ileriye sürüyor; başkası, başka şeyi… Öyle ise bu işin gerçek sahibi, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm, mutlak manada İnsan-ı Kâmil, İnsanlığın İftihar Tablosu, sallallâhu aleyhi ve sellem.

“Tasalanma dostum, Allah bizimle beraberdir!..”

O (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunların hiç birini demiyor; رَبِّ إِنِّي مَغْلُوبٌ فَانْتَصِرْ de demiyor. Üzüleceği yerde, en üzüleceği yerde, örümcek ağlarının arkasında, kefere vü fecerenin ayaklarını gördüğü yerde, yanındaki, telaşa kapılınca… O’nun için, kendi için değil; Hazreti Ebu Bekir, hayatında hiç kendi için telaşa kapılmamıştır. Ama o, “Benim Efendim’in kâkül-ü gülberlerine bir toz konar!” diye çok rahatlıkla boynunu uzatacak kadar, o mevzuda gelecek belaya, devâhiye boynunu uzatacak kadar -Hazreti Mus’ab İbn Umeyr gibi- O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) uğrunda hırz-ı cân etmeye, fedâ-i cân etmeye teşne âbide şahsiyettir. İşte bu mülahazayla Hazreti Ebu Bekir, hafif telaşa kapılıyor, çünkü düşmanlar az ötede dolaşıyorlar.

Kur’ân o ânı şöyle anlatıyor: إِلاَّ تَنْصُرُوهُ فَقَدْ نَصَرَهُ اللهُ إِذْ أَخْرَجَهُ الَّذِينَ كَفَرُوا ثَانِيَ اثْنَيْنِ إِذْ هُمَا فِي الْغَارِ إِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِهِ لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا فَأَنْزَلَ اللهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا وَجَعَلَ كَلِمَةَ الَّذِينَ كَفَرُوا السُّفْلَى وَكَلِمَةُ اللهِ هِيَ الْعُلْيَا وَاللهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ “Eğer o Peygamber’e yardım etmezseniz, siz de biliyorsunuz ki, Allah O’na hep yardım etmiştir. Hatırlayın ki, o bildiğiniz kâfirler O’nu Mekke’den çıkarmışlardı da, sığındıkları mağarada iki kişiden biri iken, (kendisini takip edenler mağaranın ağzına kadar geldikleri esnada O, hiçbir endişeye kapılmadan, Allah’a tam bir teslimiyet ve tevekkül içinde) yanındaki arkadaşına, ‘Hiç tasalanma, Allah bizimle beraberdir!’ diyordu. Allah, sekînesini (iç huzur ve güven kaynağı rahmetini) daima O’nun üzerinde tuttu; O’nu sizin görmediğiniz ordularla destekledi ve küfre girenlerin davasını ve düşüncelerini alçalttı. Allah’ın Kelimesi ve davası ise, zaten her zaman yücedir. Allah, izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galiptir; her hüküm ve icraatında pek çok hikmetler bulunandır.” (Tevbe, 9/40)

Allah Rasûlü, لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا “Tasalanma dostum! Allah, bizim ile beraberdir!” diyor. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu teslimiyeti ortaya koyunca, فَأَنْزَلَ اللهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا Allah, sekineyi indiriyor; birdenbire kendilerini Cennet’te, âdetâ bir bahçenin içinde hisseder gibi oluyorlar. O daracık mağara, yılan-çıyan yuvası, birden bire bir Cennet bahçesi haline gelmiş gibi, içlerine inşirah akmaya başlıyor. Onlar (müşrikler, zorbalar), defolup gidiyorlar; onlar (Efendimiz ve Hazreti Ebu Bekir) da yeniden -gelecekte medeniyet merkezi olacak, o günkü adıyla “Yesrib”i “Medine”leştirmek üzere- Medine’ye doğru azm-ı râh ediyorlar.

Evet, izlerini takip edebilirler; nitekim Süraka, o güne kadar “sârik”; takip ediyor onları. Fakat bir-iki defa atının tökezlemesiyle, bir-iki defa düşmesiyle, “Yahu, bu işte bir başkalık var!” diyor, geriye dönüyor. O anda iman ediyor ama geriye dönüyor, başkalarını çevirmek için. Ve bir gün geliyor, o da o hâle içine giriyor; o yıldızlardan bir yıldız oluyor: أَصْحَابِي كَالنُّجُومِ بِأَيِّهِمُ اقْتَدَيْتُمُ اهْتَدَيْتُمْ “Benim sahabilerim, yıldızlar gibidir; hangisine sımsıkı sarılırsanız, hidayete erer, Bana ulaşırsınız.”

Sahabîlerin her biri âdetâ bir miraç gibidir; bir merdiven gibidir; ancak o merdiven ile, o sahabî yolu ile İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) ulaşılır. O’na ulaşan, Allah’a ulaşır; Allah’a ulaşanın da ulaşacağı hiçbir şey kalmaz. Artık onun gözünde kapkara saraylar, simsiyah kesilir; pırıl pırıl gibi görünen villalar, simsiyah kesilir; o göz kamaştırıcı filolar, simsiyah kesilir. Çünkü “Şemsü’ş-Şümûs”u (celle celâluhu) bulmuştur. Bulacağını bulacağı âna kadar da insanlığın kurtuluş adına başvuracağı her şey, insanın kendi esareti adına kendine bir kement vurması demektir. İnsan hürriyeti, insanın insanca yaşaması, onun bütün küyûddan (kement, engel, ağ ve bağlardan) tecerrüdüne bağlıdır; bütün kayıtlardan sıyrılarak, sadece Allah’a mukayyed (O’na bağlı/bağımlı) olmasına bağlıdır.

Allahım! At kemendini boynumuza, ‘Kulum!’ de bize!.. Ve biz o kulluğu şereflerin/pâyelerin en büyüğü sayalım. Onu da vicdanlarımıza duyur!.. O pâye ile oturup kalkalım. Zira o pâye, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun pâyesidir; Ebû Bekr u Ömer u Osman u Ali’nin pâyesidir, sahabenin pâyesidir, radıyallahu anhüm elfe merrâtin.

“Hep gitmişler, kalmamışlar / Ağlamışlar, gülmemişler / Dünya nedir, bilmemişler / Ağla, ağla, gülme gönül.”

Geriye dönelim: Herkes, karakterinin gereğini sergiler. Cahiliye şairi -bildiğiniz gibi- Züheyr İbn Ebî Sülmâ وَمَهْمَا تَكُنْ عِنْدَ امْرِئٍ مِنْ خَلِيقَةٍ _ وَإِنْ خَالَهَا تَخْفَى عَلَى النَّاسِ تُعْلَمِ diyor. “Şayet bir insanın bir huyu varsa…” Genlerinde/karakterlerinde, ısırma gibi, salya atma gibi, kendi kuvvetini herkese kabul ettirme gibi, bir yönüyle tamamen ahireti unutup dünyaya tapma gibi, hafizanallah bir karakteri varsa… “O, onu gizlemeye çalışsa bile, er-geç bir gün o ortaya çıkar!” Cahiliye şairi ama mü’mince bir mülahazayı ifade ediyor burada; çünkü her kâfirin her sıfatı, kâfir değildir; nitekim her mü’minin her sıfatı, mü’min değildir. Mesela, anneyi evladından ayırma, bir kâfir sıfatıdır. Mesela, yok yere “Sen de galiba falanların boyası ile münsebiğsin; öyle ise sana da çektirmeliyiz!” deme, bir kâfir sıfatıdır. Mesela, “Ben sizi kendime rakip gibi görüyorum; nemelazım, muhtemel, yüzde bir ihtimal ile, benim düzenimi bozma ihtimali varsa, sizlerin hepinizi yok etmem lazım ki, ben, aynı zamanda güzergah emniyetimi sağlamış olayım. O şeytanca varmam gerekli olan yere, hiçbir şeye takılmadan, herhangi bir gulyabaniye takılmadan varayım!” demek, ihtimallere hüküm bina ederek hüküm vermek, başkalarını bir de “adalet” diyerek, değişik zulümlere mahkûm etmek… Evet, bunlar, birer kâfir sıfatıdır. Züheyr İbn Ebî Sülmâ, mü’min sıfatı ile söylüyor bunu ama inanmamış; nice mü’minler de var ki, hakikaten mü’minlere Hazreti Nuh gibi, رَبِّ إِنِّي مَغْلُوبٌ فَانْتَصِرْ “Allahım! Mağlubum, Sen, nusret ihsan eyle!” dedirtiyor.

Bir, bu; hep çektirmişler. Yunus Emre bir şey diyor: “Hep gitmişler, kalmamışlar / Ağlamışlar, gülmemişler / Ağla, ağla, gülme gönül.” Kıtmîr terbî’ (dörtleme) yaparak bir mısra ekliyor oraya: “Hep gitmişler, kalmamışlar / Ağlamışlar, gülmemişler / Dünya nedir, bilmemişler / Ağla, ağla, gülme gönül.” Hep ağlamışlar. O da, Yunus Emre de ağlamış, Hacı Bektaş da ağlamış, Ahmed Yesevî de ağlamış, Muhammed Bahâuddin Nakşibendi hazretleri de ağlamış, İmam Rabbani de ağlamış… Zindan görmüşler, azaba maruz kalmışlar bunlar; kalmayanlar, âkıbetlerinden endişe etsinler! Hayatlarını zevk u sefâ içinde geçirenler, o zevk u sefâ adına başkalarının hayatını zindana çevirenler, âkıbetlerinden endişe etsinler!.. Bir ebedî zindan, kendilerini bekliyor ki “Mü’minim!” demekle kurtulamazlar. Bir karıncayı ezmenin bile hesabını verme meselesi var. فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ “Artık her kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onu(n karşılığını) görür. Her kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse, o da onu(n karşılığını) görür.” (Zilzâl, 99/7-8) Atom ağırlığı bir kötülüğün varsa, hesabını vereceksin. O kadar iyiliğin varsa, onun da mukabelesini göreceksin!..

Hazreti Nuh, çektiği gibi, Hazreti Hud da çekmiş, Hazreti Sâlih de çekmiş, Hazreti Şuayb da çekmiş, Hazreti Lût da çekmiş, Hazreti Musa da çekmiş. Allah’ın binlerce salât u selâmı, başta İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, sonra onların üzerine olsun. Nice peygamberler, inandıkları dava uğrunda şehit olmuş. İşte bildiklerinizden Hazreti Zekeriya, Hazreti Yahya.. Ve -hâşa ve kella, yüz bin defa hâşâ ve kella- bir sıradan insanın evini basıyor gibi evi basılan seyyidina Hazreti Mesih de işkenceler görmüş. Öyle ki, mübarek validesi, esas bulunduğu yerde, Nâsıra’da durmamış, Allahu a’lem; işte mesela, İzmir’e gelmişler herhalde, öyle diyorlar, Efes falan diyorlar, Allah bilir; onu da yine “Allahu a’lem!” deyip geçelim. “Allah!” diyen insanlar, küfür sıfatı taşıyan -isterse sûreten mü’min görünsün, hatta “Biz Müslümanlık adına bunları yapıyoruz!” desin, isterse münafık, isterse müfsid, isterse kâfir olsun; değişik kategoride mütalaa edebileceğimiz- kimseler tarafından hep çekmişler. Fakat umursamamışlar. Evet, siz de umursamayın!..

Onca zulme rağmen mü’min karakterinden taviz vermediniz; eminim, bir gün zalimlere “Gidiniz, hepiniz serbestsiniz; bugün size hiçbir kınama yok, Allah da sizi affetsin!” de diyeceksiniz!..

“Gamlanma öyleyse, zira mevsim hazân değil / ‘Kader’ de ve eğilebildiğin kadar eğil / Gidecektir bu son gaileler de ard arda / Kim bilir nasıl bir lütuf var şimdi sırada!..” Kim bilir, nasıl bir ışık dönemi, nasıl bir nevbahar, nasıl güzel günler var şimdi sırada!.. Belli değil.

Mekke-i Mükerreme’den dışarıya çıkardıkları Zât’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir gün oraya kendine has büyüklükle gelip döneceğini hiç tahmin etmiyorlardı. Ama daha giderken, Allah (celle celâluhu), إِنَّ الَّذِي فَرَضَ عَلَيْكَ الْقُرْآنَ لَرَادُّكَ إِلَى مَعَادٍ “Kur’ân’ın temsil ve tebliğini sana farz kılan Allah, hiç şüphesiz (sözünde sadık olup, seni terk etmek zorunda bırakacakları) yere mutlaka (hem de açık bir zaferle) seni geri döndürecektir.” (Kasas, 28/85) buyurmuştu. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) da inanıyordu. Ayrıldığı yere bir gün, rahat, -O’nun yürüyüşüne öyle demek saygısızlık olur mu?- tıpış tıpış yürüyerek gelmişti ve herkes de o Kâmet-i Bâlâ (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşısında serfürû etmişti. Boyun eğmiş, O’nun büyüklüğünü âdetâ koro halinde seslendirmişlerdi. Koro halinde… Beytullâh’ın etrafını sarmış koro halinde, “Kerim oğlu kerim oğlu kerim oğlu Kerim!..” demişlerdi: “Baban da kerim idi; deden de kerim idi; Adnan’a kadar herkes kerim idi; Hazreti İsmail’e kadar herkes kerim idi; Hazreti İbrahim’e kadar herkes kerim idi. Ey Kerim oğlu Kerim! Sana yakışan odur!..”

Gerisini dememişlerdi; demeye ne lüzum var, azıcık tanıyınca… Bir kere kırk yaşına kadar “Emîn”i tanımışlardı; “Emîn”den etrafa sadece emniyet saçılırdı. O, yeryüzünde emniyet ve güvenin temsilcisi idi, hep emniyet solukluyordu. O gün akılları başlarına gelmişti; onu orada telaffuz ettiler. O da zaten O’nun dilinin ucundaydı, kalbinden köpürüp dilinin ucuna sıçramıştı; اِذْهَبُوا، أَنْتُمُ الطُّلَقَاءُ “Gidiniz, hepiniz serbestsiniz!..” buyurmuştu.

Bir gün, size cevreden, zulümde bulunan, insafsızca davranan, salya atıp dolaşan, diş gösteren, ezdiklerini ezen, ezmediklerinin içine de korku salan zâlimler, aynı şekilde karşınıza çıktıkları zaman, öyle babayiğitlikte bulunarak; اِذْهَبُوا، أَنْتُمُ الطُّلَقَاءُ، لاَ تَثْرِيبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ يَغْفِرُ اللهُ لَكُمْ وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ “Gidiniz, hepiniz serbestsiniz!.. Bugün size hiçbir kınama yok! Allah da sizi affetsin. Çünkü O, bütün merhamet edenlerin üstünde mutlak merhamet sahibidir.” demeyi ihmal etmeyin! Zâlimlere, zâlim gibi davranmayın; kendiniz gibi davranın.

Çünkü siz, her şeye rağmen, onca değiştirmeye zorlamalarına rağmen, kendiniz olarak kaldınız, karakterinizden taviz vermediniz. Onlar, “Yahu, yumruk sallasınlar; yahu böyle bir silah namlusu göstersinler; mermisiz de olsa, bir silah namlusu göstersinler! Yahu biz onların dişlerini kırarken, onlar da bize bir yumruk atsınlar!” diyerek, bütün bu basitliklerin/bayağılıkların hepsini yaptılar. Fakat bu yola kendini adamışlar, o adanmışlar kadrosu içinde bulunanlar, başkaları için yaşayanlar kadrosu içinde bulunanlar, mukabele-i bi’l-misil kâide-i zâlimânesinde bulunmamışlar, bulunmadılar, bulunmuyorlar, bulunmayacaklar, bulunmayacaksınız inşâAllahu Teâlâ. Vesselam.

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Kuvvetin çılgınlığı ve referandum fırsatı

Fethullah Gülen: Kuvvetin çılgınlığı ve referandum fırsatı

Soru: 1) Yakında yapılacak olan referandum ekseriyetle 12 Eylül Darbesi’yle bir hesaplaşma şeklinde değerlendiriliyor? 12 Eylül nasıl bir zihniyetin işidir ve Türkiye’ye neler kaybettirmiştir?

  • 12 Eylül, 12 Mart ve daha önceki 27 Mayıs darbeleri, hiçbir mantığa dayanmayan ve millet adına hiçbir yarar vadetmeyen bir çeşit sindirme ve herkese haddini bildirme, sonra da iktidarı ele geçirme ve şahsî saltanatları devam ettirme hareketleriydi. Bazı kimseler, gemilerini yüzdürmek için kan seylaplarına ihtiyaç duymuş; bu milletin evladını sağcı ve solcu olarak cephelere ayırmış ve vuruşturmuş; nihayet akıttıkları kan, irin ve gözyaşından istifade ederek kendi otağlarını kurmuşlardı. (00:57)
  • Kuvvetin genetiğinde adaletsizlik ve dengesizlik vardır. Kuvvet, hakkın elinde, mantık ve muhakeme rehberliğinde bir kısım problemleri çözebilecek potansiyel bir güç sayılsa da, his yörüngeli kaba düşüncenin elinde her zaman bir tahrip aleti olagelmiştir. Gerçi kuvvetin de bir hikmet-i vücudunun bulunduğu muhakkaktır ama ona dayanılarak çözülmeye çalışılan problemlerde aklın, mantığın, muhakemenin hattâ dehanın değerlendirilemediği de bir gerçektir. Ne acıdır ki, 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül gibi darbe dönemlerinde ülkemizde hak, mantık ve muhakeme, kuvvetin çılgınlığı karşısında yenilgiye uğramış ve âdeta bir esaret yaşamıştır. (03:08)
  • Kuvvetin genetiğindeki bozukluk, hemen hemen bütün kuvvet temsilcilerine başka insanların tepelerine binme, onları ezme, sindirme ve seslerini kesme hislerini pompalar. Dolayısıyla da, kuvvetin taşkınlığı ve çılgınlığıyla insanları ezip sindirme sadece belli bir kesimin işi değildir. Bazen, siyasi iktidarı güçlenenler de artık kimseyi kâle almamaya başlar ve dediğim dedik düşüncesiyle hareket ederler. Dahası, idarecilerin etrafı danışmanlar, özel kalemler, yakın çevrelerce kuşatılır ve halkın sesinin asıl merciye ulaşmasının önü kesilir. Böylece daha dün herkesin elini öpen kimseler, biraz güçlenince gayrı kimseyi dinlemez olur, bildikleri gibi davranır ve her iyi işin de kendilerine mal edilmesini isterler. (06:09)
  • 27 Mayıs’ta on binlerce insan zulme uğradı; devletin en zirvesindekinden milletvekillerine ve partinin taşra teşkilatındaki temsilcilere kadar yüzlerce, binlerce insan bir anda tutuklandı. Tutuklananlar da çok uysal davrandılar, tabiri caizse, kuzu kuzu gittiler. Bilmiyorum o kadar kuzu kuzu olma ve aç kurda karşı tahabbub gösterme doğru muydu değil miydi?!. Fakat bazı kimselerin bir nezaket ahlakı vardır, namusları gibidir; fedada bulunamazlar. Nitekim, zirvedeki zat, o zalimlerin mahkemelerinde “Reis beyefendi, savcı beyefendi” demede kusur etmedi, centilmence davrandı. Bu onun efendiliğinin gereğiydi; fakat, aç kurda karşı tahabbub göstermek onun iştahını açar, sonra döner dişinin kirasını ister. Herhalde bütün bütün dünyaya kilitlenmiş, yüksek bir mefkuresi olmayan ve elindeki imkanları kaybetmekten korkan kimselere karşı biraz dik durulsaydı, -başkası olsa şöyle derdi- o zibidilerin hepsi defolur giderlerdi. (10:33)
  • Bütün darbeler gibi 12 Mart da öyle zavallı bir zihniyetin işiydi ki, kitap okumak için bir evde toplanmış bulunan insanlar bile tutuklanıp aylarca hapislerde süründürülmüşlerdi. Hatta, sadece Cenâb-ı Hakk’ın Kuddûs isminin tecellilerini anlatan bir risaleyi okumuş olduklarından dolayı senelerce hapis cezası almakla karşı karşıya bırakılmışlardı. (12:30)
  • O gün o kanlı darbeleri yapan ve vatan evladını kamplara bölüp kanlarını dökenlerle, bugün PKK’yı besleyip destekleyen, silah ve uyuşturucu ticareti adına kullanan ve kendilerinin bir kısım isteklerini gerçekleştirmek için onu orada sürekli kanayan bir yara ve bitmeyen bir problem olarak canlı tutan kimseler aynı insanlardır ve mantık aynı mantıktır. (16:12)
  • 12 Mart döneminde hapiste kaldığım süre içerisinde hem ülkücüler arasından hem de sol kesimden çiçeği burnunda tığ gibi delikanlı arkadaşlarım oldu. Oturup konuştuğum zaman hepsinin görüşülüp konuşulabilecek insanlar olduklarını gördüm. Aynı silah ve kurşunla birbirini öldüren her iki taraftan, (hem ülkücüler hem de solcular arasından) bu insanların çoğunu o kadar samimi, o kadar saf ve duru buldum ki, kalblerine bir Allah’la irtibatı ve Efendimiz’e bağlılığı koysanız sahabe gibi samimi insanlardı.. gönül verdikleri davada başka beklentileri yoktu. Fakat, bu temiz vatan evladı bölüklere ayrılarak senelerce vuruşturulmuştu. (17:00)
  • Orada gördüğüm öyle manzaralar oldu ki.. Nedim isminde sol kesimden biri vardı. Öyle dövmüş ve öyle işkence yapmışlardı ki, ayağının altından kemik çıkarmışlardı. O tığ gibi delikanlı, o haliyle yürürken benim içimden bir şey kopuyor ve kalbime kan damlıyordu. (18:15)
  • 27 Mayıs darbesi sadece bir iktidarı yerle bir etmedi; balyoz aynı zamanda Türkiye’deki bütün olumlulukların tepesine de indi. Askerinden üniversite hocasına kadar çok iyi yetişmiş, temiz ve namuslu bir sürü insan emekli edildi. Böylece adeta ülke çadırını ayakta tutabilecek bütün kazıklar koparılıp atıldı, orta direk kırıldı ve ülke bir çöküntü yaşadı. Millet biraz belini doğrultacak gibi olunca bu defa 12 Mart darbesi bir kabus gibi çöktü memleketin üstüne. Vefalı ve samimi millet, “olsun” deyip bir kere daha doğrulmaya çalışırken bu defa da bir balyoz gibi 12 Eylül indi başlarına. Sonra bir de 28 Şubat... Bunlar suyun yüzüne vuran hadiselerdi. Arkada Talat Aydemir vakıası gibi fiyaskoyla neticelenen teşebbüslerin de hadd ü hesabı yok. Bu açıdan, dünden bugüne mesele sadece bir iktidarın devrilmesinden ibaret değildir; hadise, kuvvetin çılgınlığına kendini kaptırmış bazı kimselerin bir ülkeyi bütün bütün batırma pahasına sadece kendi saltanatlarını devam ettirme mücadelesidir. (19:55)

Soru: 2) Şimdiye kadar bütün seçimlerde “Her partiye aynı uzaklık ya da yakınlıktayız” prensibine bağlı kaldık. Fakat, referandumda ya “evet” ya da “hayır” deme söz konusu ve bunların taraftarları da malum. Ülkemizin istikbali adına “evet” demek istiyor ama bir partiyi tutuyormuşuz gibi görünmekten de rahatsızlık duyuyoruz. Bu konuda neler buyurursunuz? (23:55)

  • Maalesef, Avrupa Birliğine namzet olan ve Orta Doğu’da yeni açılımlar gerçekleştiren ülkemizin ihtiyaç duyduğu şekilde bir Anayasa değişikliği yapılamadı. Fakat, yapılması gerekenlerin yapılamaması açısından “maalesef” desek de, bir kısım cellatlıkların ve farklı vesayetlerin önünü almaya matuf bir iki maddenin değişikliği bile çok önemlidir. (24:25)
  • Değil sadece kadını erkeğiyle, çoluğu çocuğuyla ve dünyanın dört bir yanına dağılmışıyla hayatta olan insanları, imkan olsa mezardakileri bile kaldırarak o Referandum’da “EVET” oyu kullandırmak lazım. Mezardakiler bile kalksın. Ben zannediyorum kalkarlar da.. ben zannediyorum ruhları koşar da. Çünkü demokrasi adına çok önemli bir adımdır. (25:48)
  • Bazı siyasiler referandumu kendi hesaplarına değerlendirmeyi düşünüyor olabilirler. Fakat, ben o meselenin millete yararlı olup olmamasına bakarım. Bu açıdan, referandumu siyasi olarak görmemek ve ona millete kazandıracakları zaviyesinden yaklaşmak lazımdır. (26:54)
  • Referandum’un sadece 12 Eylül’ün kirlerini temizlemeye ve darbecilerle hesaplaşmaya vesile gibi gösterilmesi de doğru değildir. Bu sayede darbecilerden intikam alınacağını düşünmek yanlıştır; mü’minler intikam peşinde olamazlar. O paketin içinde milletimizin istikbali için çok önemli maddeler var; bu itibarla da değişiklik paketi bu yönüyle desteklenmeli ve “evet” oyları böyle bir niyetle verilmelidir. (27:33)
  • Biz hâlâ her partiye karşı aynı mesafede duruyoruz. Hiç kimseye “Falan partiye girin; mitinglerinde boy gösterin; çarşıda pazarda alkışçısı olun!” demedik. Mesafeli durmak, milletimizin kaderi adına isabetli bulduğumuz bir kısım meselelerde bazı kimselere oy vermemize mani değildir. Güzel şeyler sergileyen ve iyi işler yapan kim olursa olsun, bu millet onu desteklemiştir; desteklenen aslında şahıs ya da parti değil, icraattır. “Şeytandan sığındığım gibi siyasetten de Allah’a sığınırım” diyecek kadar politikaya mesafeli ve dünyaya uzak duran Hazreti Bediüzzaman, vakti gelince oyunu kullanmış ve hem de “falan yere kullandım” demiştir. Evet, biz bütün partilere karşı mesafeli duruyoruz; ne var ki, mesafeli durmak başka, oyumuzu Türkiye’nin geleceği adına isabetli işler yapacağına inandığımız bir yere postalamak daha başka bir meseledir. (28:35)

Soru: 3) Okullarda din derslerinin mecburi sayılması konusundaki gayretinden dolayı 12 Eylül Darbesi’nin lideri Kenan Evren’e “cennetlik” dediğiniz ve bu sözünüzle darbeyi övmüş olduğunuz iddia ediliyor. Meselenin aslını lutfeder misiniz? (31:35)

  • Güzellik, hayır ve iyilik adına, ister harekete, ister size, ister müslümanlığa ve isterse de ülkemizin istikbal ve ikbaline hizmet etmiş herkesi (kim olursa olsun) takdir eder ve hayırla anarım. Merhum Turgut Özal’ın iyiliklerini görmezlikten gelemem. Bülent Ecevit Bey’e “makamı Cennet olsun” diyorum; sözden anlayanlar bunun ne demek olduğunu bilirler. (32:00)
  • Hazreti Üstad diyor ki; “Her mü’minin her sıfatı mü’min olmadığı gibi; her kâfirin her sıfatı da kâfir değildir.” (Yanlış anlaşılmasın) Ben kimseye kafir demiyorum. 12 Eylül bir kötülüktür; fakat o darbeyi gerçekleştiren ve kötülük yapan bir insanın da iyi yanları olabilir; ben güzel bulduğum bir davranışı takdir ettim. (33:38)
  • Kenan Evren mekteplerde seçmeli olan din ve ahlak derslerini mecburi hale getirdiğinden dolayı, bir röportajda dedim ki; “Eğer bunu gönlünden gelerek samimiyetle yaptıysa, Allah bu yüzden onu affeder.” Bugün de şu ya da bu partiden birileri yine ülkemizin istikbali ve ikbali adına olumlu şeyler söyler ve yaparlarsa, ben onlar için de Firdevsî gibi bir destan yazarım. Bu, hakkın hatırınadır; hakkın hatırı ise âlidir. (33:56)

Liyâkat ve Alperen

Âdet-i ilâhiye açısından, iman hizmetinin bir neferi olma liyâkatini ortaya koyamayanların dairenin dışına itilmeye müstehak olacakları ifade ediliyor. Bu itibarla, “irtidat” kavramının gönül erlerine bakan yanları var mıdır? Bir ilâhî tokatla kenara atılmamak için liyâkat mutlaka şart mıdır; bu konuda, fazl-ı ilâhîye ne ölçüde bel bağlanmalıdır?

  • Liyâkat (bir şeye uygun/yaraşır ve bir vazifeye ehil olma) çok önemli muvaffakiyetlerin vesilesidir; istihkâk (bir cezayı hak etme ve bir musibete açık hale gelme) ise, bereketin kesilmesine sebeptir. (02.47)
  • Onca kin ve garez yüklü insanın her gün daha farklı bir komplo kurduğu bir dönemde, şayet gönül erleri, liyâkat peşinde koşuyorlarsa ve davaya ehil insanlar olmak için çırpınıyorlarsa, o ölçüde menfi neticelere istihkaktan uzak durmuş sayılırlar. Aksi halde, ne kadar liyâkat kaybına uğruyorlarsa, o nispette de derdest edilip bir kenara itilme istihkakıyla karşı karşıya kalmış olurlar. (05.45)
  • İrtidat ne demektir; iman hizmetinin mürtedleri kimlerdir? (08.18)
  • Liyâkat peşinde olmak ve adım adım liyâkati takip etmek çok önemlidir; zira, âhir zamanda Din-i Mübin'e hizmet edecek insanlar, şeklî-nazarî müslümanlar değil, velayet yolunun yolcuları olacaklardır. (10.15)
  • "Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki, Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler. Onlar mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar. Allah yolunda mücahede eder ve bu hususta dil uzatan hiçbir kimsenin ayıplamasından korkmazlar. İşte bu, Allah'ın öyle bir lütfudur ki dilediğine verir. Allah vâsi ve alîmdir (ihsanı boldur, her şeyi hakkıyla bilir)." (Mâide, 5/54) mealindeki ayet-i kerimenin mesajları ve iman hizmetine ehil kimselerin altı vasfı... (14.29)
  • Allah yolunda mücahede etmenin çeşitleri ve şartları... (19.07)
  • "Rahman'ın kulları"nın belli başlı sıfatları... (27.23)
  • "Bakma yâ Rab sevâd-ı defterime / Yak yakacaksan onu benim yerime!" (30.50)
  • Ümit ve beklentimiz odur ki, Allah Teâlâ bunca nimetlerle serfiraz kıldığı gönüllüler hareketinin canlılığını muhafaza etsin ve gönül erlerini bir kenara itilme istihkakıyla karşı karşıya bırakmasın!.. (36.36)

Yazılarınızda ve sohbetlerinizde "Anadolu insanı" tabirini sıkça kullanıyorsunuz. Merhum Muhsin Bey'i yâd ederken de "tam bir Anadolu insanıydı" dediniz. "Anadolu insanı" ifadesine yüklediğiniz manaları ve bu sözün çağrıştırdıklarını lutfeder misiniz?

  • Muhsin Yazıcıoğlu Beyefendi'nin vefatına çok üzüldüm; gerçekten karakterli bir insandı. Bu üzüntümün siyasi mülahazamla da alâkası yoktur; kim Rabbimize, Efendimize, İslam'a ve Kur'an'a yakın görünüyorsa, ona yakın durmak çok önemli bir vazifedir. (38.48)
  • "Anadolu insanı" ifadesinin çağrıştırdıkları... (39.39)
  • Biz ki Müslümansız, aldansak da aldatmayız. Bu açıdan, bazı büyüklerin bir kısım entrikalara kurban gitmeleri yadırganmamalı; zira, mü'min hüsn-ü zan insanıdır, dolayısıyla o, çoğu zaman hile ve komplolara ihtimal vermez. (43.40)
  • Muhsin Bey ve arkadaşları mefkureleri uğrunda koşarken çok şerefli bir ölümle ötelere yürüdüler. Bu hadisede Allah'ın muradı nedir, bilemeyiz. Kaderi değiştirmeye de gücümüz yetmeyeceğine göre, bize düşen, kimseyi suçlamadan kadere rıza göstermek ve siyasi istismarlara da meydan vermemektir. (47.30)
  • "Alperenler" arasından yüreğindeki yangını sokakta bağırmak suretiyle söndürmek isteyenler de çıkabilir; bunu da anlayışla karşılamak ve acıya ortak olmak lazımdır. (53.07)
  • Muhsin Bey'in ve kader arkadaşlarının ailelerine bir şey söylemek bize düşmez. Fakat, davası uğruna çıktığı yolda bir çeşit şehitliğe yürümüş ve herkesin hüsn-ü şehadetine mazhar olmuş bir insanın, yakınlarına şefaat edebileceği düşüncesi onlar için de çok önemli bir teselli kaynağı olmalıdır. (54.12)
  • Millî çizgisini inandığı şekilde mücahedeye dönüştürerek bir ömür o yolda yürüyüşünü sürdüren, memleketimizin güzide evlatlarından, Muhsin Yazıcıoğlu beyefendi ve yol arkadaşlarının âhirete irtihalini öğrenmiş olmanın hüznü içindeyiz. Muhsin Yazıcıoğlu Beyefendi'ye ve onunla aynı kaderi paylaşan arkadaşlarına Cenâb-ı Erhamurrahimin'den rahmet ve mağfiret diler, aileleri, akrabaları, dava arkadaşları ve Türk-İslam âlemine taziyelerimizi arz ederiz. (57.46)

Londra Konferansı'nın hatırlattıkları

Soru: Dünyanın değişik ülkelerinde Zat-ı âlinizle alâkalı doktora çalışmaları yapılıyor, konferanslar düzenleniyor. Gönüllüler Hareketi'ni anlamaya ve anlatmaya çalışanların samimi gayretlerini takdir etmekle beraber, sosyal bilimlerin genelde Batılı bir dil kullandığı ve o dille bu hareketin doğru anlaşılıp anlatılmasının çok zor olduğu da nazar-ı itibara alındığında, bu çalışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

  • Adanmış ruhların muvaffak olmasının arkasında Cenâb-ı Allah'ın inayeti vardır; meseleye bu zaviyeden bakmayanlar daha baştan hataya düşmüş olurlar.
  • Umum bir cemaatin, bütün bir heyetin ve topyekün bir milletin sa'yine terettüp eden bir neticeyi sadece bir şahsa mal etmek milletin hakkını yemek demektir; Allah'a karşı da şirktir.
  • Allah Teâlâ'nın bu hizmetleri koruyup devam ettirmesi için, sürekli O'na müteveccih bulunmamız iktiza eder; çünkü, Cenâb-ı Allah, teveccühteki derinlik ve devamlılığımızı hıfz u inayetine vesile kılmaktadır. Dolayısıyla, mülahazalarımızla olsun şirke düşmememiz icap etmektedir.
  • Aman aman!.. İnsanları tevhide çağırma yolunda koşturuyorken kendimiz müşrik olmayalım!..
  • İman ve Kur'an hizmetine dışarıdan bakarak onu değerlendirmeye çalışanların yanlış yorumladıkları hususlar...
  • Bir kısım mütemerritlerin size önyargılarla yaklaştığı bir devirde, dünyanın dört bir yanındaki bu hareketi anlama gayretleri eksik aksak da olsa -inşaallah- başkalarını da araştırmaya ve doğrularla yüzleşmeye sevkedecektir.
  • Gönüllüler Hareketi hakkında doktora yapan ve konferanslarda tebliğler sunan insanlar, yetiştikleri çok farklı ortamlara rağmen adanmış ruhları anlamaya ve doğru tanımaya çalışıyorlarsa, onların bu gayretlerini takdir etmek en azından kadirşinaslığın gereğidir.
  • Bazen de karanlık bir dünyada neş'et eden insanlar, sevgi erlerinin samimiyetlerini, adanmışlıklarını ve beklentisizliklerini görünce meseleye daha gönülden sahip çıkıyor, onu daha büyük bir heyecanla başkalarına da anlatmaya çalışıyorlar.
  • Allah'ın inayetine inanmayan ve milletin himmetini bilmeyen kimseler, bundan sonra da "Değirmenin suyu nereden?" deyip duracaklar. İstiklal Mücadelesi'ndeki fedakârlıkları anlayamayanların bu hareketin gönüllülerini anlamaları da mümkün değildir!
  • Güneydoğu'daki bir demircinin fedakârlığı ve Prof. Thomas Michel'in gönlünü fethedişi...

Mahpuslar, mazlumlar, muhacirler ve himmet

Mahpuslar, mazlumlar, muhacirler ve himmet

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

Şu enâniyet asrında cinnet hummalarından kurtulmanın yolu

Bazen, farkına varmadan, gerçek kalbî derinliğimizin üstünde “görünme arzusu”, kendimizi duyurma isteği olabilir içimizde. Allah’a kendimizi ifade etmek istediğimiz zaman, kendimizi başkalarına duyurma gibi bir niyet de bulunabilir ki, bu nefis dürtüsü, bir ruhî rahatsızlık ve hastalık sayılabilir. O, insanı, Allah’a yakın olması gerektiği yerde, Allah’tan uzaklaştıran bir şey olur. “Muradın, âleme duyurmak ise, Bana duyurmak değilse, Benim nezdimde onun hiç kıymeti yoktur!” der, onu yüzünüze çarpar, öbür tarafta.

Ne ediyorsanız ediniz, ne diliyorsanız dileyiniz, Allah için işleyişiniz. Allah için başlayınız, Allah için görüşünüz, Allah için konuşunuz. Allah için geziniz, Allah için seyahat yapınız, Allah için hicret ediniz. Allah için veriniz, Allah için infak ediniz. Allah için ölünüz, öldürürlerse. İşkence ederlerse, Allah için o işkenceye katlanınız!.. Eğer O’na gönlünüzü vermişseniz, belâ-i dertten âhh etmeden, o ızdıraplar karşısında bile sadece O’nun mülahazasıyla oturmalı, O’nun mülahazasıyla kalkmalısınız. (Dediğim bu şeyleri Üstad Bediüzzaman söylemişti, biraz değişik şekilde ifade ettim.)

O’nu görmek, O’nu bilmek, O’nu dillendirmek, O’na bağlı olarak oturup-kalkmak, -hatta- O’na bağlı olarak yemek, içmek… “Sana karşı kulluğumu yapabilmek için, ben şu şeyleri yiyorum! Sen’in verdiğini duymak için yiyorum! Verdiğin şeyler karşısında kuvve-i zâikama verdiğin şeyden ötürü “Elhamdü lillah!” (اَلْحَمْدُ لِلَّهِ) demek için.. yutulacak bir şey olduğunda, yutaktan dolayı “Elhamdü lillah!” (اَلْحَمْدُ لِلَّهِ) demek için.. hazmedilecek şey olduğunda, -Mide, hazım sistemi, hazmedilecek şey; riyazî mülahazalar açısından meseleye bakınca, ihtimal hesaplarına göre bunların hepsi yüzde bir, binde bir ihtimaldir.- hazımdan dolayı “Elhamdü lillah!..” Bütün bunları düşünerek, “Sana hamd etmek için ben bunu yutuyorum; mideme indiriyorum!” demek.. “Allah için giyiyorum!” demek.. İstirahat ederken de “Sen’in için kalkıp kemâl-i ubudiyetle Sana teveccüh etmek için yatıyorum. Vazifemi bihakkın yerine getirmek için dinleniyorum, istirahat ediyorum!” demek…

(Tevhidnâme’de geçen bir dua) اَللَّهُمَّ اِقْتِدَارًا مِنْ لَدُنْكَ تُغْنِينَا بِهِ عَنْ اِقْتِدَارِ مَنْ سِوَاكَ Rabbim, bu mevzuda yapmamız lazım gelenleri yapma konusunda gerekli olan iktidarı lütfet! Başkalarının güç, kuvvet ve iktidarına bizi mecbur etme, mahkûm etme! Başkalarına kul-köle haline getirme! Aczimizi, fakrımızı, zaafımızı bize duyur/hissettir ama onları Sana ifade etme mülahazasıyla duyur ve hissettir! Her şeyi Sen’de görelim, Sen’de bilelim, Sen’de duyalım, Sen’den alalım; dolayısıyla Sen’i konuşalım, Sen’i müzakere edelim, “Sohbet-i Cânân!” diyelim.

O’na hasr-ı nazar etmezseniz, nazar dağınıklığına uğrarsınız; nazar dağınıklığına uğrar ve konsantre olmanız gereken mevzuya konsantre olamazsanız. Bütüncül bir nazarla bakamazsınız, analizlerinizde falsolar yaşarsınız, tahlillerinizde falsolar yaşarsınız ve başarılar yolunda hezimetten hezimete yuvarlanırsınız. Dağılmadan, her şeyi O’na müteveccihen götürmek lazım.

Bu çağ, talihsizlerin çağı, insanların dağıldığı bir çağ. Kimisi kalbini saraylara, villalara, filolara kaptırmış, makamlara kaptırmış, alkışlara kaptırmış. O mevzuda düşündüğü şeylere karşı binde bir veya milyonda bir muârız gördüğü insanları yok etmeye gidecek kadar vahşet duygusuna kapılmış. İnsanların vahşete böylesine yenik düştüğü bir asrı, bir mahrumiyet asrını -insanlıktan mahrumiyet asrını, gerçek imandan mahrumiyet asrını, ahsen-i takvimden mahrumiyet asrını, insanî değerlerden mahrumiyet asrını- yaşıyoruz. Şayet böyle bir asırda birileri iradenin hakkını vererek dişini sıkıp sabretmezse, aktif planda sabretmezse, zannediyorum, gelecek nesillere götürülebilecek, hem de çok eskortlarla götürülmesi gerekli olan, “din emaneti, iman emaneti, İslamiyet emaneti” selametle, haramilere kaptırılmadan götürülemez.

Bakın, her köşe başında, dünyada haramiler var. Hayır adına yapılan faaliyetlerin önünü kesmeye çalışıyorlar. İnsanlar, gadre uğruyor, zindanlara atılıyor, aile parçalanıyor; kadın, kız, çoluk, çocuk, yaşlı-başlı denmeden, herkes mağduriyete, mazlumiyete uğratılıyor, sindirilmeye çalışılıyor. Binde bir mi, milyonda bir mi, “tehlike” mülahazasıyla, paranoya yaşadıklarından dolayı… Dünya böylesine delilerin, -esas- kendini cinnet çağlayanına salmış insanların dünyası haline gelmiş. Bazı kimseler, akıllarını başlarına toplamazlarsa, “lillah, li-eclillah, li-vechillah” rızası dairesinde hareket etmezlerse şayet, bu gidişat topyekûn insanlık için bir felakettir.

Şimdi değişik yerlerde lokal olarak yaşanıyor; beş yerde, on yerde, on beş yerde, yirmi yerde yaşanıyor. Çoklarını siz de görüyorsunuz, bu cinnet hummalarına şahit oluyorsunuz.

“Kimse Yok Mu”nun da gadre uğratıldığı günümüzde mazlum, mağdur ve muhtaçlara el uzatmak için dünya çapında umumi bir seferberlik yapılsa sezadır.

Bu arada, antrparantez: Mağduriyete, mazlumiyete uğrayan insanlar var, dünyanın değişik yerlerinde. Belli bir dönemde, arzu edilen şeylerin kısmen yerine getirildiği dönemde, bir “Kimse Yok Mu” vardı. Dünyanın neresinde olursa olsun, mazlumların, mağdurların imdadına koşuyordu. Kurbanlar kesiliyordu, o muhtaçlara yetiştiriliyordu. Myanmar’a götürülüyordu, Gazze’ye götürülüyordu; girebildiğiniz, sınırları size açık olan her yere götürülüyordu. Meseleye insanî çerçeveden bakılıyordu, hümanizm mülahazasına bağlı olarak her şey yapılıyordu. Din ayırımı gözetilmeden, meşrep ayırımı gözetilmeden, mizaç ayrılığı gözetilmeden, mezâk ayrılığı gözetilmeden herkese el uzatılıyordu.

Gün geldi, bir yerdeki şeytanî kıskançlık ve haset böyle bir hayır yuvasını, hayır sistemini bile baskı altına alma, kapama, öldürme gayreti/cehdi içine girdi. Şimdi dünya kadar insan, mazlumiyete, mağduriyete uğradıkları halde, yardıma muhtaç; binlerce insan… On bin mi, yirmi bin mi, otuz bin mi, kırk bin mi?!. “Fârr”ı ile, “muhtefî”si ile, “mağdur”u ile, “mazlum”u ile, “muzdarr”ı ile, “mevkûf”u ile, “mescûn”u ile, “müstantak”ı ile, bir sürü insan, bir sürü yuva… Bir insanı götürmüşlerse, bütün bir yuvanın fertlerini aynı zulme, aynı mağduriyete uğratmışlar demektir.

İnsan olan insana düşen şey, tıpkı Ensâr mülahazası ile bunlara yardım etmektir, destek olmaktır. O müessese (Kimse Yok Mu) kapandı belki ama değişik yerlerde fonksiyonunu edâ edebilir. Bir yerde, bir merkezde kapatırlar, ben dilerim Amerika’da şubesini açarlar, İngiltere’de şubesini açarlar, Almanya’da şubesini açarlar, Birleşmiş Milletler’de şubesini, Afrika’da şubesini açarlar ve yine mazlumların-mağdurların imdadına koşarlar, herkesi kucaklarlar. Renk-desen gözetmeden, herkese bağırlarını açarlar. Olur inşaallah öyle!..

Fakat şu anda sistem, bu mazlumların, mağdurların hepsine yetecek güçte değil. Onun için herhalde bu mevzuda dünyanın değişik yerlerinde bulunan arkadaşlara daha umumî manada bir “seferberlik” düşüyor. Bir taraftan kendi vatandaşlarımız… Çok önceden gitmiş, oralarda iş tutturmuş; Amerika’ya gelmiş, iş kurmuş; İngiltere’ye gitmiş, Almanya’ya gitmiş, Hollanda’ya gitmiş, Fransa’ya gitmiş, Benülüks ülkelerine gitmiş; iş kurmuş oralarda. Hakikaten el uzatacak mahiyette… Bu insanlara, meseleyi usulünce anlatarak, o mübarek “himmet” mevzuunu hatırlatarak onların himmetlerine başvurulabilir.

Himmet,  hizmet etmektir

Himmete müracaat, esasen… Bir tanesi kalktı, ne dediğini bilmeyen, zil-zurna cahil… Bazen diplomalı cahiller, diplomasız cahillerden daha tehlikelidir; çünkü diplomalı cahil, diğer cahilleri inandırır, sürü gibi şeyin arkasına takılır yürürler. Himmet’i tenkit ediyor…

İnsanlığın İftihar Tablosu, dini i’lâ adına himmete müracaat etti mi, etmedi mi?!. Hem de çent defa. Hatta insanların, O’nun o mevzudaki telkinine rağmen biraz alakasız kalmaları karşısında, teessür duydu mu, duymadı mı?!. O’nu, yüksek basiretiyle, firasetiyle keşfeden, O’ndaki insibağ ile duyguları uyanık olan, hüşyâr olan bir sahabi, evine koştu mu, koşmadı mı?!. Avuç dolusu bir himmet ile geldi mi, gelmedi mi?!. Meselenin öyle yapılması gerektiğini sahabe-i kiram, anladı mı, anlamadı mı?!. Ve sonra her biri evine koşup getireceği şeyi getirdi mi, getirmedi mi?!. Kimisi bütün varlığını getirip oraya döktü mü, dökmedi mi?!.

“Himmet, milletin yaptığı yardımlar, suiistimal edilerek, bu türlü şeylerde…” Nede kullanılıyormuş?!. Dindar nesil yetiştirme okulları açmakta.. üniversiteye hazırlık kursları açmakta.. zalimin, hainin, hasetçinin çekemediği müesseseler açmakta.. dünyanın değişik yerlerinde cehalete karşı, fakirliğe karşı, ihtilafa karşı -üç tane, dört tane, beş tane yaygın maraza karşı- bir yönüyle, i’lân-ı harp etmekte… Bunları akıllıca bertaraf etme istikametinde himmete müracaat ediliyor. O zavallı, diplomalı cahil, “Himmet, falan yerlerde çar-çur edildi!” demek suretiyle… Zavallı!.. Cenâb-ı Hak, hidayet etsin; o da aklını başına alsın, aynı haltı bir daha yapmasın, sizinle beraber -inşaallah- cennete girsin! Hüsn-i zan ediyoruz.

Geriye dönelim… Değişik yerlerde himmet organizasyonları yapmak suretiyle, yurt içinde ve yurt dışındaki muhtaçlara yardım etmeli.

Malı mülkü zalimlerce gasp edilen, mağduriyetler sarmalında eziyet çeken ve zulümden kaçıp cebrî hicret yollarına düşen insanlara mutlaka maddî manevî yardım edilmeli!..

Hazreti Musa demişti ki: فَفَرَرْتُ مِنْكُمْ لَمَّا خِفْتُكُمْ “Sizinle beraber bulunmaktan korkup kaçtım.”(Şuarâ, 26/21) “Kaçtım sizden!..”Zindanlara girip bazıları ölüyor, kimsenin haberi yok; dövüle dövüle ölüyor. Bazıları işkenceye maruz kalıyor. Bazıları günlerce hücrede kalıyor. Bazılarına namaz kılma, abdest alma imkânı bile verilmiyor. Kafalar karıştırılmaya çalışılıyor. Ve aynı zamanda itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor o insanlar. Dolayısıyla onlar da فَفَرَرْتُ مِنْكُمْ لَمَّا خِفْتُكُمْSizin şerrinizden korktuk, kaçtık!” diyor gidiyorlar. Ama her şeylerini arkada bırakıyorlar.

Malına el konmuş, malı gasp edilmiş; tagallüp, tahakküm, tasallut, temellük, gırtlakta. Dün bir arkadaş, kendisine “Malınıza ne oldu?” deyince, hislerine hâkim olamadı, hıçkıra hıçkıra ağladı. Alın teriyle kazanmış… O müesseseler de alın teri ile yapılmış. Yememiş, içmemişler; yedirmiş, giydirmişler. Aynı zamanda o müesseseleri meydana getirmişler. Saf, temiz, duru; dıştan gelmemiş, Anadolu’ya sızmamış, öz be öz Anadolu insanının yaptığı müesseseler onlar. Evet, bunlara karşı düşmanlık ilan etmişler, her şeylerine el koymuşlar. Hayatın değişik birimlerinden bir sürü insan, yurt dışına kaçmış. Bunlar, üçü-dördü bir araya gelerek belki, bir evde kalıyorlar.

Burada antrparantez bir şey arz edeyim: Birisi, duygulanarak anlattı. Gittikleri bazı yerlerde, yabancılar gelip diyorlar ki: “Benim falan yerde bir evim var, yaz günleri (mi, hilaf olmasın), oturuyordum; orada oturabilirsiniz, kira vermenize de gerek yok. Bir mali sıkıntınız varsa, onu da ben karşılayabilirim!” Bir yabancı… Bir yabancı kadar bile merhamet, şefkat, mürüvvet, insanlık duygusu taşımayan kimselerden ne beklenir, bilmiyorum!..

O mağdur insanlar mevzuunda -bence- seferber olmak lazım. Tıpkı Ensâr-ı kirâm efendilerimizin, Muhâcirîn-i fihâm efendilerimize bağırlarını açıp onları bağ ve bahçelerine ortak yaptıkları gibi, bu mülahazayı geliştirmek, böyle organizasyonlara gitmek lazım. Hemen, birden bire arzu ettiğiniz ölçüde, büyük çapta bir şey olmayabilir. İlk planda, bulduğunuz üç-dört tane samimi insana, hislerinizi ifade edersiniz; mazlumiyeti, mağduriyeti anlatırsınız. Onlar ne yapıyorlarsa, onu yaparlar. O himmet de öyle başladı. Evvela beş-on tane insanla başladı; sonra kocaman bir Anadolu insanı, şimdi sağa-sola sürgüne gönderilen, içeriye atılan o insanların hepsi, binlerce insan, o himmet seferberliğinde yarışa girdiler. Orada müsabakaya girdiler âdeta; “Ben de vereyim, ben de vereyim, ben de vereyim!..

Civanmert Anadolu insanı alın teriyle dünyanın yüz yetmiş ülkesinde Hizmet müesseseleri yaptı ama şimdi her biri katillerin gördüğü muameleyi görüyor, zalimler tarafından!..

Bu mevzuda da bir şey arz edeyim: Kıtmîr, o ilk dönemlerde -arkadaşlar o meseleyi Kıtmîr’den daha iyi edâ edecekleri güne kadar- o himmet toplantılarının hepsinde bulunmaya çalışıyordum. Şu yarım yamalak ifade tarzımla “Himmet”in ne demek olduğunu, işte o biraz evvel arz ettiğim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in himmet sistemi esasına dayandırarak anlatmaya çalışıyordum. Bir yerde -zannediyorum- böyle tam gönlüme göre bir coşma, bir heyecanlanma olmadı. İlk zamanlardı… İnsanlar bilmiyorlardı.

“Bir yurt yapalım, fakir-fukara çocukları alalım, yedirelim, içirelim, onlara bakalım orada!..” demiştim. Aslında, çocukluğumda kendi kendime söz vermiştim. Çünkü ben, kulübede kalarak derslerime devam ettim. Selçuklu döneminde yapılmış, sonra yıkılıp harabeye dönmüş bir caminin ön tarafında, mihrap girişinde, kendi elimle bir duvar yaparak orada iki arkadaşımla beraber kaldım. Bazen yiyecek bulamadık. Üç gün, dört gün bir ekmek bile bulamadığımı hatırlıyorum. Sonra fırından bir ekmek aldığım zaman, öyle acıkmıştım ki, dershaneye gelinceye kadar ekmeğin yarısını yolda yedim. Talebeliğim böyle sıkıntı içinde geçti.

Hatta o sıkıntı içinde geçen talebeliğimden dolayı, bazı fakirlerin hallerinden şikâyetlerini bir televizyon programında görünce çok şaşırmıştım. Muhabir, evlerine gitmiş, orada bir sofrada oturuyorlar. “Biraz zeytin var, bir tane yumurta var, ekmek var, peynir var, bir de filan… İşte böyle fakirâne yaşıyorlar.” Hiç unutmam, birden bire ağzımdan kaçırdım, Gözünüze, dizinize dursun!” Biz bazen peynir değil, ekmeği bile bulamıyorduk!..

Evet, çocukluğumda kendi kendime, Cenâb-ı Hak bir gün, hangi yollarla imkân verirse, talebeleri bir yerde toplamak suretiyle, hem rahat yatıp-kalkmalarını, hem de bedava yiyip-içmelerini temin edeceğime söz vermiştim. “Cenâb-ı Hak onu nasip etsin!” demiştim. Ve gün geldi, Allah onu nasip etti. Değişik yurtlar yapıldı, pansiyonlar yapıldı, evler açıldı. Anadolu insanı yaptı.

“Şirk”i ve “tevhid”i bilmeyenler, onu (Hizmet’i) bir şahsa mal etmek suretiyle evvela şirke girdiler. Sonra da ona mal etmek suretiyle onun hakkında kendilerini haset çağlayanına saldılar. İki hata yaptılar. Esasen, o kalbleri yumuşatan, “Allah” idi (celle celâluhu). O umum seferberliği temin buyuran, meşîet-i İlahiye idi, Rahmet-i İlahiye idi. O işin önünde şöyle-böyle bir şeyler söyleyen insanlar, şart-ı âdî planında zavallı birer vasıtadan ibaretti. Onlar, bir, bunu bilemediler; çünkü her meselelerini şirke bağlı, esbaba bağlı götürdüklerinden dolayı, orada da onu sebep gibi gördüler. İkincisi de, ona haset ettiler, çekememezliğe düştüler; kâfirin yapmadığını yaptı, küfrün yaptırmadığını yaptırdılar. Kocaman iki tane cinayet!..

Bu mülahaza vardı ve dolayısıyla himmetler öyle dar dairede başladı. İşte o dar dairedeki himmetlerden bir tanesinde, ciddî boşlukları kapatabilecek bir şey olmadığından dolayı, dedim ki “Ben, birkaç tanesinin elini, eteğini öperim; ben de yüz bin lira taahhüt ediyorum!” Bin lira maaş aldığım bir dönemde.. devlet dilencisi.. o parayı benim bulmam mümkün değildi esasen.

Bir dönemde cami penceresinde yatan biri… Onu bile bir kısım zift cerâidi değerlendirirken, “Yok, Hüseyin Efendi ev tutmamış da…” Hüseyin Efendi ev tuttu, bir mahallenin içinde. Fakat geçip giderken, gelirken -Sen iffetten anlamazsın ki, a be bohem!..- taife-i nisânın bakması karşısında rahatsız olduğundan dolayı, o Allah’ın kulu, caminin penceresinde halvetî hayat yaşamayı tercih etti. Ve orada belki yüz tane kitap okudu. Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsirini de orada gözden geçirdi ve o tefsirden bulduğu her şeyi, cami kürsüsünden halka ifade etmeye çalıştı. Zavallı, sen anlamazsın ki bunu; çünkü hakiki Müslümanlıktan haberin yok senin! “Yok, Hüseyin Efendi…” Hüseyin Efendi, gül gibi bir ev buldu ama o zavallı, cami penceresini tercih etti. Sonra da tahta kulübede yaşadı, altı sene tahta kulübede yaşadı. Minnet etmemek için, dünyaya hırs göstermemek için. İsteseydi her şey olurdu, onun için de!..

Böyle bir insanın yüz bin lira taahhüt etmesi?!. Nasıl ödeyecek ki? Hiç unutmam, geniş imkânları olan birisi, bir sabah kahvaltısına çağırmıştı, belki evine de bir kere gittim ben onun. O sabah kahvaltısına niye gittim, bilemiyorum? Bir arkadaşla beraber kahvaltıya gittik. Dedi ki: “Hocam, o gün orada siz böyle bir şey taahhüt ettiniz. Ben de sizi biliyorum, bir dikili taşınız yok sizin. Bunu elin-âlemin elini-eteğini öpmek suretiyle temin etmek mümkün değil. Müsaade buyurursanız, o taahhüt ettiğiniz şeyi, bütünüyle ben ödeyeyim!”

Anadolu insanı, bu civanmertlikte idi ve bu civanmertlik üzerinde esasen dünyanın yüz yetmiş küsur ülkesinde okullar açtı, eğitim faaliyetleri gerçekleştirdi. Türkiye’de, yüzlerce okul açtı, üniversiteye hazırlık kursu açtı, evler açtı… Fakir, fukaraya baktı, Allah’ın izni ve inayetiyle. Şimdi onlar, canilerin gördüğü muameleyi, katillerin gördüğü muameleyi görüyorlar, zalimler tarafından.

Binlerce günahsız insana gadreden, doğum yapacak masum kadını bile hapse atan ve emzikli yavruyu annesinden ayıran insafsız zalimler, benzerine az rastlanır zulümleri yapıyorlar

Evet, himmet, belki böyle dar dairede başlayacak; fakat dar dairede olsun, dünyanın değişik yerlerinde, her yerde, ilk himmet edecek insanlar, on bin lira himmet etsinler. O her şeyini Türkiye’de kaptırmış, gasp ettirmiş insanların imdadına koşsunlar!..

“Duygulanan bir bayan” diyeyim; yerini, konumunu, kurbetini de söylemeyeyim. Kalkarken, kardeşinin alın teriyle kazandığı bütün müesseselerine el konduğunu anlatırken, gayet duygulanarak ayağa kalktı, gitmeye teşebbüs etti. Giderken “Talan ettiler, kardeşimin malını-mülkünü…” diye ağladı. Her ağlayan da beni ağlatmıştır. Talan ettiler, alın teriyle kazandıklarını… Kendine göre kurs açmış, kendi imkânlarıyla…

Biliyorsunuz, iş yapan, ticaretle mal kazanan insanların mallarına bile el koydular. Yemin ederim ben; vallahi, billahi, tallahi, gâvurlar böyle yapmadılar. Kadını içeriye atmadılar.. doğum halindeki bir kadını içeriye atmadılar.. onu yeni doğmuş çocuğundan ayrı tutmadılar… Barbaros Frederic’ler bunu yapmadı, Philip’ler bunu yapmadı, Arslan yürekli Richard’lar bunu yapmadı… Gavurun yapmadığı yapılıyor!..

Ve tabii kaçan kaçana… Zalimin işini kolaylaştırmak, Allah’a karşı saygısızlıktır. Zalimin, gaddarın, hattârın işini kolaylaştırmak, Allah’a karşı saygısızlıktır. Hazreti Musa, Firavun’un işini kolaylaştırmadı. Efendimiz, Ebu Cehil’in, Utbe’nin işini kolaylaştırmadı; hicret buyurdu, azm-i râh etti, Sevr sultanlığına sığındı, Medine-i Münevvere’yi teşrif etti, şereflendirdi, Yesrib’i Medine yaptı… Diğer bütün enbiyâ-i izâm, evliyâ-i fihâm, zâlimlerin şerrinden, fâcirlerin fücurundan, fâsıkların fıskından, hâsidlerin hasedinden dolayı oldukları yerden uzaklaştılarsa şayet, gidip özür dilemediler. Onların işlerini kolaylaştırmadılar. Çünkü o, bir vebaldir; yardım sayılır onlara.

Dolayısıyla, onların yardımını elinin tersiyle iten, onlardan bir şey beklemeyen, el-etek öpmeyen o fedakâr insanlara, fedakârlık yapıp -el etek öpme pahasına- destek olmak, müminler için bir vecibedir. Bizim için bir vecibe… Her yerde, hele küçük dairede bir başlayın. Biraz evvel bahsettiğim bir Hıristiyan gibi, bir Musevî gibi kimseler bile gelecek, diyeceklerdir ki, “Benim imkânlarım var, ben de size şu kadar yardım edebilirim!” يَا لَهُ مِنْ إِنْصَافٍ Bir buna bakın, bir de ona bakın! Ona bakın!..

Evet, bir gün gelecek, Allah’ın izni ve inayetiyle, “Zâlimlere dedirtecek kudret-i Mevlâ / “Tallahi lakad âsereke’llahu aleynâ.”Dedirtecek fakat o güne kadar, “mazlum”un, “mağdur”un, “mehcûr”un, “ma’zûl”ün, “mahrum”un, “mescûn”un, “mustantak”ın, “muzdarr”ın yanında bulunmak, Allah maiyyeti adına atılmış bir adımdır. Allah’a yakın olmayı düşünüyorsanız, maiyetten hissedar olmayı düşünüyorsanız, o muhtaç insanlara el uzatacaksınız..

Keşke, benim bir-iki tane evim olsaydı!.. Dünyada bir kulübemin olmasını bile hiç düşünmedim. Ben sadece, kabrimin beni sıkmamasını düşündüm, berzahımın kararmamasını düşündüm. Fakat şimdi diyorum ki, “Keşke bir-iki tane alsaydım, şimdi satsaydım!” Ama zannediyorum Türkiye’de olsaydı onlara da el koyarlardı, değil mi? Tüh… İyi ki almamışım. Evet ama dünyanın başka bir yerinde alsaydım, iki tane evim olsaydı böyle, bir milyonluk, iki milyonluk bir şeyim olsaydı, beş-on insanın hiç olmazsa bir seneliğini taahhüt etseydim; o mazlumları, o mağdurları, o “Acaba ne yiyecek, ne içeceğiz?” diyen insanları sevindirseydim; Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna, mahcup olmadan çıkardım.

Fakat hiçbir şeyim yok, yapacak bir şeyim yok. Teliften gelen şeylerim var; burada kaldığım yerlerin kirasını vermeye çalışıyorum. O müesseselere de el koydular, kitaplara da el koydular. Gasp adına umumî ilan-ı harp yaptıklarından dolayı, adeta “Hiçbir şey dışarıda kalmasın!” deyip umuma karşı bir ilan-ı harp ettiler. “Kimin nesi varsa, hepsine el koymak lazım!..” “En-Nuru’l-halid”e (Sonsuz Nur’a) da el koyuyorlar. Hâlbuki -ülkenin adını söylemeyeceğim, gider oradakilerin kafalarını da karıştırırlar- üniversitede ders kitabı olarak okutuluyor o kitap; “İrşad Ekseni” de ders kitabı olarak okutuluyor. Fakat (Türkiye’de) o kitaplar müsadere ediliyor. O mübarek millet, kafasını yitirdiği dönemleri yaşıyor, bazıları itibariyle. İdraksiz insanlar… O idraksizlere karşı, bütün idrak aktivitemizi canlı tutarak, Allah’ın izniyle, düşmüşün elinden tutup kaldırmamız, açı doyurmamız, ağlayanın ağlamasını dindirmemiz, kapılarına kilit vurulanların kilitlerine anahtar bulmamız ve hüzün içinde inleyen insanları sevindirmemiz, bizim için birer vecibedir. Cenâb-ı Hak, bihakkın bu vecibeyi yerine getirmeye bizleri muvaffak eylesin!..

Bize bugün Ensâr-Muhâcir kardeşliği sergilemek düşüyor; inşaallah, Allah’ın vaz’ ettiği vüdd gelecekte inkişaf edecek ve Hizmet tam bir “dünya meselesi” haline gelecek

Bizim çektiğimiz şeyler, önemli değil ama bu dönemde çektiğimiz şeyleri, gâvurlardan görmedik, hiçbir dönemde. Çekilen şeyler… Fakat olsun..

“Cihâna geldiğim günden beri pek çok cefâ gördüm.
Ezildim bâr-ı gam altında bin türlü ezâ gördüm.
Değil bigânelerden, âşinâlardan belâ gördüm.
Vücudum âlem-i sıhhatte bîmâre dönmüştür.”

Aklını peynirle yemiş insanlar; eziyet etmek, işkencede bulunmak suretiyle, insanları kendi çizgilerine çekeceklerini zannediyorlar. Allah’a inanan, Rasûlullah’a inanan (sallallâhu aleyhi ve sellem) gerçek mü’min; iz’an mü’mini, yakîn mü’mini, ilme’l-yakîn mü’mini, ayne’l-yakîn mü’mini, hakka’l-yakîn mü’mini, tevekkül-i tâm mü’mini, teslim-i tâm mü’mini, tefviz-i tâm mü’mini, sika-i tâm mü’mini, o türlü şeylere katiyen tenezzül etmez. Acından ölse bile, el-etek öpmez. El-etek öpecekse şayet, لِتَكُونَ كَلِمَةُ اللهِ هِيَ الْعُلْيَاAllah’ın nâm-ı celil-i sübhanîsinin bayrak gibi dalgalanması için..” öper. Onun için yapar; mü’min kardeşlerine yardım etmek için yapar.

Öyle yardım etmeli ki, bir gün o mü’min kardeşler kapınıza gelse, tıpkı muhacirîn-i kiram efendilerimizin Ensâr-ı fihâm efendilerimize dedikleri gibi demeliler. (Birileri “ekremîn”, diğerleri de “efhamîn”.) “Biz artık şöyle-böyle geçimimizi temin edecek duruma geldik; müsaade buyurursanız, o bağ ve bahçedeki durumdan elimizi-eteğimizi çekmek istiyoruz ve bundan böyle o imkânlardan istifade etmek istemiyoruz. Kendimize birer kulübecik yaptık; sizin hânelerinizde kalmayı da düşünmüyoruz artık!” Gelip dediler muhâcirîn-i kirâm efendilerimiz. Ensâr, ağlayarak Rasûlullah’a geldiler, “Yâ Rasûlallah! Muhâcir kardeşlerimiz böyle bir şey diyor; onlar yurtlarını yuvalarını terk ettiler. Ebu Cehiller, Utbeler, Şeybeler –كَمَا كَانَ الْيَوْمَ، كَمَا كَانَ اَلْيَوْمَ (Bugün de olduğu gibi.. bugün de olduğu gibi.)– onların her şeylerini gasp etmişlerdi. Tagallüpte, tahakkümde, tasallutta, temellükte bulunmuşlardı. Haramîlik etmişlerdi. Biz onlara bağrımızı açtık. Ve bu mevzuda onlara destek olmayı, Cenâb-ı Hakk’ın kurbetine vesile olacak mülahazasıyla yapıyorduk. Evlerimizin şerefi olmuştu. Bağ ve bahçelerimizin şerefi olmuştu. Müsaade buyurursanız, bu kardeşlik devam etsin!..

Ensâr, böyle davranıyordu; Muhâcir de o istiğna ruhuyla, o îsâr ruhuyla, mutlaka artık alın teriyle kazanmak istiyordu. Onlar ticaretten anlıyorlardı. Bir-iki sene içinde, Kaynuka, Kureyza, Nadır çarşı ve pazarında âdeta ticareti ele geçirdiler. Ve çokları, Hazreti Osman efendimiz gibi, Abdurrahman İbn Avf gibi, hamallıkla işe başladılar. Medine-i Münevvere’nin en zengini haline geldiler. Fakat o servet de bir yönüyle, beş yüz deveyi birden, gözünü kırpmadan verecek kadar, bir sehâvet (cömertlik) anlayışına bağlı idi; elinin tersiyle “Al götür, umurumda değil” diyecek kadar… Dolayısıyla onlar ayrılmak istiyordu ama öbürlerinin de onlara bakma şerefinden mahrumiyete tahammülleri yoktu.

Böyle bir mülahaza ve böyle bir anlayış ile… Zalimler tarafından gadre uğrayan, mazlumiyet ve mağduriyet yaşayan kardeşlerimize yardım etmeliyiz. İmkanı varsa, ceketimizi satarak, onun parasıyla onlara bakmayı, insanlığın gereği, İslamiyet’in gereği, îsâr ruhunun gereği, kendimiz için yaşamamanın gereği, yaşatma mülahazasıyla yaşamanın gereği, “ba’su ba’de’l-mevt erleri” olmanın gereği, adanmışlık ruhunun gereği bilmeliyiz!..

Evet, o iyiliğimizi devam ettirmeye bakalım, Allah’ın izni ve inayetiyle. Bir gün gelecek, o muhâcirîn-i kirâm zatların yardıma ihtiyaçları kalmayacak. Birileri iradî hicret yapmış, hizmet ediyorlar; onlar hakkında da celpnameler çıkarılıyor. Birileri de cebrî, ızdırarî hicret yapıyorlar. Biri ızdırârînin sevabını kazanır; öyle muhacir, onun sevabı kazanır; diğeri de iradînin sevabını kazanır.

Hicret etmeyen, dinsizden imansızdan işkence görmeyen, hemen her şeyi beylik-paşalık içinde bulunan, hazıra konan, -efendim, ne derler, “miras-kondu”- miras-kondu derbeder ruhlar, bunu anlamaz ki!.. Miras-kondu derbeder ruhlar… Dininden, inancından, mefkûresinden ötürü bir tokat yememiş, iki gün zindan görmemiş, tecritte yatmamış, keyfin ağaları, sarayın ağaları, derbeder ruhlar, bunu bilmezler ki!.. Bunu bilenler, bilirler; çekenler, bilirler!..

Evet, bir gün o muhâcirler gelip diyecekler: “Yapmayın bunu!” Hizmet edenler, himmet organizasyonlarında bulunan insanlar da diyecekler ki, “Hayır bizi böyle bir güzellikten mahrum etmeyin, devam edelim!” Muhâcirîn-i kirâm ve Ensâr-ı fihâm efendilerimiz gibi hareket edecekler. Ve Allah’ın izni ve inayetiyle, kapılar açılıp Cenâb-ı Hak yeniden yollar oluşturduğunda, bu dünya meselesi, dünya hadisesi bugün dünyaya sesini duyurduğu gibi devam edecek. Bugüne kadar Allah’ın belli ölçüde vaz’ ettiği vüdd, inkişaf ederek devam edecek. Ve mesele bütün dünya tarafından bilinen tam bir “dünya meselesi” haline gelecek. Vesselam.

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Manevî Ortaklık ve İlâhî Mukabele

Allah hakkında hüsnüzannın iki kanadı

Eltâf-ı İlahiye meltemleri öyle farklı eser ki!.. Bir de bakarsınız, kupkuru çöller, yarık yarık olmuş zemin, kuvve-i inbâtiyesini kaybetmiş toprak, karbondioksitsiz ağaçlar, birden bire bahar neşvesiyle, baharın Sabâ edasındaki makamıyla canlanır; bir haşr ü neşr olur. Haşir Risalesi’nde ve Âyetü’l-Kübrâ’da da bu bahardaki dirilişin öbür taraftaki ba’s-ü ba’de’l-mevte bir örnek teşkil ettiği üzerinde ısrarla duruluyor.

Allah’ın gücü, her şeye yeter; O, hiç umulmadık anda baharlar halk eder. Etrafı kar-kış bastırmış, her taraf buz bağlamış; kayan kayana, tekleyen tekleyene, düşen düşene… Fakat bir de bakarsınız ki, bir nevbahar, tatlı bir meltem esintisiyle her tarafı sarmış; o sizin “kar, buz” dediğiniz şeyler -aysbergler ölçüsünde bile olsa- bir bir eriyor, çağlayanlara dönüşüyor, sonra denizlere doğru akmaya başlıyor.

Şimdiye kadar çend defa olmuş bu türlü şeyler. Bir kere olmuş ise, her zaman da olabilir. Olanlar, olacak şeylerin en inandırıcı referansıdır. Bir kuraklık dönemde Allah (celle celâluhu) size, hususiyle sizin önünüzdeki Pişdârınıza, -Makamı Cennet olsun.- Çağın Sözcüsü’ne kupkuru çöllerde bir bahar havasını estirtmedi mi?!. Sonra sizler, sizin arkadaşlarınız, daha büyükleriniz, dünyanın dört bir yanına açılarak her tarafa tohumlar saçmadınız mı? O tohumlar, çoğu yerde başağa yürümedi mi? Dikilen fideler, selviye dönüşmedi mi? Bundan sonra niye aynı şeyler olmasın ki?!.

Onun için ye’se kapılmak, O’na karşı saygısızlığın ifadesi olur. Ümitsizlik, Allah’ın güç ve kuvveti mevzuunda tereddüt yaşamanın -esasen- hırıltılarıdır. وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ “Şey” kelimesi, “küll”e izafetle, tamlayan-tamlanan terkibi içinde “her fert” demektir; hiçbir fert yoktur ki, Allah’ın ona gücü yetmiş olmasın! Her ferde… Böyle buyuruyor Kur’an-ı Kerim’de, hem de kaç yerde, “tasrif” esasıyla/esprisiyle. “Buna doğru inanın!” diyor, “Buna bel bağlayın, itimâd edin! Kendinize güvenmeden daha ziyade, Allah’ın her şeyi yapacağına güvenin, itimâd edin!..”

“Hakk’ın olıcak işler / Boştur gam u teşvişler / Ol, istediğini işler / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler..” “Hak, tecelli eyleyince, her işi âsân eder / Halk eder esbâbını, bir lahzada ihsan eder.” Bildiğiniz şeyler bunlar… “Hak tecellî eyleyince, her işi âsân (kolay) eder. / Halk eder esbâbını, bir lahzada ihsan eder.” Bunlar, sizin bildiğiniz şeyler; ben, tekrar ediyor. Tekrarım tasdî’e (baş ağrıtmaya) vesile oluyorsa, sizden özür dilerim, Allah’tan da af dileğinde bulunurum.

“Dört bir yan kararsa da biz, ışık peşindeyiz / Ellerimizde meşale, Çin’de-Maçin’deyiz.” İ’lâ-i kelimetullah olsun!.. Allah, dünyanın dört bir yanında bilinsin, sevilsin, sayılsın!.. Hazreti Rasûl-i Zîşân’ın nâm-ı celili, bayrak dalgalanması gibi hemen her zirvede, her kulenin başında, her minarede, her ağaçta dalgalansın. مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ hakikati dalgalansın..

Allah tarafından sevilmek istemez misiniz?

Siz, bu mevzuda himmetinizi ona bağlarsanız, Cenâb-ı Hak, öyle mukabelede bulunur ki!.. حَبِّبُوا اللهَ إِلَى عِبَادِهِ يُحْبِبْكُمُ اللهُ “Sevdirin Allah’ı kullarına ki, sevsin Allah da sizi!” Allah tarafından sevilmek istemez misiniz? “Mukabele” bu. Sizin sevginiz bazen aşk u heyecan halinde, bazen sizi ızdıraba sevk edecek şekilde, Leylâ’nın Mecnun’u sevk ettiği, Şirin’in Ferhat’ı sevk ettiği, Azra’nın Vâmık’ı sevk ettiği gibi olabilir; bazen bir zaaf haline dönebilir. Fakat Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Sahîhadaki bu türlü ifadelerin hep “mukabele” sözcüğü ile ele alınması lazım. Sizin sevginize, O, sevgiyle mukabelede bulunur.

O (celle celâluhu), nasıl bir iltifatta bulunur? Siz, bir verirsiniz, bazen on alırsınız, yirmi alırsınız. O sevginin karşılığı… Mesela “Ben, sizden hoşnudum!” demesi, öyle bir karşılıktır ki, iliklerinize kadar bunu bir zevk halinde duyarsınız, bayılırsınız: “Yahu bundan daha zevkli bir şey yokmuş!” dersiniz. Öyle bir meltem esintisiyle eser, ruhlarınızı öyle sarar ki, bayılır, kendinizden geçersiniz. Size “Bir dünya vardı arkada, bırakıp geldiniz; bağı vardı, bahçesi vardı -bu Pennsylvania gibi- evleri vardı, tertemiz havası vardı!” filan dense, “Yahu var mıydı böyle bir şey!” filan dersiniz. Unutursunuz geçmişte olan bütün güzellikleri; hepsi silinir gider gözünüzün önünden. Bir de O’nun kâinattaki bütün güzelliklere tecellî olarak serptiği, saçtığı, serpiştirdiği o güzelliklerin de ötesinde Cemâlini, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanıyla, Dolunay’ı ufukta gördüğünüz/müşahede ettiğiniz gibi gördüğünüz zaman bayılıp kendinizden geçeceksiniz: “Meğer dünya buymuş; biz, boş dünyalar arkasından koşturup durmuşuz! “Me-ğer dün-ya buy-muş; biz, boş dün-ya-lar ar-ka-sın-dan koş-tu-rup dur-mu-şuz!”

Siz, boş dünyalar arkasından koşturup durmadınız. İşiniz, ticaretiniz var ise şayet, meşrû dairede kazancınıza kimse bir şey diyemez. Hazreti Osman efendimiz de meşrû dairede kazanmış, çok zengin olmuştu. Ama öyle ki, her zaman onlar, ayaklarının altında idi. “Bunların hepsini ver!” dendiği zaman da “Allah Allah! Şimdiye kadar niye istemediniz bunları!” falan… Abdurrahman İbn Avf, Allah’ın imkân vermesi ile, hamallıkla işe başlayıp Medine’nin zenginlerinden biri haline gelmişti. Aşere-i Mübeşşere’den, Mekke-i Mükerreme’den giden muhacirlerden idi; sizin çoğunuz gibi muhacir idi o da. Ama Allah Rasûlü’nün bir beyanı karşısında (sallallâhu aleyhi ve sellem), Cennet’e girerken arkadan girme mevzuundaki bir ikazı karşısında, hemen elinde-avucunda ne var ise, hepsini saçıverdi. O, burada onları saçıverdi; onlar birer tohum gibi toprağın bağrına düştüler.

Kur’an-ı Kerim buyuruyor: مَثَلُ الَّذِينَ يُنْفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ فِي سَبِيلِ اللهِ كَمَثَلِ حَبَّةٍ أَنْبَتَتْ سَبْعَ سَنَابِلَ فِي كُلِّ سُنْبُلَةٍ مِئَةُ حَبَّةٍ وَاللهُ يُضَاعِفُ لِمَنْ يَشَاءُ وَاللهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ “Mallarını Allah yolunda infak edenlerin hali, yedi başak bitiren ve her başakta yüz dane bulunan bir tohum gibidir. Allah, kime dilerse ona kat kat verir. Allah, (rahmet ve lütfuyla her varlığı) kucaklayan, (merhametiyle kullarına) genişlik gösterendir; (kullarının halini) hakkıyla bilendir.” (Bakara, 2/261) Bir tohum attınız, yedi tane başak oldu. فِي كُلِّ سُنْبُلَةٍ مِئَةُ حَبَّةٍ Her başakta da yüz dâne var. Şimdi bir dâne, yedi yüz oldu mu? Allah’ın lütfu… Cenâb-ı Hak, kesretten kinaye söylüyor bunu; bir milyon da verebilir Allah (celle celâluhu).

Sizin ortaya koyacağınız şeyler, Kıtmîr gibi minnacık varlıkların ortaya koyacağı şeyler, kendi boyları ile, kendi idrakleri ile mebsûten mütenâsiptir. Fakat Zât-ı Ulûhiyet, her şeyi muhittir, her şeyi ile; ilmi ile, iradesi ile, kudreti ile, re’feti ile, şefkati ile, utûfeti ile, Rahmâniyeti ile, Rahîmiyeti ile, Hannâniyeti ile, Mennâniyeti ile… Dolayısıyla siz, bir tohum atarsınız, O (celle celâluhu), milyonlarca ile “mukabele”de bulunur. Ama öyle şeyler ile mukabelede bulunur ki, her biri ile bir kere daha başınız döner, bir kere daha başınız döner. Her başınız dönüşünde, sermest olursunuz, kendinizden geçersiniz sarhoş gibi. Size biraz evvel bahsettiğim gibi, oradaki o ebedî güzellikleri gördüğünüz zaman, “Güzellik denilen şey, işte bu. Biz, duyduk, tattık, mest olduk, sermest olduk, kendimizden geçtik!”

İnsanın kıymeti

İnsan onu istemeli; kendi kıymetinin altındaki şeylere talip olmamalı. Alvar İmamı diyor ki:

Dilber-i gülberg isterem, ruhları ahmer olmalı,
Fâtih-i Hayber isterem, yanında Kanber olmalı.
Sahn-ı sînesi nûr ola, cîm-i cemâli hûr ola
Güneş gibi fehûr ola, öylece dilber isterim!..

Öyle bir şey istemeli ki, insanın yaradılış keyfiyetine, donanımındaki mükemmeliyete, “ahsen-i takvîm”e uygun düşsün!

Şimdi bir adam düşünün; böyle, padişah gibi bir adam, devlet başkanı gibi bir adam. Gitmiş, çöp kutularından çöp topluyor, “Bunlardan ben bir şey yapacağım” diye. Ne kadar uygunsuz bir iş!.. Çünkü onun o kâmet-i bâlâsı ile onları telif etmek mümkün değildir. Kendine hakaret ediyor o, demektir; kendisine karşı saygısızlık yapıyor demektir. Bence ona düşen şey nedir? Sarraflar çarşısına gitmek, var ise imkânı, orada altın üzerine gümüş, gümüş üzerine altın almak, bilezik almak, küpe almak, gerdanlık almak… Alacak ise ve câiz ise bunlar, ayrı mesele… Dolayısıyla kâmet-i kıymetine uygun şeylere talip olmak lazımdır.

İnsan, neye talip ise, bu, aynı zamanda onun kâmet-i kıymetini aksettirir. Talebin kıymeti, tâlibin kıymetinin remzi, işareti, beyanı, ifadesidir. Neye talip olmuş iseniz, aynı zamanda kendi kıymetinizi, kâmet-i bâlânızı ortaya koymuş olursunuz. “İnsan” öyle bir varlık ki, Allah sevgisinden, Rasûlullah sevgisinden başka bir şeye dilbeste olduğu zaman, kendisine saygısızlık yapmış olur.

Bakın, siz kendinize bakın!.. Nerenize itiraz ediyorsunuz? “Şurası şöyle değil de, burası böyle olsaydı?!” filan… Bir kulak-burun-boğaz uzmanına bir sorun… Bunları riyazî bir düşünce ile size anlatsın. Bu “burun” dediğiniz şeyin, bu “geniz” dediğiniz şeyin, bakın şu fonksiyonları var, şu fonksiyonları var, şu fonksiyonları var… İhtimal hesaplarına göre bunun bu mükemmeliyeti trilyonda bir ihtimal. Kulağı alsanız, öyle; gözü alsanız, öyle; ağzı alsanız, öyle… Sonra sizin bakıp görmenizde, o görme ile münasebet içinde olan şeyler; tadıp duymada, tattığınız şeyler ile ağzınız arasındaki münasebetler… Bütün bunlar o kadar yerli yerindedir ki, ihtimal hesapları ile bunlar trilyonlar ile, katrilyonlar ile bir ihtimal. Bu güzellikte sizi yaratmış, böyle mükemmel; hiçbir kusur göremezsiniz kendinizde. Bundan daha mükemmel olamaz…

Bundan daha mükemmeli olmadığından dolayı, o, Cenâb-ı Hakk’ın lütfettiği o donanımı, maddî anatomisinin yanında o manevî anatomisini inkişaf ettirdiğinde, yani hayvaniyetten çıktığında, cismâniyeti bıraktığında, kalb ve ruhun derece-i hayatına yükseldiğinde, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm gibi (sallallâhu aleyhi ve sellem) Cebrail’e dedirtecek ki: “Yürü! Top senin, çevkan senindir bu gece! Bir adım daha atsam, yanarım ben!” Bir anneden doğma, aynen sizin gibi bir damla sudan meydana gelme, İnsanlığın İftihar Tablosu. Fakat o kâmete göre durumunu değerlendirdiğinden, talep edeceği şeyleri çok iyi belirlediğinden, talip olacağı şeyleri çok iyi tayin ettiğinden dolayı, Cibrîl-i Emin’in önüne geçiyor; bütün peygamberân-ı ızâmın da önüne geçiyor.

Demek ki Allah (celle celâluhu) sizi öyle olma donanımında yaratmış; donanımın hakkını vermek lazım. Evet, siz çöp kutularından çöp ayıklayacak mahiyette değilsiniz. Altınlar ile, gümüşler ile, zümrütler ile, zebercetler ile, yakutlar ile oynayacak, onları peyleyecek, aynı zamanda onları alacak mahiyette yaratılmış varlıklarsınız. O da nedir? Gönlünüzü Allah’a kaptırmak, O’na “dilbeste” olmak. Bu da bir taraftan negatif olarak nefs-i emmâreye uymamaya ve aynı zamanda Zât-ı Ulûhiyete karşı ubudiyete yaraşır bir tavır ortaya koymaya vabestedir.

“Bu küçük insan, o büyük insanın bir fihristesi ve hülâsasıdır”

Biraz evvel bahsettiğim gibi, insan anatomisi, “maddî anatomi” ile -onun yanında- “manevî anatomi”den ibarettir. Bunu tabipler kullanmıyorlar ama insanın manevî anatomisi, onun kalbi, ruhu, vicdanı, hissi, ihsasları, şuuru, idraki, içyapısıdır. Bu o kadar mükemmel ki!.. Evet, eğer insan bu mükemmeliyete göre kendi kadrini/kıymetini biliyorsa, bağışlayın, çöp kutularını takip etmez, takip edeceği şeyleri takip eder; dolayısıyla gönlünü kaptıracağına kaptırır, Zât-ı Ulûhiyete kaptırır.

O’nu (celle celâluhu) sevmek için o kadar çok sebep var ki!.. Ben sadece kısaca ve âciz ifadem ile insan anatomisinden bahsettim. İnsan, kâinatın bir fihristi… Enfüste, bu fihristte, siz, kendinizi doğru okursanız, bu kâinatı da okuyabilirsiniz. Bu kâinat kitabı da esasen sizin inkişaf etmiş haliniz; adeta o inkişaf etmiş bir insan. Hazreti Pîr, öyle ifade ediyor: Kâinat, büyük bir insan; insan da küçük bir kâinattır. “İnsan küçük bir âlem olduğu gibi, âlem dahi büyük bir insandır. Bu küçük insan, o büyük insanın bir fihristesi ve hülâsasıdır. İnsanda bulunan numunelerin büyük asılları, insan-ı ekberde bizzarure bulunacaktır.”

Enfüste isabetli bir tefekkür, tedebbür, tezekkür ortaya koyduğunuz zaman, kâinat kitabını mütalaa etmede hata etmezsiniz. Onun satırları, sayfaları, paragrafları arasında gezerken, ayrıca başınız döner. Ağaçtan ağaca koşarsınız, öpersiniz onları; “Bu da O’nun kaleminden çıkmış!” dersiniz. Kapanır, yerlerde başakları öpersiniz; sarılırsınız onlara, “Bu da O’ndan!” dersiniz. Karıncalara sarılırsınız, termitlere sarılırsınız: “Bunların hepsi ilim programına göre, O’nun Kalem-i Kader ve Kudret’inden çıkmış şeyler!” dersiniz.

O’nu sevdiren o kadar çok şey var ki!.. Bütün bunlar sıralanınca, doğru okununca bunlar, onların size verdiği ses doğru duyulunca ve mesele şeytanî şerarelere kaptırılmayınca, O’nu daha derinden seveceksiniz. Çok sağlam gelen şeyleri kalibrasyonlara tâbi tutarak, o sinyallerin içine şerarelerin girmemesine dikkat ettikçe, Allah’ın izni-inayetiyle, Allah’ı seveceksiniz. Dolasıyla O’nu (celle celâluhu) size tanıtan Zâtı (sallallâhu aleyhi ve sellem) da seveceksiniz.

Peygamber Efendimiz’den öğrendiğimiz bir duada da demiyor muyuz? اَللَّهُمَّ حَبِّبْ إِلَيْنَا الْإِيمَانَ وَزَيِّنْهُ فِي قُلُوبِنَا، وَكَرِّهْ إِلَيْنَا الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ، وَاجْعَلْنَا مِنَ الرَّاشِدِينَ “Allah’ım! İmanı bize sevdir, onunla kalblerimizi tezyin et; küfrü, fıskı ve isyanı bize çirkin göster. Bizleri rüşde ermişlerden eyle!” Kur’an-ı Kerim’den me’hûz (alınmış), Efendimiz’in duası bu. Sahabe-i kiramın kâmet-i bâlâlarını anlatırken buyuruyor: وَاعْلَمُوا أَنَّ فِيكُمْ رَسُولَ اللهِ لَوْ يُطِيعُكُمْ فِي كَثِيرٍ مِنَ الأَمْرِ لَعَنِتُّمْ وَلَكِنَّ اللهَ حَبَّبَ إِلَيْكُمُ اْلإِيمَانَ وَزَيَّنَهُ فِي قُلُوبِكُمْ وَكَرَّهَ إِلَيْكُمُ الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ أُولَئِكَ هُمُ الرَّاشِدُونَ “Hem bilin ki, şüphesiz aranızda Allah’ın Rasûlü vardır. Eğer (o), birçok işte size uyacak olsaydı, gerçekten sıkıntıya düşerdiniz; fakat Allah, size imanı sevdirmiş ve onu kalblerinizde süslemiştir. Küfrü, fıskı ve isyanı ise size (kalblerinize) çirkin göstermiştir. İşte onlar, gerçekten doğru yolda olanlardır!” (Hucurât 49/7) O kâmet-i bâlâları böyle anlatıyor ayet-i kerime. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) o ilahî beyandan bir dua istihraç ediyor.

Zannediyorum bu ayeti okuduğunuz zaman, sizin vicdanlarınız da “Yahu bu böyle olduğuna göre, benim de öyle demem lazım: Allah’ım! İmanı sevdir bana!” duygusuyla dolar. اَللَّهُمَّ حَبِّبْ إِلَيْنَا الْإِيمَانَ وَزَيِّنْهُ فِي قُلُوبِنَا “Allah’ım! Kalblerimizde onu bir süsle, bir püsle ki, başımız dönsün ona baktığımız zaman. İmanın derinliklerinin bize ifade ettiği şeyler, analize ettiği şeyler karşısında başımız dönsün!..” O “iman” sayesinde, o “marifet” sayesinde, o “muhabbet” sayesinde, o “zevk-i ruhânî” sayesinde öyle şeyler önünüze saçılacak ki, o sergiye baktığınız zaman, o meşhere baktığınız zaman, başınız dönecek. اَللَّهُمَّ حَبِّبْ إِلَيْنَا الْإِيمَانَ وَزَيِّنْهُ فِي قُلُوبِنَا Tersi bunun: وَكَرِّهْ إِلَيْنَا الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ Bunlar, onları öldürücü virüs; bunlar güve… Küfrü bize kerih göster, ona karşı içimize tiksinti ver, küfre götüren şeylere karşı tiksinti hasıl olsun içimizde!.. وَكَرِّهْ إِلَيْنَا الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ “Küfrü, fıskı ve isyanı bize çirkin göster.”

Esasen Allah’ın, bizim için takdir buyurduğu çerçevenin dışına çıkmaya “fısk” deniyor. Allah, bizi ahsen-i takvîme mazhar yaptığına göre, esasen, çerçeve bellidir. Bu çerçevenin dışına çıktığınız zaman, konumunuzun altına düşmüş olursunuz ki, buna “fısk” denir. Evlere giren yılanlar, çıyanlar, fareler ve sairelere, kendileri için mahdut olan deliklerin dışına çıktıklarından ve sınırlarını aştıklarından dolayı “fevâsiku’l-büyût” (فَوَاسِقُ الْبُيُوتِ) deniyor. Evden, deliklerden çıkan fâsıklar… Evet, kendisi için takdir edilen şirazenin dışına çıkana “fâsık”, çıkmaya da “füsûk” deniyor. “Allah’ım! Onu da bize çirkin göster!” وَكَرِّهْ إِلَيْنَا الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ

“İsyan”, Allah’a başkaldırma; her türlü münkerât, her türlü günah, yalan, iftira, tezvir, başkasının ayağının altını kazma, başkasına karşı içinde kin, nefret tutma, hased ile kötülük yapma, küfrün yaptırtmayacağı şeyleri yapma, hafizanallah. وَالْعِصْيَانَ “Bunları bize kerih göster Allah’ım!” وَاجْعَلْنَا مِنَ الرَّاشِدِينَ “Bizi rüşde ermişlerden eyle!..”

“Rüşd” kelimesini, insanın elinin sağını solundan ayırması, elinin sağını solunu birbirinden tefrik etmesi hali şeklinde ifade ederler. Elinin önünü-arkasını biliyor artık; neyin ne olduğunu biliyor; güzeli, çirkini birbirinden tefrik edebilecek duruma geliyor. Ortaya değişik şeyler konduğunda, neyin hangi mahiyette olduğunu biliyor. İşte bizi onlardan eyle!.. İyiyi-kötüyü birbirinden tefrik etme… Bunu Usûliddin ulemasının diliyle ifade edecek olursanız, “Hüsn-i aklî ile bizi serfirâz kıl! Kubh-i aklîden bizleri fersah fersah uzak kıl!” demek oluyor.

Evet, insan, kaptırılması gerekli olan Zât’a (celle celâluhu) gönlünü kaptırırsa, zannediyorum O’nun dışında her şeye sırtını döner, her şeyi ayaklarının altına alır; raks etmek doğru bir şey değildir fakat onun üzerinde raks eder. Bu bir yönüyle fazilet sayılır; dünyevî arzuların üzerinde raks etmek…

“Ey kalbleri halden hale koyan Rabbimiz, kalblerimizi ibadet ü tâatine yönlendir!”

“İhlaslı kimse, sâlih amel işleyen ve insanların kendisini övmesinden hoşlanmayan, övülmeyi sövülme gibi gören insandır.” Hazreti İsa’ya ait bir sözdür, bu. Hazreti Pîr, o yolda olanlardan birisidir; onları takip eden bir muhlistir. “Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum.” diyor. “İyilik yaptın, güzelliklere vesile oldun, “mazhar”sın!.” mülahazasına karşı,  “Hayır mazhar değil memersin!” diyor. bir sözde. Esas o güzellikler O’na ait. Sen güneşe açık durduğun zaman, ondan gelen şualar sana aksediyor, dolayısıyla ona ait. Hele kendi karanlık tüneline gir bakalım, güneşin o ışınları kalıyor mu senin üzerinde?!. Kendi için diyor: “Sen ey riyakâr nefsim! ‘Dine hizmet ettim!’ diye gururlanma.اِنَّ اللّهَ لَيُؤَيِّدُ هذَا الدِّينَ بِالرَّجُلِ الْفَاجِرِ ‘Allah, bazen, bu dini, fâcir bir adamın eliyle de te’yîd buyurur.’ sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o racül-i fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubudiyetini, geçen nimetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve fariza-i hilkat ve netice-i sanat bil, ucb ve riyadan kurtul!.” diyor Çağın Sözcüsü, büyük insan.

Zannediyorum, manevî mertebeleri itibarıyla yukarıya doğru çıktıkça, büyüklerde daha derin bir nefisle yüzleşme görülüyor. Râşid Halifeler de aynı ruh haletinde ve kendileriyle yüzleşmede idiler. (Çağlayan Dergisi’nde “kendiyle yüzleşme” mevzuu ile alakalı neşredilen seri yazıları) mütalaa ettiniz ise, yukarıya çıktıkça bu hissin daha da ağırlaştığını görmüşsünüzdür. O kadar ağırlaşır ki, insan, onun altında ezilir âdetâ, o duygunun altında ezilir.

Onun için İnsanlığın İftihar Tablosu, Âişe validemizin dikkatini çekecek şekilde -bugün yine tekerrür etti- şöyle dua ederdi: يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دِينِكَ “Ey kalbleri evirip çeviren Allahım! Benim kalbimi dininde sabitleyip perçinle!” يَا مُصَرِّفَ الْقُلُوبِ صَرِّفْ قُلُوبَنَا إِلَى طَاعَتِكَ “Ey kalbleri halden hale koyan Rabbim, kalblerimizi ibadet ü tâatine yönlendir!” “Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Kalbimi dinde sâbit kıl!” diyor İnsanlığın İftihar Tablosu; yüzü suyu hürmetine varlığın yaratıldığı İnsan diyor bunu. O’nun hakkında bu türlü şeyleri mülahaza, O’na karşı saygısızlık olur. Fakat O, Allah’a karşı edebinin/saygısının gereği olarak bunu diyor. Bir de o meselenin önemini vurguluyor. Bir de arkadakilerine bu mevzuda ders veriyor, “Böyle deyin!” diyor: يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دِينِكَ “Ey kalbleri evirip-çeviren Allah’ım! Kalbimi, dinde sâbit kıl!”

Bu duayı çok tekrar etmesi üzerine, Âişe validemiz, o hayretli sorusunu sorunca, Efendimiz buyuruyor ki: اَلْقَلْبُ بَيْنَ إِصْبَعَيْنِ مِنْ أَصَابِعِ الرَّحْمَنِ، يُقَلِّبُ كَيْفَ يَشَاءُ “Kalb, Cenâb-ı Hakk’ın iki parmağı arasındadır.”Bunlar, “müteşâbih” ifadeler. Orada da ifade ettiğim gibi, sizde el ne fonksiyon edâ ediyorsa, göz ne fonksiyon edâ ediyorsa, kulak ne fonksiyon edâ ediyorsa, ağız ne fonksiyon edâ ediyorsa… Zât-ı Ulûhiyet’te -bî-kemm u keyf münezzehiyeti, mukaddesiyeti çerçevesinde- o türlü fonksiyonları edâ eden bir kısım “Evsâf-ı Âliye-i İlahîye-i Münezzehe-i Mukaddese”, “Sıfât-ı Sübhâniye-i Münezzehe-i Mukaddese”… Meseleye öyle bakmak lâzım. Sizdeki dar dairede, gölgede o fonksiyonu edâ eden ne ise şayet, asılda (asaleten), o meseleyi edâ edecek, ifade edecek şeyler demektir.

Onun için, اَلْقَلْبُ بَيْنَ إِصْبَعَيْنِ مِنْ أَصَابِعِ الرَّحْمَنِ، يُقَلِّبُ كَيْفَ يَشَاءُ “Kalb, O’nun iki parmağı arasında; istediği tarafa evirir, çevirir.” Öyle ise bir kere daha يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ، ثَبِّتْ قُلُوبَنَا عَلَى دِينِكَ Ey kalbleri evirip-çeviren Allah’ım! Beni, kardeşlerimi, dostlarımızı, taraftarlarımızı, sempatizanlarımızı, dünyanın dört bir yanında hâzır olanları, gelecekte olanları, işe müstaid olanları, mütemayil bulunanları, sempati duyanları… Bütününün kalblerini imanda sâbit kıl! Bütününün yüzlerini amel-i sâlihe müteveccih kıl!

Uhrevî amellerde ortaklık

Evet, “Ekseriyetin hâlisâne duası, ferec-i umumîyi cezbeder.” diyor Hazret. Zannediyorum herkes meselenin korosunu oluşturarak, bu şekilde seslenirse, Allah (celle celâluhu) o duayı kabul buyurur. Âdetâ başbaşa vermiş kubbe taşları gibi birbirimize destek oluruz. Ne olur o zaman?!. “İştirâk-i a’mâl-i uhreviye” diyor; bu tabiri bir başkasında görmedim, Çağın Sözcüsü söylüyor bunu. Demek ki reçete bu çağa göre olduğundan, Çağın Sözcüsü’ne, Allah, onu söylettiriyor; reçete, bu çağa göre. Diyor ki, “iştirâk-i a’mâl-i uhreviye” (uhrevî amellerde iştirak).

Mesela, Kur’an-ı Kerim’i her gün hatmetmek istiyorum, baştan sona kadar. Ebu Hanife, bilmiyorum her zaman yapıyor muydu; bazen iki rekâtta Kur’an-ı Kerim’i hatmediyordu. Ne insanlar yetişmiş!.. Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ı izleyerek ne insanlar yetişmiş!.. Şâfiî’yi alsanız, onu da o kefeye koysanız, “Allah Allah! Yahu bunlar ne kadar birbirine benziyor? Bu, o mu? O, bu mu?!” dersiniz. İmam Mâlik’i alsanız, Ahmed İbn Hanbel’i alsanız, Yahya İbn Maîn’i alsanız, Buharî’yi alsanız, Müslim’i alsanız, Ebu Davud es-Sicistânî’yi alsanız, Nesâî’yi alsanız; “Allah Allah! Ne kadar da birbirlerine benziyorlar; Allah, hepsini birbirine benzer yaratmış!” dersiniz. Manevî anatomileri itibarıyla, ruh enginlikleri itibarıyla, iç derinlikleri itibarıyla, kalbî ve ruhî hayat itibarıyla zirveleşmeleri açısından, birbirlerine o kadar benziyorlar bunlar.

Evet, diyor ki bir yerde: “Nasıl sadaka belayı defeder…” -Be-la-yı def e-der.- “Aynen öyle de ekseriyetin hâlisâne duası, ferec-i umumîyi cezbeder.”Ee bu meselenin reçetesi bu ise, bize düşen şey, o reçeteyi kullanmaktır: Hâlisâne, bir ferec-i umumîyi, bir kurtuluşa erişi, bir fevzi, bir necâtı Allah’tan istemek.

Şimdi Kur’an-ı Kerim’i hatmetmek istiyoruz. “Ah keşke imkânım olsa da onu bir akşamda, bir gecede bir bitiriversem!” Bast-ı zaman ile olabilir. Benim, sözüne inandığım birisi, “Önümde saat duruyordu.” demişti “O zamanlar, eskiden kıldığım namazların -herhalde öyle yapıyormuş- hepsini kaza ediyordum. O gün de kırk rekât kılmaya niyet ettim. Saat de önümde duruyordu. Ben kırk rekâtı bitirdim; saate baktım, beş dakika geçmiş!” Bast-ı zaman… Hani aklımız almaz bu türlü şeyleri ama zaman da, mekân da bunlar izafî şeylerdir. O “dar”ın içine Allah öyle bir vüs’at (genişlik) verir ki, başınız döner orada. Yahu şimdi böyle bir Sultan’a dilbeste olmayacaksınız da ne yapacaksınız?!.

Şimdi bunu yapamıyorsun, tek başına yapamıyorsun. “O zaman, arkadaş, bir cüz sen oku, bir cüz de ben okuyayım, bir cüz de falan okusun. Bir cüz Ali okusun.. bir cüz Veli okusun.. bir cüz deli okusun.. bir cüz Ebu Bekir okusun.. bir cüz Ömer okusun.. bir cüz Osman okusun.. bir cüz Ali okusun.. bir cüz Hasan okusun.. bir cüz Hüseyin okusun…” Böylece siz, bir günde Kur’an-ı Kerim’i hatmettiniz. O otuz cüz Kur’an-ı Kerim’i tek başına hepiniz okumuş gibi sevap alırsınız. İştirâk-ı a’mâl-i uhreviye, bu demek.

Mesela, hani Kur’an, derecesinde bir şey değil; onun derecesinde bir şey olamaz, çünkü o, Kelâm-ı İlahî. Ama ondan tereşşuh eden şeyler var. Tâ Efendimiz’den alın Râşid Halifelere, onlardan alın da o büyük Velilelere, Abdal’a, Evtâd’a, Aktâb’a, Gavs’lara, tasarrufları vefat ettikten sonra dahi geçen Şâh-ı Geylânîlere, Ebu’l-Hasan el-Harakânîlere, Akîl Menbicîlere, Şeyhü’l-Harrânîlere, bazılarına göre, Maruf el-Kerhîlere, Kıtmir’in idraksizliğine verin, Hazreti Sâhib-i Zîşân’a (Çağın Sözcüsü’ne) kadar… Bunlar, tasarrufları devam eden insanlardır. Bunlar, kaynağından almışlar, Kur’an’a göre filtre etmişler o meseleleri. Söyleyecekleri şeyleri Kur’an çizgisinde söylemişler. Şâh-ı Geylânî, öyle söylemiş; Muhammed Bahâuddin Nakşibendi hazretleri, öyle söylemiş. İşte Evrâd-ı Kudsiye-i Şâh-ı Nakşibendiye’ye bakın! Hazreti Şâh-ı Geylânî’ninkini bir kitap halinde neşretmişlerdi; el-Kulûbu’d-Dâria’da sadece birkaç tanesi var. Bütün virdleri, parmak kalınlığında bir kitap halindedir. Ebu Hasan Şâzilî hazretlerine bakın, İmam Zeynülâbidîn hazretlerine bakın, İsmail Halvetî hazretlerine bakın, Mustafa Bekrî es-Sıddîkî hazretlerine bakın… Bunlar esasen, Kur’an-ı Kerim ile meseleyi filtre ederek almışlar: “Aman ona ters bir şey olmasın! Aman, Efendimiz’in bu mevzuda ortaya koyduğu temel disiplinlere aykırı bir şey olmasın!” O’na göre Allah’a diyecekleri şeyleri demişler. Kelimeleri seçerken, Kur’an’a göre, Kur’an’ın referansına göre o kelimeleri seçmişler. Hiç kimse, Efendimiz’in dediği gibi diyemez ki! Dolasıyla ona göre seçmişler, ona göre virdler meydana getirmişler.

“Yakaran Gönüller”in dua halkalarından hiç ayrılmamalı

Onun için, aslın bir gölgesi, Mecmûatü’l-Ahzâb… Gümüşhanevî hazretlerinden Allah ebeden razı olsun, üç cilt halinde yapmış onu. Sonra Pîr-i Mugân, Şem’-i tâbân, Ziyâ-ı himmet, o üç cildi on beş günde bir hatmediyor. Aklım almıyor, bast-ı zaman… Adam, onca risale yazıyor… Yüz otuz küsur parça risale yazıyor ve aynı zamanda on beş günde bir de o üç cilt kitabı okuyor! Sonra onu tashih ediyor, çok yerlerini tashih ediyor. Sonra sizin arkadaşlarınız yeni bir tashih ile bazı virdleri/duaları/hizbleri alıyorlar; “inleyen, sızlayan, ney sesi veren, kalbleri inleten” manasına “el-Kulûbu’d-Dâria” adıyla bir dua mecmuası meydana getiriyorlar.

Bunu niye dedim, bunları niye söyledim? Bu gevezeliğin arkasındaki kafiye şu: Bu kitabı baştan sona kadar hepimizin bir günde okuması mümkün değil. Çünkü yedi yüz küsur sayfa. Yirmi dört saat okusanız, bitmez bu. Çünkü çok defa deniyorsunuz, on sayfayı okuyunca, yarım saat, kırk dakika geçiyor. Her kelimeyi düşünerek okursanız, bir saat ister; her kelimeyi düşünerek, tam; Allah karşısında duruyor olma hissiyle, “ihsan” şuuruyla okuyacak olursanız, bir saat. Ondan sonra hesap edin kaç saatte… Ama bu meselenin bir kolay yolu var; işte, iştirâk-i a’mâl-i uhrevîye. On sayfa Ali, on sayfa Veli, on sayfa deli, on sayfa bilmem kim, on sayfa kim, on sayfa kim… Böylece o kocaman kitap, bölüştürülmüş oluyor. Ve her gün bitiyor o kitap, her gün insanın evrâd u ezkâr defterine, o kitapta olan her şey akıyor, şakır şakır akıyor, Nil gibi.

Böyle kazanım yolları varken, ne diye kendimizi belli bir darlığın mahkumu haline getireceğiz?!. Mekânın darlığına, zamanın darlığına, kendi darlığımıza mahkûm etmeyelim!.. Ruhun enginliğine göre, bir üveyik gibi kanat açalım, sonra enginlere açılmaya bakalım. Daha engine, daha engine, daha engine açılmaya bakalım, Allah’ın izni-inayeti ile.

O zaman o kadar evrâd ü ezkâr ile Cenâb-ı Hakk’a içten tazarru ve niyazda bulununca, bir yönüyle her arkadaşımızın yürüdüğü yolda kaymaması adına yollara tuz serpmiş oluruz. Günümüzde yollar çok buzlu. Buna karşı arkadaşlarımızın ağız birliği yaparak, duayı koro haline getirmesi lazım. Ee bu işi, bu senfoniyi idare eden zatlar, gelmiş-geçmiş. İsterseniz önünüzde belli bir makamda onu söylüyor gibi onları düşünebilirsiniz. Hazreti Bediüzzaman’ın okuyuşuna bakıp Sabâ mı dedi, Uşşak mı dedi, Rast mı dedi, Hüzzâm mı dedi, Segâh mı dedi, Hicaz mı dedi, ona göre meseleyi koro haline getirerek, Cenâb-ı Hakk’a öyle sunabilirsiniz. Bu, arkadaşlarımızla beraber yürüdüğümüz o müşterek güzergâha -Allah’ın izni-inayetiyle- tuz serpme gibi bir şey… Ne tuzu? Tuz, yine kaymaya sebebiyet verebilir. Buzun buzluğunu kırabilecek ne ise şayet… Buzu buzluktan çıkarabilecek şeyler neler ise şayet… Zincir mi takıyorsunuz ayaklarınıza, bastığınız her yerde sâbit-kadem mi oluyorsunuz… Biraz evvelki mülahazaya bağlayabilirsiniz: يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ، ثَبِّتْ قُلُوبَنَا عَلَى دِينِكَ Allah’ın izni-inayetiyle…

Şimdi böyle “iştirâk-i a’mâl-i uhrevîye” düsturuyla “bir”leri “bin”ler yapma, “milyon”lar yapma, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinden beklenen şey, Hannâniyetinden beklenen şey, Mennâniyetinden beklenen şey, vüs’at-i rahmetinden beklenen şey, Rahîmiyetinden beklenen şeydir. Bekliyoruz. Başımız, O’nun Rahmâniyet ve Rahîmiyetinin eşiğinde, inliyoruz. Elimiz, O’nun kapısının tokmağında; o tokmağa yüreğimizin sızlaması ile dokunuyoruz; yürek sızlaması ile dokunuyoruz veya “ihsan şuuru” ile dokunuyoruz..

Allah’ın izni-inayetiyle, bu gelip-geçici fırtınalar, bir bir dinecek. Şimdi başlarda olan ayaklar, bir bir yere/zemine inecek. Işıklar gelecek, zulmetleri delecek, Allah’ın izni-inayetiyle. “Ufukta ışık cümbüşü / Hırıl hırıla zulmetler / Ve her tarafta gürül gürül nurlar.”Allah, o günleri gösterecek!..

Dua ile noktalayalım: يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ بِرَحْمَتِكَ نَسْتَغِيثُ، أَصْلِحْ لَنَا شَأْنَنَا، وَلاَ تَكِلْنَا إِلَى أَنْفُسِنَا طَرَفَةَ عَيْنٍ، وَلاَ أَقَلَّ مِنْ ذَلِكَ، وَلاَ إِلَى أَحَدٍ مِنْ خَلْقِكَ Ey Hayy u Kayyûm olan Allah! بِرَحْمَتِكَ نَسْتَغِيثُ Sen’in rahmetinden dileniyoruz dileneceğimiz şeyleri. El açıyor, başımızı kapının eşiğine koyuyor, ne istiyorsak Sen’den istiyoruz. وَلاَ تَكِلْنَا إِلَى أَنْفُسِنَا طَرَفَةَ عَيْنٍ Göz açıp kapayıncaya kadar, bizi, bizimle/nefsimizle başbaşa bırakma. Hatta göz açıp-kapamadan daha az bir zaman içinde bizi nefsimizle başbaşa bırakma!.. Ve zayıf bir rivayette, “Hiç kimseyle de başbaşa bırakma!” Hiç kimseyle başbaşa bırakma!..

Allah, zalimlerin hakkından gelsin!.. Siz mazlumları da inayetiyle, keremiyle, lütfuyla serfirâz kılsın!.. طُوبَى لِمَنْ عَرَفَ حَدَّهُ، وَلَمْ يَتَجَاوَزْ طَوْرَهُ “Ne mutlu haddini bilene ve haddini tecâvüz etmeyene!..”

Marifet mertebeleri ve nurlu bir an

Fethullah Gülen: Bamteli: Marifet mertebeleri ve nurlu bir an

Çay faslından Hakikat Damlaları: Şühûd, vücûd ve sahabe mesleği

  • İrfan yolculuğu için yakînsizlik, taklid, nazarî bilgi, ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn duraklarından bahsedilebilir. Bu yolculuk, bir manada, Hazreti Pîr’in “Hayvâniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir.” diyerek tembihte bulunduğu hedefe ulaştıran bir seyahattir. (00:36)
  • Hazreti Üstad’ın şu sözü kalb ile kafa izdivacı açısından da çok enfestir: “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.” (01:57)
  • Bir insan, istidadı ölçüsünde ilme’l-yakîn merdiveninde yükselir; ilme’l-yakînin de belki yüz basamağı vardır. Bu basamakların hepsini aşabilirse, ilme’l-yakînden ayne’l-yakîne, ondan da eğer dünyada mümkün ise, hakka’l-yakîne geçerek marifetini derinleştirebilir. Hak dostları dünyadayken hakka’l-yakîne ulaşılıp ulaşılamayacağı konusunda farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Bu cümleden olarak, İmam Rabbânî hazretleri Mektubât’ında önce bu hayatta hakka’l-yakîne ermenin mümkün olmadığını söylemişse de daha sonraki dönemlerde, ihtimal seyr ü sülûkunun ileri seviyelerinde, dünyada da hakka’l-yakîne erişilebileceğini ifade etmiştir. (03:53)
  • Merhum Mehmet Akif “Durmayalım” şiirinde der ki:

    Yazık ki yolda böyle düşen uyku derdine,
    Hep yolcular gider de kalır kendi kendine!

    Evet, yol yorgunluğuna ve uyku derdine asla düşmemek lazım. (04:50)
  • İlâhî esrara âşina olanlar, kendi ruh aynalarının kabiliyeti nisbetinde varlığı temâşâ ederken kâh İmam Rabbânî hazretleri gibi “şühûd”dan bahsederler, kâh Muhyiddin İbn-i Arabî hazretleri gibi “vücûd” mülahazalarını seslendirirler. Herkesin bir kemâlât arşı vardır ve herkes istidadı ölçüsünde zirvelere yükselir. “Herkesin istidadına vâbestedir âsar-ı feyzi / Ebr-i nisandan sadef dürdâne, ef’î semm kapar.” (Anonim) Herkes vicdanının enginliği ve inkişafı ölçüsünde esrâr-ı ilahiyeyi farklı şekilde duyar ve zevk eder. İmam Rabbânî hazretleri “Ben vücud rasathanesini çok gerilerde bıraktım, geçtim onu!” der. Bir başkası ise, “Ben o şühûd mertebesini de çok gerilerde bıraktım, geçtim; asıl meslek sahabe mesleği ve Kur’an mesleğidir” diyebilir. (07:50)
  • Bir yönüyle “ihsan” anlayışına dayanan “vahdet-i şühûd”, her şeyi bir görme hâlidir ki, İmam-ı Rabbânî’yle başlı başına bir ekol hâline getirilen bu mülâhaza, sahabî telâkkisine vahdet-i vücûddan daha yakındır; fakat, yine de bir sekir ve gaybet hâli ve vecd ü istiğrak meâlli olması açısından, onun temkin-i etemm ve yakaza-i tâmme mesleği kabul edilen sahabî mülâhazasıyla tam bir mutabakat içinde olduğu söylenemez. (10:08)
  • Vahdet-i vücûd ve vahdet-i şühûd, seyr u sülûk-i ruhânîde, mârifet ufku itibarıyla belli seviyeye ulaşmış, bazı mizaç ve meşreplerin mazhar oldukları hâl açısından duyup zevk ettikleri, sezip değerlendirdikleri hususî bir kısım imtisas ve ihsas ürünüdürler; bu açıdan da bu iki yol sübjektif olan ve bağlayıcılığı bulunmayan birer meslek olarak görülmüştür. Objektif ve bağlayıcı olan yol ise, temkin-i etemm ve yakaza-i tâmme mesleği kabul edilen sahabe mesleğidir. (11:55)

Soru: 1) “Ne şühûd ne de vücûd; asıl meslek, sahabe yolu ve Kur’an mesleğidir” mülahazası İmam Rabbânî ve Muhyiddin İbn-i Arabî hazretleri gibi büyükleri tahfif manasına gelir mi? Ayrıca, günümüzün şartları düşünüldüğünde, zikredilen marifet mertebelerini birer birer aşmak ve hep ihsan şuuruyla yaşamak için bu çağın insanları nasıl bir yol takip etmelidirler? (15:00)

  • Şühûd ve vücûd diyen Hak dostları da belki hayatlarının sonuna doğru ya da seyr ü sülûk-i ruhanîlerinin ileri mertebelerinde sahabe yoluna ulaşmışlardır. (15:35)
  • Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) din-i mübîn-i İslâm’ı bize emanet ederken,

    فَعَلَيْكُمْ بِسُنَّتيِ وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ، عَضُّوا عَلَيْهَا بالنَّوَاجِذِ
    “Siz, Benim ve doğru yolda olan Raşid Halifelerin yolunu yol edinin. Bu yolu, azı dişlerinizle tutar gibi sımsıkı tutun.” (Ebû Davud, Sünnet 5)

    buyurmuştur. Hadis-i şerifteki “Azı dişleriyle tutma” Arapça’da kullanılan bir ifade tarzı, bir idyumdur. Dolayısıyla lafzî mânâdan ziyade Arapların bu sözü söylerken kastettiği mânâyı anlamaya çalışmak gerekir. Bu açıdan bakıldığında “Azı dişlerinizle tutun.” ifadesini “Benim ve Raşid Halifelerin yolunuhiçbir zaman bırakmayacak şekilde âdeta bir kerpetenle tutar gibi sımsıkı tutun.” şeklinde anlayabiliriz. (15:58)
  • Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali (radiyallahu anhüm ecmaîn) efendilerimizin herhangi birini görmezlikten gelmek öyle bir körlüktür ki, “Kim bu dünyada gerçekleri görmede kör ise, âhirette de kördür, hatta yol bulmadaki şaşkınlığı daha da beterdir.” (İsra, 17/72) ilahi beyanında ifade edildiği üzere, bu körlük, sahibine öbür tarafta da körlük yaşatır. (17:08)
  • Seyr u sülûk-i ruhanîde; letâif-i aşere (on lâtife) veya yedi nefis mertebesine bağlı olarak kalbî ve ruhî hayat derecesini elde etme, erbabınca müteâref bir yöntemdir ve çile disiplini dahil bugüne kadar insan-ı kâmil olmanın biricik yolu kabul edilegelmiştir. Ancak, hem seyr-i ruhânî hem de onun içinde önemli bir yer işgal eden çile vasıtasıyla kazanılmış mertebe, derece, mevhibe ve vâridata ulaşmanın başka alternatiflerinin bulunduğu da bir gerçektir. Bu alternatifler arasında, bir mânâda peygamberlik hakikatinin tecellîsi ve sahabî mesleğinin inkişaf ettirilmesi yolu da diyebileceğimiz farklı bir yöntem vardır ki Bediüzzaman Hazretleri’ne göre; “acz, fakr, şefkat, tefekkür, şevk ve şükür” esaslarına bağlı bu yol, daha kestirme, daha selâmetli, daha emin ve mevcut şartlar açısından günümüz insanına daha uygundur. (18:30)
  • Öyle ifritten bir dönemde yaşıyoruz ki, böyle bir zamanda dinî hayatı ekmeliyet ve etemmiyet üzere götürmek zorlardan zor. Bundan dolayıdır ki, Hazreti Üstad bir dönemde “sadık talebelerim” diyerek dua ediyor; fakat daha sonra dua mecmuasından “sâdık” kelimesini sildiğini, çünkü o ağır şartlar altında herkesin sadakate muvaffak olamayabileceğini ifade ediyor. Hareti Pir’in “takva” tarifine getirdiği yumuşatıcı yorum da aynı düşüncenin neticesidir. (19:50)
  • Şartlar ne kadar zor olursa olsun, mü’minler hayatın her alanında bulunmak mecburiyetindedirler; zira, mevcut olmayınca mefkûd avlanamaz. (21:08)
  • Bir kaşıkla o örfâneye iştirak etmeye talip olduk; kazanlarla gidenleri kabul etmenin yanında, bir kaşıkla giden yaramazlara da lütfedebilirler. Hep öyle gördüm. Bazen “tahiyyat”ta Cenâb-ı Hakk’ın selamını “Esselamu aleyke eyyühennebiyyu ve rahmetullahi ve berekatühu” derken, böyle kendimi İnsanlığın İftihar Tablosu’nun arkasında kuyruğunu sallayan bir köpek gibi O’nun ayaklarına süründüğümü tasavvur ediyorum. (24:00)
  • İnsanların ümidini bütün bütün kırmamak ve ikaz ederken bile bir ümit vermeyi de unutmamak lazımdır. Tergîb (teşvik etme, isteklendirme) ve terhîb (sakındırma, uzaklaştırma), tebşîr (müjdeleme, imrendirme) ve tenzîr (uyarma, ikaz etme) Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde ehemmiyetle üzerinde durulan bir terbiye usûlüdür. İnsanlara her zaman sarılabilecekleri bir kulpun bulunduğunu, Allah’ın rahmetinin sonsuzluğunu sürekli hatırlatmak lazımdır. (25:21)

Soru: 2) Kurbet ve maiyyet atmosferindeki zamanın kıymetini ifade sadedinde

لِي مَعَ اللهِ وَقْتٌ يَسَـعُنِي فِيهِ مَلَكٌ مُقَرَّبٌ وَلاَ نَبِيٌّ مُرْسَلٌ

beyanıyla işaret edilen keyfiyet, bir hal ya da bir makam mıdır? Bu keyfiyet, hasâis’ten (Peygamber Efendimize özel) midir, yoksa, başkalarına da müyesser olabilir mi? (27:00)

  • Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz,

    لِي مَعَ اللهِ وَقْتٌ يَسَـعُنِي فِيهِ مَلَكٌ مُقَرَّبٌ وَلاَ نَبِيٌّ مُرْسَلٌ
    “Benim Allah ile öyle bir ânım vardır ki o esnada Bana ne bir mukarreb melek ne de bir nebiyy-i mürsel ulaşamaz.”

    buyuruyor.
  • Bu mübarek sözde bir hâl nazara verilmektedir. Hâl, mutlak irâdenin muradına uygun vakitlerde, ara ara gelen tecellilerdir; bu tecellîlerin yayılma sahası kalb ufku, avlayıp bir kalıba ifrağ eden de his ve şuurdur. Bu itibarla makama, dalgaları dinmiş, istikrara ulaşmış bir pâye nazarıyla bakılmasına karşılık; hâl, yüksek takdirlere bağlı gel-gitlerin ağında, her zuhûr bir evvelkisinden ayrı ve farklı kareler içinde, sürekli belirip-kaybolan ve tıpkı güneşten gelen değişik boy ve renklerdeki dalga paketlerine benzetilebilir. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in bu sözde ifade ettiği de Miraç’taki ve vahiy geldiği zamanki gibi bir haldir. (28:40)
  • Allâme Hamdi Yazır’ın da ifade ettiği gibi; Allah Rasûlü öyle donanımlı bir insandır ki yerde bizim gibi ayakları üzerinde durduğu aynı anda semalar ötesi alemlerle münasebete geçiyor. Sanki O’nun bir ayağı gökler ötesinde diğer ayağı da bizim içimizde. Bir melek-i mukarreb bile böyle bir mazhariyeti haiz değildir. (30:00)
  • İnsan-ı kâmilin beden ve cesedi dahi ruhaniyet televvünlüdür. Bundan dolayıdır ki, Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'ın keramet mebde’li mi’râc hâdisesinde, cesed-i mübarekleri de ruhlarının yedeğinde seyahat-i semaviyede bulunmuştur. İsterseniz siz ona ruhun emriyetinin, cismin halkiyetine galebesi de diyebilirsiniz. Üstad hazretleri, Efendimiz’in ruhuyla beraber mi’râca yükselen mübarek vücudunu “cesed-i necm-i nurânî” tabiri ile ifade etmektedir. “Kâb-ı Kavseyni ev Ednâ” tabiri ise; “iki yay aralığı kadar ya da daha yakın” demektir ki bu tabir; esasında Efendimiz’in Mi’râc münasebetiyle Allah’a yakınlığının derecesini ifade için şerefnüzûl olmuştur. İmkân-vücub arası bir nokta sözcüğüyle ifade edebileceğimiz “ev ednâ”, tamamen Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’a mahsus bir payedir. Demek ki Allah Rasûlü, hiç kimseye müyesser olmayan bir ikrama, hem de bedeniyle, cismaniyetiyle mazhar kılınmış ve bu mucize, başka değil O’nun kulluğuna bir armağan olarak verilmiştir. (31:10)
  • Hasâis: Kelime manasıyla sadece belli şahıs ya da nesnelere özel olan haller, durumlar, özellikler demektir. Istılahta bu tabir, Peygamber Efendimiz için kullanıldığında, O’nda bulunup da başkasında olmayan özellikler manasına gelmektedir. Soruya esas teşkil eden söz ve o sözde bahsedilen hal de kâmil manada sadece Efendimiz’e aittir. Nitekim, İnsanlığın İftihar Tablosu, Miraç’ta öyle bir noktaya ulaşıyor ki, Cibril-i Emin, “Ben bir adım daha atsam yanarım” diyor. Şayet sübühat-ı vech şuaatı, sıfat-ı sübhaniye ve esma-i ilahiyeyi de yakıp kül ediyor ve o noktada Zât-ı Baht’tan başka hiçbir şey kalmıyorsa, Cibril-i Emin’in dahi ona tahammül etmesi mümkün değildir. Fakat işte bu noktada dahi insanlık âlemi olarak İftihar Vesilemiz, İki Cihan Serveri Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslimât) yürüyüp yoluna devam ediyor. (32:35)
  • Kurbet ve maiyyet atmosferinde geçen saniyelerin, hatta anların bereketi zılliyet planında Hak dostlarına ve seviyelerine göre mü’minlere de müyesserdir. Nitekim İmam-ı Rabbânî hazretleri gibi bazı ehl-i hakikat demişler ki: “Bir ân-ı seyyale vücud-u münevver, milyon sene vücud-u ebtere müreccahtır.” Mesela, Allah’a iman ederek bir an yaşamak, O’nu tanımaksızın milyon sene yaşamaktan daha iyidir. Evet, bir ân-ı seyyâle öyle bir ruh hâleti yakalarsınız ki, bütün gönlünüzle “Allah’ım, bir saniyecik Sen’in maiyyetine erme uğrunda bin defa ölürüm!..” dersiniz. Bu öyle bir haldir ki, Allah o küçücük çekirdekten kocaman bir şecere-i Tûbâ yaratır. Öbür tarafa gittiğinizde, o minnacık düşüncenin sizin Cennetinizin çekirdeği olduğunu görürsünüz. İman nuruyla aydınlattığınız o bir anlık zaman diliminde zihninizi dolduran o nurlu düşüncenin, ötede sizin için Cemal’in de, Rıdvân’ın da esası haline geldiğini müşahede edersiniz. (33:35)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Meded yâ Rabbenâ!

Meded yâ Rabbenâ!

Rasûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in çok tekrar ettiği dualardan biri şöyleydi: اَللَّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ عِلمٍ لاَ يَنْفَعُ وَمِنْ قَلبٍ لاَ يَخْشَعُ وَمِنْ نَفْسٍ لاَ تَشْبَعُ وَمِنْ دَعْوَةٍ لاَ يُسْتَجَابُ لَهَا “Allah’ım! Fayda vermeyen ilimden, saygıyla ürpermeyen gönülden, doyma bilmeyen nefisten ve kabul edilmeyen duadan Sana sığınırım.”

“Allah’ım, faydasız ilimden Sana sığınırım!”

Bu istiâze, Sahih-i Müslim’de olduğu gibi, çok hadis kitabında da rivayet edilmektedir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ettiği zaman, vird-i zeban ettiği (dile doladığı) hususlardandır. Onu çokça dillendirmiş, durmuştur.

Bu duanın/istiâzenin ilk maddesi: “Allah’ım, faydasız ilimden Sana sığınırım!” Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle, amele dönüşmeyen ve ameli besleyen bir oksijen, âdetâ bir kuvve-i inbatiye olmayan ilim, kurumaya mahkûmdur; كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ أَسْفَارًا “ (Onların durumları) tıpkı ciltlerle kitap taşıyan merkebe benzer ” (Cuma, 62/5) fehvasınca, sahibinin sırtında, onun belini çatırdatan bir yükten başka bir şey değildir.

Dahası, daha tehlikeli bir yanı vardır onun; kimisi onunla çalımlara girer, gururlara girer, ucublara girer, insanlara tepeden bakmaya çalışır -hafizanallah- ve böylece şeytanî bir yola kendisini salmış olur. Daha doğrusu şeytanî düşüncenin çağlayanına kendisini salmış olur; bir daha da sahil-i selâmete çıkamaz.

Efendimiz, başta böyle tehlikeli bir şeyden Allah’a sığınıyor: اللَّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ عِلْمٍ لَا يَنْفَعُ “Allah’ım, fayda vermeyen ilimden Sana sığınırım.” Hem de “inne-i te’kid” (te’kid ifade eden “inne”) ile, “Mutlaka/şüphesiz, ben ” diyor. أَعُوذُ بِكَ Muzârî kipi, mütekellim-i vahde; “Sana sığınırım her zaman; şimdi, sonra, daha sonra, daha sonra, sürekli Sana sığınırım, Sana dehalet ederim, Senin himayen altına girmek, Senin inâyet seralarının içinde bulunmak isterim!” Öyle anlamak lazım.

Aynı cümlede مِنْ عِلْمٍ لاَ يَنْفَعُ beyanındaki fiil de yine muzârî kipinde gelmiştir. Böyle olması itibarıyla, “Bugün, yarın, öbür gün.. kimseye faydası olmayan.. bir insana Allah’ı anlatmayan.. Peygamber’i sevdirmeyen.. gerçekten “dindar” haline getirmeyen.. bir yönüyle onu hayvaniyetten çıkıp cismâniyeti bırakıp kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselmeye sevk etmeyen faydasız ilim, fayda vermeyen ilim. İşte ondan Sana sığınırım!” manasındadır. Demek ki öyle bir ilimdense, cehalet daha iyi!.. Teologların, tekrar ededurdukları, dile doladıkları ve onunla kendilerini peyledikleri “ilim”. Allah, öyle ilimden, bizleri muhafaza buyursun!..

“Allah’ım, haşyet duymayan, huzurunda bulunuyor olma şuuru içinde saygıyla ürpermeyen bir kalbden Sana sığınırım!”

İkinci olarak; وَمِنْ قَلْبٍ لَا يَخْشَعُ “Aynı zamanda huşûu olmayan kalbden Sana sığınırım!” قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ هُمْ فِي صَلاَتِهِمْ خَاشِعُونَ “Mü’minler, muhakkak kurtuldu ve gerçek mazhariyete ulaştılar. Onlar, namazlarında (Allah’ın huzurunda bulunuyor olmanın şuuruyla) tam bir saygı, tevazu, içtenlik ve teslimiyet içindedirler.” (Mü’minûn, 23/1-2) Bir iç saygı, Allah’a karşı; bir iç derinlikle O’na karşı edepli, saygılı olma; belki bir kalb titreyişi içinde bulunma.

Hadîs-i şerifin ifade buyurduğu gibi, “Kalbde haşyet olsa, o, tavır ve davranışlara da akseder!”Esasen, bunlardan birisi, dışa vurmuş bir şeydir “haşyet”; diğerine gelince, magmalar gibi kalbde fokurdayıp duran bir şeydir, “huşû”. İnsanı rükû şekliyle iki büklüm, asâ gibi iki büklüm hale getiren, “Yetmedi!” deyip başını yerden yere sürdürüp secde ile O’na en yakın ânı yakalamaya sevk eden duygu

Kaldırır başını, “Olmadı!” der; bir kere daha!.. Hata ediyorsa şayet, bir kere daha!.. Sonra “Oldu!” kabulü ile oturur, Cenâb-ı Hakk’a tahiyyâtta bulunur. el-Hüccetü’z-Zehrâ’da anlatıldığı üzere, Cenâb-ı Hakk’a tahiyyâtta bulunur ve sonra Allah’ın tahiyyâtını almış gibi, Efendimiz’e olan o tahiyyâtı almış gibi, kendisi de onu tekrar ederken, kendini muvâcehe önünde görüyormuşçasına Efendimiz’e اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِيُّ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ “Ey Nebî, Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi Sana olsun!” der.

Huşû, bu; böyle bir huşûun olmamasından, derin iç saygının bulunmamasından, fokur fokur iç kaynamasından mahrumiyetten, Allah’ım, ondan da Sana sığınırım!.. O, yukarıya atıf buyurulduğundan dolayı, yine “E’ûzu” ile, yine “innî” te’kidi ile; yani şöyle demek oluyor: اَللَّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ قَلْبٍ لاَ يَخْشَعُ Allah’ım, şüphesiz/tereddütsüz sığınma üzerine sığınma, müzâaf sığınma, mük’ab sığınma, mük’ab der mük’ab sığınma, bütün sığınmalar ile Sana sığınıyorum! Huşûu olmayan, fokur fokur kaynamayan, Senin korkun ile tir tir titremeyen bir gönülden Sana sığınırım!..

“Allah’ım, doyma bilmeyen nefisten Sana sığınırım!”

Diğer bir husus -ki bunların arasındaki telâzuma daha sonra temas ederiz: وَمِنْ نَفْسٍ لَا تَشْبَعُ “Doyma bilmeyen nefisten ” Bu dünya, “dâru’l-lezzet” değil, “dâru’l-ücret” değil, “dâru’l-hizmet”tir. “Tatmaya izin var, doymaya izin yok!”diyor Hazreti Pîr, bu mevzuda.

Hususiyle günümüzde, insanlar yeme-içme mevzuunda ölçüsüz olduklarından dolayı, onun tabiri ile “tenevvü-i et’imeden gelen sun’î iştah” ile başka mahlûklar gibi yiyip-içip yan gelip kulağı üzerine yatmak, bir ahlak-ı sâbite haline gelmiş. Evet, günümüzde öyle yiyip içip yan gelip yatan ekser insanlar, Allah Rasûlü’nün şu hadis-i şerifine tam muhatap: أَخْشَى ما خَشِيْتُ عَلى أُمَّتِى: كِبَرُ الْبَطْنِ، وَمُدَاوَمَةُ النَّوْمِ، والْكَسَلُ وَضَعْفُ الْيَقِينِ “Siz ümmetim hakkında en çok korktuğum şeyler: Karın büyüklüğü (göbek bağlamak), çok uyku, tembellik ve yakîn (iman) azlığıdır.” أَخْشَى مَا خَشِيتُ عَلَيْكُمْ كِبَرُ الْبَطْنِ En çok, en çok korktuğum, haşyet duyduğum şey, karınları hesabına yiyip içip yan gelip yatan insanlar. Sonra, yakîn azlığı Demek ki onu tevlîd ediyor, orada telâzüm var; o, gaflet verdiğinden dolayı, öyle bir dimağda, öyle bir latife-i Rabbâniyede haşyet olması katiyen söz konusu olamaz. Doyma bilmeyen o nefis, yedikçe yer, yedikçe yer, yedikçe ver.

Hâlbuki lezâiz çağırdıkça, insan “Sanki yedim!” demeli; “Sanki yedim!” demeyi âdet edinen, bir mescidi, bir camiyi yemedi. “Sanki Yedim Camii,” öyle yapılmış derler. Hazreti Pîr de bunu devrik cümleler ile ifade ediyor. “Sanki yedim!” diyerek, kocaman bir camiyi yememiş oluyor.

Evet, “Tatmaya izin var, doymaya yok!”Nefse yedirdikçe, “Daha bir! Daha bir!” der, “Hel min mezîd!” der, “Daha yok mu?” der, “Hem min mezîd!” der, “Daha yok mu?” der. Tenevvü-ü et’imeden  gelen, değişik yeme türlerinden gelen bir sun’î iştah ile, doyma bilmeyen bir nefis ile yeme üzerine bir eğilir ki, Allah gözünü doyursun!.. Bu, yukarıdaki o kalb haşyetine mani, o da aynı zamanda nâfi olacak “ilim”e mâni.

Allah Rasûlü, her sahada insan-ı kâmil olduğu gibi, Allah’a teveccüh ve niyaz açısından da O’nun hayatı âdetâ dua ile örgülenmiş mükemmel bir danteladır.

Ve en tehlikelilerden bir tanesi de وَمِنْ دَعْوَةٍ لَا يُسْتَجَابُ لَهَا Bu ifadede “hâ” eki, müennes zamiridir, “davet” kelimesi müennes olduğundan. “Ve aynı zamanda icabet edilmeyen duadan da Sana sığınırım!”

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) çok dua ederdi. O tabiri başkalarının kullandığını bilmiyorum, kullanmam hata ise, Ruh-u Seyyidi’l-Enâm, Kıtmîr’i bağışlasın; O’na bir yönüyle, “Dua Peygamberi” diyebilirsiniz.

Sağ adımını atarken, nasıl dua eder; sol adımını atarken nasıl dua eder; urbalarını giyerken nasıl dua eder? En olumsuz yere, ıtrahatın yapılacağı yere girerken, nasıl dua eder; oradan çıkarken nasıl dua eder? Mescide girerken nasıl dua eder, çıkarken nasıl dua eder? Namaza dururken nasıl dua eder, rükûa gittiği zaman nasıl içini döker? Yüzünü yere sürdüğü zaman, أَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ سَاجِدٌ “Kulun Rabbisine en yakın olduğu an secde hâlidir.” denilen o mükemmel, kabule karîn tabloyu nasıl değerlendirir? Bütün bunlara baktığınız zaman, dersiniz ki, “Bu mübarek Zat’ın, bu mutlak İnsan-ı Kâmil’in hayatı âdetâ dua ile örgülenmiş bir dantela!”

Aslında, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun hayatının hangi yanına baksanız, o yanının galebe çaldığını görürsünüz. Dua yanına bakarsanız, öyle İbadet ü tâat yanına bakarsanız, ayakları şişmeden yatmıyor. Kulluk hukukuna riayete bakınca, bir karıncayı incitmeyecek kadar ince, rakîk, dakîk, şefik bir ruha sahip. Ve evinde bir sürü muallimeyi birbiriyle vuruşturmadan, hepsinin gönlünü alarak, aynı zamanda onları bir arada tutacak kadar yüksek fetânet sahibi. Cephelerde, daima önde; atının zimamından tutup “Az geriye dur!” demeseler, atını mahmuzlayıp, herkesten evvel düşmanın üzerine yürüyecek kadar

Hangi yanıyla alırsanız alınız, mutlaka O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) o mevzuda sebkat etmiş olarak görürsünüz. فِي كُلِّ شَيْءٍ سَابِقٌ Her şeyde ipi göğüsleyen bir müsabaka kahramanı. Vasıf olarak “kahraman” denebilir; enbiya-i ızâma başka şekilde “kahraman” denmez. Ama bir “yarış kahramanı”, bir “fetânet kahramanı”, bir “harp stratejisi kahramanı” diyebilirsiniz. el-Abkariyât yazarı da, “el-Abkariyât” sözü ile O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) dâhiler kategorisi içinde mütalaa eder; ona ait bir yaklaşım;, siz kabul edersiniz-etmezsiniz, ayrı bir mesele.

“Nasıl ki sadaka belayı ref’ eder; ekseriyetin hâlis duası dahi, ferec-i umumîyi cezbeder!”

“Allah’ım! İcabet buyurulmayan duadan da Sana sığınırım!” Dua yaparsın, yaparsın, kabul edilmez!.. Duanın kabulü için Hazreti Pîr’in de gösterdiği hedef ekseriyet tarafından ihlasla yapılmasıdır. O, güzel vecizelerinden bir tanesinde diyor ki:  “Nasıl ki sadaka belayı ref’ eder; ekseriyetin hâlis duası dahi, ferec-i umumîyi cezbeder!”, “celb eder” de diyebilirsiniz.

Allah rızası için verilen sadaka مَثَلُ الَّذِينَ يُنْفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ فِي سَبِيلِ اللهِ كَمَثَلِ حَبَّةٍ أَنْبَتَتْ سَبْعَ سَنَابِلَ فِي كُلِّ سُنْبُلَةٍ مِئَةُ حَبَّةٍ وَاللهُ يُضَاعِفُ لِمَنْ يَشَاءُ وَاللهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ “Mallarını Allah yolunda infak edenlerin hali, yedi başak bitiren ve her başakta yüz dane bulunan bir tohum gibidir. Allah, kime dilerse ona kat kat verir. Allah, (rahmet ve lütfuyla her varlığı) kucaklayan, (merhametiyle kullarına) genişlik gösterendir; (kullarının halini) hakkıyla bilendir.” (Bakara, 2/261) Şayet yoksa verecek bir şey, قَوْلٌ مَعْرُوفٌ وَمَغْفِرَةٌ خَيْرٌ مِنْ صَدَقَةٍ يَتْبَعُهَا أَذًى “Tatlı ve güzel bir söz, bir ayıp örtme ve kusur bağışlama, peşinden gönül incitici hareket gelen bir sadakadan daha hayırlıdır.” (Bakara, 2/263) Tatlı bir söz, yumuşak/güler bir yüz, muhatabınızda inşirah hâsıl edebilecek bir tavır, onun başına kakacağınız iyilikten çok daha hayırlıdır. Bir şey vermediniz/veremediniz, bari güler bir yüzü, tatlı bir tebessümü esirgemeyin!..

Allah (celle celâluhu), sizin hâlis duanız ile ferec-i umumîyi ihsan edebilir. Bakın “hâlisâne” diyor, “ekseriyetin hâlisâne duası ile ”Yani: Allah’ım, bizler, Senin kapının boynu tasmalı köleleriyiz, ayağı prangalı köleleriyiz!.. Sana kulluğumuz, bizim için en büyük şeref; çünkü Sana kulluk sayesinde elli türlü şeye kul olma esaretinden kurtulduk. Servete kul olmadık, alkışa kul olmadık, makama kul olmadık, pâyeye kul olmadık, villaya kul olmadık, filoya kul olmadık, başkalarına baskı yapmaya kul olmadık, takdire kul olmadık, kendimizi dinletmeye kul olmadık; elli türlü şeytanın ayak oyunlarına kul olmadık. Ne suretle kul olmadık? Ey Rabbimiz, Sana kul olduk, elli türlü kulluktan kurtulduk!

Allah’a kul olmak; ihlas, budur. Allah’a kulluğunu sadece O’nun için eda etmek; emredildiği için, Allah’a ibadet ü taat yapmak; “Sadece Senin için!” demek. Sesini yükseltirken, O’nun için yükseltmek, kısarken O’nun için kısmak, konuşurken O’nun için konuşmak: Allah için işlemek, Allah için başlamak, Allah için görüşmek, Allah için konuşmak Çoğaltabilirsiniz: Allah için oturmak, Allah için kalkmak, Allah için yatmak, Allah için uyumak, Allah için kıyam etmek/kemerbeste-i ubudiyet içinde, teheccüd ile, karşısında el-pençe divan durmak; lillâh, livechillâh, lieclillâh, rızası dairesinde hareket etmek.

İhlas, bu; bunun zerresi, batmanlarla hâlis olmayana tereccüh ediyor, üstün geliyor. “Bir zerre ihlaslı amel”, damlayı derya yapıyor. Bir damlacık ihlaslı amel, zerreyi güneş yapıyor, kamer-i münîr haline getiriyor. Bu açıdan da dua ettiğiniz zaman -esas- ihlas ile Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmek lazımdır: “Allah’ım! İsteyen, bizler gibi âcizler, zeliller; veren de, Senin gibi Aziz, Latîf, Fazıl Sahibi, Kerem Sahibi!.. أَكْرَمُ اْلأَكْرَمِينَ، أَشْفَعُ الشَّافِعِينَ، أَشْفَقُ الْمُشْفِقِينَ، أَعْدَلُ الْعَادِلِينَ، أَصْدَقُ الصَّادِقِينَ؛ فَارِجَ الْهَمِّ، كَاشِفَ الْغَمِّ، مُجِيبَ دَعْوَةِ الْمُضْطَرِّينَ إِذَا دَعَوْكَ Sınırsız ikram ve lütufta bulunan mutlak cömert, yegâne şefaat sahibi, şefkatlilerin en şefkatlisi, herkese hakkını eksiksiz veren âdillerden âdil, vaadinde asla hulf etmeyen ve doğruluk bakımından da başka sâdıklarla kıyas edilemeyecek olan, ey tasaları gideren, gam ve kederlerden kurtuluş yolları yaratan, ızdırar içinde kıvranan kullarının dualarına her zaman cevap veren Rabbimiz!”

Bu mülahazalarla O’na (celle celâluhu) teveccüh ederek, içini O’na dökme, duanın kabulü için çok önemli hususlardandır. Böyle kültürel olarak içimize yerleşmiş kelimeleri tekrar etmek demek değildir mesele. Hangi problemler ile karşı karşıya bulunuyorsak, hangi şeyler bizi o esnada çok meşgul ediyorsa, onları gönülden talep etmek esastır. Mesela “Allah korkusu” meşgul ediyorsa zihninizi, Hazreti Pîr’in sabah-akşam, belki üç-beş vakit dualarında, أَجِرْنَا مِنَ النَّارِ، أَجِرْنَا مِنَ النَّارِ، أَجِرْنَا مِنَ النَّارِ “Bizi cehennem ateşinden koru!..” yedi defa dediği gibi ve Cevşen’de üç şekliyle dendiği gibi, اللَّهُمَّ أَجِرْنَا، خَلِّصْنَا، نَجِّنَا مِنَ النَّارِ، مِنَ النَّارِ، مِنَ النَّارِ diyeceksiniz. Ateşten korkuyorsunuz hakikaten.. birden bire magmalar gözünüzün önünde tebellür ediyor.. ve siz, cismâniyetiniz itibarıyla içine atıldığınız zaman, eriyip gidecek varlıklarsınız “Allah’ım! Bizi öyle bir ateşle imtihan etme!” diyorsunuz.

Duygu ve düşünce dünyanızı kuşatan, bir sarmal halini alan böyle bir hadise karşısında yapacağınız duayı ona göre belirleyecek; أَجِرْنَا مِنَ النَّارِ، أَجِرْنَا مِنَ النَّارِ، أَجِرْنَا مِنَ النَّارِ؛ وَأَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ مَعَ اْلأَبْرَارِ، بِفَضْلِكَ، وَبِكَرَمِكَ، وَبِمَنِّكَ، وَبِلُطْفِكَ، وَبِشَفَاعَةِ نَبِيِّكَ مُحَمَّدٍ الْمُخْتَارِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، وَبِشَفَاعَةِ آلِ بَيْتِهِ اْلأَطْهَارِ “Bizi cehennem ateşinden koru! Bizi cehennem ateşinden koru! Bizi cehennem ateşinden koru!.. Ebrâr diye bilinen iyi ve hayırlı kullarınla beraber bizi de Cennet’ine dâhil eyle, fazl, cömertlik, kerem, nimet ve ihsanların neticesinde, seçkinlerden seçkin Peygamber’inin şefaatiyle ve O’nun tertemiz aile fertleri hürmetine.” diyeceksiniz. O esnada hangi duygunun tesirine girmiş iseniz, nasıl bir atmosfer içinde bulunuyorsanız, doğrudan doğruya, kalbiniz mızrap yemiş gibi, o duyguları seslendireceksiniz. Kalbinizin sesi olarak -esasen- dilinizden dökülen kelimeler o hususta olacak. İcabet edilecek duanın şartları, onlar.

“Allah’ın yardımı ne zaman?!.”

İkincisi: Hazreti Pîr’in dediği gibi, dua, duayı kesmediğinden, men etmediğinden dolayı, Cenâb-ı Hak, sürekli duaya teşvik buyuruyor, cebrî duaya sevk ediyor. Şimdi değişik gâile ve belalara maruzsunuz, maruzuz, maruzlar. Herkesin şöyle-böyle bir yakını, tanıdığı birkaç insan, birkaç aile, günümüzde değişik yerlerde mağduriyet yaşamıştır/yaşamaktadır. Himmetini sadece vatan çerçevesinde ele alan insanlar için onlara dua etmek Umum İslam dünyası açısından mesele ele alındığı zaman, her yerde, aynı zamanda endişe ile ürperen sineler vardır, şakır şakır gözyaşı döken gözler vardır; inleyen insanlar vardır dünyanın değişik yerlerinde. Onları da düşünüp daha geniş dairede himmeti âlî tutarak, فِي كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ، وَفِي كُلِّ نَوَاحِي الْحَيَاةِ “Allah’ım! Bütün dünyada, âlemin her tarafında olan mü’min kardeşlerim!..”

Hatta meseleyi daha geniş dairede tutarak, “Allah’ım! Bir fetret dönemi yaşıyoruz. İnsanlar, belki tereddüt içindeler. Bazıları değişik şeylere kayıyorlar, örneğini göremediklerinden dolayı. Bir boşluk dönemi yaşanıyor. İnsanlığın İftihar Tablosu’ndan evvelki gibi (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir boşluk dönemi yaşanıyor. Böyle bir dönemde insanlar, ‘Galiba bir Yaratıcı var!’ falan diyorlarsa şayet, bu bile -Allah bilir- bu bile, onların halâsına vesile olabilir. Çünkü yeryüzünde Müslümanlığı, Kur’an, Sünnet, İcmâ-ı Ümmet, Kıyas-ı Fukahâ çerçevesi içinde, milimi milimine yaşayan bir İslam Dünyası yok! İslam dünyası yok!.. İslam, gurbet yaşıyor. İslam, Müslüman dünyası elinde bir yetim!.. İslamiyet, İslam dünyası elinde bir öksüz, bir sahipsiz, bir sürüm sürüm!.. Değerler üstü değerlere sahip olduğu halde, değişik, dünyevî, kirli maksatlara basamak, vesile yapılan bir unsur haline getirilmiş. Ona saygımdan dolayı “unsur” dedim yoksa başka bir şey haline getirilmiş. İslamiyet, zuhur ettiği günden bugüne, hiçbir zaman, İslam dünyasından bugün maruz kaldığı o tahkire, o tezyife, o horlanmaya maruz kalmamıştır. Kimin eliyle? Kimin diliyle? “Müslümanım!” diyen ve Müslümanlığı, İslamî hayatı, insanî hayata, idarî hayata hâkim kılma iddiasında bulunan körler, sağırlar, kalbsizler, kahrolası derbederler; onlar vasıtasıyla!..

Şimdi dert bu ise şayet, evvela kendi ülkenizden -bakın- yakınlarınızdan başlayacaksınız. Bir hayli insan mağdur, mazlum; inliyorlar. Rüyalarında veya temessülât-ı Nebeviye karşısında: “Yâ Rasûlallah, ne zaman?!.” diyorlar, مَتَى نَصْرُ اللهِ “Allah’ın yardımı ne zaman?” der gibi. Ee bunu daha evvelkiler de demişler: أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذِينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَاءُ وَالضَّرَّاءُ وَزُلْزِلُوا حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللهِ أَلاَ إِنَّ نَصْرَ اللهِ قَرِيبٌ “Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız?!. Evet, onlar öyle ezici mihnetlere, zorluklara düçâr oldular ve öyle şiddetle sarsıldılar ki, Peygamber ve yanındakiler, ‘Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek?’ diyecek hale geldiler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 2/214) Bakara sûre-i celîlesinde anlatıldığı üzere, o kadar sıkıştılar, o kadar derbeder oldular, o kadar ezildiler, o kadar sahipsiz kaldılar, o kadar kendilerini gurbet içinde hissettiler ki, değil sıradan insanlar, nebi bile مَتَى نَصْرُ اللهِ “Allah’ın yardımı ne zaman?” dedi. Ben, peygamberlere saygımın gereği olarak, “Arkasındaki insanların mukavemetlerini, immün sistemlerini nazar-ı itibara alarak dedi.” yorumunda bulunuyorum. Evet, nebi, kendi ufku açısından, “مَتَى نَصْرُ اللهِ Allah’ın yardımı ne zaman? Bunlar, dayanamayacaklar galiba, devrilecekler, sürüm sürüm olacaklar! مَتَى نَصْرُ اللهِ” dedi.

Ey kolu kanadı kırılmış ve yapacak hiçbir şeyi kalmamış çaresizler niyaz ettiği zaman, onların duasına icâbet buyuran ve başlarındaki sıkıntıyı/kötülüğü gideren Rabbimiz; işte bizler de muztarız!..

İşte böyle bütün esbâbın sukut etmesini müteakip nûr-u tevhîd içinde sırr-ı Ehadiyyetin zuhur etmesi sonucu, أَلاَ إِنَّ نَصْرَ اللهِ قَرِيبٌ “İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.”(Bakara, 2/214) buyuruldu. اَللَّهُمَّ نَصْرًا قَرِيبًا، وَفَتْحًا مُبِينًا * اَللَّهُمَّ نَصْرًا قَرِيبًا، وَفَتْحًا مُبِينًا “Allah’ım! Bir nusret-i karîb, yakın zamanda bir nusret Allah’ım! En yakın zamanda engin bir fütuhât; din-i mübîn-i İslam adına ve hafife alamayacağımız tarihî değerlerimizi dünyaya duyurma adına, engin bir fütuhât Allah’ım!..” Bunalmış, sıkılmış, canı gırtlağına gelmiş insanlara o engin rahmetin ile merhamet buyurarak, اَللَّهُمَّ نَصْرًا قَرِيبًا، وَفَتْحًا مُبِينًا فِي أَقْرَبِ أَقْرَبِ أَقْرَبِ أَقْرَبِ زَمَانٍ، فِي أَوْسَعِ أَوْسَعِ أَوْسَعِ إِطَارٍ؛ بِحَيْثُ مَا لاَ عَيْنٌ رَأَتْ، وَلاَ أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلاَ خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ آمِينَ “Allah’ım, Sen’den yardım diliyoruz; din-i mübîn-i İslam adına ve hafife alamayacağımız tarihî değerlerimizi dünyaya duyurma adına kapıları açmanı istirham ediyoruz. Allah’ım, engin bir fütuhât! En yakın, yakınlardan da yakın bir zaman ve en geniş, genişlerden de geniş bir çerçevede; ‘Kullarıma öyle sürpriz nimetler hazırladım ki, ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de insanın hatırına gelmiş!’ buyurduğun gibi, işte öyle sürpriz şekilde ”

Evvela bildiğiniz-ettiğiniz kimseler Onların ızdırabını vicdanda duymak, mü’min olmanın en önemli unsurlarındandır. مَنْ لَمْ يَهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ “Müslümanların çektikleri ızdırap ve derdi paylaşmayan, aynı derdi onlarla beraber yaşamayan, onlardan değildir!” Ne manaya geliyor bu? Onlar ile aynı çizgide değildir, aynı güzergâhı takip etmiyor demektir. Demek ki düşe-kalka bir yolda sürünüyor, patikada yürüyor; demek ki şehrâh-ı Muhammedîde değil (sallallâhu aleyhi ve sellem). مَنْ لَمْ يَهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ

Halimizi bu zaviyeden bir kere gözden geçirmemiz lazım. Izdırap içinde olan, ızdıraplı insanların ızdırabını ne ölçüde paylaşıyoruz? يَا مَنْ يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ، هَا نَحْنُ مُضْطَرُّونَ، قَدْ ضَاقَتْ عَلَيْنَا اْلأَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ، وَضَاقَتْ عَلَيْنَا أَنْفُسُنَا، وَأَنْتَ مَلْجَأُنَا وَرَجَاؤُنَا “Ey muztar olanların duasına icabet buyuran Zât-ı Ecell u A’lâ! Ha işte canlarımız gırtlağımızda. Yer, bize genişliği ile beraber dar gelmeye başladı. Tahammül-fersâ hadiseler altında ezilir hale geldik. Sen, bizim melce’ ve mencâmızsın. Meded yâ Rabbî, meded yâ Rabbî, meded yâ Rabbî!..” Bu ızdırabı içimizde duyma Ondan sonra da bütün Müslümanların, bilmediğimiz Müslümanların ızdırabını içimizde duyma Bütün dünyada -aynen- muzdarip Müslümanlar vardır; onların ızdırabını paylaşma. Bu, mü’min için bir vecibedir; mü’min olmanın şiarıdır, gereğidir. Şimdi, bu duygu ve düşünce atmosferine girdiğiniz zaman, isteyeceğiniz, arzu edeceğiniz şey de herhalde biraz evvel dar bir çerçevede ifade etmeye çalıştığım şeyler olacaktır. Öyle diyeceksiniz; اَللَّهُمَّ انْصُرْنَا وَانْصُرِ اْلإِسْلاَمَ وَالْمُسْلِمِينَ، اَللَّهُمَّ انْصُرْنَا وَانْصُرِ اْلإِسْلاَمَ وَالْمُسْلِمِينَ، وَخَلِّصْهُمْ مِنْ كَيْدِ الظَّالِمِينَ، وَمِنْ مَكْرِ الظَّالِمِينَ “Allah’ım, İslâm’a ve Müslümanlara yardım eyle!.. Allah’ım İslâm’a ve Müslümanlara nusret lütfeyle!.. Onları zalimlerin hile, tuzak ve komplolarından halâs eyle!..” Bir de bu mesele

Evet, “gönül derinliği ile O’na teveccüh etmek, O’na yürekten ve ihlas ile dua etmek” dedik. Aynı zamanda “himmetini geniş tutarak başkalarını işin içine alacak şekilde dua etmek” dedik. Sonra “bütün İslam dünyasının ızdıraplarını içine alacak daire içinde dua etmek” dedik. Meseleyi böyle geniş dairede ele alarak ve himmeti âlî tutarak dua etmek, kabule karîn olabilecek dualardandır.

“Acele etmemeniz şartıyla, herhangi birinizin hâlis duasına mutlaka icabet buyurulur.”

Fakat bu arada -esas- zikredilmesi gerekli olan ve çoğunuzun bildiği bir mesele daha vardır: يُسْتَجَابُ لِأَحَدِكُمْ مَا لَمْ يَعْجَلْ buyuruyor İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem). يُسْتَجَابُ لِأَحَدِكُمْ مَا لَمْ يَعْجَلْ “Acele etmedikçe, herhangi birinizin duasına icabet buyurulur.” Allah icabet eder, cevap verir. “Ne istiyor kulum?” der; ne istiyorsan, onu is’âf buyurur. İs’âf buyursun Allah dualarınızı/dualarımızı!.. مَا لَمْ يَعْجَلْ “Acele etmezse..” diyor. Acele etmeyi şöyle ifade buyuruyor Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm: يَقُولُ: دَعَوْتُ فَلَمْ يُسْتَجَبْ لِي “Dua ettim ama bana icabet edilmedi.” Çoğaltabilirsiniz; دَعَوْتُ، دَعَوْتُ، دَعَوْتُ “Dua ettim, dua ettim, dua ettim.. ama bana icabet edilmedi.”

Ee iki seneden beri ben dua ediyorum, her gün belki üç-dört saat. Bunu söylemek ayıp belki ama her gün üç-dört saat dua ediyorum. Şimdi üç-dört saat dua ediyorsun, sen nesin ki yahu kalkıp da “Dua ettim de kabul olmadı!” diyorsun? Sen, O’nun (celle celâluhu)  kapıkulu bir bendesisin, boynu tasmalı bir bendesisin! Senin, senin içinde kaç paralık kıymetin var?!. Seni Yaratan, O (celle celâluhu).. insan haline getiren O.. insan-ı mü’min haline getiren, O.. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun arkasında O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmet olma şerefini bahşeden, O.. âhirzamanda gelmek suretiyle “Kardeşim!” şerefiyle şerefyâb kılan, O.. din-i mübîn-i İslam boyunduruğunun yere konduğu anda, onu kaldırma imkânıyla imkânlandıran, O Sende, senin kaç paralık katkın var? Elbette, iki sene değil, üç sene değil, dört sene değil!.. Hazreti Cüneyd’in “Bir arzum için tam altmış sene dua ettim!” dediği gibi davranmalısın.

Evet, “Bir arzum için tam altmış sene dua ettim!” diyor. يُسْتَجَابُ لِأَحَدِكُمْ مَا لَمْ يَعْجَلْ يَقُولُ: دَعَوْتُ فَلَمْ يُسْتَجَبْ لِي “Acele etmezse, (sizden) herkesin duasına icabet buyurulur.” (Acele nasıl mı olur?) “Der ki: Yalvarıyorum, yalvarıyorum, bir türlü arzu ettiğim şeye nâil olamıyorum!”Bak, tekrar edeyim: يُسْتَجَابُ لِأَحَدِكُمْ مَا لَمْ يَعْجَلْ يَقُولُ: دَعَوْتُ (دَعَوْتُ، دَعَوْتُ، دَعَوْتُ) فَلَمْ يُسْتَجَبْ لِي İki senedir, altı yüz bilmem ne, yedi yüz bilmem kaç gün, dua etmişsin şu kadar; “Kabul olmadı!” Hâşâ ve kellâ!.. Gönül koyma gibi küstahça bir hale girmemek lazım. Belki dualarım benim katılığıma takılıyor, gitmiyor oraya. Belki henüz her şey gayretullah ufkuna ulaşmamış? Zâlimlere mehil veriyor, “Döner, gelirler!” diye. Bir gün döner, gelir, O’nun kapısının tokmağına dokunurlar diye. Pişman olur, başlarını O’nun kapısının eşiğine koyarlar diye!.. O, Rabbü’l-âlemîn; herkesin Rabbi Rabbü’l-âlemîn, Rahman u Rahîm O Eşfaku’l-müşfikîn, Erhamürrâhimîn O.

Şimdi bütün bu mülahazaları –عُذْرًا مِنْكُمْ Sizden özür dileyerek ifade ediyorum- nazar-ı itibara alarak, “Yahu bunlardan birine takılıyor bu mesele!” Onun için bize düşen şey, hâlisâne, yüreğimizden gelerek, hiç kesmeden, ara vermeden, fasıla vermeden ve aynı zamanda içimize gelecek olumsuz duyguları hemen Allah saygısıyla baskı altına almak suretiyle yine duaya devam etmektir.. ellerimizi kaldırıp gözyaşlarının refakatinde, kalbin titreyişinin refakatinde, iki büklüm olmanın refakatinde, secdenin refakatinde, el-pençe divan durmanın refakatinde her zaman Rabbimize içimizi dökmek, inlemek, içimizdeki o engin düşünceleri O’nun karşısında dillendirmektir. وَمِنْ دَعْوَةٍ لَا يُسْتَجَابُ لَهَا “İcabet edilmeyen duadan da Sana sığınırım!” ifadesi bunları da hatırlatmaktadır.

Ne mutlu size ki, birileri cebrî olarak dünyayı size zehir-zemberek haline getirseler de siz âhiret hayatınızı şeker-şerbet kılacak bir yolda yürüyorsunuz!..

Şimdi bir insanda faydalı bir ilim varsa, esasen, ilim, amele döndüğü takdirde, kalbde de o huşû hissi belirecek; insan, fokur fokur kaynamaya duracaktır. Sonra kalbde o fokur fokur kaynama hali, o huşû ve haşyet varsa, o tavır ve davranışlarına da aksedecek; إِذَا رُؤِيَ ذُكِرَ اللهُ buyurulduğu üzere, “görüldüğü zaman, Allah hatırlanacaktır.”Öyle ince tavırlar içinde bulunacak ki, ona bakanlar, Allah’ı hatırlayacaklar. O hadis râvîleri içinde çok görülüyor; öyle birini görenler, “Allah!” diye seslerini yükseltiyorlardı, “Allah!” diye; kendisi de “Allah!” dediği zaman, tepeden tırnağa titriyordu.

Şayet böyle faydalı ilmi elde etmişse, haliyle o, kalbde bir haşyet haline gelecek, sonra huşû haline gelecek.. ve sonra tavırlarından, davranışlarından haşyet halinde dışarıya dökülecek. Böyle olan biri -aynı zamanda- bu dünyanın “dâru’l-ücret” ve “dâru’l-lezzet” olmadığını anlayacak. Dolayısıyla her şeyde “Tatmaya izin var, fakat doymaya izin yok!” hakikatini anlamış olacak. Bakın böyle bir telâzum var bunların arasında. Neden? Çünkü Cevâmiü’l-Kelim sahibi olan Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifade buyuruyor bunu.

Evet, kalbi öyle olan, duyguları öyle olan, tavırları ve davranışları öyle olan bir insan aynı zamanda “Tatmaya izin var, doymaya izin yok!” ve “Sanki yedim!” demeli; yenmemesi gerekli olan şeyleri yememeli. Her şeyi burada yememeli, burada yemek suretiyle ahiret azığını tüketmemeli. أَذْهَبْتُمْ طَيِّبَاتِكُمْ فِي حَيَاتِكُمُ الدُّنْيَا “Bütün zevklerinizi dünya hayatınızda kullanıp tükettiniz!” (Ahkâf, 46/20) Kur’an-ı Kerim buyuruyor ehl-i dünya hakkında: Dünya hayatında bütün tayyibâtınızı, ötede alacağınız her şeyi yiyip-bitirdiniz! Aldınız, kullandınız, zevk u sefâ içinde yaşadınız; âhirette alacak bir şeyiniz kalmadı, alacağınızı orada aldınız!

İşte öyle haşyet ile ürperen bir kalbden gelen bir diğer şey de esasen o dünyaya karşı meyl ü muhabbetin azalması, tûl-i emelin azalması, tevehhüm-i ebediyetin tırpanlanması/biçilmesi, “Ben burada muvakkaten duruyorum!” duygusunun sübut bulmasıdır. Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın ifadesiyle, مَا لِي وَمَا لِلدُّنْيَا مَا أَنَا فِي الدُّنْيَا إِلَّا كَرَاكِبٍ اسْتَظَلَّ تَحْتَ شَجَرَةٍ ثُمَّ رَاحَ وَتَرَكَهَا “Benim dünya ile ne alâkam olabilir ki! Benim dünyadaki hâlim, bir ağacın altında gölgelenip azıcık dinlendikten sonra yoluna devam eden bir yolcunun hâline benzer.”Tıpkı bir süvari gibi; aldı yürüdü, bir ağacın altında muvakkaten dinlendi, ârâm eyledi, istirahat buyurdu, ondan sonra da çekti gitti. Benin durumum budur!.. Dolayısıyla kaldığım yerde, o kaldığım yerin câzibedâr güzelliklerine, hezâfirine, zehârifine (süs, altın ve mücevher gibi ziynetine) kapılıp kalırsam, gideceğim yere karşı beni unutkanlığa ve oraya karşı alakasızlığa sevk eder, kör-sağır hale getirir, hafizanallah!.. Evet, ondan da o çıkıyor.

Aksine, bir insanda faydalı olmayan bir ilim varsa, ürpermeyen bir kalb varsa ve aynı zamanda dışarıya vuracak -öyle- bir haşyet yoksa ve sürekli yiyip-içip yan gelip kulağı üzere yatıyorsa, böyle bir insanın duasının kabul olması da uzaklardan uzak bir ihtimaldir. Çünkü onun hayatında en çok lezzet aldığı şey, “Allah’a teveccüh” değil, “el kaldırıp yalvarmak” değil!.. Daha ziyade yiyip içip yan gelip kulağı üzerine yatmak, birini iki etmek, ikisini dört etmek, dördünü sekiz yapmak, sekizini on altı haline getirmek, on altısını otuz iki haline getirmek. Bu suretle, durmadan tûl-i emel peşinden koşmak, tevehhüm-i ebediyet duygusuyla âhiretini ayaklar altına alıp çiğnemek; كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ وَتَذَرُونَ الْآخِرَةَ “Hayır hayır! Siz, peşin gelir olarak (gördüğünüz dünyanın) peşindesiniz ve onu tercih ediyorsunuz; âhireti ise bir kenara koyuyorsunuz.” (Kıyâme, 75/20-21) tokadını yemek!.. Hayır hayır; siz, dünya hayatını, şu fânî ve zâil hayatı, âhiret hayatına tercih ettiniz, kaybettiniz!..

Ne mutlu size ki, birileri cebrî olarak dünya hayatını size zehir-zemberek haline getirdiler. Onun bu hale gelmesi, inşaallah, âhiret hayatını sizin için şeker-şerbet haline getirecek. Tattıkça onu, yeniden “Hel min mezîd!” diyeceksiniz. “Ol suyu kim içse hemân / Kalbe doğar nur-i cihân / Verir hayat-ı câvidân / Yandıkça yandım, bir su ver!” diyeceksiniz: Yandıkça yandım, bir su ver! Bildikçe bildim, biraz daha bildir! Tanıdıkça tanıdım, biraz daha tanıttır! Gördükçe gördüm, biraz daha gördür! Yakînimi ilme’l-yakîn’e ulaştır; ilme’l-yakînimi ayne’l-yakîne ulaştır; ayne’l-yakînimi hakka’l-yakîne ulaştır! Râdiye, Mardiyye, Sâfiye, Zâkiye ufkuna ulaştırmak suretiyle münasebet-i tâmme ile Senin ile münasebete ulaştır!.. Tâ her şeyi ayağımın altına alayım, -raks doğru değil, caiz değildir ama- onların üstünde raks edeyim! Ben, onların üstünde raks ederken, şeytan da iki büklüm hale gelecek. Meselenin aksi olunca, -hafizanallah- insan sürüm sürüm olacak; şeytan da zil takıp oynayacak; “Nasıl oynadım, kapı kullarım ile, halayığım ile!” diyecek. Günümüzde bir kısım serkârlar ile oynadığı, zil takıp onlar için oynadığı gibi, oynayacak

Allah, sizi Kendi yoluna sevk etti, hidayet buyurdu. Bir kısım şeylere maruz bıraktı, çekiyorsunuz. Çektiğinizi/çekeceğinizi burada çekeceksiniz; inşaallah öbür tarafta çekecek bir şey kalmayacak. Allah, inayetini sizinle, bizimle eylesin! Vesselam.

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Mefkûre muhâcirleri ve yiğitçe duruş

Mefkûre muhâcirleri ve yiğitçe duruş

Gönül diliyle insanlara teveccüh eder ve gönüllere otağ kurarsanız, çevrenizde bir hayli gönüllü oluşur; kendini bu işe adamış, bir daha da geriye dönmemeye azm u cezm u kast eylemiş dünya kadar babayiğit insan oluşur çevrenizde. Bu, gönül diline cevaptır. Çünkü öyle bir dilin arkasında “inâyet-i İlâhiye” ve “teveccühât-ı Sübhâniye” vardır. O, yanıltmaz; gönlün tesir gücünü artırır. Âdetâ bir koro tesiri icrâ eder, öyle bir gönül. Oradan ne gelirse, bî-kem u keyf, onu bilemeyiz; fakat oradan gelen teyîd, o gönlün üzerinde tesirli olur; onu da güçlü ve tesirli hale getirmek için yeter, artar.

Hakk’a adanmış ruhlar, kendilerine “terörist” diyenler için bir aynadır; asıl terörist hep sulh, ıslah ve huzur temsilcisi olmuş insanlara iftira ve eziyet eden ahlaksızlardır.

Bu disiplini her zaman koruyabildik mi, sahip çıkabildik mi, bilemeyeceğim. Fakat ne ölçüde sahip çıkıldıysa şayet, ona Cenâb-ı Hakk’ın teveccühü, on katıyla olmuştur. Ezcümle; bir avuç insan, o mevzuda ciddî bir tecrübe görmeden, rehabiliteye tâbi tutulmadan, psikolojik bir eğitime tâbi tutulmadan, dünyanın dört bir yanına yayıldılar. Böyle bir şeyi istiskal eden, bir suçmuş gibi, bir günahmış gibi, bir kabahatmiş gibi anlatan şom ağızlar var. Eksik olmadı bunlar; bugün de olacak, yarın da olacak, öbür gün de olacak. Fakat denebilir ki; olan şey, yirminci asrın en büyük hadisesidir. Dünyanın dört bir yanında, bilmem kaç -belki iki yüze yakın- ülkesinde gönül diliyle insanların gönüllerine otağ kurma mevzuu, milletimize ait bir hususiyet olarak bu yirminci asırda tahakkuk etmiştir. Hem de başkalarının iki yüz senede yapmaya çalıştıkları ve belki ancak bir kısmını yaptıkları şeyi, Allah’ın izni, inâyeti, riâyeti ile yirmi küsur senede yapmışlardır. Başkalarının yaptığı zamanla mukayese ettiğimizde, onun onda biri kadar bir şey. Ve bu, hazmedilememiş, çekilememiştir; türlü türlü karalamalara başvurulmuştur.

En son karalamanın adı da “terör örgütü” ki, o “terör örgütü” dedikleri insanların en küçüğü Kıtmîr, bi-gayri haddin, min gayr-i haddin her zaman karşınıza çıkan Kıtmîr, size yemin ederim, bilerek bir karıncaya ayak basmadım, hayatım boyunca. Evet, size daha evvel arz etmiştim: Daha rüşde ermediğim dönemlerdeydi, zannediyorum 7-8 yaşlarındaydım. Bir akrep deliğine su döktüğümden dolayı hala ızdırap duyuyorum. Düşünün, aradan yetmiş sene geçmiş; arkadaşlarıma soruyorum: “Onu, Allah bana sorar mı?!. Ya o hayvan orada o sudan boğulduysa?!.” Beni teselli ediyorlar; diyorlar ki, “O, orada bir delik açınca, yukarıya doğru da bir şey yapar, kendini her zaman korumaya alır; o ölmemiştir!” filan. Ama ben, buna bir türlü inanmıyor ve hesap endişesi duyuyorum.

Evet, “terör” ile andıkları, “terörist” dedikleri insanlar, bunlar. “İnsan, insanın aynasıdır!” “İnsan” diyeceğim, çünkü “mü’min” demeye dilim varmadı. Zannediyorum, kendi karakterlerini okuyorlar sizde; kendi ruh hoyratlıklarını okuyorlar sizde; kendi vicdan huşunetlerini (kabalıklarını) okuyorlar sizde. Onun için çağın hâdisesi olan böyle bir açılımı engellemeye çalışıyorlar. Milletimiz adına onlara vüdd vaz edilmesine karşılık, insanlığın bu harekete sinelerini açmasına mukabil, bu pozitif şeylere mukabil, senelerden beri değişik negatif yollara başvurarak ona mani olmaya gayret ediyorlar. Yalana, tezvire, iftiraya başvurarak.. devlet hazinesini boşaltarak.. peylenebilecek insanları peylemek suretiyle… Bir yönüyle Mevlânâ ruhuyla her yanda mum tutuşturma işini/ameliyesini üzerine almış, deruhte etmiş insanların aydınlatma ameliyesini durdurmak için, akla-hayale gelmedik kırk haramîlik yapıyorlar.

Her halde meseleleri değerlendirirken, “Acaba bunlar mı terörist, yoksa bir kısım devletlerin başında terör estirenler mi? Bir dönemde Almanya’nın başında, bir dönemde Irak’ın başında, bir dönemde Libya’nın başında, bir dönemde bilmem nerenin başında bulunan, sürekli “terörizm” estiren insanlar mı, onlar mı terörist?!.” soruları da sorulmalı. Bu mevzuda kararı tarih verecek. Tarihin sayfalarına nasıl düşeceklerini gelecekte görecekler!..

Ne diyorum, bakın: “Teröristin, Allah, belasını versin! Ama terörist olmayan, dünyada sulh-i umûmînin temsilcisi ve salâhın timsali olan insanlara ‘terörist’ diyenlerin, evet onlara ‘terörist!’ diyen ahlaksızların, densizlerin de Allah belasını versin!” Evet, bedduaya dilimiz varmazdı, “Âmin!” de demezdik; fakat mesele, o ölçüde şenâat içinde cereyan ediyor ki, en selim vicdanlar bile bunun karşısında, bu ölçüde olsun başkaldırma lüzumunu duyuyorlar. Bari bu kadar!.. Yumruk sallamadık, yüz ekşitmedik… Neye karşı? Hitlerin SS’lerinin muamelesine karşı yüz ekşitmedik. Hiç olmazsa vicdan rahatsızlığını bununla ifade etme, karbondioksit atıyor gibi bununla rahatlama…

Mefkûre muhâciri babayiğitler, bir kısım tehlikeleri göze alarak hizmet mahallerinde kalmaya devam edeceklerdir; şayet su-i akıbet endişesi kavî ise, bir başka müsait zemin bulup yine hizmet edeceklerdir.

Belki bunları da zift medyası değerlendirecek; bilerek konuşuyorum; zift medyası değerlendirecek. Varsın değerlendirsin!.. Dünyanın dört bir yanına giden babayiğitler, babayiğitliklerine terettüp eden/düşen şeyi yapacaklar. Haramîler, bazılarını kaçırıyorlar; kaçırdıkları bazı kimselerden haber yok. Bunu kırk haramîlerin başındaki adam yapmamıştır. Ve belli bir dönemde, Haçlılar döneminde İngiltere başsız kalınca, oradaki Robin Hood’lar da yapmamıştır. Öyle bir şenâat, öyle bir denaet!.. Adamın evine gidiyor, derdest ediyor, arabaya koyup götürüyorlar. Nereye götürdükleri belli değil. Sonra saldıklarını meflûç olarak götürüp bir dağın başına koyuyorlar. Müslümanlık ile bunu te’lif etmek, mümkün değil. Kimseye “kâfir” demek, haddimize değil; fakat bu davranış, bu tavır, bu muamele, kâfir muamelesidir ve bunu görmezlikten gelen bir kısım teologlar, onlar da bu mesâvîye iştirak ediyorlar demektir. Burada onu paylaştıkları gibi, öbür tarafta da neyi paylaşacaklarını, Allah (celle celâluhu), tepelerine balyoz gibi vuracaktır; diyenin/edenin de, deyip etme karşısında sükût edip hatta onları tasvip edenin de, “Gerekli şeyler yapılıyor!” diye onların kuvve-i maneviyelerini takviye eden, onları teşci’ eden ve sevk eden insanların da.

Hâlbuki o babayiğitler, bu güne kadar -yirmi senedir- bulundukları yerlerde denendiler; nabızları tutuldu, kalbleri yoklandı, elli defa; “insan” oldukları tespit edildi, elli defa. Elli defa testten geçirildiler ve onlar, oralarda bağırlara basıldılar. Fakat şimdi bir kısım peylenebilecek kimseleri kullanarak onlara kötülük yapıyorlar. Amerika’ya bile etek ile para döktüler, medya mevzuu oldu. Buradakiler haysiyetli davrandılar; öyle birisini uzaklaştırdılar. Fakat her yerde öyle haysiyetli davranma olmuyor; olmayabiliyor. Zira dünyada satılmayan insan sayısı, çok azdır; fiyatlar, farklıdır. Biri, on milyona satılmıyorsa, yirmi milyon verirler, otuz milyon verirler. Bazen milyar verdikleri de olur, dedikleri olsun diye.. yirmi-otuz seneden beri yapılan şeyler yıkılsın diye.. mâbed yıkıp onun yerine “dırârî mescid”ler yapıyor gibi, o hamleleri devam etsin diye. Yapacaklar bunu…

Fakat o babayiğitler, böyle bir kaçırılma meselesi söz konusu ise şayet ve bu mutlak ise, bunu göze alarak oldukları yerde kalmaya devam edeceklerdir. Ama başka yerlerde kendileri için hizmet etme imkân ve zemini müsait ise ve böyle bir sû-i akıbetten de endişe duyuyorlarsa, oradaki hizmetten ayrılır, başka bir yerde Cenâb-ı Hakk’ın inayetiyle o hizmeti yine devam ettirirler. Çünkü babayiğitliği şiar edinmişler onlar.. çünkü beklentisizler onlar.. çünkü adanmışlık ruhuyla hareket ediyorlar onlar. Zannediyorum yüzde doksan dokuz virgül dokuzunun yeryüzünde dikili bir taşı yoktur.. “saray” değil, sahiplerinin Allah belasını versin.. “filo” değil, onun arkasından koşanların Allah, belasını versin!.. Zaten verecek, emin olun!.. “Allah, gayûrdur”, Peygamber ifadesiyle “eğyar”dır, “gayretlilerin en gayretlisidir!” يَا غَارَةَ اللهِ، حُثِّي السَّيْرَ مُسْرِعَةً عَلَى أَعْدَائِنَا، فِي حَلِّ عُقْدَتِنَا، يَا غَارَةَ اللهِ، يَا غَارَةَ اللهِ، يَا غَارَةَ اللهِ “Ey Rabbimin gayreti, ey gayretullah, düşmanlarımıza karşı çabuk yetiş imdadımıza!.. Ey Rabbimin gayreti, yetiş ki çözülsün ukdeler bir bir!.. Ey gayretullah, ey Rabbimin gayreti, Sana havale ediyoruz!”

Allah; bu sese, bu soluğa karşı yapacağını yapacaktır, tereddüdünüz olmasın! Onlar, yelken açtıkları o isyan deryasında öyle şeylere çarpacak, öyle dağılacak, öyle rezil ü rüsva olacaklar ki, tarih, onları yâd ederken, Hitler gibi yâd edecek, Saddam gibi yâd edecek, Kazzâfî gibi yâd edecek; isterse çevrelerindeki bir kısım -bağışlayın- yalakalar onları “mehdî” gibi göstersin, “emîrü’l-mü’minîn” gibi göstersin. Tarih, yanılmaz; bu gün olmazsa yarın doğru şeyler, bir bir, pırıl pırıl, böyle altın kelimeler ile o sayfalara dökülecek ve herkes bakacak oraya. Sadece bugün değil, o gün bile “Lanet olsun öylelerine!.. Lanet ile anılan cebâbireye rahmet okutturanlara, lanet olsun!” diyecekler.

Hizmet gönüllüleri, yerlerinde kalmaya kararlı olmalılar ama tedbir ve temkinde de kusur etmemeliler; zira zâlimin işini kolaylaştırmak, Allah nezdinde büyük bir vebaldir.

Evet, geriye dönelim: Yerinde kalmaya kararlı, her şeye rağmen yerinde kalmaya kararlı insanların, tedbir ü temkinde kusur etmemeleri lazım. Antrparantez burada bir şey söyleyeyim: İster içte, isterse dışta bulunan zalimlerin işlerini kolaylaştırmamak esas olmalıdır. Zâlimlerin en güçlüsü, İslam dünyasında içte. Irak’ta en büyük zalimler, içte idi; Libya’da da en büyük zalimler, içte idi; şimdi de dünyanın değişik yerlerinde zalimler içte. “Zalim” demek de tam ifade etmez; “ezlam”, müzâaf veya mük’ab zalimler içte. İçte veya dışta, zalime yardım etmek, zulme iştirak sayılır. Hatta yardım etmek değil, onun işini kolaylaştırmak da aynen zulmü paylaşma demektir.

Kıtmîr, 27 Mayıs’ta derdest edildi; fakat o zaman gençtim, askerlik yapmamıştım. Ne taviz verdim, ne de onların işini kolaylaştıracak tavır, davranış ve beyanda bulundum. Sizin en küçüğünüz.. içinizde bulunmak suretiyle kendisini de Allah’ın affedeceğine inanan, sizlerin en küçüğü.. “sizlerin Kıtmîri” de diyebilirim zira her türlü iddiadan uzak insanım. 12 Mart’ta da içeriye aldılar; hiçbir şeyi inkâr etmedim ama onların işlerini kolaylaştıracak ifadelerde de bulunmadım. Belki -bir yönüyle- kendimizi orada tam ifade etme imkânı oldu ki, bunu utanarak söylüyorum, oradaki mahkeme başkanı, “Tavır ve davranışlarıyla bize insanlık dersi verdi!” dedi. “Tavır ve davranışlarıyla…” Yalan söylemiyorum. Ama işlerini kolaylaştırmadım. “Salın bizleri; içeride tutmak için işlediğimiz bir cürüm, bir günah yok!..” Nedir bize isnad edilen şey: Kendi kendimize bazen Hazreti Bediüzzaman’ın -Pîr-i Mugân, Şem’-i tâbân, ziyâ-i himmet, Hazreti Üstad’ın- kitaplarını okumak. İddianameye giren şey: “Lem’alar’daki İsm-i Kuddûs mü, İsm-i Kuddûs’ün Lem’aları mı? Bunları okumuşsunuz. 163’ün birinci fıkrasına girer: İktisadî, siyasî, kültürel, devletin temel nizamlarını dinî esaslar üzerine oturtma maksadıyla cemiyet kurma.” Madde, aynı. Ama hiçbir arkadaş da orada zalimin işini kolaylaştırmadı; aynı mağduriyeti yaşayanlar taviz vermediler, durdukları gibi dimdik durdular.

Dimdik durma, yiğitçe durma, tam mü’minliğin gereğidir; o duruşu temâdî ettirmek, ondan daha derin bir davranıştır, peygamber yolunun gereğidir. Allah, onların arkasında yürümekten bizleri ayırmasın; o mazhariyetten bizleri mahrum etmesin!

Evet, zalimin işini kolaylaştırmamak lazımdır. O gün de yine ayakta, dimdik duranlar, durdular, Allah’ın izni ve inayetiyle. Bir gün geldi, bir “imparatorluk” -ad vermiyorum- dağıldı; bir fırsat doğdu. “Onlar, esasen bizim soyumuz; açılalım, oralarda okullar açalım. O kardeşlerimizle geçmişten gelen o kardeşlik şuurunu yeniden canlandıralım. Onlara kucak açalım. Onlar, yetmiş sene tarihî değerlerinden, geçmişlerinden uzaklaştırıldılar. Mabetlerine kilit vuruldu; Allah’ı öğrenme, bilme, Peygamber tanıma yollarına engeller kondu. Değişik problemler sarmalı içine alındılar.” mülahazasıyla hareket edildi. İlk defa bu insanların imdadına koşmak, insanî bir vazife idi; aynı zamanda bir kardeşlik vazifesi idi. Cenâb-ı Hak lütfetti, hakikaten tuttu, o maya tuttu. “Orada tutan maya, dünyanın değişik yerlerinde de tutar!” diye, açıldı onlar bütün yeryüzüne, Allah’ın izni ve inayetiyle.

Hemen her on senede bir ülkede tecdit (!) yapmaya alışmış kimseler, bu defa ülkedeki din-diyanet adına gelişimi bahane ettiler; meseleyi biraz da ona bağlayarak “Bu defa da yeni bir tecdide ihtiyaç var!” falan dediler. “Bu hareketi bitirmek, bir ‘tecdit’ olacak!” falan dediler. Ama bu defaki, öbürlerinden daha tehlikeli idi; çünkü bunda kullanılan, âdîce/bayağıca birer argüman haline getirilen “dinî argümanlar” idi. Din kullanılıyordu; “din” deniyordu ama yalan idi. Yemin ederim, yalan idi. Kalblerinden gelmeyen, kalblerinin sesi olmayan, dilleriyle mırıldandıkları o şey, yalan idi.

Birinin, şimdiye kadar, çok değişik konularda, binlerce insanın bulunduğu yerlerde, söyledikleri yalanları ve iftiraları bir yere kadar arkadaşlar saydılar; zannediyorum beş yüze varınca, “Vallahi saymaya usandık!..” dediler. Biz saymaya usandık ama o söylemeye utanmadı!.. إِذَا لَمْ تَسْتَحْيِ فَاصْنَعْ مَا شِئْتَ buyuruyor Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm: “Hayâ hissini yitirmişsen, yani edepsizin teki olmuşsan, o zaman her haltı karıştırabilirsin!” Bu “Karıştır!” demek değildir; dil hususiyeti açısından belagat ilminde buna “tevbîh” denir. Kınamadır bu; bağışlayın, “Yuf sana o zaman!” demektir, إِذَا لَمْ تَسْتَحْيِ فَاصْنَعْ مَا شِئْتَ “Hayâ hissini yitirmişsen, edepten yoksun isen, istediğini yapabilirsin!” demek. “Edeptir kişinin dâim libası / Edepsiz kişi, üryana benzer.” “Edep ehli, ilimden hâlî olmaz / Edepsiz ilm okuyan, âlim olmaz.” “Edeb yâ Hû!”, tekkelerin giriş noktasına asılan bir söz idi. Edep yâ Hû!.. Edep yâ Hû!..

Peygamberler güzergâhı olan bu yolda fedakârlığın en ağırına bile katlanmak bir vecibedir ve aktif sabır ehline Allah’ın öyle bir vaadi vardır ki, ona mukabil bütün dünya ve dünyevî musibetler çok hafif gelir.

Böyle bir oluşum karşısında, fedakârlığın en ağırına bile katlanmak, bir vecibedir bugün. Zalimin işini kolaylaştırmadan “mazlum” olabilirsiniz.. “mağdur” olabilirsiniz.. “mehcûr” olabilir, belli sınırlar içine alınabilirsiniz.. “mescûn” olabilir, hücrelere konabilirsiniz.. “mahrûm” olabilir, haklarınızdan mahrum kalabilirsiniz; bugüne kadar, on sene, yirmi sene, otuz sene çalışıp bir şeyi hak etmişsinizdir, bir yere gelmişsinizdir; bütün bunlardan mahrum olabilirsiniz.

Fakat Allah’ın öyle bir vaadi var ki, muvakkat dünya hayatı, ona nispeten bir saniye hükmündedir. Ve dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, oranın bir dakikasına mukabil değildir. Ve oranın da binlerce sene mesûdâne hayatı, bir dakika rü’yet-i Cemâline mukabil değildir. Sen, öyle bir şeye namzetsin!.. Gönlünü, öyle bir şeye kaptırmışsın; o işin delilisin sen!.. اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاقِ diyorsun; “Allah’ım, amelde ihlas ve Sen’in rızan ve aşk u iştiyâk!..” إِلَى لِقَائِكَ، وَإِلَى لِقَاءِ حَبِيبِكَ وَأَحِبَّائِكَ “Sana kavuşmaya iştiyak; Habibine ve Seni sevip sevgine mazhar olanlara kavuşmaya iştiyâk!..” Yetmedi ya Hû, أَبَدَ اْلآبِدِينَ، وَدَهْرَ الدَّاهِرِينَ “Zaman, bir gün top atabilir; gidip dibe vurabilir zaman. Fakat benimki, zamanları aşkın; bu deyişim, bu duyuşum, bu mırıldanışım benim, zaman üstü!” O meseleyi hedefleyerek… Sen, böyle bir şeye talipsin!.. Dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, o saraylar, o villalar, onun yanında ne yazar!..

Yıkılupdur bu cihan sanmaki bizde düzele
Devlet-i çerh-i deni verdi kamu müptezele
Şimdi ebvab-ı saadetle gezen hep hezele
İşimiz kaldı hemân merhamet-i Lem Yezel’e.

Üçüncü Sultan Mustafa’nın (rahmetullahi aleyh) kendi dönemindeki dejenerasyon karşısında söylediği bir söz. Zannediyorum o, kendi dönemine öyle bir dejenerasyon nazarıyla bakmış; her halde şimdi olsa, bugüne kıyasla kendi dönemi için “Yahu Devr-i Saadet!” falan diyecektir ama öyle değil; çünkü adamın gözü Râşid Halifeler döneminde; Ebu Bekir dönemi, Ömer dönemi, Osman dönemi ve Ali döneminde (elfu elfi merrâtin radıyallahu anhüm).

Birisi de değiştirerek, “Saray etrafında geziyor bir kısım hezele / Gayr-ı işimiz kalmıştır Merhamet-i Lem Yezel’e!..” diyor. İş, Cenâb-ı Hakk’a kalmışsa, bir dakikada düzeltir onu. Şimdiye kadar nice Amnofisler geldi-geçti; insanlara ne gadirler, ne zulümler yaşattılar!.. Aynen.. Şi’b-i Ebî Talip’te, Müslümanların üç sene aç-susuz boykota maruz kaldıkları gibi. Ama hiçbir Müslüman, o sıkıntı karşısında geriye dönmedi. Değil Müslüman, Beni Hâşim’den henüz Müslüman olmayanlar bile… “Niye Beni Hâşim’densiniz?!.” Hani ByLock var ya!.. Efendim, “Dinlenmiş; sen de onu kullanmışsın!” filan… “Öyle ise sen de onlardansın!” filan. “Beni Haşim’den olduğuna göre, Beni Haşim’den olan Hazreti Muhammed’e sahip çıkarsın sen, belli. En iyisi mi, ihtimale binaen, seni derdest etmede yarar var!” Öyle bir şey!.. Bakın, mantık aynen, hiç farkı yok. Hakikaten müthiş bir tevârüs bu. Takdir (!) edilecek, Nobel ödülüne arz edilecek bir deha âdeta. Bir deha!.. Tâ o gün olan şeyleri nasıl böyle bütün çizgileriyle, ana hatlarıyla alıp uyguluyorlar, insanın aklı durur; bu ne müthiş deha!..

Mekke’den ayrılan insanlar, Mekke’nin fethi ile geriye döndüklerinde, ne bağ kalmış, ne bahçe kalmış, ne ev kalmış, ne de evin harabesi kalmıştı! Hepsi bunların, tagallübe, tahakküme, tasalluta, taarruza maruz kalmış ve elden çıkmıştı. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) maskat-ı re’si (doğum yeri) olan mübarek hâne bile, dünyaya teşrif buyurdukları hâne bile, birisi tarafından kullanılmıştı. Adını vermiyorum onun, çünkü sonradan Müslüman oldu, sahabîlerin arasına katıldı; adını vermiyorum, yakını idi O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem). Ne Beni Teym’den olan Hazreti Ebu Bekir’in, ne Beni Ümeyye’den olan Hazreti Osman’ın, ne Beni Adiyy’den olan Hazreti Ömer’in bir avuç kadar, bir adımlık yeri kalmamıştı. Tagallüp, tahakküm, tasallut, Ebu Cehillerin, Utbelerin, Şeybelerin, İbn-i Ebî Mu’aytların işiydi. Müslümanlar, Mekke’den ayrılınca, “Bunların hepsi bize kaldı; bunları vatandaşlıktan çıkardık, azlettik!” filan demişlerdi. Bir daha onların geriye dönemeyeceklerini zannediyorlardı ve öyle yaptılar. Fakat Ashâb-ı Kirâm, öyle bir istiğna ruhuyla hareket ettiler ki!.. Oraya Allah’ın izniyle ellerini-kollarını sallayarak girdikten sonra dediler ki, “Biz, Yesrib’i medeniyet merkezi ‘Medine’ yapmıştık; tekrar geriye dönüyoruz. Orası pây-i taht-ı İslam.” Ona canlar kurban!..

“Başınızın çaresine bakın!” dendiğinde “Biz başımızın çaresine baktık; başımızı bu yolda, bu eşiğe koymuştuk, kaldırmaya niyetimiz yok!” demek de yiğitçe bir tercihtir.

Evet, geriye dönelim: Tazyikin fazla olduğu yerlerde, haramîliğin çok ileriye götürüldüğü, insanların kaçırıldığı, gasp edildiği yerlerde hâlâ dişini sıkıp katlanabilecek arkadaşlar – gaybubetleriyle mi, oradaki Birleşmiş Milletler güvenlik kurullarına müracaat etmekle mi, yoksa alarm gibi bir şey ile kendilerini duyurmaları suretiyle, öyle bir gasp meselesi söz konusu olduğu zaman, hemen oradaki emniyet güçlerinin yetişip o işe fırsat vermemeleriyle mi- kalmaya kararlı olanlar, kalırlar; yiğitçe kalırlar!.. Bugüne kadar yiğitçe, babayiğitçe götürdükleri hizmeti, devam ettirirler, Allah’ın izni ve inayetiyle.

Şayet o ülkedekiler, “Galiba sizi koruyamayacağız!.. Çünkü haramîler, ülkede kol geziyor; ne zaman uçağa bindirip kaçıracakları belli değil. Onun için isterseniz siz, başınızın çaresine bakın!” diyorlarsa… Onlar da “Biz başımızın çaresine baktık, başımızı bu yolda, bu eşiğe koymuştuk, kaldırmaya niyetimiz yok!” diyorlarsa, bu kendilerine mahsus bir tercihtir. Yok, “Madem öyle istiyorsunuz!.. Siz şimdiye kadar bize bağrınızı açtınız, şimdi de bir teklifte bulunuyorsunuz; saygınıza saygı ile mukabelede bulunuyoruz. Sizi zor durumda bırakmamak için, değişik devletler karşısında ‘Himayelerinde bulunan insanları kaçırdılar da onlar da seslerini çıkarmadılar!’ dedirtmemek için ayrılır, gideriz. Ama biz, Hizmet’e adanmış insanlarız; Allah’ın izni ve inayetiyle, gittiğimiz her yerde, orada yumurta bulursak, üzerine kuluçka gibi yatarız; tohum bulursak, toprağa saçarız; fideler bulursak, toprağa gömeriz. Ağaç olmasını bekleriz, intizar ederiz; başağa yürümesini bekleriz; civciv çıkmasını bekleriz, Allah’ın izni ve inayetiyle!..”

Sakarya şiirinden mülhem:

Yol, bu; yöntem, bu; gerisi angarya / Yerlerde süründüğün yeter, ayağa kalk Sakarya!..

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Mehdî, Mesîh ve Kâinat İmamı

Fethullah Gülen Hocaefendi'nin "Mehdî, Mesîh ve Kâinat İmamı" konulu sohbeti

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

En masum sözleri bile altından üstünden kopararak, kesip biçerek ve çirkin kalıplara dökerek Hizmet Hareketi’ni ve gönüllülerini karalamaya çalışıyorlar.

Söylenen her sözün, Kitap ve Sünnet’in ruhuna, selef-i sâlihînin, mezhep imamlarının, müçtehitlerin genel mülahazalarına uyması için ölesiye bir gayret sarf edilerek ortaya konulan makale, vaaz ve sohbetlerden anlamsız manalar çıkarma?!. Onları üstünden koparma, altından koparma?!. Müstetbeâtu’t-terâkib’i görmezlikten gelerek, siyakı-sibakı görmezlikten gelerek, sadece “karalama” cehd ve gayretinde bulunma?!. Kendini dine hizmete adamış, i’lâ-yı kelimetullah’tan, bayrağımızın her yerde dalgalanmasını sağlamaktan, -o da bir şey ifade ediyor- İstiklal Marşı’mızın her yerde tınlamasını sağlamaktan ve milletimizin nâm-ı celilinin dört bir yanda yâd edilmesini sağlamaktan başka hiçbir gayreti olmayan, hiçbir cehdi olmayan insanları karalama?!.

Şayet onların başka bir cehd, bir gayret, bir arzu, bir istekleri olsaydı, onların da bir tane dikili taşları olurdu, bir tane evleri olurdu, bir tane villaları olurdu, parlamenterliğe talip olurlardı, saraya talip olurlardı, bakanlığa talip olurlardı Olmadılar. Eğer içlerinde böyle birisi varsa ve Fakir’in de onlar üzerinde küçük bir hakkı varsa, iki elim yakalarında kalsın; Allah huzurunda hakkımı helal etmiyorum Bu Hizmet, bu vazife, tamamen “îsâr” mülahazasına dayalı bir hizmettir; “yaşatmak için yaşama” hizmetidir, fedakârlık yapmak suretiyle -esasen- bütün kendine ait değerleri ayakları altına alıp onun üzerinde raks etme hizmetidir, Allah’ın izni ve inayetiyle.

Bunlardan sonra diyeyim; sizin diyeceğiniz olabilir; el-âlemin bu mevzudaki bütün hırıltılarını, kim olursa olsun bu, kim olursa olsun, dünyanın değişik yerlerinde. Hatta başkalarını ifsat etmeye mâtuf, -bir yönüyle- ulemâ gibi görünen insanları toplayıp onların da kafalarını bozmaya matuf projeler oluşturan insanların tavırlarını ve davranışlarını, İbn Hacer’in o sözüne bağlayarak, -bağışlayın- halk ifadesiyle diyeyim, “vız gelir, tırs geçer” deyin, es geçin onları. Varsın desinler, ne derlerse desinler. Yürüdüğünüz yolun “Peygamber Yolu” olduğuna inanıyorsanız

Horasanlı Taylasanlılar ve onları kullananlar tarafından İslam’ın yüzüne püskürtülen zift ciddi bir gayretle ancak çeyrek asırda temizlenebilir.

Siz, hususiyle yakın dairedeki arkadaşlar, şimdiye kadar herhalde birkaç yüzü geçmiştir değil mi? Mesela Hadis kitaplarını müzakereli mütalaa. Elimize bir Buhari’yi aldıksa şayet, onunla beraber otuz tane Hadis kitabını da ele aldık, baktık. Meseleyi bunlara bağlayarak ortaya koymada hâlâ insanlar sapıtıyorsa, hâlâ farklı “şu bâtıl cereyan, bu batıl cereyan, şu mülahaza, bu mülahaza!” deniyorsa, işte bu türlü sözlere -bağışlayın, orada tasrih edeceğim- “havlama” denir. Bir tefsir, hususiyle Hamdi Yazır’ın tefsiri ele alınarak, ana kitap olarak baştan sona kadar inceden inceye elenerek mütalaa ediliyorsa ve sonra onda demiş-dememiş otuz tane tefsire de bakılıyorsa beraber; buna Diyanet Vakfı’nın yazdığı tefsir de dâhil, didik didik edilerek okunan tefsirler bunlar; bütün bunlara bakarak Hizmet hayatlarını tanzim eden bir cemaat şayet hâlâ sapıtıyorsa, başka yollarda, başka vadilerde dolaşıyorsa, yeryüzünde istikamet içinde insan yok demektir!

Ama Allah, çok halim; إِلَهَنَا مَا أَحْلَمَكَ أَنْتَ مَلِيكٌ بِلاَ شَكّ diyor Hazreti Ebu Bekir: “Şüphesiz, Melik, Mâlik Sen’sin. Ama ne kadar Halîm’sin Allah’ım!” Zalimlere fırsat veriyorsun, ne kadar Halîm’sin!.. Horasanlı Taylasanlılar’a mehil veriyor; onları bu mevzuda istihdam edenlere mehil veriyor. Mehil üstüne mehil Fakat bir gün öyle dize getirecek, öyle gayyalara atacak ki onları, bugün o gayyadan gazete ve mecmualarıyla halka zift püskürttükleri gibi, melekler ve ruhaniler tarafından yüzlerine zift püskürtülecek. Ve siz o yüksek insanlık anlayışınızla, inkişaf etmiş vicdanınızla, vicdanın erkân-ı erbaasıyla, o insanlara baktığınız zaman, yüreğiniz yanacak, acıyacaksınız; “Yazık oldu bunlara!” diyeceksiniz. “Doğru yol!” dediler, İslamî değerleri dünyevî ikbal ve istikbal için kullandılar. Dünya Müslümanlığı nezdinde mübarek ülkemizdeki Müslümanlığın mübarek çehresine zift püskürttüler. Onun cihan-bahâ kıymetli cevherlerini lâl ü gûherini -bir yönüyle- dünyevî ikbal ve istikbal için âdeta bakırcılar çarşısında değerlendirmeye kalktılar. “Ukbâ”yı unuttular, “Allah”ı unuttular, “rızâ”yı unuttular, “ihlas”ı hatırlarına getirmediler. Yalandan -bazen- namaz kıldılar, yalancıktan oruç tuttular, “Müslümanlık.. İslam siyaseti!..” falan dediler, ama İslam’ın dırahşan çehresini öyle bir kararttılar ki, günümüzdeki müfsitlerin kirlettikleri o dırahşan çehreyi temizlemek için bir çeyrek asra ihtiyaç duyulacaktır. Ve siz bu mevzuda o kirleri yıkamaya kendinizi adayacaksınız, Allah’ın izni ve inâyetiyle.

Kendisini Ashâb-ı Kiram’ın Kıtmîr’i Gören Bir İnsan, Hizmet Hareketi, Cincilerin Hezeyanları ve Türkiye’de Tımarhane İhtiyacı

Müslüman olduğunuza binlerce hamd u senâ edecek, Alvar İmamı’nın dediği gibi diyeceksiniz; “Hamdu lillah, fazl-ı ekber, ehl-i iman olduğum / Ümmet-i Muhammed’im, tâbi-i Kur’an olduğum.” Evet, “Hamdu lillah, fazl-ı ekber, ehl-i iman olduğum / Ümmet-i Muhammed’im, tâbi-i Kur’an olduğum.” Ümmet-i Muhammed. Onların içinde haşretsin Allah (celle celâluhu). O sahabe-i kiram efendilerimiz, o tâbiîn-i fihâm efendilerimiz, o müçtehidin-i izâm efendilerimiz, o müceddidîn-i kiram efendilerimiz. Onları hatırlarken, siz, çok defa Kıtmir’in ağzından duymuşsunuzdur, Molla Câmi’nin dediği gibi derim;

یا رسول الله چه باشد چون سگ أصحاب کهف

داخل جنّت شوم در زُمرۀ أصحاب تو

أو رود در جنّت مَن در جهنّم، کی رواست

أو سگ أصحاب کهف، من سگ أصحاب تو

(Yâ Rasûlallah! Çi bâşed çün seg-i Ashab-ı Kehf / Dâhil-i cennet şevem der zümre-i ashab-ı tû / O reved der Cennet, men der Cehennem, key revast?! / O seg-i Ashab-ı Kehf, men seg-i ashab-ı tû )

“Yâ Rasûlallah! Ashâb-ı Kehf’in köpeği, Ashâb-ı Kehf ile beraber, onların faziletlerinden dolayı Cennet’e girecekmiş. Ne olaydı, Ashâb-ı Kehf’in köpeği gibi, ben de Senin Ashâbının arasında Cennet’e girseydim. Onun Cennet’e, benim Cehennem’e gitmem nasıl revâ olur? O, Ashâb-ı Kehf’in köpeği ise, ben de Senin Ashâbının köpeğiyim!..”

Antrparantez; bazı önemli yerlere kitap imzaladığım zaman, altına “Kıtmîr” imzasını attım; kendi adımı yazmadım. Kendi adımı yazmadım, âdeta o ada liyakatsizliğimi ortaya koydum.

Bir kısım “lenk”ler, bu mevzuda başka zaman başka türlü iddialarda bulunmuş ve Kıtmir tarafından da kovulmuştur o hainler, dedikleri şeylerden dolayı. Birkaç ay evvel, belki de bir süre evvel, yazdıkları mektuplarda, “Azizim, rehberim, pîrim, efendim, şem’-i tâbânım Sen gideli Türkiye’nin çehresi karardı!” diyen insanlar, bugün değişik yerlerde gevezelik yapmak suretiyle, değişik iftira ve isnatlarda bulunuyorlar. Evet, bunlar, dün sizi göklere çıkaran müfrit hâinler; bugün de yerin dibine batırmayı bile az gören müferrit hâinler. Dün ifrat edenler, bugün tefritleriyle daha büyük bir hata yapmak suretiyle, çağımızda önemli bir hizmeti olan ve gidip Hazreti Pîr-i Mugan’a dayanan, Müteadditler vasıtasıyla Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâma dayanan, dîn-i Mübîn-i İslam’ı dünyada mâhiyet-ü nefsi’l-emriyesiyle görmeyi misyon edinmiş ve bundan başka bir düşüncesi olmayan, saray düşüncesi olmayan, villa düşüncesi olmayan, filo düşüncesi olmayan, para ile satılıp alınmayan, para verdikleri zaman mecmuada televizyonda yer değiştirmeyen, durdukları yerde sabit kadem Everest tepesi gibi dik ve sivri duran, dine hizmetten başka mülahazaları olmayan insanları karalamaya çalışıyorlar.

Bunu bugün aleyhinde olanların da otuz senedir ifade ettikleri bir şey olarak arz ediyorum: Bayrağımızı dünyanın her yerinde dalgalandırdılar, İstiklal Marşı’mızı her yerde seslendirdiler, nâm-ı Celîl-i Muhammedî’nin her yerde şehbal açmasına vesile oldular. Efendim, otuz senedir bunu söyleyen insanlar da döndülerse, dönekliğin kime ait olduğu bellidir. Bugün bir kısım saf yığınları kandırsalar bile fakat insanımız bütün bütün aptal değildir. O mübarek Anadolu insanını bütünüyle öyle görmek, bizim âdeta kutsarcasına saygı duyduğumuz o mübarek topluma karşı saygısızlık olur. Severiz onu, bayılırız ve onun dünyaca tanınması için elimizden gelen her şeyi yaparız. Her yerde, nâm-ı Celîl-i Nebevî’nin arkasından, Anadolu’nun nâmının bir bayrak gibi dalgalanmasını bin cân ile arzu ederiz.

Ben cinlerle iş görüyorum. Cinlerle zelzele yaptıracaklar, cinlerle fay kıracaklar. Üç milyon benim cinim var, falanın da iki milyonu vardı, ona küstüler, hepsi bana geldiler!..” diyen kimselere, bir yerlerde konuşma imkanı veren insanlar Bir kere başta -zannediyorum- Türkiye’de aklı başında birkaç psikiyatrist olsa, evvela bu konuşanların yakalarından tutar, bunları götürülecek yerlere götürürler. Cinlerle, şeytanlarla, meleklerle iş yapıyorlarmış! Cinlerle, şeytanlarla, meleklerle fay kırıyorlarmış! Yok böyle bir şey!.. Buna inananlar için de -aynı zamanda- çok geniş tımarhanelere ihtiyaç var. Bence, bundan sonra hapishane yerine tımarhane yapmalılar. 70 tane (haberlere göre beş sene içinde 174 tane) hapishane yapmayı planlıyorlarmış, 70 tane tımarhane, akıl hastanesi yapsalar. Bir de Avrupa’da aklı başında insanlar arasında psikiyatristler yetiştirseler ama Freud’çu değil. Bir yönüyle Siyer felsefesini de nazar-ı itibara alarak, Kitap ve Sünnet’i esas mercek kabul ederek yetişmiş psikiyatristler vasıtasıyla bu insanları, âmiri de (emredeni de) mü’temiri de (emri kabul edeni de), tagallüpte bulunanı da, tahakkümde bulunanı da, tasallutta bulunanı da, işgal edeni de, gelip malın-mülkün üzerine konanı da, konduranı da elden geçirseler. Zannediyorum, 70 tane tımarhane dahi yetmeyecektir. Bunu, geleceğin tarihi söyleyecek. Gözü açılmış, başındaki gözleriyle (basar ile) değil, hadiselere mahrutî olarak “basiret”i ile bakan insanlar, görecekler ve tarihin sayfalarına, bunları, siyah satırlar halinde döktüreceklerdir.

“Ben Mesîh’im” demeyi küfür, Mehdîlik iddialarını da dalalet sayıyorum.

  Soru: Muhterem Efendim! Söz buraya geldiği için sormak istiyorum: Hizmet hareketine gönül vermiş bazı kimselerin, zât-ı âlinizi “Mehdî”, hatta “Mesih” olarak andıkları, sizin de bundan haberiniz olduğu halde, şuurluca sessiz kaldığınız iddia ediliyor. Siz bu konuyu açıklayan münhasır sohbetler yapmış, makaleler yazdırmış, hatta bir kitabın hazırlanmasına rehberlik etmiş olsanız da, konuşmalarınıza kulak verenler ve kitaplarınızı okuyanlar bunun iftira olduğunu bilseler bile, bu mevzudaki bühtanlar son günlerde çokça dillendiriliyor. Ayrıca, “kâinat imamı” gibi tavsifleri hiç düşünmediğimiz, asla kullanmadığımız halde son üç dört senedir maruz kaldığımız algı operasyonlarının bir parçası olarak şimdilerde onu da sıkça duyuyoruz. Bu hususlarla alakalı mülahazalarınızı lütfeder misiniz?

  Cevap: Estağfirullah O hainlerden bir tanesi -zannediyorum- bir test mahiyetinde öyle bir şey söylediğinde “Öyle bir iddiaya kalkmak küfürdür” dedim bir kere. Hazreti İsa (aleyhisselam), bir peygamberdir. Birisinin değil “Ben İsa’yım!” demesi, “havariyim!” demesini bile ben dalalet sayarım; küfre yakın bir mülahaza olarak ifade etmişimdir. Fakat o hain, o zaman da yüzüme karşı farklı şeyler söylemek suretiyle meseleyi kamufle etmeye çalıştı.

Mehdîlik meselesine gelince: Günümüzde sahte bir sürü mehdî var. O, çok önemli bir misyon sahibi. “Mehdî” demek esasen bütün kütüb-i ehâdiseyi bilen insan demektir, bütün tefsirlere çok ciddiyetiyle vâkıf olan insan demektir; aynı zamanda “zamanın yorumunu yanına alacak insan” demektir. Ben hiçbir zaman kendimi -biraz evvelki mülahazayla ifade edeyim- onun kıtmîri bile görmedim. Keşke, o değil de, onun talebelerinden bir tanesi olsa, benim de boynuma bir ip taksa “Sen de benim köpeğimsin!” dese, onu ben büyük bir paye olarak kabul ederim. Şimdiye kadar söylediğim sözler içinde, cami kürsüsünde âcizâne vermeye çalıştığım konferanslarda, yazdığım yazılarda, tek kelimeyle bu mevzuda bir şey varsa Allah belamı versin. Hafizanallah!.. Yoksa bunu iddia edene ispat etmek düşer; İslam hukukundaki temel mantık da budur, modern hukuktaki temel mantık da budur. Bu mevzuda îmâ eder bir şey söylemiş mi? Hafizanallah!.. Ben onu sapıklık ve dalalet sayarım.

Elli defa, kendimden her bahsedişimde “köpek” diye bahsetmişimdir. Ve kendimin cennete girmesi mevzuunu, sadece sizin gibi kendini Kur’an’a, imana adamış insanların içinde bulunduğumdan dolayı, Cenâb-ı Hakk’ın bana, ulûf-u şahânede şahıs fark etmeden herkese verildiği gibi, “Yaramaz, haydi sen de geç!..” falan diyeceği mülahazasına bağlamışımdır, “recâ” duygumu böyle dillendirmişimdir. Sizler elli defa buna şahit olmuşsunuzdur. Bunca insanı, Cenâb-ı Hak, cennete sevk ederken, Kıtmîr de içlerinde bulunuyor. Hiçbir liyakati yok fakat bunca insan içinde -onlar da insan olarak görmüşler onu- mahcup etmemek için, “Sen de geç onların arasında!” denilmesini umma mülahazasıyla kendini ifade etmiş bir insan Hâşâ, değil o büyük pâyeler, sıradan, sağlam bir mü’min olma mevzuunda bile “Allah, bizi hakiki Müslüman eylesin!” sözleriyle cevaplandırmışımdır. “Allah, bizi hakiki Müslüman eyleye! Allah, bizi hakiki mü’min eyleye!” Bunun ötesinde Alvar İmamı’nın ifadesiyle, “Allah, bizi hakiki insan eyleye!” mülahazalarıyla sözlerime kafiye koymuşumdur.

Şimdi bütün bunlar yüz yerde ifade edildiği halde, kalkıp bir densizin veya Taylasanlı birkaç tane densizin bir araya gelerek bu mevzuda, sözleri siyak ve sibakından kopararak, müstetbeâtü’t-terâkib’i görmezlikten gelerek, cehaletlerini ortaya koymalarının ve bazı kelimelerden manalar çıkarmalarının hiçbir kıymeti olamaz. “Demediğine göre, galiba öyle!” E sen de demiyorsun, başkası da demiyor!.. O tekkelerde serkâr olan insanlar da demiyorlar. Orada onların hâdimleri de demiyor, “değilim!” demiyorlar. Ee kimse iddia etmiyor ki, onlar da onu söylesinler.

Hırsızlıklarını, haramiliklerini, korkunç cürümlerini perdelemek için isnat ve iftiralarla Hizmet Hareketi’ni ve onun temsilcilerini/gönüllülerini karalamaya çalışıyorlar.

Kaldı ki elli defa, değil onlar, onların çırakları, çömezleri, kapı kulları, boynu tasmalı halâikleri, köpekleri olmaya bile kendini layık görmemiş ve bunu açıktan açığa ifade etmişim. Biraz evvel Câmi’nin sözüyle ifade edildiği gibi, “Yâ Rasûlallah! Ashâb-ı Kehf’in köpeği, Ashâb-ı Kehf ile beraber, onların faziletlerinden dolayı Cennet’e girecekmiş. Ne olaydı, Ashâb-ı Kehf’in köpeği gibi, ben de Senin Ashâbının arasında Cennet’e girseydim. Onun Cennet’e, benim Cehennem’e gitmem nasıl revâ olur? O, Ashâb-ı Kehf’in köpeği ise, ben de Senin Ashâbının köpeğiyim!..” demişim. Hazreti Bediüzzaman da, Molla Câmi’den alarak bunu, kendisi için kullanmıştır. Başka büyükler de kendileri için kullanmışlardır: O devâsa, Everest Tepesi gibi insan Abdulkadir Geylâni hazretleri kendisi için kullanmıştır; Mustafa Bekrî Sıddikî hazretleri kendisi için kullanmıştır; Necmeddin-i Kübrâ hazretleri kendisi için kullanmıştır; Muhammed Bahâuddin Nakşibendi hazretleri kendisi için kullanmıştır. Bizim gibi o kapının halâıkı, kapıkulu, tasmalı kölelerinin başka şey söylemeleri mümkün değildir ve söylememişlerdir. Söylemek şöyle dursun, delaletin hiçbir veçhiyle, ne “dâll bi’d-dalâle” ile, ne “dâll bi’l-iktizâ” ile ne “dâll bi’iltizam” ile, ne “dâll bi’l-işâret” ile, delaletin hiçbir şekliyle o mevzuya imâ eder bir şeyde bulunmamışlardır.

Dolayısıyla çok ciddî bir hıyanet içindeler: Bir hareketi karalama adına, bir yönüyle o hareketin içinde bulunan bir Kıtmîr’i karalamak suretiyle, genelde “dine hizmet hareketi”ni, “millî mefkûreye hizmet” hareketini, “geleneklerimizi dünyaya duyurma hareketi”ni, “dünyadan alacağımızı alma adına olan hareket”i, “dünyaya vereceğimiz şeyleri verme hareketi”ni karalama hesabına, onun içinde -bir yönüyle- ilk defa göze batan bir insanı karalamak -o suretle esasen hareketi karalamak- gibi bir “hıyanet”, bir “denâet”, bir “şenâet”, bir “aşağılık kompleksi” içindedirler.

Nedir bunların arkasındaki dertleri? Hırsızlıkları ortaya çıktı; gündem değiştirmek suretiyle onu unuttursunlar. Diplomasız önemli makamları işgal ettiklerinden dolayı, gündemi değiştirmek için -esasen- bu türlü şeyleri ortaya attılar. Hatta ihtilal ve inkılap senaryoları yaptılar. Belliydi; bütün dünya -aynı zamanda- meseleyi görüyor. Nasıl bir ihtilal, nasıl bir inkılap, nasıl bir darbedir ki bu, evvela elde etmeleri gerekli olan insanlar yerine halkın üzerine yürüyorlar?!. Böyle ahmakça bir şey olamaz! Dünyada aklı başında olan insanlar, herkes, bu meselenin onların dediği şekilde kabul edilmesini akılsızlık gibi, cinnet gibi görüyorlar, bir yönüyle hezeyan olarak kabul ediyorlar. Dünyanın değişik yerlerinde bir sürü mecmuada, bir sürü gazetede de çıktı bu. Fakat dert nedir esasen? Kendi mesâvilerini, me’âsilerini unutturmak.

Kendi seyyielerini unutturmak için sun’î gündemler oluşturma peşindedirler. Biri yukarıdan emrediyor, diğerleri de o emrin kapıkulu, mü’temirleri. “Gidin, falanın malına el koyun!” Haramilik, hırsızlık, aşağılık, kırk haramilik Başka adı olamaz bu türlü şeylerin. Alın teriyle kazanılan şeyler O müesseselerin çoğunda, arkadaşlarla beraber çalışırken, biz, kazma salladık, kürekle orada ter döktük. Binalarda değişik şeylerin değişmesi mevzuunda, kendi elimizle yapmamız gereken şeyleri yaptık. Alın teriyle yapılan şeylere el koyup “milletin malı!” dediler. “Milletten alınan arsalar!” dediler. Hâlbuki otuz sene evvel, alındığı zaman, onlar vermediler o şeyleri. Onları, millet, kendi gönlüyle verdi. Onların hiçbir yerde verdikleri bir şey yoktur. Ama yalanı ahlak haline getirdiklerinden dolayı, o mevzuda da yalan söylüyorlar. Oysa “Yalan, bir lafz-ı kâfirdir!”, kâfirin söyleyeceği bir sözdür. “Vermiştik, alıyoruz şimdi!” demek suretiyle, vermede de yalan söylüyorlar, almada da iftira ediyorlar.

Dünya çapındaki Hizmet faaliyetlerinde sevk-i ilahiyi ve Allah’ın inayetini görmezden gelerek muvaffakiyetleri sebeplere ve bazı şahıslara vermek ancak gafillerin işi olabilir.

Ben o talebelerin yemeklerinden birine bir kaşık çalmadım. Banyolarında, “suları bana haram olur” diye, banyo yapmadım. Abdest alırken, onların bastıkları terliklere ayağımı basmadım. Altı seneye yakın orada günde altı saat derse girdim, beş kuruş para almadım. Mütalaada başlarında bulundum, beş kuruş almadım. “Haram olur” diye almadım. Ağzıma koymadım; eminim, arpa kadar şeyi ağzıma koymadım. Orada yetişen bazı arkadaşların gerçekten adanmışlık ruhuna kendilerini adayacaklarını, yaşatmak için yaşama duygusuna bağlanacaklarını, hiç hesap edemezdim ben.

Bir gün geldi, arkadaşlar Bozyaka’nın avlusundan arabalarla Türkiye’nin değişik yerlerine gitmeye başladılar. İki araba.. “Aman, ne büyük fütuhat!” falan diyorduk. Antep’e gidiyor, onlara diyorlardı ki: “Yurt yapın da içine talebe koyun! Dört başı mamur insan yetişsin. Sigara içmesinler, uyuşturucu kullanmasınlar, beş vakit namazlarını kılsınlar, kimsenin ırzında-namusunda gözleri olmasın. Mesâvîye karşı, me’âsîye karşı mesafeli dursunlar; Hazreti Gazzalî’nin ifadesiyle “münciyât”a açık bulunsunlar, “mühlikât ve mûbikât”a karşı da bütün kapılarını kapasın, arkasına da sürgüler sürsünler!..” Bu mülahaza ile iki araba, üç araba gidiyorlardı; “Aman ne büyük iş!” diyorduk ona. Aklımız ancak o kadarına eriyordu.

Sadece Türkiye’nin içinde böyle birkaç yere giden insanlar, gün geldi “Daha uzak yerlere de gidebiliriz!” dediler. Bir gün, Rus İmparatorluğu yıkıldı; “Yahu onlar (Türkî Cumhuriyetlerin halkı) bizim Asya’dan kardeşlerimiz; biz oradan gelmişiz, Oğuz boylarındanız biz. Atalarımız, o Devlet-i Aliyye’yi kuranlar da oradan gelmiş. Gidip onlara karşı vefa borcumuzu edâ edelim!..” dedik. Denedik yani. Üç beş tane insan, kuralarını çektiler, dünyanın değişik yerine gittiler. Coğrafyada o yerlerin nerede olduğunu Kıtmîr, bilmiyordu. (Yine “Kıtmîr” diyorum ben, onlara rağmen.) Kıtmîr bilmiyordu, gidecek insanlar da bilmiyorlardı. Belki hava meydanında “Falan yere nereden gidilir?” diyorlardı. Öyle çantalarını ellerine aldı, öyle gittiler. Bir yerde, iki yerde bu iş tutunca, “Yahu oluyormuş!” dediler.

Onlar da ifade ediyor bunu her yerde. Alkışlarla Pennsylvania’ya selam gönderenlerin, buraya kadar gelenlerin, tebrik edenlerin sayısı az değildir, yüzlerce Otuz sene bu meseleyi öyle görmüş insanların, bugün kalkıp aleyhte bulunmalarına, “aldanmışız!” demelerine karşılık “ahmaklık etmişler” derim ben; “ahmaklık etmişler!..” Bütün dünya aptal da sadece onlar akıllı değil. İki-üç senedir tahribatlarına rağmen, herkes “Yeni okul açın!” diyor. Bu sene onların tahribat adına gelip-gittikleri yerler, on beş tane okul ruhsatı veriyorlar, on beş tane. Bunların hiç biri bizim aklımızın köşesinden geçmezdi. Ben size yemin ederim, rüyasını bile görmemiştim ben bunların.

Bir gün arkadaşlar böyle, “170 küsur ülkeye ulaştı!” falan dediler, 170 küsur ülkeye, falan. Ve o zaman bu iş böyle olurken, arkadaşlara Kıtmîr’in (Hep Kıtmîr diyorum, onlara rağmen; çatlasınlar, Kıtmîr diyorum.) dediği şey de şu oldu: “Falanlar da gitsinler; siz 1400-1500 tane okul açtınız, 500 tane de onlar açsınlar, yapar 2000 tane okul. 500 tane de diğerleri açsınlar, yapar 2500 okul. 500 tane de devlet yapsın ” Dedim mi demedim mi bunu? Başınızı sallamayın! Evet, dedim; bunu, 50 defa dedim. Kıskanma hissi hissetmedim ben; “Üniversite açsınlar, okul açsınlar, dil kursları açsınlar, üniversiteye hazırlık kursları açsınlar; onlar da açsınlar, siz de onlara arka çıkın!” dedim. Fakat neden sonra, otuz sene sonra, yıkamadıktan, yıkamadığını gördükten sonra, birisi diyor ki: “Onlar 170 küsur yerde açtılar, siz 190 küsur yerde gidin açın okullarınızı!..” Bayılırım bu mantığa, otuz sene sonra bir şeyi idrak edecek mantığa; ona bile bayılırım; çok şükür aklına gelmiş.

Şimdi, geriye dönelim. Bu meselelerin hiçbirini mahrutî bir bakışla, daha baştan planlayarak yapmadık. “Biz bu meseleye böyle bir Bozyaka ile, bir Kestanepazarı’yla başlayalım, sonunda bu mesele şuraya varır!” falan filan, deme değil yani. Cenâb-ı Hak, arkadaşlarımızın içine, ruhlarına o duyguyu, o düşünceyi attı; (O duyguyu, o düşünceyi atana canlarımız kurban olsun!); Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-enâm sevgisini gönüllerine attı; ihlas mülahazasını gönüllerine attı; rıza mülahazasını gönüllerine attı; aşk u iştiyak mülahazasını gönüllerine attı. Dediler ki: Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdüğünde Sahabe-i kiramın sayısının yüz bin olduğu söyleniyor.. Tabakât kitapları, İsâbe, İstiâb, Üsdü’l-gâbe, o kadar sahabeden bahsetmiyorlar ama yüz bin sahabî deniyor. Bu yüz bin sahabîden, “Baki’-i Garkad”da medfun olan, gözümüzün nuru, “Ruhumuz onların ruhuna feda olsun!” diyebileceğimiz, “Baki’-i Garkad”da yatan on bin tane sahabî var. Doksan bin tanesi orada değil. Bunlar, dünyanın değişik yerlerine şedd-i rihâlde bulunmuşlar. Varlıklarını -bağışlayın- katırın, devenin, atın sırtına vurmuş, ilâ-i kelimetullah yollarına koyulmuşlar. لِتَكُونَ كَلِمَةَ اللهِ هِيَ الْعُلْيَا، فَهُوَ فِي سَبِيلِ اللهِ (Allah kelimesi, O’nun adı ve dini yücelsin diye ceht ve gayret gösteren, şüphesiz Allah yolundadır.) mülahazasıyla hareket etmiş ve gitmişler. Onların yolu, onların yöntemi bu. Bu arkadaşlar da bugün öyle gitmişler. Allah, gidişlerine bereket ihsan eylemiş.

Allah’ın inayetiyle, lütf u keremiyle, riayetiyle, kilâetiyle, vekâletiyle, rahmetiyle Hep öyle diyoruz: “Allah bizi, başkalarının havl ve kuvvetinden müstağni kıldı!” Diyor muyuz, demiyor muyuz? رَحْمَةً تُغْنِينَا بِهَا عَنْ رَحْمَةِ مَنْ سِوَاكَ (Allahım bize öyle rahmet eyle ki, Sen’den gayrının merhametine karşı onunla bizi müstağni kıl, bizi başka kimsenin merhametine muhtaç bırakma.) Hâlis tevhidin ifadesi olarak, her şeyi O’ndan biliyoruz. Zaten O’nundur; O’na vermeyi -bir yönüyle- vefanın, hakka karşı sadakatin ifadesi olarak dillendiriyoruz.

Allah aşkına, mahşerde sorulursa, “Bu da bizdendi!” deyin!..

Varsın bütün bunları taylasanlı insanlar kabul etmesinler! Bir gün onların para kaynakları kesilecek, kendilerini satın alan olmayacak, ortalıkta kalacaklar. Belki sizin kapınıza gelecekler; “Ne olur, bizi peyleyin, satın alın!” falan diyecekler. Benim tavsiyem size: Onları mahrum geriye çevirmeyin!.. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanı içinde, “Atın üstünde, donanımla, dilenmek için kapınıza geleni bile boş çevirmeyin!” İki zümre: كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ * وَتَذَرُونَ الآخِرَةَ * وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَاضِرَةٌ * إِلَى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ * وَوُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ بَاسِرَةٌ * تَظُنُّ أَنْ يُفْعَلَ بِهَا فَاقِرَةٌ “Hayır hayır! Siz, peşin gelir olarak (gördüğünüz dünyanın) peşindesiniz ve onu tercih ediyorsunuz. Âhiret’i ise bir kenara koyuyorsunuz. Yüzler olacaktır o gün mutluluktan parıl parıl, Rabbilerine çevrilmiş ve O’na bakan. Ve yüzler de olacaktır o gün ümitsiz ve asık. Bel kırıcı bir belaya uğrayacakları kaygısını taşırlar.”(Kıyâmet, 75/20-25) Siz, öndekiler; onlar da geridekiler. Kapkara yüzleriyle, zift saçılmış yüzleriyle gayyâlara yuvarlandıkları zaman, acı acı, istirham hissiyle dönüp yüzünüze bakacaklar. Benim ricam: Elinizden geliyorsa, onlara el uzatın! En baştaki âmirlerinden en alttaki mü’temirlerine kadar; o emri emir telakki edip yerine getirmeye çalışan mütegalliplere, mutasallitlere, mütehakkimlere, mütemelliklere, gaspçılara, soygunculara, kı-yım-cı-la-ra, evet kıyımcılara kadar, utanarak, asâ gibi iki büklüm olarak, yüzünüze baktıkları zaman, onların yaptığı gibi değil, karakterinizin gereğini yapın!.. Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm gibi davranın; bağrınızı açın, “Allah’ım! Bize ait haklardan vazgeçiyoruz fakat umumun hukuku, Senin hakkın söz konusu ise, o mevzuda devreye girmek, Sana karşı saygısızlık olur! O mevzuda bir şey söylemekten içtinap ediyoruz!” deyin.

Ve bir şey daha rica edeyim: Biraz evvel dediğim şey, mülahazaydı. Hakikaten Bilmiyorum Berzah’ta da şefaat olur mu; ona dair kütüb-i ehâdisiyede bir şey görmedim, orada şefaat olur mu; Allah’ın inayeti olsun!.. Fakat Huzur-u Rabbi’l-âlemîn’de, mahşerde, sizin içinize şöyle-böyle sokulabilme fırsatını bulursam, ne olur, Allah aşkına, sorulursa, “Bu da bizdendi!” deyin!.. Ümidimi buna bağlamışım ben. Bırakın başkasının güft u gû’sunu, dedikodusunu Müslümanlığı bilmeyen, Kitap bilmeyen, Sünnet bilmeyen, Usûluddin bilmeyen, Siyer felsefesi bilmeyen, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-enâmı tanımamış, bütün dine ait değerleri, dinamikleri, dünyevî mamuriyet adına kullanan dünyâperestlerin, fâniyâtperestlerin, zâilâtperestlerin deyip ettiklerine bakmayın!..

Hem muvaffakiyetleri Hizmet erlerinden bilerek şirke düşüyor hem de rekabet hissiyle günahlara giriyorlar.

Arkadaşlarım şahit, geçen gün de konuşurken, “Bakın bu yapılan meselelerin onda birini kendimize mal etmeyelim, Cenâb-ı Hak lütfetmeyince olmaz!” dedim. مَا شَاءَ اللهُ كَانَ، وَمَا لَمْ يَشَأْ لَمْ يَكُنْ (Allah neyin olmasını dilerse, o olur; O’nun dilemediği/olmamasını dilediği de olmaz.) Sabah-akşam, Efendimiz’in vird-i zebanıdır. Ve biz de onu okuyoruz. Ama bunu hiç okumamış olan insanlar, bilmeyebilirler. Sizin aklınıza -inşaallah- “Biz yaptık!” diye şirk işmâm eden bir laf gelmemiştir, inşâallah. İnşâallah gelmemiştir; gelmişse, istiğfar etmek lazım, tevbe etmek lazım. “Sen, bunları lütfettin.. Hepsi Sen’den, hepsi Sen’den!” Kur’an-ı Kerim’in dediği gibi; قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ  “(Ey Rasûlüm) de ki: Hepsi Allah’tan.” (Nisa, 4/78)

Şimdi, Allah’tan olan bu şeyleri, insanlar, bir kere şirke girerek, sizden bildiler. Tamamen siz yapıyorsunuz gibi görmekten dolayı, şirke girdiler. Biz, kendimizden bilince, nasıl kapalı bir şirke girme ihtimali var; onlar da sizden bilmek suretiyle farkına varmadan şirke giriyorlar. Birinci günahları, bu. İkincisi de, rekabete girdiler. Hazreti Yunus Emre adına değişik yerlerde lokaller açtılar, dil kursları açtılar. Bir yerde işin başındaki arkadaştan dinlemiştim; 19 tane mi 20 tane mi olmuştu? Onu çekemediler, aldılar işin başından; ismini söylemiyorum, aldılar; sonra 9’a mı ne düştü o. O da sadece 5-10 tane insana dil öğretme. Öyle değil; milyonlarca insana, bir yönüyle, kendi dilinizi sevdirme ve aynı zamanda “kendi dillerini ve başka dilleri, Almanca, İngilizce, Fransızca öğretmek suretiyle, onları “dünya insanı” haline getirme, kendi dünyaları adına. Ve orada kendini sevdirme, Allah’ın izni ve inayetiyle. Ricâl-i devletin çocukları oralara konacak şekilde bir câzibeye ulaştırma, Allah’ın izni ve inayetiyle.

Nitekim bu mevzuda, çekemeyenlerden bir tanesi, geçenlerde diyor ki: “Ricâl-i devletin, bakanların çocuklarını da alıyorlar, orada okutuyorlar; gelecekte o çocuklar, babalarına karşı darbe yapsınlar diye!” Böyle bir mülahazanın bir kıymet-i harbiyesinin olup olmadığını “ahmaklara dair yazılmış kitaplar”da araştırmak lazım. Sözlüklerde, ansiklopedilerde bulamazsınız böyle bir şey. Evlatlarını bir okula koyacaklar; yetişsinler, onlara karşı darbe yapsınlar!.. Bence karşınızdaki mantık bu ise, esasen mantık adına iflas etmişler demektir. Öyleyse, o iflas etmişlik karşısında, zerre kadar tereddüde düşmeden, daha yiğitçe, Hamzavâri yürüyün!.. Yolunuz, Allah yolu; yolunuz açık olsun! Durmadan, dinlenmeden yürüyün!.. Neticede İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) “ihlas” merdiveni ile, “rıza” merdiveni ile ulaşacaksınız. Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ kemâlini müşahedeye ve O’nun tarafından “Ben, sizden râzıyım!” iltifatına mazhar olacaksınız.

Bakmayın aleyhinizde atıp tutanlara; siz kendi yolunuza, Kitab’a, Sünnet’e, Siyer felsefesine, Usulüddin’e bakın!..

Evet Kıtmîr size sonsuz selam söylüyor. Tekrar ediyorum, âhirette Kıtmîr’i unutmayın!.. Biliyor musunuz, çok defa kendimi nasıl görüyorum? Böyle Efendimiz’in yanına gitmeye de cesaret edemiyorum. Ebu Bekir efendimiz, Ömer efendimiz, Osman efendimiz ve Ali efendimizin yanlarında kuyruğumu sallıyor, ayaklarına dolaşıyorum. Sonra onlar da, işte o Ashâb-ı Kehf’in köpeği gibi hani, “Yâ Rabbi, bu da bizden hiç ayrılmıyordu! Cami kürsülerinden bizi anlatıyordu, hayatü’s-sahabe’yi anlatıyordu, Efendimiz’i anlatıyordu. Samimiyetini bilemeyiz fakat dili bu idi, heyecanları bu idi, gözyaşları da bu idi. Ne olur, bunu da bağışla!..” diyorlar. Hep kendimi öyle gördüm. Hep kendimi öyle gördüm, hep öyle göreceğim; öyle görmem, her gün biraz daha muzaaf hale, mük’ab hale geliyor, her gün

Esved b. Yezid en-Nehâî gibi Kıldığım namazları bile -belki yirmi yaşına kadar- kaza ettim. Hiç yok yere, böyle, “Aman orucum tam olmamıştır!” diye kaza ettim onları. Dediğim gibi, bir arpa kadar haram, ağzıma koymadım. Dünyada bir dikili taşım olmadı. Bana dünyevî câzibedarlıkları teklif ettiklerinde, “Sizin dininizden şüphe ediyorum!” dedim, en yakınlarıma karşı. “İçinde evladım, imanım tutuşmuş yanıyorken, bana dünyevî bir şey teklif etmek ne demek!” falan dedim. Hep böyle yaşadım fakat Esved b. Yezid en-Nehâî gibi, her zaman imansız gitmekten korktum, yüreğim ağzıma geldi, “Allah’ım!” dedim. Evet, akıbetinden emin olanın, akıbetinden endişe edilir; hep akıbetimden endişe ettim.

Bildiğiniz Esved b. Yezid’i bir kere daha söyleyeyim; Nehâî ailesinin serkârı, Alkame’nin, İbrahim en-Nehâî’nin de içinde bulunduğu Ebu Hanife mektebinin üstadları, Ebu Hanife’yi yetiştiren insanlar. Tâbiînden, tebe-i tâbiînden insanlar. Esved, öyle dâhî bir insan ki o mevzuda; onun “sened”de bulunduğu hadis-i şeriflere, hangi kitapta olursa olsun, şimdiye kadar “Bunda şüphemiz var!” diyen insana rastlamadım. Biraz “ricâl”i bilenler, anlarlar bunu; hadis metnini bilenler, anlarlar. Arkadaşlarımızla müzakeremizde onlar da biliyorlar bunu. Ruhunun ufkuna yürürken, akrabası Alkame, yanına geliyor. Alkame en-Nehâî, aynı aileden. Yüzü ekşi, gayet ızdırap içinde kıvranıp duruyor. “Ne o Esved! Günahlarından mı korkuyorsun?” deyince, “Ne günahı?” Esved’in günahı mı olur? Acı tebessüm ediyor. “Yahu Alkame, ne günahı?” diyor, “kâfir olarak gitmekten korkuyorum!” Hep onun düşüncesini taşıdım..

Vefat ettikten sonra, Esved b. Yezid en-Nehâî’yi rüyada görüyorlar, soruyorlar: “Allah sana ne muamele yaptı?” Diyor ki: “Vallahi, enbiyâ-ı izâmı dizmişti; baktım, aramızda dört parmak kadar mesafe var!” İşte Esved, bu; akıbetinden endişe eden, bu!..

Bakmayın Horasanlı Taylasanlılara, bugün aleyhinizde atıp tutanlara!.. Kendi yolunuza, yönteminize bakın!.. Kitab’a ve Sünnet’e bakın!.. Siyer felsefesine bakın!.. Usulüddin’e bakın!.. Hadislere bakarken, otuz kitaba birden bakın!.. Tefsire bakarken, otuz kitaba birden bakın!.. Usulüddin’e bakarken, otuz kitaba birden bakın!.. Müzakere edin, “Amanın yanlış yaparız!” diye. Ve kat’iyyen selef-i sâlihîn’in; Ebu Hanifelerin, Şâfiîlerin, Mâlikîlerin, Ahmed b. Hanbellerin; Şâh-ı Geylânîlerin, Nakşibendîlerin, Necmeddin-i Kübrâların, Mevlânâ Celâleddin-i Rumîlerin, Sultanu’l-Evliyâların, Alaaddin-i Attârların, Mustafa Bekri Sıddîkîlerin, İmam Câfer Sâdıkların, hâsılü’l-hâsıl Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın yolundan ayrılmamak için dikkatli yaşayın.

Allahım, bizi o yoldan zerre kadar, arpa boyu kadar ayırma!.. Allahım, falanın-filanın bu mevzudaki düşüncelerine takılarak, nâm-ı celîl-i nebevîyi güneşin doğup battığı her yere götürme duygu ve düşüncesinden bizi mahrum etme!..

Varsın desinler! Geçenlerde geçtiği gibi, dilimden döküldü birden bire, medyaya da düştü: Derdi dünya olanın, Dünya kadar derdi olur!.. Bence bırakın o dertlilerin arkasına takılmayı. Dertsiz olmanın yolu, Allah’a bağlanmadan geçer!.. Vesselam.

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Mehdîlik iddiaları ve Sübhânallah çizgisi

Fethullah Gülen: Bamteli: Mehdîlik iddiaları ve Sübhânallah çizgisi

Çay faslından hakikat damlaları: Mehdi değil şeytanın düdükleri!..

  • Her şeyi güzel yaratan Allah (celle celalühu) insanın da her işini en güzel şekilde yapmasını ister. Tevbe Sûresi’nde iki âyet-i kerime bu hususu vurgulamaktadır:

    وَسَيَرَى اللَّهُ عَمَلَكُمْ وَرَسُولُهُ ثُمَّ تُرَدُّونَ إِلَى عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ
    Yapacağınız her şeyi Allah da, Rasûlü de görüp değerlendirecek, daha sonra da, gizli olsun açık olsun, her şeyi bilen Allah’ın huzuruna götürüleceksiniz.(Tevbe sûresi, 9/94)

    وَقُلِ اعْمَلُوا فَسَيَرَى اللَّهُ عَمَلَكُمْ وَرَسُولُهُ وَالْمُؤْمِنُونَ وَسَتُرَدُّونَ إِلَى عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ
    De ki: Amel edin: Yaptıklarınızı Allah da, Rasûlü de, mü’minler de görecekler. Sonra gizli ve açık her şeyi bilen Allah’ın huzuruna çıkarılacaksınız. O da yaptığınız her şeyi bir bir sizin önünüze çıkaracak, karşılığını verecektir. (Tevbe sûresi, 9/105)

    (00:44)
  • Cenâb-ı Hakk’ın sana verdiği her şeyi O’nu bilme, O’nu tanıma, O’na bağlanma ve başkalarını da O’na çağırma istikâmetinde kullanmalısın. Hafizanallah, O’nu tanıma ve tanıtma yerine insan kendisini nazara vermeye kalkışır ve hep nefsine paylar çıkarırsa, sapıklığa ilk adımlarını atmış sayılır. (04:20)
  • Daha Peygamber Efendimiz hayattayken, Müseylemetü’l-Kezzab, Tuleyhâ, Esved’ül-Ansî ve Secâh misal peygamberlik iddiasıyla ortaya atılan pek çok yalancı türediği gibi her dönemde “Âhir zamanda gelecek zât benim!” diye meydana çıkan kimseler, şeytanî iddialarda bulunan hastalar her zaman var olmuştur. (05:15)
  • Semâ-i risâletin ayları ve güneşleri sayılan başımızın tâcı bütün büyük insanların nûr ve ziyâsı, Hazreti Rûh u Seyyidi’l-Enâm’ın içinde bulunmadığı zaman itibarıyladır. Busayrî,

    فَإِنَّهُ شَمْسُ فَضْلٍ هُمْ كَوَاكِبُهَا    يُظْهِرْنَ أَنْوَارَهَا لِلنَّاسِ فِي الظُّلَمِ
    O bir fazilet güneşi, diğerleri ise yıldızdır. Yıldızlar insanlara ışıklarını ancak geceleri sızdırırlar.

    diyerek, O Zât’ın, güneşin üstünlüğünü hâiz olduğunu, diğerlerinin ise, O’na nispetle peykler mesâbesinde bulunduğunu ve O’nun olmadığı dönemlerde çevrelerine nûrlar saçıp etraflarını aydınlattıklarını söyler ki, yerinde bir tesbittir. (06:25)
  • Râfizî düşünce, tarih boyunca sürekli Mehdî çıkarmıştır. Muvahhidîn devletini kuran insana Mehdî denmiştir. Emevî ve Abbasî tarihleri boyunca ortaya çıkan birçok siyâsî grup hep liderlerinin Mehdî olduğunu söylemişlerdir. Hatta Kuzey Afrika’da kurulan ve daha sonra Mısır’a da hâkim olan Şiî Fatımî devletinin ilk hükümdarının Mehdî olduğu inancı bu devleti kuran ve sürdüren kimseler arasında yaygın bir husustur. Karmatîler de aynı hususu istismar ederek senelerce fitne ve iftiraka sebep olmuşlardır. Hasan Sabbah bu türlü mehdi taslaklarının prototipleri arasındadır. (07:15)
  • Günümüzde büyük iddialarla ortaya atılanların sayısı her zamankinden daha fazla. Adeta mehdi enflasyonu var. Genelde insanlar doğru mülahazalarla yola çıkmış olsalar da, bugünkü nesillere iyi bir ruh terbiyesi verilmediğinden, temel disiplinler kendilerine öğretilmediğinden ve bilhassa rehbersizlikten dolayı çokları yolculuk esnasında yollarını şaşırmakta ve kaybolup gitmektedirler. Demek ki, sadece sırat-ı müstakime girmiş olmak yetmemektedir; asıl önemli olan, yolda kalmadan ve istikameti şaşırmadan Cennet, Cemalullah ve Rıdvan hedefine varabilmektir. Kulluğa düşen tevazu, mahviyet ve hacâlettir. Yoksa, Allah muhafaza, bugünün Hasan Sabbah’ları arasında olma ihtimali vardır. (08:16)
  • Almanya’dan mektup yazıp mehdi olduğunu ve bunu birkaç dakika içinde ispatlayabileceğini iddia eden mehdi-yi Almanî!.. (10:12)
  • İmkanı varsa boyunuzu aşkın kitaplar yazın -Allah aşkına- altına imzanızı atmayın; “bir meçhul yazdı” deyin. (10:50)
  • Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in risâletini ilan etmesi, O’nun vazifesi cümlesindendir. Farz-ı muhal, O, kelime-i Tevhidi söylese ama “Muhammedün Rasûlullah” demeseydi, vazifesini yapmamış olurdu. Halbuki, bir insan kutup, gavs, Mehdî olsa da, onun bu mazhariyetini ilan etme gibi bir vazifesi yoktur. Dahası, hakiki Mehdî olduğuna dair elinde kesin bir delili de yoktur; duyuş ve sezişlerinde yanılmış, asıl ile gölgeyi karıştırmış olabileceği her zaman muhtemeldir. Mehdiyet, arkasına düşülüp aranılacak, bulununca da herkese ilan edilecek bir paye değildir. (11:31)
  • Hazreti Üstad, “Dine hizmet ettim diye gururlanma.

    إِنَّ اللّٰه لَيُؤَيِّدُ هَذَا الدِّينَ بِالرَّجُلِ الْفَاجِرِ
    Allah bu dini bazen bir fâcir adamın eliyle de teyit eder. (Buhari, cihâd 182; Müslim, îmân 178)

    sırrınca müzekka olmadığın için, belki sen kendini o racül-i fâcir bilmelisin.” diyor. Nimetler karşısında, “Evet ben güzelleştim, fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir, benim değildir.”şeklinde düşünmek gerektiğini ifade ediyor.Tevazu ve tekebbür adına bir ölçü ortaya koyuyor: “Her adam için, heyet-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise, tekebbürle tetâvül edecek. Eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise, tevazu ile takavvüs edecek ve eğilecek, tâ o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası küçüklüktür, yani tevazudur. Küçüklüğün mizanı büyüklüktür, yani tekebbürdür.”İşte mü’minin kendi hakkındaki düşüncelerini bu esaslar belirlemelidir. (12:07)
  • 22 yaşında bir genç hem Hasanî hem Hüseynî olduğunu söyleyip büyük iddialarda bulununca Hocaefendi ona tevazu ve mahviyeti anlatıyor. O genç, odadan çıkarken, anlatılan onca hakikati hiç duymamışçasına “Bu mevzuda size seçme hakkı vermemişlerse ne yapacaksınız!” diyor. (14:38)
  • 12 Mart Muhtırası döneminde kitaplara döktürdükleri harflerin, kelimelerin cunûdullah olduğuna inanan ve Atılgan ile Muhit isimli komutanların idaresinde cin ordusunun gelişini bekleyen kimseler (16:10)
  • Şeytan, düdük haline getirilecek, öttürülecek insanları yer yer dudaklarına götürüyor, üflüyor. Şeytanın düdüğü insanlar.. dudaklarına götürüyor şeytan, onlara üflüyor; onlar da etraflarında buldukları dini bilmeyen safderunları kandırıyorlar. (19:17)
  • “Kur’an Müslümanlığı” diye bir sapıklık çıktı. Usulüddin ulemâsı, “Hadisin Kur’an’a ihtiyacından daha fazla Kur’an’ın hadise ihtiyacı vardır” diyorlar. Zira, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz sadece bilinmezleri bildiren, idrak edilmezleri ruhlarımıza duyuran bir tarif edici ve bir muallim-i ekber değil, aynı zamanda dinî hükümleri tebliğ, insanî değerleri talim ve ahlâkî esasları temsil yanı itibarıyla muvazzaf bir müşerri’, bir kanun vâzıı ve hakikatler hakikatinin bir kavl-i şârihidir. (20:07)

Soru: Bir münasebetle, “Mesleğimizin esası Sübhânallah çizgisinde hareket etmektir” buyurmuştunuz. “Sübhanallah çizgisinde hareket” ne demektir? Ayrıca, eserlerde namazın çekirdekleri anlatılırken “celâline karşı kavlen ve fiilen Sübhânallah deyip takdis etmek; cemaline karşı, kalben, lisanen ve bedenen Elhamdülillâh deyip şükretmek; kemaline karşı, lâfzan ve amelen Allahü Ekber deyip tâzim etmektir” deniliyor. Namazın kavlen ve fiilen tesbîh u takdîs olması nasıl anlaşılmalıdır? (22:09)

  • Tesbîh, Cenâb-ı Hakk’ı tenzih etmek, yani Zatını i’tikad, söz ve amel bakımından şanına lâyık olmayan her türlü kusurdan yüce tutmaktır. Diğer bir ifade ile, tesbîh, layık olmayanı reddetmek; takdîs ise, layık olanı isbattır. Dolayısıyla, tesbîhte bir çeşit takdîs, takdîste de tesbîh vardır. (22:59)
  • Rasûl-u Ekrem Efendimiz buyurmuşlardır ki; “İki söz vardır ki, onlar Rahmân’a sevgili, dile hafîf, mîzanda ise pek ağırdır. Bunlar: ‘Sübhânallahi ve bihamdihî, sübhânallahi’l-azîm’ cümleleridir.” Evet, kabaca “Sübhansın ya Rab! Hamd ü senâ duygusuyla dopdolu olarak Seni tesbîh ederim. Ey yüce Allah’ım, Sen noksan sıfatlardan, eksik ve kusurdan, şerik ve yardımcıdan münezzehsin, mütealsin!” manâlarına gelen bu iki cümlenin söylenmesi çok kolaydır, dile ağır gelmez; bunlar boş ve değersiz sözler değildir, bilakis Hak katında makbul ve kıymetlidir; ayrıca, mizanda da çok ağırdır. Gözünüzde çok küçük olan ve belki de çoklarının hafife aldığı bu iki cümle, eğer gönülden söylenmişse, ahirette getirilip mizanda terazinin hasenat kefesine konulunca, yığın yığın günahları havaya kaldıracak kadar ağırlaşacaktır. Çünkü bu söz Cenâb-ı Hak nezdinde çok sevimlidir. (23:15)
  • Mesleğimizde esas olan tenzih üzere yürümektir. Yani kendi elimizle ortaya koyduğumuz işlerde bile -iradeyi nefyetmeden- “Cenâb-ı Hakk’ın murad-ı sübhanisi bu istikamette olmasaydı, ben bunu yapamazdım” diyerek hep bu düşünceye bağlı yaşamaktır. (23:30)
  • Tahmîd kelimesi; medih ve şükür duygularıyla dolmak, “Elhamdülillâh” kelâmının mânasını ifade etmek, Cenab-ı Hakk’a hamd u senada bulunmak demektir. Bediüzzaman Hazretleri, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nimetleri ilân etmenin ve tahdîs-i nimette bulunmanın bazen gurura ve kibre dönüşebileceğini söyler. Bazen de, tevazu kastıyla o nimetleri ketmetmenin küfrân-ı nimet olabileceğini hatırlatır. Nimetleri ilan etme ya da gizleme hususunda ifrat ve tefritten kurtularak istikamet üzere olmak için, meziyet ve kemâlâtın varlığını kabul etmek fakat asla onlara sahip çıkmamak, kendine mal etmemek ve hepsinin Mün’îm-i Hakikî’nin lütufları olduğunu ikrar etmek gerektiğini vurgular. Meseleyi daha da açmak için bir misal verir: Bir insan sana çok güzel bir elbise giydirse ve o elbise sana çok yakışsa, insanlar da, “Maşaallah, çok güzelsin, çok güzelleştin” dese; eğer sen tevazukârâne, “Hâşâ, nerede güzellik nerede ben?” desen küfrân-ı nimette bulunmuş ve o güzel elbiseyi sana giydiren mahir san’atkâra karşı hürmetsizlik yapmış olursun. Eğer müftehirâne “Evet, ben çok güzelim. Benim gibi güzel nerede var?” desen, o vakit de, mağrurâne bir fahre girmiş olursun. İşte, hem gurur, kibir ve kendini beğenmişlikten hem de küfrân-ı nimetten kurtulmak için, “Evet, ben güzelleştim. Fakat güzellik elbisenindir ve dolayısıyla o elbiseyi bana giydirenindir; benim değildir” demelisin. (26:43)
  • Tesbih ve hamdi beraber söylemede çok ince bir husus vardır. Hazreti Üstad bu nükteye şu sözleriyle işaret eder: “Kezalik -bilâ teşbih- Cenâb-ı Hak rahmetiyle bize karib olduğu cihetle ona hamd ediyoruz. Biz ondan uzak olduğumuz cihetle Onu tesbih ediyoruz. Binaenaleyh, rahmetiyle kurbuna bakarken hamdet. Ondan baid olduğuna bakarken tesbih et. Fakat her iki makamı karıştırma. Ve her iki nazarı birleştirme ki, hak ve istikamet mültebis olmasın. Lâkin iltibas ve mezc olmadığı takdirde, her iki makamı ve her iki nazarı hem tebdil, hem cem edebilirsin. Evet, Sübhanallahi ve bihamdihî her iki makamı cem eden bir cümledir.” (27:30)
  • Günümüzde enaniyet çok ileri gittiğinden ancak Zat-ı Uluhiyete nisbet edilebilecek fiiller bile insanlar hakkında kullanılabiliyor. Mesela “halk” kelimesinin karşılığı olan yaratmak sözü bunlardan biridir. Yaratma, yaratılma, var etme, var edilme, bir şeyden daha başka bir şey meydana getirme mânâlarına gelen “halk”, Allah’ın her şeyi asıl unsurları ve sonraki inşasıyla yoktan var etmesi demektir ki, bu tarif çerçevesinde onun Allah’tan başkasına nisbeti caiz değildir. (28:08)
  • Namazın özü, Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh, ta’zîm ve O’na şükürdür. Evet, tesbîh, tekbîr ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedir. Ondandır ki, namazdaki bütün hareketlerde ve zikirlerde “Sübhânallah”, “Elhamdülillah” ve “Allahu Ekber” sözlerinin manaları gizlidir. Bediüzzaman hazretlerinin de ifade ettiği gibi, iftitah tekbîrinden selam vereceğimiz âna kadar biz, hemen her an söz, hal ve tavırlarımızla ya “Sübhânallah” deyip Cenâb-ı Hakk’ı takdîs eder, ya “Elhamdülillah” sözüyle hamd ü senâ hislerimizi seslendirir ya da “Allahu Ekber” diyerek O’na ta’zimde bulunuruz. Aslında ilk tekbîr, mâsivaya ait her şeyi kendine haram kılarak harem dairesine adım atma, bütün dünyevîlikleri kapının dışında bırakma ve yalnızca Sultan-ı Kâinat’a teveccühte bulunma adına bir söz vermedir. O andan itibaren, namazın bütün dakikalarına, saniyelerine ve saliselerine tesbîh, tahmîd ve tekbîr ruhunu işleme, bir manada bütün bütün namaz kesilme ve adeta namazlaşma ahdi demektir. Melekler, bu sözün gereğini yerine getirerek namazını ikâme eden bir âbidin âlem-i misâle yansıyan resmini çizseler, ihtimal ortaya namaz çıkar; o insan ancak mücessem bir namaz kesilmiş olarak resmedilebilir. (29:43)
  • “Celâline karşı kavlen ve fiilen Sübhânallah deyip takdis etmek.” (34:35)
  • “Cemâline karşı kalben, lisanen ve bedenen Elhamdülillâh deyip şükretmek.” (37:03)
  • “Kemâline karşı lâfzen ve amelen Allahu ekber deyip tâzim etmek.” (38:40)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Mehdîlik iddiaları, keramet talepleri ve en büyük pâye

Fethullah Gülen: Bamteli: Mehdîlik iddiaları, keramet talepleri ve en büyük pâye

Soru: Güzel rüyalarla, yakazalarla ya da kerametvari hadiselerle başı dönen bir kısım mü’minlerin yanı sıra yaşantısında İslâmî hassasiyetleri hiç gözetmeyen, hatta yapıp ettikleri televizyonlarda sergilendikçe insanlar nazarında daha bir maskara durumuna düşen bazı kimseler büyük iddialara kalkışabiliyor ve bazen ima ile bazen de açıktan açığa kutup, gavs veya mehdî olduklarını söyleyebiliyorlar. Hem bu türlü iddialarla alâkalı mülahazalarınızı hem de simaları okuma, kalblere muttali olma ve kabir ehlinin haline vâkıf bulunma gibi kerametlere mazhariyet arzusu hakkındaki düşüncelerinizi lütfeder misiniz?

  • Hangi şekliyle olursa olsun kulluk, insanın şerefinin rengi ve ona bahşedilmiş en büyük pâyedir. Allah Teâlâ, O Rehber-i Küll ve Muktedâ-yı Ekmel’ini, sözlerin en ekmeli içinde anarken, önce “عَبْدُهُ”demiş, sonra “رَسُولُهُ”sözüyle bu mübarek cümleyi taçlandırmıştır. Kezâ, O “Şeref-i Nev-i İnsan” ve O “Ferîd-i Kevn ü Zaman”ı miraç adı altında, gökleri şereflendirmeye dâvet ederken, dâvetiyenin başına “سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ - (Tüm kusur ve noksanlıklardan münezzeh ve müberradır o Zât ki) gece vakti kulunu (Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya) seyr ü sefer ettirdi.” (İsrâ sûresi, 17/1) iltifat-bahş kaydını koymuş ve O’nun ubûdiyetinin bu hususî fâikiyetine işaret buyurmuştur. (01:30)
  • Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in risâletini ilan etmesi, O’nun vazifesi cümlesindendir. Farz-ı muhal, O, kelime-i Tevhidi söylese ama “Muhammedün Rasûlullah” demeseydi, vazifesini yapmamış olurdu. Halbuki, bir insan kutup, gavs, Mehdî olsa da, onun bu mazhariyetini ilan etme gibi bir vazifesi yoktur. Dahası, hakiki Mehdî olduğuna dair elinde kesin bir delili de yoktur; duyuş ve sezişlerinde yanılmış, asıl ile gölgeyi karıştırmış olabileceği her zaman muhtemeldir. Mehdî’nin şahıs mı yoksa şahs-ı manevî mi olduğu da şüphelidir. Dolayısıyla, mehdiyet, arkasına düşülüp aranılacak, bulununca da herkese ilan edilecek bir paye değildir. Heyhat ki, bugün bazı insanlar o meseleye kafalarını takmışlar; büyük iddialara girişiyorlar. (02:38)
  • Hâlis bir mü’min -varsa- kabiliyetlerini, elde ettiği başarıları ve kendisine bahşedilen bütün mazhariyetleri Mevlâ’nın nimeti bilmeli, istidrâca maruz kalmış olmaktan endişe duymalı ve şayet O, inayetini keserse, her şeyin sönüp gideceğini bir an aklından dûr etmemelidir. Kendisinin bir halaskâr, bir kutup, bir gavs ve bir mehdi olduğu düşüncesini rüyasına bile misafir etmemeli; bu türlü mülahazaları şeytanın dürtüleri olarak görmeli; haddini bilip düz kulluğa rıza göstermelidir. Zira, ancak böyle bir denge, insanı iddiadan, bencillikten, benlikten ve âidiyet mülahazasından uzaklaştırır; onu Allah’ın rızasına ulaştırır. (04:27)
  • Benim imzam -Hazreti Üstad’ın bir sözünden hareketle- “hiç ender hiç”; sizin imzanız da “hiç” olsun; kendinize öyle bakın!.. (07:02)
  • Daha Peygamber Efendimiz hayattayken, Müseylemetü’l-Kezzab, Tuleyhâ, Esved’ül-Ansî ve Secâh misal peygamberlik iddiasıyla ortaya atılan pek çok yalancı türediği gibi her dönemde “Âhir zamanda gelecek zât benim!” diye meydana çıkan kimseler de olmuştur. O ilkler ve Efendimiz’in ruhunun ufkuna yürümesinden hemen sonra “Ben de Peygamberim” diyen deccallar gibi her dönemde “Ben Mesih’im” diyen; hatta Efendimiz hakkında –hâşâ– “O Araplara gönderilmişti, ben daha umûmîyim.” şeklinde şeytanî iddialarda bulunan hasta ruhlular her zaman var olmuştur. Dahası, Mehdî ile alâkalı hadis-i şeriflerde “Âl-i beytimden bir tanesi zuhur edecek, ismi benim ismime muvafık olacak” dendiği için; yani, Mehdî’nin adının Muhammed, Ahmed gibi bir isim olacağına, Efendimiz’in ismiyle Mehdî’ninkinin -günümüzdeki moda tabirle- örtüşeceğine işaret buyurulduğu için az ileri yaşlarda adını değiştiren bir sürü insan çıkmıştır. (08:17)
  • Râfizî düşünce, tarih boyunca sürekli Mehdî çıkarmıştır. Muvahhidîn devletini kuran insan Mehdî’dir. Emevî ve Abbasî tarihleri boyunca ortaya çıkan birçok siyâsî grup hep liderlerinin Mehdî olduğunu söylemişlerdir. Hatta Kuzey Afrika’da kurulan ve daha sonra Mısır’a da hâkim olan Şiî Fatımî devletinin ilk hükümdarının Mehdî olduğu inancı bu devleti kuran ve sürdüren kimseler arasında yaygın bir husustur. Fâtımî devletinin başına bir çocuğu getirmişler; peygamber torunu dedikleri o uydurma kurtarıcının etrafında toplanmış ve o meseleyi su-i isti’mal etmişlerdir; etmişler ve müslümanların Haçlı seferleriyle, daha önce Moğol işgalleriyle sarsıldığı bir dönemde onlar istiklallerini ilan ederek fitne ve iftirak çıkarmışlardır. İşte, tahta atın içinde, devlet bünyesine sinen bu insanlar Haçlı ordularına kapıları açmış ve düşmanların istilasını kolaylaştırmış, İslam’ı arkadan hançerlemişlerdir. Karmatîler de aynı hususu istismar ederek senelerce fitne ve iftiraka sebep olmuşlardır. Hasan Sabbah bu türlü mehdi taslaklarının prototipleri arasındadır. (10:30)
  • Yakın tarihe doğru gelince, Somali Mehdî’sinden Sudan’da çıkan büyük Mehdî’ye –ki onu İngilizler öldürmüş, yakmış, külünü Nil’e savurmuşlardır ve Doktor İkbâl ondan çok dâsitânî bahseder– bir Mesîh-i Mev’ud olarak alkışlanan Bahâullah’tan Hind Yogasıyla, meditasyonla meşgul olan, ruh gücünü ortaya çıkarmaya mâtuf bazı riyâzetlerle başı dönünce halüsinasyonlar görmeye başlayan, kendisine önce müceddid, sonra Mehdî-i Mev’ud, İmam-ı muntazar ve en sonunda Mesîh-i Mev’ud diyen Gulam Ahmed’e, ondan da Hindistan’ın bölünüp parçalanmasına sebebiyet veren, bir yönüyle Müslümanların büyük bir devlet olmasına mani olan insandan o anlayışın Amerika’ya uzanan kollarına kadar pek çok kimse mehdîlik mevzuunu su-i isti’mal etmiş ve fitnelere sebep olmuştur. (14:00)
  • Bana gelip mehdiliğini söyleyen bir sürü insana şahit oldum. İki misal anlatayım (15:10)
  • Günümüzde bu türlü iddialarla ortaya atılanların sayısı her zamankinden daha fazladır. Genelde insanlar doğru mülahazalarla yola çıkmış olsalar da, bugünkü nesillere iyi bir ruh terbiyesi verilmediğinden, temel disiplinler kendilerine öğretilmediğinden ve bilhassa rehbersizlikten dolayı çokları yolculuk esnasında yollarını şaşırmakta ve kaybolup gitmektedirler. Demek ki, sadece sırat-ı müstakime girmiş olmak yetmemektedir; asıl önemli olan, yolda kalmadan ve istikameti şaşırmadan Cennet, Cemalullah ve Rıdvan hedefine varabilmektir. Kulluğa düşen tevazu, mahviyet ve hacâlettir. Yoksa, Allah muhafaza, bugünün Hasan Sabbah’ları arasında olma ihtimali vardır. (17:10)
  • Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Aişe kendilerini nerede görüyorlardı!.. Kimdi bu insanlar ve neler yapmışlardı; fakat, kendilerine nasıl bakıyorlardı!.. Maneviyat âleminin sultanları olan Hak dostları, kendilerini sıradan bir mü’min kabul ediyor, Allah tarafından tutulmazlarsa ayakta kalamayacaklarına gönülden inanıyor, iddia sayılabilecek beyanlardan olabildiğine kaçıyor ve en küçük kusurlarını bile gözlerinde büyütebildikleri kadar büyütüp sürekli hacâletle gözyaşı döküyorlardı. Bu itibarla, bize yakışan da evleviyetle azamî tevazu, mahviyet ve hacâlettir. Allah aşkına tevazu, mahviyet ve hacâlet!.. Bunun dışındaki bütün mülahazalar tamamen şeytani vesvese ve dalalete sürüklenmedir. (19:23)
  • İmanın vaad ettiği huzuru kevser yudumluyor gibi duyup hisseden hakiki mü’minler aynı zamanda, “Ben ölünce hesabımı nasıl vereceğim, ötelere nasıl bir keyfiyette gideceğim?” endişesiyle tir tir titremişlerdir. Zira akıbetinden endişe etmeyenin, akıbetinden endişe edilir. Dini çok iyi anlayan ve onu hayatlarına hayat kılan sahabe-i kiram, tâbiîn-i izam ve tebe-i tâbiîn-i fihâm efendilerimizin, iman atmosferinde huzur ve itminan solukladıkları aynı anda akıbet-endiş oldukları da görülmektedir. Ashab’dan Abdullah b. Cahş hazretlerinin bu konudaki mülahazaları malumdur. Tertemiz bir atmosferde neş’et eden ve hayatını ibadetle geçiren Esved b. Yezîd en-Nehaî de vefat ederken çok korkuyor ve çok ağlıyor. Hazreti Alkame yanına girip soruyor: “Nedir bu hıçkırıklar, günahlarından mı yoksa ölmekten mi korkuyorsun?” Bunun üzerine o büyük Hak dostu, “Hayır hayır, iş çok ciddi; ben günahlarımdan ya da ölümden değil, küfür üzere ölmekten korkuyorum.” diyor. Evet, korkmayanın akıbetinden korkulur; endişe duymayanın akıbetinden endişe edilir. (22:05)
  • Mü’minliği oyuncak haline getiren, şeytanın dürtüleriyle kendilerine payeler biçen ve kendilerini yüksek makamlara koyan insanlar -hafizanallah- şeytanın oyuncağı olmuş zavallılardır. (25:18)
  • Diğer taraftan, kendisi kutup, gavs, mehdi olduğunu iddia etmese bile etrafındaki insanların hüsn-ü zanlarına, o türlü lâf ü güzafına göz yuman, onların meseleyi dillendirmelerine karşı sükût duran insan da dalalete karşı sessiz kalıyor demektir. Aklı başında, Kitab’ı ve Sünnet’i bilen bir mü’min ne öyle bir meseleyi kabul eder, ne de öyle bir mesele çevresi tarafından dillendiriliyorsa sükût durur. Arz ettiğim gibi, o tür iddiaları dalalet sayar, sükûtu da dilsiz şeytanlık kabul eder. Hazreti Üstad gibi: “Ben kendimi beğenmiyorum. Beni beğenenleri de beğenmiyorum.” diyerek takdir, teveccüh ve iltifatlara karşı açıktan açığa tavrını ortaya koyar. (26:50)
  • Cenab-ı Hakk’ı çok iyi bilelim. Âyât-ı tekvîniyeyi her gün didik didik edelim. “Namazda secdeye giderken Arş’ın kaidelerine başım dokunacak gibi.. aman temkinli olmalıyım.. o meseleyi o kadar bilmeliyim.” Allah’tan bunu isteyebilirsiniz. Fakat, demelisiniz ki: “Allah’ım, kurban olayım.. bahtına düştüm.. bana fevkalâdeden bir şey verme! Kendini bana çok iyi bildir. Senin karşında, mevcudiyetini mülahazaya alarak, kalbim duracak gibi yaşayayım; ödüm kopsun.. bakışım bulansın.. gözlerim dönsün.. Fakat, insanın içini okuma, iristen ve mimiklerden manalar çıkarma, gelecek adına bir şeyler söyleme gibi fevkalâdelikleri istemiyorum.. kurban olayım.. bunları istediğine ver!” Böyle diyecek kadar Cenab-ı Hakk’ın ulûhiyetini tasdik yolunda olmalı. Ciddi bir ubudiyetle mukabelede bulunmalı. (30:10)
  • İman-ı billah delice istenmeli.. marifetullah delice istenmeli.. muhabbetullah delice istenmeli.. fakat, zevk-i ruhânîye gelince, ona talip olunmamalı. Amel, Allah için olmalı, Allah rızasına bağlanmalı ve o amelle rıza-yı ilâhîden başka bir şey de aranmamalı. Evet, zevk-i ruhânî peşinde dahi olunmamalı. Mektûbât’ta “îman-ı billah, marifetullah, muhabbettullah, zevk-i ruhânî” deniyorsa da orada netice ifade ediliyor. Yani, zevk-i ruhânî, amelin ona bağlandığı bir iş değildir, amele terettüp eden bir şeydir, amelin gayesi değil semeresidir. İnsan zevk-i rûhânîye ulaşmak için amel yaparsa, zevk-i ruhânî, o amelin karşılığı ve gayesi olmuş olur, dolayısıyla, o amel kıymetini kaybeder. Çünkü, Allah, Allah olduğu için Mâbud’dur; ibadet edildiği için Allah değildir. Hakkıdır O’nun Kendisine ibadet edilmesi. Kulluk hesabına ne yapıyorsan o, O’nun hakkıdır. (31:40)
  • Zevk-i ruhânî, keşf ve keramet gibi şeyler Allah’ın değişik dalga boyundaki mevhibeleri ve atıyyeleridir. Fakat, insan kat’iyen bunlara tâlib olmamalı, bunlar için elini kaldırıp dua etmemelidir. Şayet kendi ihtiyarı haricinde öyle fevkalâde şeylerle karşılaşırsa, o zaman da, bir imtihanla karşı karşıya olduğunu düşünmeli; onlardan dolayı asla caka yapmamalı, kendi nefsine pay çıkarmamalı; onları kendisine bahşedilmiş varidât gibi göstermemelidir. Bir insanın, zevk, vecd ve keramet gibi şeyleri bir üstünlük vesilesi sayması ve kendi faziletine terettüb eden birer lütuf şeklinde kabul etmesi vesile-i haybettir, hüsrandır ve aldanmışlıktır. Kulluğu Allah’a bağlama gibi âlî ve çok semereli bir şeyi, Cenab-ı Hakk’tan gelecek tecelli dalga boyundaki çok küçük çerezlere feda etmek demektir. Çerezlerle oyalanıp o çerezleri dağıtan Cevvâd u Kerîm’i görmeme demektir. Oysa, sadece Allah istenmeli, yalnızca O’nun rızası arzulanmalıdır. (32:15)
  • Üstad’ın “Sünûhât”ta verdiği ölçüye göre; hayat-ı içtimâiyede herkesin görmek ve görünmek için bir penceresi vardır. Boyu uzun olanlar pencereden görünmek için tekavvüs ederler (kavis şeklinde eğilip bükülürler), boyu kısa olanlar da görünmek için tetâvül ederler (parmaklarının ucuna basıp başlarını yüksekte tutar, boyları uzunmuş gibi dururlar). İnsanın büyüklüğünün Allah indinde gerçek emaresi yüzü yerde olmaktır. (34:38)
  • Alkış beklemek komplekstir.. yaptığı şeyler karşısında milletin takdirlerini beklemek komplekstir, aşağılık duygusudur ve Allah ile münasebette zayıf olmadır. Hazreti Üstad, “Mezarımı bir iki talebemden başkası bilmemeli!” diye vasiyet ederek bize ihlas dersi vermiştir. “Sen tohum at git, onu kim hasat ederse etsin” düşüncesi hâlis bir mü’minin şiarı olmalıdır. (35:10)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Mesafeler kurban oldu!..

Soru: Hizmet erleri, önceki senelerde Kurban Bayramı'nı daha çok deri toplama ve muhtaç talebelerin et ihtiyacını karşılama fırsatı olarak görüyorlardı. Bu bayramı ise, doğu-batı kaynaşması adına çok önemli bir vesile kabul ederek, bayramlaşmak ve yardımlaşmak için ülkenin bir ucundan diğerine koştular. Aslında birkaç kilo et değil, gönül verdiler gönül aldılar. Halkımızın birlik ve beraberliği zaviyesinden bu gayretleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

  • Kurban ibadeti ve diğer sâlih ameller dün de esas itibarıyla aynı şekilde değerlendiriliyordu; fakat, bugün zamanın yorumu da işin içine katıldı, zarurete binaen formatla biraz oynandı ve aynı zamanda gayr-i iradi bir strateji de gerçekleştirilmiş oldu. (01.30)
  • Doğu ve Güneydoğu için ortaya konan hayırlı faaliyetler İstanbul, İzmir, Ankara ve Mersin gibi illerin varoşlarında da yapılmalıdır; yoksa, buraların ihmali de bir kısım problemlerin oluşmasına sebebiyet verebilir. Bunu görememe, bu meselelerin zamana ve konjonktüre göre ne türlü yorumlar istediğini kavrayamama demektir. (04.30)
  • Muradımız Allah'ın rızasıdır; gönüller kazanmak bile esas hedefimiz değildir. Biz sadece vazifemizi yapıyoruz; gönüllerin fethedilmesi ise işin tabii neticesi oluyor. (06.37)
  • Televizyonda seyrettim kurban seferberliğindeki adanmış ruhları; yüreğimin yağı eridi senelerdir hasret kaldığımız tabloları görünce... (07.40)
  • Keşke Van'da, Diyarbakır'da, Mardin'de, Tatvan'da, Şırnak'ta, Hakkari'de... o bölgenin insanı, bayram namazında sağa selam verdiklerinde on tane parlamentere de selam vermiş olsalardı, sola selam verdiklerinde ise on tane bürokratla da karşılaşsalardı!.. (09.00)
  • Meseleyi sadece üç-beş kilo et dağıtma işi olarak görmeyin; bazen bir gül uzatmakla ve bir tebessümle gönüller fethedersiniz. Hele neredeyse bir asırdan beri kardeşliği ve sevgiyle kucaklaşmayı görmemiş, hatta onu beklemeyi de unutmuş kimseler nezdinde samimiyetiniz çok büyük manalar ifade eder. (13.40)
  • Polis ya da asker abisinin elinden hediye alan ve onun tarafından giydirilen bir çocuğun devletine kötü nazarla bakması mümkün değildir. (17.40)
  • Allah'a yakın olan insanların halktan uzak kalmaları düşünülemez. (19.41)
  • Bir hayra vesilelik eden onu yapmış gibidir. Siz bereketli bir yol açtınız,İnşaallah bundan sonra aynı yolu takip edenlerin sevaplarına da ortak olacaksınız. (25.38)
  • Bu hizmetleri şahıs planında değerlendirirken, her fert, kendisini halkanın içindeki şakî bilmelidir; fakat, halkada bulunmayı şekavetten kurtulmanın en önemli vesilesi saymalı ve sâlihlerden ayrılmamak suretiyle kurtulacağı ümidini taşımalıdır. (29.15)
  • Ey adanmış ruhlar!.. Allah sizden ebediyyen razı olsun. Siz dün ellerinizi göğsünüze vurdunuz, "Biz bu yola kurbanız!" dediniz ve hiçbir makul teklife itiraz etmediniz; bugün de aynı civanmertliği ortaya koyuyor ve değil Güneydoğu ya da Afrika, göklerde kentler kurulsa mesajınızı yıldızlar ötesine taşıyabilmek için de can atacağınızı gösteriyorsunuz. (34.10)

Mesâî ve Himmet

/>Soru: 1) Bir hizmet insanının mesâî anlayışı nasıl olmalıdır? Mesâînin takdir edilmesi ve değerlendirilmesi konusunda, hizmet mahallinde geçirilen zaman ile yapılan işin kalitesi hangi ölçülerde göz önünde bulundurulmalıdır? Fedakârlığın mesâîye bakan yanıyla alâkalı mülahazalarınızı lutfeder misiniz?

Meşru siyaset ve makyavelist politikacılar

Fethullah Gülen: Meşru siyaset ve makyavelist politikacılar

Raşit Halifeler ve onların yolunda yürüyenler meşru siyaseti temsil etmiş ve Makyavelizm’e asla başvurmamışlardır.

  • Siyaset; taht-ı tasarrufta olan şeyleri idare etme, düzene koyma, ahenk içinde götürme.. farklılıklardan bir bütünlük meydana getirme, onlardan bir dantela gibi bir hayat örgüleme.. şahısları ve hadiseleri doğru okuyup doğru değerlendirme sayesinde gayr-ı mütecanis şeyleri bir araya getirip bir vahdet ruhu ortaya koyma demektir. Siyaset; sağlam idare etme, yönetimi ahenk içinde götürme demektir; problemsiz, ayrıştırmadan, kendini öne sürmeden, her şeyi kendi arzu ve isteklerine bağlamadan; umumun hissiyatını ve farklı insanlar arasında nasıl bir birlik ruhu teessüs ettirilebileceğini nazar-ı itibara alarak işi götürme demektir.
  • Siyasetin Allah’çasını, Peygamber’cesini Hulefa-i Râşidîn efendilerimiz uyguladılar. Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali (radıyallahu anhüm ecmaîn) efendilerimizden sonra mesele izafiliğe ve nisbîliğe düştü; onun ikide birini, üçte birini, dörtte birini, beşte birini ortaya koyanlar oldu. O ilklere, bir asır sonra yaşayan Ömer b. Abdülaziz çok yaklaştı; onun için bazıları onu Raşit Halifeler’in beşincisi olarak sayarlar. Daha sonraki devirlerde de belki Abbasilerden Mehdî, Hadi ve Harun Reşit gibi kimseler onlara bir ölçüde yaklaştılar. Aynı hususu Selçuklular için de düşünebilirsiniz. Selahaddin için de düşünebilirsiniz. Devlet-i Âliye’de bir kısım rical-i devlet için de düşünebilirsiniz.
  • Siyasetin namuslusunu, dünya ve ukbâda sorgulanmaya maruz kalmayanını yaşayanlar onlardır. İnandıkları gibi yaşamışlar ve yaşadıklarını çevrelerine aksettirmişler. Meşru yaşamışlar, meşruiyetin dışına çıkmamışlar. En büyük problemleri bile hallederken kat’iyen Makyavelizm’e başvurmamışlar. Hep meşru.. meşru.. meşru

“Bana tahsis ettiğiniz maaş bazı günler fazla geldi. Bunu harcamaktan Allah’a karşı hayâ ettim!” diyen halife

  • Fahr-i Kâinat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdüğünde sayıları (bazı kaynaklarda yüz bin oldukları nakledilse de) otuz-kırk bini geçmeyen sahabe-i kiram efendilerimiz, o dönemin iki süper gücü olan Bizans ve Sasanî’nin hakkından gelmiş, devletler muvazenesinde önemli bir yere oturmuş ve dünyaya yeni bir nizam vermişlerdi. Üstelik onlar, her birisi bugünkü PKK’nın üç-dört katı büyüklüğündeki on bir tane irtidat hâdisesinin üstesinden gelmişlerdi. Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh), iki buçuk seneye varmayan hilâfeti döneminde, bütün bu fitneleri bastırmış ve asayişi temin etmişti. Bununla beraber, o yüce kamet nazarlarını hep ahirete yoğunlaştırmış; insanlardan bir insan olarak yaşamış; hele asla meşruiyetten ayrılmamış ve helal rızık konusunda da adeta kılı kırk yarmıştı.
  • Hazreti Ebû Bekir (radıyallahu anh) halife seçildikten sonra da komşularının koyunlarını sağarak geçimini sağlamaya devam etmişti. Bir müddet sonra, önde gelen sahabe efendilerimizin ısrarları üzerine, bütün zamanını Müslümanların ihtiyaçlarına ayırabilmek için cüz’î bir maaşa razı olup koyun sağmaktan vazgeçmişti. Hizmetine mukabil maaş almak ona çok ağır gelmesine rağmen devlet işlerini aksatmamak için buna katlanmıştı. Bununla beraber, kendisine takdir edilen parayı kullanırken elleri titrerdi.
  • Hazreti Ebu Bekir, ahirete göçtüğü zaman, “Benden sonraki halifeye verilsin!” diyerek geride küçük bir testi bırakmıştı. İkinci Halife Hazreti Ömer’in huzurunda açılan testiden küçük küçük paracıklar ve bir de mektup çıkmıştı. Kısacık namede şöyle deniyordu: “Bana tahsis ettiğiniz maaş bazı günler fazla geldi. Bunu harcamaktan Allah’a karşı hayâ ettim; zira bu, halkın malı olduğu için devletin hazinesine katılmalıdır.” Hazreti Ömer, bu manzara karşısında gözyaşlarını tutamamış ve “Ey Ebu Bekir, bize yaşanmaz bir hayat bıraktın.” demişti. Demişti ama onun hayatı da selefininkinden geri kalır gibi değildi.

Yalan.. Vallahi yalan.. “Allah Rasûlü’nün yolundayım, Ebu Bekir’in yolundayım, Ömer’in yolundayım!” sözleri yalan!..

  • Şimdi bir insan “Ben Muhammedîyim, Allah Rasûlü’nün yolundayım, Ebu Bekir’in yolundayım, Ömer’in yolundayım!” diyorsa! Ama hayat tarzı bu; yalılar, villalar, saraylar, yatlar, dünya adına doyma bilmemeler Vallahi de yalan, billahi de yalan, tallahi de yalan, yalan oğlu yalan, kuyruklu yalan!..
  • Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) bir gün üzerinde yeni bir elbiseyle hutbeye başlayıp “Dinleyin ve itaat edin!..” deyince, cemaatten biri “Ey Ömer, seni dinlemiyoruz ve sana itaat de etmiyoruz!” diye bağırmış ve sözüne şöyle devam etmişti: “Ganimetten herkese eşit kumaş düştüğü halde, ben o kumaşı evde evirdim çevirdim kendime bir elbise çıkartıp diktiremedim. Ama bakıyorum ki sen kendine o kumaştan bir elbise diktirebilmişsin. Milletin malından bana yarım, sana tam; bu nasıl oluyor?” Hazreti Ömer, minberde hiç tavrını bozmadan meseleyi açıklaması için oğlu Abdullah’a söz vermiş; o da, babasına kendi hissesini verdiğini ve bu iki pay birleştirilerek halifeye bir elbise diktirildiğini anlatmıştı. İtiraz eden adam bu açıklamayla tatmin olmuş, adeta coşmuş ve memnuniyetle “Şimdi konuş ey Ömer, artık seni dinler ve sana itaat ederiz!” Uyaran böyle medeni cesarete sahip, tam entelektüeldi. İşin başındaki serkâr da o kadar hakperest ve adalete saygılıydı.
  • Hazreti Osman (radıyallahu anh) da tevazu ve mahviyette ondan geri değildi. Önce Mekke’nin, daha sonra da Medine’nin en zenginlerinden olan ve Mute Hareketi’ne hazırlanılırken beş yüz deveyi yüküyle beraber İslam’a bağışlayan bir insandı. Fakat öyle bir mahviyet ve tevazu içindeydi ki, halife olduğu dönemde Mescid-i Nebevî’de kumdan bir döşek ve yastık yaparak öyle yatıyordu. Şehit edildiği esnada baraka gibi çok basit bir hanede bulunuyordu. İstese o da yaptırabilirdi ama onun yalıları, villaları, sarayları yoktu.
  • Hazreti Ali efendimizin, halife olduğu dönemde hükmettiği cihan bir yönüyle şimdiki Türkiye kadar yirmi idi. Fakat o iki kat elbiseye sahip değildi. Uzun zaman kuyulardan su çekip evlere su taşıyarak geçimini sağlamıştı. Merhum Seyyid Kutub “El-Adaletü’l-İctimaiyye fi’l-İslam” adlı eserinde diyor ki: “Hazreti Ali kış günlerinde yazlık elbise ile tir tir titriyordu. Yaz günlerinde de bazen kışlık elbiseyle buram buram ter döküyordu. Çünkü iki kat elbisesi yoktu.”

Odun taşıya taşıya omuzları yağırlaşan bir Peygamber kızı.. ve ekmeğini zeytinyağına bandırarak karnını doyuran bir halife

  • Hazreti Fatıma annemizin odun taşıya taşıya omuzları yağırlaşmış, değirmen çevire çevire elleri nasır bağlamıştı. Bir gün Efendimiz’e gelip o nasırlı ellerini göstermiş, “Ya Rasûlallah! Tahammülfersa oldu, artık götüremiyorum! Bize de ganimetten ” demişti. Peygamber Efendimiz, “Eve gidin, beni orada bekleyin” cevabını vermişti. En sahih hadis kitaplarında nakledildiğine göre, mübarek annemiz hadisenin devamını şöyle anlatıyor: “Gece olmuştu, biz yataktaydık. Efendimiz gelince, ayağa kalkmak istedik, ‘Olduğunuz gibi kalın’ dedi. (Detayına kadar anlatıyor annem; diyor ki) Ayağının serinliğini göğsümde hissetim! Buyurdular ki, ‘Ben size istediğinizden daha hayırlı bir şey söyleyeyim mi? Yatağa girmeden önce 33 defa Subhanallah, 33 defa Elhamdüllilah, (33 veya) 34 defa da Allahu Ekber deyin, bu sizin için daha hayırlıdır!’”
  • Raşit Halifeler’in beşincisi sayılan Ömer bin Abdülaziz devletin başında bir emanetçi memur gibi durmuş; hazinenin dolup taştığı bir dönemde kendisi zeytinyağına ekmek bandırarak iftar ve sahur yapmıştır. Halası “Yeğen, hani abim zamanında bana bir şey veriliyordu?!.” deyince, “Halacığım, benim şahsi malım yok ki sana vereyim; ben ekmeğimi zeytinyağına banıp yiyorum!” cevabını vermiştir.
  • Doğru yaşamanın, istikamet içinde bir hayat sürmenin ve Müslümanlığa karşı sadıkane bağlılık içinde bulunmanın yolu bu. Peygamber’in arkasında yürüyenlerin yolu bu. Diğerine gelince; o, Makyavelizm: Dünyayı mamurane yaşama ve bunu bir hedef, bir gaye-i hayal haline getirme.. sonra da ona ulaşmak için her vesileyi meşru sayma!.. Masum insanları günah keçisi gibi görme ve bir yönüyle onların sırtından geçinme.. onların meşru hakları üstüne gelip konma.. kıyımcılar tayin etme.. gasplar yapma.. tagallüplerde, tahakkümlerde, tasallutlarda bulunma.. başkalarını ibade istikametinde şeytanî stratejilere saplanma, ayyuka çıkacak şekilde zulümler sergileme ve zulümlerde bulunurken de yaptığı şeylerin hak-adalet olduğunu zannetme

“Düstur-u nübüvvet ‘Kuvvet haktadır, hak kuvvette değildir.’ der; zulmü keser, adaleti temin eder.”

  • Kuvvet, hakka ve adalete bağlıdır. Şayet kuvvet, hak ve adaletin vesayetinde icra-i faaliyette bulunmuyorsa, o işi yapan insanlar Haccac’dır, Yezit’tir, Neron’dur, Şeddad’dır, Lenin’dir, Stalin’dir, Hitler’dir.
  • Büyük sultanların hak karşısında boyun eğişlerine misal sadedinde şu hadise anlatılır: Fatih Sultan Mehmed Hazretleri, daha yirmi bir yaşında iken Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) övgüsüne mazhar olup en muallâ mevkiye ulaşan bir ulu sultandır. O, İstanbul’u fethettikten sonra, yaptıracağı caminin belli bir sayıda sütuna oturtulmasını ister ve mimar Sinan Atik’e bu mevzuda talimat verir. Ne var ki mimar, bu talimata uymayarak sütun sayısını eksik tutar ve Fatih’e göre önemli bir mimarî hata işler. Bunun üzerine Fatih, onun elinin kesilmesini veya kırılmasını emreder. Cezası uygulanan Sinan Atik, mahkemeye müracaat eder ve mahkemece davasında haklı bulunur. Derken, Fatih mahkemeye celb edilir ve Hızır Çelebi’nin hâkimliğini yaptığı mahkemede Fatih’in de elinin kesilmesine ya da kırılmasına karar verilir. Hükmü öğrenen büyük sultan, gayet mütevekkil bir şekilde cezalandırılmayı kabul eder. Bu manzarayı gören Sinan Atik, hemen meseleye müdahale eder ve bu adaleti gördükten sonra, ailesinin geçinebileceği nafakayı Fatih’in vermesi şartıyla davasından vazgeçer. Böylece Fatih kısastan kurtulmuş olur. Sultan Fatih, mahkemeden sonra Hızır Çelebi’ye döner ve “Eğer Allah’ın hükmüyle hükmetmeseydin, şu kılıçla/topuzla senin kelleni indirecektim!” diye kükrer. Bu kükreyiş karşısında Hızır Çelebi de, “Eğer verdiğim hükmü kabul etmeseydin, ben de sana aynı şeyi yapacaktım!” sözleriyle karşılık verir ve sakladığı hançeri çıkarıp padişaha gösterir.

İsterlerse çarmıhlar hazırlasınlar; gayr-i meşru siyasetten ve makyavelist şerirlerden Allah’a sığınıp yolumuza devam edeceğiz!..

  • Bu hadise bizim adalet ve hakkaniyet felsefemizin menkıbeleşmiş şeklidir. Biz buyduk. Bizi böyle olmaktan çıkaran, bizi şahıs, toplum ve millet deformasyonuna uğratan, küfre ait evsafı Müslümanlıkla karıştırıp çorba yapan, her şeyi karmakarışık hale getirip ciddi bir dejenerasyona sebebiyet veren gayr-i meşru siyaset olmuştur. Hazreti Üstad da “Eûzü billahi mine’ş-şeytâni ve’s-siyâseti – Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım.” diyerek işte o makyavelist siyaseti zemmetmiştir.
  • Cenâb-ı Hak, ferden, cemaaten ve milleten Raşit Halifeler’in yolunda yürümeye bizleri muvaffak eylesin. Yürüdüğünüz yol budur. Hiçbir şeyden endişe etmeyin Allah’ın izni ve inayetiyle. İsterlerse sizi çarmıhlara gersinler; isterlerse Ashab-ı Uhdud’un yaptığı gibi paramparça etsinler, çukurlara atsınlar, üzerinize diri diri toprak salsınlar!.. Yürüdüğünüz yolun doğruluğundan eminseniz -Emin misiniz?!.- hiç tereddüt etmeden, dine ve insanlığa hizmet etmeye bakın!..
  • Birleri nasıl binler yaparız? İslam’ın bu güzel çehresini bütün dünyaya nasıl duyururuz? İnsanlığı muhtaç olduğu o hakikatle nasıl buluştururuz? Nasıl bütün gönüllere su serpmiş ve herkesi serinletmiş oluruz? İslam kevserini âleme nasıl içirmiş oluruz? İslam’ı gerçek ruhuyla bilmeyen, onu IŞİD’de okuyan, en-Nusra’da okuyan, Boko Haram’da okuyan, el-Kaide’de okuyan, Murabıtîn’de okuyan kimselerdeki yanlış telakkileri nasıl değiştirir; onun gerçek Muhammedî yüzünü, Ebu Bekrî yüzünü, Ömerî yüzünü, Osmanî yüzünü, Aliyyî yüzünü nasıl gösteririz? Sevilmesi gerekli olan bu ilahî sistemi, bu Allah vaz’ını insanlara nasıl sevdiririz? Neticede bazıları kabul eder, bazıları sempatiyle bakar, bazıları dost olur, bazıları ilişmemeyi şiar edinir. Böylece dünya huzur ve sükûnu teessüs eder Allah’ın izni ve inayetiyle. İşte sizi bekleyen budur ve üzerinde yoğunlaşmanız gerekli olan hususlar da bunlardır.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org’da yayınlandı.

Mevsim Hazan Değil

“Düşmanlar düşman tamam, ona bir şey diyemem / Can azap, cânan azap, her günkü yâran azap.”

Muzdarip bütün toplum, ilacı bunun iman / İmana aç ruhlara başka bir derman azap. (Kırıp Mızrap)
“Bil illeti, sonra kıl müdavâta tasaddî / Her merhemi, her yaraya derman mı sanursun? // En ummadığın, keşfeder esrâr-ı derûnun / Sen, herkesi kör, âlemi sersem mi sanursun?!.(Ziya Paşa)

Çok yoksulluğa, fakirliğe maruz bırakılmışız; çok… Keşke bir ay, iki ay aç kalsaydık da aç kaldığımız bu şeylere o kadar muhtaç duruma düşmeseydik!.. Neleri yitirdik, neleri kaybettik, nelerin yoksunu olarak yaşıyoruz ama farkında değiliz!..

Bir de kendisini tamamen siyasî mülahazalar ile şeytan senaryosunun figürleri haline getirmiş kimseler var ki, sanki insanın içine “Bunların dediklerinin aksi doğru!” demek geliyor. Ne diyorlarsa, doğru onun tersidir herhalde; “bir” diyorlarsa, “İki demek istedi, üç demek istedi!” diyeceksiniz. Çünkü oynanan rol, şeytanın senaryosuna göre ve öyle oynatıyor ki, Hollywood artistleri halt etmiştir onların yanında. “Sürü olun, arkamda sürüklenin!” denince, hiç tereddüt etmeden, “Lam-cim” etmeden hemen sürükleniyorlar.

Firavun’un şeytan ile olan hikâyesini arz etmiştim: Şeytan bir gün Firavun’a tekebbürünün sebebini ve halkın halini sormuş. Firavun “Şimdi git, yarın gel!” cevabını vermiş. Hemen münadilerini salarak her bir mahalleye “Yarın siz koyun gibi meleyeceksiniz. Siz keçi gibi beğireceksiniz. Siz öküz gibi böğüreceksiniz. Siz köpek gibi havlayacaksınız…” demiş. Sabah şeytan Firavun’a giderken bir de bakmış ki, her tarafta meleyenler, beğirenler, böğürenler, havlayanlar… Bir sokağa sığırlar, bir sokağa koyunlar, bir sokağa keçiler, bir sokağa tilkiler, bir sokağa tavşanlar, bir sokağa kediler… Şeytan, “Yahu bu ne hal! İnsanlar, o hayvanların seslerini çıkarıyorlar, hiç durmadan?” diye sorunca, Firavun demiş ki: “İşte bu insanları bu hâle getirdim, hipnozladım; bunlara her hükmümü geçiriyorum ama bak, senelerden beri uğraşıyorum Musa ve kardeşi Harun’a iki kelime anlatamadım, onlara hiçbir dediğimi yaptıramadım!”

Aklı başında olanlar, onları (insî-cinnî şeytanları ve avenesini) dinlemiyorlar ve dediklerinin de doğru olmadığına inanıyorlar. Biz tam çizgimizi bulmasak/bulamasak bile -Siz bulmuşsunuzdur inşallah, ben kendi açımdan konuşuyorum.- onların (şeytan ve avenesinin) çizgisinde bulunmamak da büyük bir bahtiyarlıktır!..

Mesele dipten ele alınmalıdır

Evet, bir dertler/problemler fâsid dairesinin yaşandığı dönemde bulunuyoruz. Problemler fâsid dairesi… “Çözelim!” derken kendi hesaplarına bile yeni problemlere sebebiyet veriyorlar. İslam dünyası, topyekûn, başta aşağıya bir Fatih istiyor, bir Yavuz istiyor, bir Nureddin-i Zengî istiyor, bir Selahaddin-i Eyyûbî istiyor; hâşâ/estağfirullah, bir Ebu Bekir istiyor, Ömer istiyor, Osman istiyor, Ali istiyor. (Radıyallahu anhüm ecmaîn.) İstiyor ama كَمَا تَكُونُوا يُوَلَّى عَلَيْكُمْ “Nasıl iseniz, öyle idare edilirsiniz!”Dolayısıyla da hiç gönül koymayın, rahatsızlığa girmeyin! Bizim bünyemizde -esasen- çimlenenler, tamamen bizim kuvve-i inbâtiyemizden, bizim karbondioksitlerimizden beslenerek o hale geliyorlar.

Allah Rasûlü buyuruyor: كَمَا تَكُونُوا يُوَلَّى عَلَيْكُمْ “Nasıl iseniz, öyle idare edilirsiniz!” Tabanda ne var ise, tavana akseden, odur. Osman Tarı beyin -ilk meclis milletvekillerinden Tahir Efendi’den naklen- ifadesiyle, “Sütün kaymağı, süt olur. Yoğurdun kaymağı, yoğurt kaymağı olur.” Varsa balın kaymağı, bal kaymağı olur; şerbetin kaymağı, şerbet kaymağı olur; zehrin kaymağı oluyorsa, o da zehir olur. Evet, tabanda ne var ise, tavana akseden, odur.

Bir toplum, kesb-i istikâmet edeceği âna kadar baştakilerin birden bire düzelmeleri ancak Enbiyâ-ı ızâma mahsus bir şey olmuştur. Tamamen şirazeden çıkmış, darmadağınık, hiçbir hakikat ile irtibatı kalmamış insanları, onlar, Cenâb-ı Hakk’ın önlerine serdiği proje/planlar ile, sonra o plan ve projeye göre gönderdiği mesajlar ile yeniden hizaya getirmişlerdir. Allah’ın izni-inayeti ile, en vahşî, en canavar insanlardan, bir yönüyle, insanlığın iftihar edebileceği bir topluluk oluşturmuşlardır. Onların dışında -esasen- taban ne ise, tavanın olacağı da odur.

Bir dönemde, mesela Emevî döneminde tabanda bozulma, şirazeden çıkma oldu. Allah, onlara Abdülmelik’i musallat etti, Velid’i musallat etti, Süleyman İbn Abdülmelik’i musallat etti. Bir dönemde Abbasîler -belki- istikameti korudular ama bozuldukları zaman, başta Seffâh vardı. Daha sonra da niceleri geldi; onlar da Emevîler dönemindeki Haccâc ve Yezîd gibi oralarda birer gadrin, zulmün, kahrın kahramanı (!) oldular, onun ile yâd edildiler hep. Evet, şeytanlara yakışır şekilde bir yâd edilme!.. Lanet ile anılan küstah cebâbireye rahmet okuttular.

Belki bizim kökümüzde de “kısmen” aynı şeyler yaşandı, “tam” diyemeyeceğim; Şecere-i Numâniye ile çatışmak istemiyorum; onun ile çatışmak, Muhyiddin İbn Arabî ile çatışmak demektir. O, onlar için “Râşid halifelerden sonra en istikamette olan idare sistemi” filan diyor. Kılı kırk yararcasına yaşadılar. Hükümdar, çok rahatlıkla Hacı Bayram’ın önünde diz çöktü; “Efendimiz ne buyururlar?” dedi. Koca Fatih, Akşemseddin karşısında diz çöktü; “Efendimiz acaba ne buyururlar?” dedi. Koca Yavuz, sekiz sene içinde kocaman iki tane devleti, üç tane devleti hizaya getirdi, âdetâ kan dökmeden, tamamen “Pes!” dediler. Döndü geldi ama “Efendimiz ne buyururlar?” dedi. Ve hocasının atının ayağından sıçrayan çamurlu cübbeyi de vasiyet etti, “Tabutumun üzerine koyun!” dedi. İhtimal öbür tarafa gittiğinde, “Senin ne amelin var?!” denilince, “Vallahi, Allah’ım! Benim bir amelim yok!..” Ama ameline bakınca, aslında binlerce insana yeter. Efendimiz’in Mâiz için ve Gâmidiye kadın için söylediği aynı şey: “Ameli, binlerce insana dağıtılsaydı, yine yeterdi ona.” Fakat, “Ben, hocamın cübbesini üzerime aldım, onun hatırına beni Cehennem’e koyma!”

Böyle idi; o zaman, böyle idi. Kılı kırk yararcasına yaşayan insanlar vardı. Taban öyle idi, tavan da ona göre oluşuyordu. Taban bozulunca, blokaj bozulunca, siz, o binanın duvarlarını demir ile yapsanız, bakır ile yapsanız, bilmem ne ile perçinleseniz bile -bir yönüyle blokaj/taban bozuk olduğundan dolayı, zemin bozuk olduğundan dolayı- Richter ölçeğine göre üç şiddetindeki bir zelzele ile yerle bir olur. Böyle bir duruma kaldık…

Gidecektir bu son gâileler de art arda / Kim bilir, nasıl bir lütuf var sırada?!.”

Ama bir gayret bir çırpınış var. Bir yerine kadar mesafe alındığı söylenebilir. “Yolun bir kısmı -üçte biri mi, dörtte biri mi, beşte biri mi- kat’ edildi.” diyebilirsiniz. “Öyle ise tasalanma; mevsim, hazan değil / ‘Kader!’ de, eğilebildiğin kadar eğil.. // Gidecektir bu son gâileler de art arda / Kim bilir, nasıl bir lütuf var sırada?!.” Hep böyle kışları baharlar takip etmiş, kapkaranlık geceleri de gündüzler takip etmiştir.

O korkunç Cahiliye karanlığını Allah (celle celâluhu), Hazreti “Şems” diyebileceğim, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm ile aydınlatmıştır. Ama “Şems” dememişler O’na, “Kamer” demişler; çünkü “Şems” deyince, “Kamer”in ziyâ aldığı Zât anlaşılmış. Onun için O’na “Kamer-i Münîr”, etrafı aydınlatan, çevresinde sahabe gibi hâle oluşturan “Kamer-i Münîr” demişler. Kamerî Münîr (sallallâhu aleyhi ve sellem)…

Evet, o istikamette belli ölçüde bir mesafe alındığı söylenebilir, Allah’ın izni ve inayeti ile. Bu açıdan da Cenâb-ı Hak, alınan bu mesafeyi boşa çıkarmamak için, bir yere kadar o yolda yürüyenleri yolda sahipsiz/garip bırakmamak için, yolun sonuna kadar götürecektir onları… “Zuhura gelir, her ne ise hükm-ü kader / Hakk’a tefviz-i umûr et, ne elem çek, ne keder.” Yine, “Hep böyle gelmiş böyle gider” diyor aynı şâir: “Mihneti kendine zevk etmektir âlemde hüner / Şâd u gam-ı felek, böyle gelmiş, böyle gider.”

Koskocaman Cahiliye Dönemi’ni Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) elinin tersiyle itti ve onun yerinde, yanında ütopyaların halt etmiş olduğu öyle bir sistem kurdu ki, Allah’ın izniyle, bugüne kadar “anilmerkez” açılımı devam etti. Biz, bir yönüyle, onun Alfa’sını mı, Beta’sını mı, Gama’sını mı yaşıyoruz; onun açılımı makas açılımı gibi bugünlere kadar geldi. Şayet varsa, içinizde bir “nâm-ı celîl-i Muhammedî’yi duyurma aşk u iştiyakı, o -esasen- ondan gelen tayfların neticesidir.

Ama o dönem öyle kirli bir dönem idi ki, kirli evlerin kapılarına bayraklar asılıyordu. O evlerde bayraklar sallanıyordu/dalgalanıyordu ki bu, “Herkes hiç sormadan bu eve girebilir” demekti. Ben, daha netini konuşmuyorum, onu da yine huzurunuza karşı saygısızlık saydığımdan dolayı. Katiller/cinayetler birbirini takip ediyordu; evlatlar öldürülüyordu, kız çocukları öldürülüyordu, kadınlara hakk-ı hayat tanınmıyordu. Bir dönemde Firavunların İsrailoğulları’na yaptıkları gibi… Kur’an-ı Kerim’de birkaç yerde ifade buyurulduğu üzere, kız çocuklarının doğduğunu duyunca öfke ve üzüntülerinden yüzleri mosmor kesilir ve yutkunur dururlardı. Erkek evladı olmuyor diye, kız çocuğu olunca, “Şimdi bir kız evladım oldu; halkın içine nasıl çıkarım ben, kız evladım oldu” diyorlardı.

Birisi, o derdini, Müslüman olduktan sonra Allah Rasûlü’ne anlatıyor: “Derin bir kuyu kazmıştım. Kızımın elinden tuttum, ‘Seni iyi bir yere götürüyorum!’ dedim. O da ‘Canım babacığım!’ dedi; benim ile beraber geldi oraya kadar. Kuyunun kenarına gelince, ben, arkadan ittirdim; kızım ‘Baba, baba!’ diye bağırarak kuyunun dibine düştü… Ve döndüm geldim.” Allah Rasûlü, o güçlü irade sahibi, gözyaşlarını tutamadı; evet “çocuk gibi” diyemeyeceğim, Cebrail saffetiyle şakır şakır gözyaşları döktü ve ağladı.

İşte öyle bir toplum, bir gün öyle bir hal aldı ki, Allah’ın izni-inayetiyle, insanlar, ona göre sağdan hizaya gelmeye başladılar. Anadolulara kadar, Uzak Doğulara kadar, Çin Seddi’ne kadar, o örnek insanlar, ruh-i revân-ı Muhammedî’nin şehbal açması adına her yerde direkler dikti; nam-ı celîl-i Muhammedî’yi (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir bayrak gibi dalgalandırdılar. Cahiliyenin bağrında doğdu bu. Şimdi niye doğmasın ki?!.

Devrin Yezîd’lerine rağmen yeni bir istikamet nesli yetişebilir

Evet, onun için dedim: “Öyle ise gamlanma; mevsim, hazan değil!” Hele kış, hiç değil!.. “Kader, de, eğilebildiğin kadar eğil.”Allah’ın takdirine rıza göster. “Gidecektir bu son gâileler de art arda.” Sana yapılan bu son gaileler de, bu zulümler de, bu şeytanî i’tisaflar da geçecektir art arda. “Kim bilir nasıl lütuflar var şimdi sırada?!.” “Sıra bana geldi!” diye o bulunduğu yerden çıkacak, gelecek, dünyanızın ufkunu saracak; yeni hâleler oluşacak, Hâle’ye hayran, gözleri Hâle’de… Bugün hutbede okunduğu gibi Zeynülâbidîn hazretleri…

O Hazret, Peygamber ashabı değildi ama bir sahabînin oğlu idi; Hazreti Hüseyin’in oğlu idi. Fakat gözleri Hâle’de idi. O, kendini ayarlarken, kurarken âdetâ Hazreti Rasûlullah’a göre kuruyordu, Ebu Bekir’e göre kuruyordu, Ömer’e göre kuruyordu, Osman’a göre kuruyordu, dedesi Ali’ye göre kuruyordu, babası Hüseyin’e göre kuruyordu. Kuruyordu ve hiç olmayacak günahları karşısında dahi gözyaşları döküyordu. Başını bazen rahmet eşiğine, bazen re’fet eşiğine koyuyordu; bazen “Ya Rahîm!” diyordu, bazen “Ya Raûf!” diyordu, bazen “Ya Atûf!” diyordu, içini döküyordu. Hep istikamet içinde yaşıyordu; evinde istikamet solukluyordu; eşi, istikamet solukluyordu; çocukları, istikamet solukluyordu. Ama bir de ona sorun!.. Allah’ı hatırladığı zaman yerlere kapanıyordu, bayılıp kendinden geçiyordu, hafakanlar içine giriyordu.

Evet, öyle bir nesil, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) o nurlu hayatı, nurlu irşadı sayesinde yetişmişti, olmuştu. Ha, şimdi öyle biri yok, öyle bir “Kamer-i Münîr” yok; fakat O’ndan gelen o ışık tayfları sayesinde Allah’ın izni-inayetiyle (diriliş erleri ve ihya) yine olacaktır.

Diğer taraftan, Yezîd’ler de olacaktır; Haccâc’lar olacaktır, Amnofis’ler olacaktır, Ramses’ler olacaktır İslam dünyasında; Lenin’ler olacaktır, Stalin’ler olacaktır… Yaptıkları zulümleri başkalarına alkışlatacaktır bunlar. Türlü türlü yalanlar söyleyeceklerdir ve yalancılar da bunları yamayacaklardır hemen. Haramlar, rüşvetler şakır şakır yağıyorken evlerin içine, “Efendim, niye yadırgıyorsunuz, bunlar birer hediyedir, armağandır; aklınızı bozmayın, kafanızı karıştırmayın! İtaat mevzuunda fevkalade hassas davranın; harama giriyorsunuz, haram irtikâp ediyorsunuz!” diyeceklerdir.

Birinin, şimdiye kadar söylediği yalanları birisi merak etmiş, saymış da zannediyorum iki yüz, üç yüz tane… Yalanın bir tanesi bile münafıklık alameti. Münafığın alameti üçtür veya (bazı rivayetlerde) dörttür: “Konuşunca yalan konuşur.” Ee bir tanesi yalan alameti ise, bilmiyorum yüz tanesini işleyene bir isim bulabilir misiniz? Ansiklopedilere de baksanız, lügatlere de baksanız, en geniş sözlüklere de baksanız, ona bir isim bulamazsınız. Bir tane yalan söyleyen, münafıklığa doğru bir adım atmıştır; iki tane söylerse kaç adım, üç tane söylerse kaç adım; yüz tane söylerse… Yok canım, ötesinde adım yok zaten, basamak yok!.. Artık ötesindekini bilmiyorum, şeytana sormak lazım!..

Şimdi bunlar her zaman musallat olagelmişlerdir insanlara; birer güve gibi, manevî hayatı kemirmişlerdir. Güvenin yüne musallat olması gibi, musallat olmuş; toplumun maneviyatını kemirmeye başlamışlardır, güvenin yünü kemirdiği gibi… Birileri için öyle “Sülük!..” dediler. “Sülük, insanın pis kanını emiyor; bunlar, temiz kanımızı emiyor.” dediler. Âlemi nasıl bilirsin? Kendin gibi!.. Bu ne güzel karakter ortaya koyma?!. Şâhâne…

İnanan sarsılsa da devrilmez

Evet, bunların hepsi şimdiye kadar müzâaf şekliyle kaç defa gelmiş, kaç defa musallat olmuş insanlığa… Ama Allah’ın inayet ve riâyeti ile, mü’minler, kalblerini Cenâb-ı Hakk’a tevcih etmişler ise, Latife-i Rabbâniyenin hakkını vermişler ise, insan olmanın hukukuna riayette bulunmuşlar ise, ahsen-i takvîme mazhariyetlerinin hakkını edâ edip yerine getirmişler ise, Cenâb-ı Hak, o zehir-zemberek durumu yeniden âdetâ Cennet’lere çevirmiş, o insanları da Cennet’teki cennetlikler gibi, Hurîler gibi, Gılmanlar gibi, onun bağ ve bahçesi içinde reftâre gezen insanlar haline getirmiştir, izn-i İlâhîsiyle, inâyet-i Rabbâniyesiyle, meşîet-i Sübhâniyesiyle, rahmet-i vâsiasıyla…

Şu halde, endişe etmeyin.. bozukluğa bakıp ye’se düşmeyin.. ümitsizliğe düşmeyin.. yürüdüğünüz yolda yürüyün!.. Bir yere kadar yürüdünüz; oraya kadar yürüten O idi, biz değildik. Yürüten O idi.. anahtar O’nun elindeydi.. dümen O’nun elindeydi.. nöronlarımıza hükmeden O idi.. o şeyleri aklımıza getiren O idi.. bizi o işlerde istihdam eden O idi… O’na binlerce hamd u senâ olsun!..

O mevzuda “O’na binlerce hamd u senâ olsun!” dediğimiz gibi, şu anda da bazı hatalarımızdan arınmamız için zalimleri bize musallat ettiğinden dolayı yine O’na hamd u senâ olsun, yine O’na şükürler olsun!.. Bizi, arındırarak huzuruna almak istiyor; O, ne Erhamü’r-Râhimîn, ne Eşfaku’l-müşfikîn, ne Eşfe’ü’ş-şâfiîn”, ne A’delu’l-âdilîn, ne Ekremü’l-Ekremîn!.. Evet, O, öyle, öyle bir Zat!..

Meseleye öyle bakın!.. Yürüdüğünüz yolun emniyetine öyle güven duyun!.. Bugüne kadar attığınız adımları hızlandırın, fedakarlığınızı katlayın!.. Başınıza gelen şeylere de müteessir olmayın.

İnsanız… Yediğimiz tekmeden dolayı sarsılırız.. ama Allah’ın izni-inayeti ile, mü’min, sarsılsa da doğrulmamak üzere yere yıkılmaz!.. Dize gelir belki.. belki rükûa gider.. ama kalkar yine aynı yolda -Allah’ın izni-inayeti ile- yürür hedefine doğru… Hedef, O (celle celâluhu) ise… Hedef, O ise…

Öyle ise, önemli olan şey, hedefin O olmasıdır. O da Rehber’in arkasından, Hazreti Pîr-i Mugân’ın -Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) kastettim.- arkasından, Şem’-i Tâbân’ın arkasından, Ziyâ-i Himmet’in arkasından, Kamer-i Münîr’in arkasından, hıza hız katarak yürümeye vâbestedir. Cenâb-ı Hak, o yolda sabitkadem eylesin!..

“Her zaman şefkatle çarpmıştı sinelerimiz / Toprak-ağaç, çiçek-böcek ve biz // Sarmaş-dolaş ve iç içeydik hemen hepimiz / Duyulurdu her yanda neşemiz, sevincimiz…”Belli bir dönemde olmuş muydu bunlar?!. Evet, olanlar, olacakların en inandırıcı referansıdır; bir kere daha niye olmasın ki?!. Yaptığına göre, diyor ki: “Bakın Ben böyle yapıyorum; ha, yine yaparım Ben!”

Onun için, istikametinizi koruyun!.. Zalim, zulmünü yapsın; hâin, hıyaneti ile otursun kalksın; fâsık, fıskını mırıldansın dursun!.. Size düşen şey, güzel düşünmek, güzel görmek, güzel konuşmak, hep güzellikler ile oturup kalkmak, güzel rüyalar görmek, güzel şeyin hülyaları ile yaşamak ve güzel hedeflerin -bir yönüyle- mest ediciliği ile sermest yaşamaktır. Cenâb-ı Hak, öyle yaşamaya muvaffak kılsın!..

Sayende yolumuza su serpmiş idi kader / Ruhlar, o Gül Devri’ni yâd ediyor, her seher // Ve bekliyorlar sürpriz matla’ından bir haber / Gönüller heyecan içinde, alınlarda ter.

Allah, inayetini üzerimizden eksik etmesin!..

Vesselam.

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Mihneti zevk edinmişlerin yolu

Fethullah Gülen: Mihneti zevk edinmişlerin yolu

Haçlılar’ın tahribâtı dahi günümüzün sözde Müslümanlarınınki kadar olmamıştı!..

  • İman, İslam, belli ölçüde bir ihsan, küçük çapta da olsa bir ihlas, yüzde biri kadar bile bulunsa bir rıza mülahazası ve o kadarcık bir iştiyâk likaullah Bunlar Cenâb-ı Hakk’ın öyle lütuflarıdır ki, bu dünyayı bütün cazip güzellikleriyle verseler, bunların onda birine tekâbül etmez. Değil bir ülke, bütün ülkelerin sultanlığını verseler, bu ihsanların onda birine karşılık gelmez.
  • Şekle ve surete takılıp kalma, günümüzde Müslümanları şekil ve suret Müslümanı haline getirdi. Siret olmadı, derinlik olmadı, kalbî ve ruhî hayat olmadı. Hususiyle günümüz İslam dünyasında, idare edenlerin icraatıyla öyle bir anlayış yayıldı ki, hırsızlık yapınca da Müslüman oluyor, rüşvet alınca da Müslüman oluyor, milletin hukukuna tecavüz edince de Müslüman oluyor, zulmedince de Müslüman oluyor, itibarına dokunanları ezince de Müslüman oluyor. Bu, Müslümanlık adına öyle korkunç bir tahribattır ki, size yeminle teminat veririm, Haçlılar’ın tahribatı bu kadar olmamıştır.
  • Çünkü o devirde inananlar, karşılarına çıkan kimselerin farklı bir anlayış ve farklı bir inanç taşımalarından dolayı onlara tavır aldılar. Dolayısıyla, Haçlılar böylesine bir deformasyona ve dejenerasyona sebep olamadılar. Onların karşısında Alparslan gibi kıvamlılar kıyam ettiler; Kılıçarslanlar, Melikşahlar, Nureddin-i Zengîler, -Selahaddin’in amcası- Şîrkûhlar ve Selahaddin Eyyubîler karanlık karşısında ışığın kıyamı gibi kıyam ettiler. Bu, karanlık karşısında ışığın başkaldırması, “Hayır, buraya kadar!” falan demesiydi. Fakat bugün Müslümanlıkla beraber bütün levsiyât ve mesâvî de olabilirmiş gibi bir telakki yayıldı. Bu sebeple İslam Dünyası’nda korkunç bir deformasyon ve dejenerasyon yaşanmaktadır.

Hal-i hazırdaki tahribat çeyrek asırdan evvel tamir edilemez; meğer ki ekstradan bir inayet-i ilahiye ola!..

  • En dahi ve en güçlü insanlar böylesine bir deformasyonu reforma ve bu tahribatı tamire kalksalar, Hazreti Pîr-i Mugân’ın “Asırlardan beri rehnedar olan bir kalenin tamiriyle mükellefiz.” buyurduğu o kaleyi tamir etmeye çalışsalar, inayet-i ilahiyeyi de yanlarına aldıkları zaman, çeyrek asırdan evvel bunu gerçekleştiremezler. İslam dünyasında tahribat işte bu derece korkunçtur.
  • Müslümanlık bir yönüyle münafıklık derekesine indirilmiştir. “Her mesâvîyi irtikâp edebilir, her meâsîyi irtikap edebilir fakat yine de halis, muhlis Müslümandır; onu şöyle-böyle sorgulayan insan da dinden çıkmıştır, kafirdir!” Böyle bir tarz-ı telakki, öyle bir deformasyon ve dejenerasyona sebebiyet vermiştir ki, şu bir buçuk milyara yakın İslam dünyası, himmetlerini inzimam ettirseler, Hac’da bir araya geliyor gibi bir araya gelseler, duygu ve düşüncelerini Ka’be mihrabından ifade etmeye kalksalar, nadide dimağlar ve yüksek fetanet erleri yetişse, onlar seslerini, soluklarını günümüzün teknolojisiyle dünyanın her tarafına ulaştırsalar, yine de hal-i hazırdaki bu tahribatı çeyrek asırdan evvel tamir edemezler. Meğer ki ekstradan bir inayet-i ilahiye ola!..

“Bir toplum özündeki güzellikleri değiştirmedikçe, Allah Teâlâ da onlara lütuf buyurduğu nimetlerini ve iyi hali tağyir etmez.”

  • Mü’minler, tekvînî ve teşriî emirlerin mana, muhteva ve özünde bitevî derinleşmeli; böylece, değişimi daha bir olgunlaşma şeklinde anladıklarını ortaya koyarak iç içe inkişaflar gerçekleştirmelidirler. Ne var ki, kendi kimliklerinden uzaklaşma, farklı kültürlerin tesirlerinde kalarak başkalaşma ve içten içe çürüyüp öze yabancı bir hal alma anlamlarına gelen bir “değişim”den korkmalı; bu manadaki bir değişikliği bozulma saymalı ve kendilerini ondan korumak için farklı vesilelere sığınmalıdırlar.
  • Zira, böyle bir deformasyon, nimetlerin bütün bütün kesilmesine ve toplumun ilahî azaba uğramasına sebebiyet verebilir. Kur’an-ı Kerim, “Bir millet kendilerinde bulunan güzel ahlâk ve meziyetleri değiştirmedikçe Allah da onlara verdiği nimeti, güzel durumu değiştirmez.” (Enfal, 8/53); “Bir toplum özündeki güzellikleri değiştirmedikçe, Allah Teâlâ da onlara lütuf buyurduğu nimetlerini ve iyi hali tağyir etmez.” (Ra’d, 13/11) buyurarak bu hususa dikkat çekmektedir.
  • Evet, bir toplum, kendisine bahşedilen nimetlere mazhar olduğu andaki iman, marifet, safvet, samimiyet, azim, kararlılık ve hasbîlik gibi yüce hasletlerini yitirmedikten sonra, -ilahî âdete göre- o nimetlerin alınması ve o toplumun derbederliği asla söz konusu değildir. Ne var ki, dünden bugüne farklı farklı döneklikler olagelmiş; Cenâb-ı Hak da dönekleri götürüp yepyeni insanlar ve toplumlar getirmiştir. Şu ayet bu hakikati ifade etmektedir:

    يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لآئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
    “Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, (bilsin ki), Allah öyle bir kavim getirecek ki, O, bu kavmi sever, onlar da O’nu severler. Mü’minlere karşı başları yerde, kâfirlere karşı ise onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler ve kınayanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah, atâsı, ihsanı çok bol olandır ve her şeyi en iyi şekilde bilendir.” (Mâide, 5/54)

Durduğunuz yerin hakkaniyet zemini olduğuna inanıyorsanız, bin fırtına da esse, size vız gelir!..

  • Öyleyse günümüzde bazı kimselerin sinek veya haşerat ısırması nev’inden ısırmaları karşısında sarsılmamak lazım. Durduğunuz yerin tamamen hakkaniyet ve adalet zemini olduğuna inanıyorsanız, orada sâbit-kadem olun!.. İnadın hikmet-i vücudu, hakta sebattır; Allah inat duygusunu hakta sâbit-kadem olmamız için vermiştir. Hakkı ve adaleti bulmuşsanız, bin fırtına esse, bin tane tayfun gelse -bağışlayın, halk ifadesiyle diyeceğim- size vız gelir ve dimdik durursunuz Türkiye’nin çınarları gibi; Allah’ın izniyle hiçbir şey deviremez sizi!..
  • Devlettir, idaredir, sızmadır Siz, bunları aşağılık ve kompleks sayarak, elinizin tersiyle iter ve Allah’a doğru yürürsünüz. Bu yürümeyi bugüne kadar Cenâb-ı Hak lütfetti ve sizi çok muvaffak kıldı. En güçlü devletler bile yirmi küsur senede yüz yetmiş ülkede maarif yuvaları açamadı. En güçlü devletler bile Ne Batılı devletler ne bizim o mübarek, başımızın tacı olan Devlet-i Aliyye!.. Zaten şimdikilerin zerre kadar bir şey yaptığı söz konusu değil; yapamadılar!
  • Allah, lütuf buyurdu ve halkın himmetiyle bunları yaptırdı. Kime yaptırdı? Kendisini hiçlemiş insanlara yaptırdı. Kendini sıfır görenlerin sol taraflarına bazen bir rakamı koydu, on oldu; bazen iki koydu, yirmi oldu; bazen üç koydu, otuz oldu; bazen dokuz koydu, doksan oldu; bazen bir sıfır daha koydu, dokuz yüz oldu. Allah’ın inayeti, tamamen sevk-i ilahî.

Mü’minin kendisine zulmeden birisinin işini kolaylaştırması Allah’a karşı terbiyesizliktir.

  • Birileri Hizmet faaliyetlerini ve muvaffakiyetlerini çekemediler, hazmedemediler. Âcizane hep arz ediyorum: Haset bazen küfrün yaptırmadığını yaptırtır. Ne Türkiye’deki dil olimpiyatlarınızı hazmedebildiler ne de Türkiye’de yasak edince yirmi ülkede belki kırk yerde farklı şekilde aynı aktivitelerin icrasını sindirebildiler. Sindiremediler, çünkü enzim yoktur onlarda. O işin enzimi, iman-ı billah, marifetullah, muhabbetullah, zevk-i ruhânî ve iştiyak likâullah’tır. Bunların hepsi zirvede değilse, bu türlü şeyleri hazmedemezler.
  • Bir yerde Nemrutlar üzerinize geldiği zaman oradan çıkıp gidebilirsiniz; Hazreti İbrahim’in yoludur bu. Selefleriniz, seleflerinizin selefi öyle yapmıştır. “Orada duralım da bunlar bizi arama rahatsızlığına düşmesinler. Gidip boş evlere baskın yapmasınlar, şurayı burayı kurcalama zahmetine girmesinler. Veya ayaklarına gidip ‘Efendim beni arıyormuşsunuz, onun için geldim!..’ diyelim!..” Bu doğru düşünce değildir. Mü’minin kendisine zulmeden birisinin işini kolaylaştırması Allah’a karşı terbiyesizliktir. Ne diye zalimin, hainin işini kolaylaştırıyorsun?!.
  • Hazreti İbrahim zalemenin, fecerenin, fesekanın, ehl-i nifakın baskılarından, tazyiklerinden dolayı ayrılıp gitmiş; başka yerlerde bağlar, bahçeler oluşturmuş; kurumaya yüz tutmuş ve dikenler tarafından işgal edilmiş yerleri bostan ve bağistan haline getirmiş; nice hâristanları gülistana çevirmiştir.

Tarih boyu Firavunlar aksini iddia etseler de insanın kendi milleti için var olan müesseselere girmesine “sızma” değil, “hakkını arama” denir.

  • Bir milletin ferdi, kendi milleti için var olan müesseselere sızmaz; hakkıdır, girer oraya. Bir insan kendi ülkesinde bir yere giriyorsa, hayatın değişik birimlerinde yer alıyorsa, buna “sızma” denmez. Buna sızma diyen kimseler, kendileri sızmışlardır da ondan dolayı öyle diyorlardır. “Âlemi nasıl bilirsin? Kendin gibi!..” Ona “sızma” denmez; ona,” hakkını arama” denir, ona “kendi olma” denir, ona “ülkesini yabancılara, sızmışlara kaptırmama” denir.
  • Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır:

    وَقَالَ فِرْعَوْنُ ذَرُونِي أَقْتُلْ مُوسٰى وَلْيَدْعُ رَبَّهُ إِنِّي أَخَافُ أَنْ يُبَدِّلَ دِينَكُمْ أَوْ أَنْ يُظْهِرَ فِي الْأَرْضِ الْفَسَادَ

    Bu âyet-i kerime, Firavun ailesi içinde neş’et edip, Hazreti Musa’ya en kritik anda destek veren bir mü’minin (Mü’min-i âl-i firavn) adının verildiği Mü’min Sûresi’nde geçmektedir. Firavun’un “Bırakın, ben Musa’yı öldüreyim; varsın o da Rabb’ine yalvarsın. Doğrusu ben onun, sizin dininizi değiştirmesinden ve bu yerde, bu ülkede fesat çıkarmasından korkuyorum.” dediğini anlatmaktadır.
  • Mekke müşriklerinin Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) için, “Ailelerimizi bölüyor, bizi atalarımızın yolundan döndürmeye çalışıyor.” dedikleri gibi; Firavun da kendi kavmine, “Dininizi, sisteminizi değiştirmesinden, sizi birbirinize düşürüp, bozgunculuk çıkarmasından korkuyorum.” diyor ve kendi müfsitliğini gizleme gayreti içinde, eskiden beri bütün tiranların, diktatörlerin, tağutların yaptığı gibi davranıyordu.
  • Evet, hak karşısında yenilince ya kuvvete ya da demagojiye başvuran, dünyanın kaderine hâkim bütün mütekebbirler, despotlar gibi, Firavun da kuvvet gösterisinde bulunmak istiyor, bunun için halka sığınarak kamuoyu oluşturma gayretleriyle demagojiler yapıyor ve “Onun, dininizi/sisteminizi değiştirmesinden veya ülkede fesat çıkarmasından korkuyorum.” diyordu; diyor ve sanki o âna kadar her şey yolundaymış, toplum da müreffeh ve mesutmuş da Hazreti Musa her şeyi karıştırmış, halkı kargaşaya sürüklemiş gibi bir imaj uyarmaya çalışıyordu. Günümüzdeki misallerine de bakarsanız, bütün tiranların aynı kuvvet, şiddet ve demogojiye sığındıklarını görürsünüz.

Kin ve nefretle gelenler Kalîb-u Bedr’e gömüldüler. Kin ve nefretle gelenler Kalîb-u Bedr’e gömülecekler!..

  • Bütün çile, mihnet ve tehlike dolapları herkesten önce İnsanlığın İftihar Tablosu’nun mübarek başında dönüp durmuştur. Alvar İmamı’nın ifadesiyle, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun başına gelen musibetler dağların başına inseydi, dağlar paramparça olurdu. Fakat bir gün Allah, O’na müşriklerin arasından çıkıp gitme, hicret etme izni/emri verdi. “Ey Mekke! Seni o kadar çok seviyorum ki, eğer beni çıkarmasalardı -vallahi- senden ayrılmazdım.” buyurduğu beldeden ayrıldı gitti. Evet, Allah Rasûlü de doğduğu yerden ayrıldı gitti. Bakmayın, “Falanlar, filan yerde ne arıyorlar?” diyenlere. Ayrıca, o zaman pasaport yoktu ki, iptal etsinler. Şayet pasaport söz konusu olsaydı, iptal ederlerdi onlar da; onlar bunlardan aptal değildi!..
  • Rehber-i Ekmel (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz, gidip Ebu Cehillere, Utbelere, Şeybelere, İbni Ebi Muaytlara “Ben ayrılmıştım ama arıyormuşsunuz; zahmet etmeyin!..” falan filan demedi. Onların çoğu Kalîb-u Bedr’e (Bedir Harbi’nin yapıldığı yerdeki kuyulara) yuvarlandılar. Yine bir gayzla, bir nefretle köpürmüşlerdi. Tenkîl ve ibâde mülahazasıyla oraya kadar varmışlardı. “Bunları bitirmeyince bize hayat yok!” diyorlardı. “Tehcir yetmedi, bunları buradan sürüp çıkarmak yetmedi, en iyisi mi köklerini kesmek, kurutmak lazım!..” diye homurdanıyorlardı. Bakın, psiko-sosyolojik açıdan kefere, fecere, zaleme, feseka ve münafikîn nasıl aynı çizgide hareket ediyorlar!..

Varsın şehit olsun Hüseyinler Kerbela’da; Allah, Yezid olmaktan muhafaza buyursun!..

  • Cenâb-ı Hak, sizi imtihan ettiğinden dolayı sevinmelisiniz. Çünkü yolunuz Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın yolu, Ebu Bekr u Ömer u Osman u Ali’nin yolu, Hasan ve Hüseyin’in yolu.
  • Varsın şehit olsun Hüseyinler Kerbela’da; Allah, Yezid olmaktan muhafaza buyursun!.. Varsın bir hayli Müslüman, tâbiîn şehit olsun Haccâc’ın eliyle; Allah, Haccâc olmaktan muhafaza buyursun!..
  • Bunların kavgaları dünyada kendi hesabına bir düzen kurma ve çocuklarına onu intikal ettirme; yalı, villa peşinde koşma!.. Bilmiyorum o zaman yatlar da var mıydı, olsaydı mutlaka onlar da onu değerlendirirlerdi. Onun peşinden koşmaydı dertleri!.. Öbürlerinin dileği ise, sadece insanları Cenâb-ı Hakk’a ulaştırma, Allah ile kalbler arasındaki engelleri bertaraf ederek kalblerin Allah’la buluşmasını sağlamaktı. Sizin misyonunuz ve vazifeniz de budur.
  • Varsın bazı densizler sizi huzursuz etsinler, önemi yok. Siz, “Şayet geleceğin dünyası huzura kavuşacak, rahat nefes alacak ve senelerden beri oksijensiz kalmış insanlar gibi ‘ohh’ deyip oksijen yudumlayacaksa, her şey helal olsun!” diyeceksiniz.

“Dünyayı başıma ateş yapsanız hakikat-i Kur’âniyeye feda olan bu baş size eğilmeyecektir!..”

  • Hazreti Pir’in ifadesiyle diyeyim: Kuvvet haktadır, hak kuvvette değildir. Kuvvetin hakta olduğuna binaen, dünyayı başıma ateş yapsanız, hakikat-i Kur’aniye’ye feda olan bu baş -burayı biraz değiştireceğim- falan oğlu falana, filan oğlu filana, bir kısım dahîle, sızmış yeni yetmelere baş eğmeyecektir, Allah’ın izni ve inayetiyle!..
  • Biz ölümü “şeb-i arûs” görüyoruz. Ne zaman bize “gel” diyecek, tezkeremizi dolduracak?!. O ânı iştiyakla bekliyoruz. Şimdilik belli ölçüde bir ihsan şuuruyla maiyyetini duyduğumuz Cenâb-ı Hakk’ın, bir de Cemâl-i bâkemâlini görerek mest u mahmur olacağımıza inandığımız o ânı “şeb-i arûs” sayarak intizar ediyoruz.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org’da yayınlandı.

Millet kalesinin tamiri ve Ramazan’da Kur’an

Fethullah Gülen: Millet kalesinin tamiri ve Ramazan’da Kur’an

Çay faslından hakikat damlaları: Tamirin esasları

  • Allah’a imanın insanlara unutturulduğu, peygamber sevgisinin sinelerden sökülüp atıldığı, kulluktaki şuur, hudû ve huşûun silinip gittiği ve dinin formal Müslümanlığa bırakıldığı bir dönemde bütün yitirdiklerimizi yeniden bulmak ve taklitten tahkike yürümek kolay olmayacaktır. Zira, biz İnsanlığın İftihar Tablosu zaviyesinden Müslümanlığı görüp tanıyamadık.. Raşid Halifelerin duyuşuna göre Müslümanlığı duyup tadamadık.. selef-i sâlihînin ubudiyetteki his ve heyecanını anlayamadık. Maalesef, mesele şekle takılıp kaldı. (00:50)
  • Üstad’ın ifadesiyle, asırlardan beri her yanıyla rahnedâr olmuş -bütün surlarında gedikler açılmış ve burçları yıkılmış bir kaleye benzeyen- ferdî ve içtimâî bünyenin, bir hamlede tamir edilip canlandırılmasına, eski dinamizmine kavuşturulup cihanda bir denge unsuru hâle getirilmesine imkân yoktur; zira, tamir çok zordur. (03:24)
  • Müslümanlığı onda bunda değil yeniden İnsanlığın İftihar Tablosu’nda aramak lazım!.. Raşid Halifelerin sergüzeşt-i hayatlarında aramak lazım!.. Selef-i sâlihînin çizgisinde aramak lazım!.. (04:20)
  • Şekil hakikate yürüme adına bir köprüdür. Taklitle hakikate ulaşılır. Ne var ki, bir an önce taklitten geçip tahkike ulaşmak bir esastır. Aksi halde, yıkılması her an muhtemel olan taklit köprüsüyle beraber yıkılıp gitmek ihtimali çok büyüktür. (11:07)
  • Hayatını ibadetle geçiren Esved b. Yezîd en-Nehaî vefat ederken çok korkuyor ve çok ağlıyor. Gelip diyorlar ki; “Nedir bu hıçkırıklar, günahlarından mı yoksa ölmekten mi korkuyorsun?” Bunun üzerine o büyük Hak dostu, “Hayır hayır, iş çok ciddi; ben günahlarımdan ya da ölümden değil, küfür üzere ölmekten korkuyorum.” diyor. Vefat ettikten sonra rüyada görüyorlar; “Orada ne muamele gördün, nasıl karşılandın?” diye soruyorlar; “Vallahi, Nübüvvet’le aramda dört parmak bir mesafe kalmış gibi muamele ettiler.” cevabını veriyor. Evet, Esved b. Yezid, Alkame, İbrahim Nehaî.. gibi Hak dostları hep rıza-yı ilahiye muhalif bir davranışta bulunma korkusuyla yaşamış ve hayatlarını havf ufkunda sürdürmüşlerdir. (13:52)
  • Hakiki kulluğu Esved bin Yezid gibi büyüklerin anlayışında aramak lazım!.. Şeklî Müslümanlıkla iktifa etmemek lazım!.. Şekilde, surette ve kültür Müslümanlığında takılıp kalmamak, marifet adına hep “Daha yok mu?” demek ve sürekli derinleşme peşinde olmak lazım. (19:13)

Soru: Aslında bir mü’minin Kur’an-ı Kerim ile her zaman ciddi irtibat içinde olması gerekse de Ramazan ayında İlahî Kelam’la farklı bir münasebete geçildiği de bir gerçek. Ramazan-ı şerifi tam bir Kur’an ayı olarak değerlendirebilmemiz için tavsiyelerinizi bir kere daha lütfeder misiniz? (21:00)

  • Kur’ân’a itimat etmeniz; Kur’ân’ın Allah’ın kelâmı olduğuna inanmanız ve ona güvenmeniz; yani, sizin davranışlarınıza, hareketlerinize bağlı olarak ortaya koyduğunuz eserlerin sizin teşebbüslerinizle sâdır olmasından daha kat’î bir yakinle, “O Allah’ın kelâmıdır ve onun içinde her şey vardır. O ezelden gelmiştir, ebede gitmektedir” mülâhazasıyla Kur’ân’a teveccüh etmeniz çok önemlidir. Böyle bir iman ve itimat sayesinde, onu başkalarından çok farklı görür, çok farklı duyarsınız. Kur’ân bazılarına -tabiri câizse- cimri davranır; çünkü onların hakkı yoktur cömertliğe ve semâhate. Onlar semîh bir gönülle Kur’ân’a teveccüh etmiyorlar ki, Kur’ân’ın semâhat sağanağına mazhar olsunlar. İçinde bir hazine var, diye bakmıyorlar ki, onun mücevherlerini bulsunlar. Bir şeyler bulacağına inanmayan birisi, altın damarı içerisinde yürüse dahi altına rastlayamaz. Fakat hassas bir insan, bir tanecik emare görse, ne yapar eder damara yol vurup gider ve altına ulaşır. (21:26)
  • Kur’an’ın Allah tarafından indirildiği şekilde korunması, âyet ve sûrelerin tertibinin doğru olarak tesbit edilmesi ve bunun kontrolü için Hazreti Cibril (aleyhisselam) her sene Ramazan ayında, bir rivayete göre Ramazan ayının her gecesinde, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e gelirdi. Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehaya) Kur’an âyetlerini Cibril Aleyhisselam’a okurdu ve sonra da onun okuyuşunu dinlerdi. İşte, Kainatın İftihar Tablosu ile Cibril-i Emin’in Kur’an-ı Kerim’i bu şekilde karşılıklı olarak okumalarına “mukabele” denilmiştir. Hem o mukaddes hatıraya saygının bir tezahürü olarak hem de Kur’an’ın Ramazan’da nazil olması ve özellikle bu ayda Kur’an okumanın kat kat mükâfatlandırılacağının müjdelenmesi sebebiyle, mü’minler Ramazan boyunca camilerde ve evlerde “mukabele” okumayı ve hatimler yapmayı güzel bir adet haline getirmişlerdir. (25:50)
  • Hemen her yerde mukabeleler yapılıp Kur’an-ı Kerim okunsa da maalesef dinin dili bilinmediğinden Kur’an’ın ne dediği ve mesajının ne olduğu anlaşılamıyor. Gerçi Kur’an-ı Kerim’i öpüp başa koymanın, saygı ifadesi olarak onu yüksek bir yere asmanın ve düz okuyarak hatmetmenin de sevabı vardır. Evet, Kur’an-ı Kerim’e karşı ortaya konan zahîrî ve sûrî bir ta’zimin de kendine göre mutlaka bir değeri vardır, o da boşa gitmez. Fakat, asıl olan, zarfla beraber mazrufa, lafızla beraber manaya da alaka göstermek ve onun manasında derinleşmektir. (26:26)
  • Hem Kur’an-ı Kerim’in derinliklerine yelken açmak hem de Ramazan-ı şerifi daha derinden duymak için mukabeleler biraz daha zenginleştirilebilir. Mesela; mukabele iki vakte taksim edilebilir: Önce sabah namazını müteakiben yarım cüz Kur’an ve onun meali okunup -insanların mesaileri nazar-ı itibara alınarak- öğle, ikindi veya yatsı namazlarından evvel ya da sonra da kalan yarım cüz ve meali tamamlanabilir. Kur’an’ı geniş bir mealle beraber hatmetme çerçevesindeki böyle bir gayret neticesinde, mü’minler, Hazret-i Mü’min ü Müheymin’den Cibril-i Emin ile yeryüzündeki en emin insana gelen ve en emin ümmete bir mesaj olan Kur’an-ı Kerim’i engin muhtevasıyla bir kere daha görüp tanıma imkanı bulurlar. (29:30)
  • İslâmiyet ve risaletin Mekke’de doğuşu ve dünyaya bu mübarek beldeden yayılışı, birçok hikmetlere mebnîdir. “Allah risaletini kime (nerede, nasıl, hangi lisanla) vereceğini pek iyi bilir.” (En’âm sûresi, 6/124) âyet-i kerimesi bu açıdan değerlendirilebileceği gibi, risaletin jeoloji, antropoloji, tarih, insan, mesaj, mekân ve dil buudları gibi sair önemli hususlar itibarıyla da değerlendirilebilir. Bu hususlar arasında lisan buudu da çok önemlidir. Kur’ân-ı Kerim’in değişik yerlerinde, onun Arapça indirilişiyle ilgili pek çok âyet mevcuttur. Bu da, bilhassa o dönem itibarıyla, Arapça’nın mükemmelliğini göstermektedir. (34:07)
  • Arapça’yı iyi bilen ve çok güzel kullanan müfessirlerin başında gelen merhum Seyyid Kutup der ki: “Bu Kur’an’ın esrârını hareketsiz ve aksiyonsuz insanlar anlayamaz; onun işaret ettiği manaları ancak hakkıyla iman edenler ve cahillik karşısında Kur’an’ın hedeflerini gerçekleştirmeye çalışanlar kavrayabilirler.” (35:00)
  • Muhammed İkbal der ki: “Gençlik yıllarımda her sabah namazından sonra iki saat Kur’ân okuyordum. Babam yaptığım işi görmesine rağmen her sabah gelip ‘Oğlum, ne yapıyorsun?’ diye soruyor, ben de elimdeki Mushaf-ı Şerif’i gösterip ‘Kur’ân okuyorum’ cevabını veriyordum. Tam iki sene, belki onlarca defa, elimde Mushaf’ı görmesine rağmen ne yaptığımı sordu. Bir gün âdeti üzere tekrar sorunca, ‘Babacığım, biliyorsun ki Kur’ân okuyorum; ama yine de ne yaptığımı soruyorsun. Bir şey mi demek istiyorsun?’ dedim. Babam şöyle cevap verdi: ‘Evladım, evet, biliyorum ki elinde “Kitap” var. Ama ben ona bakmanı değil, onu okumanı istiyorum. Muhammed’im! Kur’ân’ı sana sesleniyor gibi okur ve her âyetten alacağın şeyleri alırsan o zaman gerçekten okumuş olur ve istifade edersin.” (37:50)
  • Kur’an-ı Kerim aklımızla beraber -belki daha çok- kalbimize ve ruhumuza seslenir. Kalb ve ruhumuzla onunla tanışacağımız âna kadar onu doğru anlamamız mümkün değildir. (41:00)
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.