Soru: Yeni insan modeli tanımlanırken, bir hususiyeti olarak “okunması gerekli olan kitapları okur ve okutur” deniliyor. Dün herhangi bir konuda kaynak kitap bulmak zorken bugün her konuda yüzlerce kitap, meraklı insanları bekliyor. İnsanımızın, arzu edilen seviyede, ilme karşı merakının ve okuma iştiyakının olmayışının sebepleri nelerdir. Okuma merakı ve iştiyakı kazanabilme ve bu okuma sürecinin semeredâr olabilmesi adına neler tavsiye edersiniz?
Nasıl ki dua külliyet kesbedince kabule karîn olur (bir duaya ne kadar çok insan yürekten katılırsa, o dua kabul edilmeye o ölçüde yaklaşmış olur), ümitler de inzimam edince (pek çok insanın ümidi aynı çizgide buluşup birbirine ilave olunca) o da kabul adına çok önemli bir mana ifade eder. (00:41)
Bugüne kadar olanları bir mazhariyet görmeli ve dolayısıyla hamd ü sena hisleriyle gerilmeli; mülahazalarımızın o güzellikleri kendi nefsimize bağlayacağı noktada da “Yoksa bunlar birer istidrac mı?” düşüncesiyle titremeli ve hacaletle kıvranmalı... Olumsuzlukları ise, günahlarımıza, yanlış tavırlarımıza, davranışlarımıza, önü arkası hesap edilmemiş sözlerimize, beyanlarımıza, mimiklerimize, insanlara karşı muamelelerimizdeki ve Hakk’a karşı münasebetlerimizdeki hatalarımıza bağlamalı ve hemen istiğfarla gürlemeli!.. (01:37)
Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Ne mutlu o kimseye ki, defterinde çok istiğfar bulunur.” Hazreti Üstad da, “Dua ve tevekkül meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelân-ı şerri keser, tecavüzâtını kırar.” diyerek bu önemli hususa dikkat çekmektedir. (02:53)
Bediüzzaman Hazretleri, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nimetleri ilân etmenin ve tahdîs-i nimette bulunmanın bazen gurura ve kibre dönüşebileceğini söyler. Bazen de, tevazu kastıyla o nimetleri ketmetmenin küfrân-ı nimet olabileceğini hatırlatır. Nimetleri ilan etme ya da gizleme hususunda ifrat ve tefritten kurtularak istikamet üzere olmak için, meziyet ve kemâlâtın varlığını kabul etmek fakat asla onlara sahip çıkmamak, kendine mal etmemek ve hepsinin Mün’îm-i Hakikî’nin lütufları olduğunu ikrar etmek gerektiğini vurgular. Meseleyi daha da açmak için bir misal verir: Bir insan sana çok güzel bir elbise giydirse ve o elbise sana çok yakışsa, insanlar da, “Maşaallah, çok güzelsin, çok güzelleştin.” dese; eğer sen tevazukârâne, “Hâşâ, nerede güzellik nerede ben?” desen küfrân-ı nimette bulunmuş ve o güzel elbiseyi sana giydiren mahir san’atkâra karşı hürmetsizlik yapmış olursun. Eğer müftehirâne “Evet, ben çok güzelim. Benim gibi güzel nerede var?” desen, o vakit de, mağrurâne bir fahre girmiş olursun. İşte, hem gurur, kibir ve kendini beğenmişlikten hem de küfrân-ı nimetten kurtulmak için, “Evet, ben güzelleştim. Fakat güzellik elbisenindir ve dolayısıyla o elbiseyi bana giydirenindir; benim değildir.” demelisin. (04:54)
Tahdîs-i nimet; Allah’ın nimetlerine karşı şükür duygusuyla dolmak ve O’nun lütuflarını ilan etmektir. Bir başka ifadeyle, tahdîs-i nimet, Allah tarafından aczimize, fakrımıza merhameten ve ihtiyaçlarımıza binâen, hem de karşılıksız olarak verilen nimetleri düşünmemiz neticesinde onları bahşeden Rabbimize karşı içimizde minnet hislerinin coşması ve bazen de bu hamd ü senâ duygusunun şükür nağmeleri olarak dudaklarımızdan dökülmesidir. Tahdîs-i nimetin gürül gürül seslendirileceği yerler de vardır, kelâm-ı nefsiye havale edilip bir duygu seli halinde kalbe hapsedilmesi gereken yerler de. Mesela, ümmet-i Muhammed (aleyhisselam) heyet-i içtimaiyyesiyle sesini yükselttiği zaman korodan yükselen bir ses gibi gürül gürül olmalı; fakat, şahıslar kendi mazhariyetleri ile alakalı tahdîs-i nimeti mırıldanma şeklinde dillendirmeli!.. Zaten, bizim tahmid, tesbih, tazim, takdir ve tebcil adına söylediklerimiz sadece mırıldanmadan ibaret sözlerdir; Rabbimize karşı hamd ü sena hislerimizi layıkıyla seslendirmemiz mümkün değildir; bizim yaptığımıza dense dense mırıldanma ya da heceleme denir. (08:26)
Herkes tahdîs-i nimeti ve Cenâb-ı Hakk’a karşı mülahazalarını kendi vicdan enginliğine, haline, duyuşlarına ve içinde bulunduğu şartlara göre ifade eder. Abdülkadir Geylanî hazretlerinin, “Halim Sana ayan, söze ne hâcet!” dercesine, “Allahım, halimi Senin bilmen, benim onu şerhetmeme ihtiyaç bırakmıyor; beni talepten müstağni kılıyor!” şeklindeki sözü ve ardından boynunu büküp iki büklüm olması gibi, bazen bir sükût bütün dua ve tazarruların, hatta ızdırar diliyle yalvarmaların bile önüne geçebilir. (10:40)
Bir hadis-i şerifte, Kur’an-ı Kerim’in hüzünle indiği ve hüzünle okunması gerektiği ifade ediliyor. Kur’an’ın hüzünle inmesini, insanın Cennet’ten indirilişi, dünya gurbeti, pek çoklarının kötü akıbeti, Allah’ın, Peygamberlerin ve Kur’an’ın insanlar tarafından layıkıyla takdir edilemeyişi, ahiret, Cennet ve Cehennem… gibi kalblere tesir eden gözleri yaşartan ulvî manalarla dolu şekilde inmiş olmasına ve bir de nazil olduğu zaman diliminde mü’minlerin çektiği çile ve ızdıraplara bağlayabiliriz Evet, bize yitirdiğimiz Cennet’i ve dünyadaki gurbetimizi hatırlatan Allah Kelamı’na muhatapları açısından bakacak olursanız, Kur’an-ı Kerim’in insanlar üzerine adeta ağladığını görürsünüz. O, bir yandan Cennet’i, bir taraftan da Cehennem’i göstererek sürekli “Amanın, amanın, amanın!..” diye inlemektedir. (13:39)
Aynı zamanda Kur’an mü’minleri bütün insanlığın hüznünü duymaya çağırmaktadır. İlahî Beyan’da raûf ve rahim olarak tavsif edilen Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) insanları ebedî hüsrandan kurtarma dâvasına o kadar gönülden bağlanmıştı ki, Kur’ân-ı Kerim, O’nun bu konudaki ızdıraplarını, “Neredeyse sen, onlar bu söze (Kur’âna) inanmıyorlar diye üzüntünden kendini helâk edeceksin” (Kehf, 18/6) diyerek dile getirmektedir. Hem ta’dil ve tembih hem de takdir ve iltifat ifade eden bir başka ayet-i kerimede de Cenâb-ı Allah, Rasûl-ü Ekrem’ine “Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse üzüntüden kendini yiyip tüketeceksin” (Şuara, 26/3) ve “Sen dilediğin kimseyi doğru yola eriştiremezsin, lâkin ancak Allah dilediğini doğruya ulaştırır.” (Kasas, 28/56) şeklinde hitap etmektedir. İşte benzer ayetler mü’minlere beşerin ebedî saadetini düşünmekten kaynaklanan bir hüzün yolunu göstermektedir. (15:28)
Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki; “Bu Kur'an hüzünle inmiştir. O’nu okurken ağlayın. Şayet ağlayamıyorsanız, kendinizi ağlamaya zorlayın.” Bu tesbitten hareketle, güzel vasıfları kazanmada mebde itibarıyla sun’i ve tekellüflü adımlar tabii görülmelidir. Başlangıçta insan biraz zorlanabilir; tekellüflere girebilir. Fakat unutmamak lâzımdır ki, her mutâvaat, tekellüfün bağrında yeşerir, gelişir, kök salar ve bir çınar haline gelir. Evet, insan tabiatının bir mesele karşısında boyun eğmesi ve onu kabullenmesi (mutâvaat), biraz zorlanma ve az sun'îliklere girme (tekellüf) sonrasında mümkün olur. Kur’an-ı Kerim’le münasebetimiz açısından asıl mesele kalb, şuur, irade, idrak ve hislerimizle O’na yönelebilmek ve benliğimizin bütün buutlarıyla O’nu duymaya çalışmaktır. İşte böyle bir yöneliş ve duyuş sayesinde zamanla Allah’ın (celle celâluhu) bize hitap ettiğini hisseder, bir süre sonra da olsa suya ve ziyaya ulaşmış rüşeymler gibi yeşeririz. (17:59)
İnsan, Kur’an’ı duyup anlama, ondan feyz alma ve marifetle kanatlanma konusunda çıtayı yükseltmeli, himmetini yüce tutmalı ve çok yükseklere talip olmalıdır. Allah’ın beyanından istifade etme, evrad u ezkarla Cenâb-ı Hakk’a yönelme mevzularında ciddi olan bir insan gün gelir büyük zatların duyduklarını duyabilir. İmam Şâzelî, Abdülkadir Geylânî, Şah-ı Nakşibend, Ahmed Bedevî misillü zatların namazda bütün zerrât-ı kâinâtı mülahazaya alarak “Sübhane rabbiye'l-azim” dedikleri ve tesbihi o enginlikte vicdanlarında duydukları gibi, o da bütün kâinâtın tesbihâtını seslendiriyormuşçasına derin hislerle dolabilir. Nitekim Hazreti Üstad’ın, yakın talebelerinden bazılarına yıllar ve yıllar sonra –tahdîs-i nimet sadedinde– “Kardeşim! Artık ben de Hasan Şâzelî gibi kâinâtın her bir zerresinin tesbihâtını duyabiliyorum.” dediği nakledilir. İşte bu mazhariyet azim, gayret, mücahede ve Allah’a tam teveccühe bağlıdır. (21:07)
Kur’an-ı Kerim’i hem okuma hem de dinleme mevzuunda değişik seviyeler, farklı farklı duyuş ve hissedişler vardır. Hak rızasına ulaştıracak bir okumada, okuyan insan her şeyi nazarından silip sadece Allah’a müteveccih olmalı; dinleyenler de, ses ve nağme kime ait olursa olsun, Kur’an’ın kendisini, ilahî kelamın mana ve muhtevasını dinlemeye çalışmalıdır. Eserlerde Kur’an-ı Kerim’i üç türlü dinlemekten bahsedilmektedir: Mütekellim-i Ezelî’nin Rasûlü Ekrem’e tekellümünü dinler gibi; Cebrail (aleyhisselam) ile Peygamberimiz arasındaki tebliğ-tebellüğü dinler gibi, Efendimiz’in fem-i mübarekinden dinler gibi Kur’an’ı Kerim’i dinlemeye çalışmak lazımdır. (25:08)
Tilavet ettiğiniz her ayeti, her sureyi Allah duyuyor, ruhâniyet-i Nebevî (aleyhissalâtu vesselâm) ona muttalî oluyor, gök sekenesi de dinliyor ve onu daha evvel temiz gönüllerin nağmeleri olarak duydukları gibi duymak istiyorlar. Öyleyse, o senin kalbinin sesi ve soluğu olmalı; niyet ve ihlasın da kıraatine ayrı bir değer ve derinlik katmalı. Evet, bu hususta da bir konsantrasyon ve bir derinleşme lazımdır. İnsan, söylediği sözleri kendi sesi-soluğu haline getirebildiği ölçüde arzulanan seviyeye yaklaşmış olur. (27:25)
Soru: 1) Bir yazınızda "Senin yolunda yürüyor gibi görünüp senden uzaklaşmak, kurbet atmosferinde iç içe firkat yaşamak, hep rızadan söz edip gazap arkasından koşmak ne acıdır!" diyorsunuz. Size bu sözü söyleten mülahazalarınızı alabilir miyiz?
Kıyak riyakârlar ve mesleğimizin esası
Kırın o kalemleri, yıkın o binaları!...
Soru: 2) "De ki: İşleri yönünden âhirette en büyük kayba uğrayanların kimler olduklarını bildireyim mi? Onlar o kimselerdir ki dünya hayatında yaptıkları işlerin karşılıkları hep boşa gidecektir. Halbuki kendilerinin güzel güzel işler yaptıklarını sanırlar." (Kehf, 18/103-104) meâlindeki ayet-i kerimenin tehdidi mü'minler için de söz konusu mudur?
Mehdi-Mesih ünvanlı Deccallar...
Her zaman tetikte olmalı ve her iyi işimizde bile bir bit yeniği aramalıyız.
Emniyet küfürdür!..
İmam-ı Rabbânî ve Bediüzzaman Hazretleri'nin kendilerine bakışları
Soru: 3) "Kim Rahmanın hikmetlerle dolu ders olarak gönderdiği Kur'ân'ı göz ardı ederse, Biz de ona bir şeytan sardırırız; artık o, ona arkadaş olur." (Zuhruf, 43/36) meâlindeki ilahî beyanı nasıl anlamalıyız?
Hazreti Ömer'in (radiyallahu anh) genci
Şeytanla oturup kalktığı halde hiç farkında olmayanlar...
“Kâbe’nin Rabbine yemin olsun ki, kurtuldum, ben kazandım!”
Dünyanın onulmaz gibi görünen dertleri, çözülmez gibi görünen problemleri ancak kıvam sayesinde halledilebilir. Üst üste müterakim hale gelmiş şahsî, ailevî, içtimaî ve uluslararası problemlerin çözülmesi kıvam ister. Enbiyâ-ı izam, insanlarda o kıvamı meydana getirmek ve o kıvamı ortaya koymak için adeta çırpınıp durmuşlardır.
Kıvam, İnsanlığın İftihar Tablosu’nda (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve etrafındaki insanlarda (radıyallahu anhüm ecmaîn) zirveleşti. Onlarda hedef sadece ihlas oldu, Allah’ın rızası oldu, Allah’a kavuşma iştiyakı oldu. Öyle ki onlar Allah yolunda öbür tarafa yürümeyi kurtuluş saydılar. “Ne zaman bir mızrak benim de sineme saplanacak?!.” mülahazasıyla dolu yaşadılar. Ama yolunda ve usulüyle; intiharcı şeklinde değil, intihar bombacısı şeklinde değil.
Düşman tarafından atılan talihsiz bir mızrak Allah Rasûlü’nün elçisi Haram ibni Milhan’ın sırtından girip göğsünden çıkmıştı. O an zaman durmuştu sanki, herkes vücudundan kan fışkıran sahabîye bakıyordu. Haram ibni Milhan etrafındaki müşrikleri şöyle bir süzmüş, sonra göğsündeki mızrağa bakmış; akan kanını avuçlayıp yüzüne gözüne sürmeye başlamıştı. Nihayet ruhunun ufkuna yürüyeceği sırada Maûne vadisini çınlatan bir ses yükselmişti dudaklarından: “Füztü ve Rabbi’l-Ka’beti” Büyük sahabi, Cennet manzaralarına dalıp gitmiş gibi tebessüm etmiş ve hainlerin içine korku salan bir edayla “Kâbe’nin Rabbine yemin olsun ki, kurtuldum, ben kazandım!” demişti.
Belli dönemde mücadele öyle cereyan ediyordu. Fakat başka bir dönemde maddî kılıç kınına girince, bu defa kalblerle Allah arasındaki engellerin bertaraf edilmesi adına kullanılacak argümanlar da değişti. Kur’an’ın ve Sünnet-i Sahiha’nın elmas düsturlarına sarılarak, insanî değerleri öne çıkararak; kendi yolumuza, yöntemimize, inanç sistemimize delice bağlı olmanın yanı başında başkalarına karşı saygı duyarak; diyaloga açık bulanarak, dünya sulh-u umumîsi adına adımlar atarak, herkese kendi konumu itibarıyla saygılı olarak
Bugünün mücadelesi de böyle olacak. Bu da yine kıvama vabestedir.
Vahiy sağanağı ve Peygamber insibağı
O dönemdeki insanların o amudî kıvamlarına vesile olan farklı hususlar vardı ki bunların başında İnsanlığın İftihar Tablosu’nun insibağı geliyordu. O, öyle bir mahiyet-i ulviyeye sahip idi ki, önyargısız ve insaflı birinin sadece O’nu görmesi yeterdi; Abdullah bin Selam gibi O’na bakar bakmaz “Vallahi bu çehrede yalan yok!” derdi.
Ashab-ı Kiram’da dine adanmışlık ve ahiret hedefli yaşama ruh hali vardı. Kur’an nurları ve Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in insibağı onları en kötü şartlara dahi hazır hale getirmişti. Defalarca imtihandan geçeceklerine, zaman zaman düşmanla yaka paça olacaklarına, maldan ve candan fedakârlık gerektiren hadiselerle karşı karşıya kalacaklarına ve bütün tehlikelere/tehditlere mukabil dimdik durarak sonraki nesillere de hüsn-ü misal teşkil etmekle vazifeli bulunduklarına gönülden inanmışlardı. Evet, Allah’ın ve Rasûlü’nün verdiği haberler iliklerine ve nöronlarına öyle işlemişti ki, onlara kendi varlıklarına inanmanın ötesinde inanıyorlardı.
Onlar arasında sürekli Kur’an-ı Kerim ayetleri nazil oluyordu. O muhitin kuvve-i inbatiyesini ve o Kamer-i Münir’in nurlarını yanlarına alarak, O’nun etrafında bir hâle haline gelen o insanlar sürekli vahyin sağanağıyla arınıyorlardı. Vahiy, onlara sadece mükellefiyetlerini anlatmıyordu; aralarındaki muhaverelere işaret ediyor, yapmaları gerekli olan şeyleri bildiriyor, bazı yanlışların tashihini yapıyor ve bir kısım pozitif şeyleri de takdirle anıyordu. Böylece, onlar kendilerini hep o vahiy sağanağı altında hissediyor; ayetleri kendileriyle çok alakalı olarak duyuyorlardı. Bu konuda “esbâb-ı nüzul” meselesini düşünmek ufuk açıcı olacaktır.
O, “Yürüyün Sasaniler’in üzerine” dediği zaman, sadece otuz kişi olsalardı bile yürürlerdi.
Allah Rasûlü’nün bişaretleri vardı. O müjdeler de sahabede çok ciddi bir metafizik gerilime sebebiyet veriyordu. Beraber bulunmanın, birlikte oturup kalkmanın ve O’ndaki güvenin kazandırdığı sinerjinin yanında verdiği bişaretlerle de öyle bir metafizik gerilim hâsıl oluyordu ki, O, “Yürüyün Sasaniler’in üzerine” dediği zaman, sadece otuz kişi olsalardı bile yürürlerdi.
Bu cümleden olarak, Hendek Harbi’nde bir aralık büyükçe bir kaya çıkmıştı karşılarına; Ashab-ı Kiram’dan güçlü kuvvetli insanlar bile o kayayı parçalayamamışlardı. Onlar, en küçük dertlerini dahi Allah Rasûlü’ne söylerlerdi; bu büyük kayayı da O’na haber verdiler. İnsanlığın İftihar Tablosu, manivelası elinde geldi ve onunla taşı parçalamaya başladı. O, manivelasını indirdikçe taştan kıvılcımlar fışkırıyor.. ve sanki aynı esnada Allah Rasûlü’nde de vahiy ve ilham kıvılcımları çakıyordu. Her vuruşta bir müjde veriyordu: “Bana şu anda Bizans’ın anahtarları verildi. İran’ın anahtarlarının bana verildiğini müşâhede ediyorum
Bana Yemen’in anahtarları verildi; şu anda bulunduğum yerden San’â’nın kapılarını görüyorum.” O en olumsuz şartlar içinde bile Ashâb-ı Kiram bu müjdelerin bir gün mutlaka gerçekleşeceğine gönülden inanıyorlardı.
Yalan dolan, demagoji ve büyük iddialarla o korkunç problemler halledilemez, onlar ancak kıvamla çözülebilir.
Kıvamdır esas olan. Kıvamında insanların çözemeyeceği mesele yoktur. O kıvama ulaşılacağı âna kadar kapılar açılmayacak, problemler hallolmayacaktır. Henüz o kıvamı yakalayamadıkları dönemde “Ya Mûsâ! O zorbalar orada oldukları müddetçe biz asla giremeyiz. Haydi sen Rabbinle git, ikiniz onlarla savaşın, biz işte burada oturuyoruz.” (Mâide, 5/24) diyen İsrailoğulları’nın arzuladıkları o mukaddes beldeye girememeleri, tam kırk sene çölde, orada burada şaşkın şaşkın dolaşıp durmaları da bu hakikati nazara vermektedir.
Bazı kimselerin demagoji, diyalektik, yalan, tezvir ve iftirayla, mantığı felç olmuş sürüleri arkalarından sürüklemeleri marifet değildir. Avrupa’da sosyal ihtilaller tarihinde çok defa böyle yığınlar, bir kısım bedbaht ve densizlerin arkasından sürüklenip gitmiş fakat kendilerini kahretmişlerdir.
“Cami-i Emevî’de namaz kılacağım; falanlara şunu bunu yapacağım!” Bunlar kıvama vabeste şeylerdir. Nitekim Hazreti Musa gibi ulu’l-azm bir peygamberin arkasındaki insanlar o kıvamı elde edemedikleri dönemde kırk sene Tîh’te -seyr ilallah, seyr maallah, seyr fillah, seyr anillah yolunda seyr-i sülûk yapıyor gibi- seyrlerini tamamladılar. Ondan sonra da geldiler, yürüdüler, seyyidina Hazreti Yûşa b. Nun’un içinde bulunduğu cemaatle Mescid-i Aksa’dan içeriye girdiler. Kıvama erdikten sonra Allah kapıları ardına kadar açtı. Evet, yalanla dolanla, demagojiyle, büyük iddialarla o korkunç problemler çözülmez, onlar kıvamla çözülür.
Kalbler yıkılmış, uhuvvet duygusu yıkılmış, Müslümanlığa saygı yıkılmış; din-i mübin-i İslam’ın değerlerini dünyanın dört bir yanına götürme duygusuna karşı terbiyesizlik harekete geçmiş, onu yok etme firavunluk duygusu harekete geçmiş, haince seferberlik duygusu harekete geçmiş. Böyle bir dönemde, kıyametler kopsa, İsrafiller surlara üflese ve gökteki gezegenler başımızdan aşağıya meteorlar gibi yağsa, yine de dönüp onlara bakmadan hak yolda yürümemize vesile olacak bir kıvama ihtiyaç var. Belki bazılarımız yolda döküleceğiz. Fakat Kur’an’ın ve Sünnet’in elmas düsturlarını düstur-u hayat yaparak, insanlarla Allah arasındaki engelleri bertaraf etmek suretiyle gönüllerin Allah’la buluşmasını sağlamaya koşmaktan asla dûr olmamalıyız. Problemler ancak bu sayede çözülecektir, Allah’ın izni ve inayetiyle.
Olması gereken kıvamın esası, İslam’ın üç önemli hakikatine irca edilebilir. 1. Kalbî ve ruhî hayat ufku 2. Tekvinî emirlerin mütalaası, tedrisi, tezekkürü, tedebbürü, teemmülü. 3. Ulûm-u diniye-i İslamiye.
Bu üç esas bir döneme kadar beraber yürüdü. Hazreti Pîr’in ifadesiyle, beşinci asra kadar minvechin, İstanbul’un fethinde de bir yönüyle fluleşme oldu. “Cihanı fethettik, âlemi zabt u rabt altına aldık!” düşüncesi bir yönüyle ağır bastı. O mevzuda sağda-soldaki çalışmalar, araştırmalar, münferit bir kısım gayretler istisna edilecek olursa, topyekûn bir toplumun o istikamette heyecanını görmek, göstermek mümkün değildir. Beşinci asra kadar olan şey çoktan ölmüştür.
Oysaki Hazreti Üstad şöyle diyor, “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.” Hepimiz talebeyiz; talebenin himmeti ancak o iki cenah ile pervaz eder. İftirak ettikleri zaman birinden taassup doğar; ikincisinden de belki gevşeklik, belki şüphe, belki tereddüt, belki oynaklık, belki septizm, belki sofizm doğar.
Siyasî Müslümanlık denen şey, İslam’ın ruhunu öldürdü, meseleyi lafazanlığa, demagojiye ve diyalektiğe bağladı.
Kitap ve Sünnet, detayıyla bilinmiyorsa, ulûm-u diniye biliniyor denemez. Dostlarımız, kardeşlerimiz, yakınlarımız da alınmasınlar. Çoğunuz belli bir yerde eğitim gördünüz. Hadis’te ‘hocam’ dediğiniz insanlar, Allah aşkına, Peygamber hatırına, Kütüb-i Sitte’yi baştan sona kadar mütalaa ettiler mi? Ben Zevâid’e geçmiyorum. Sahih-i İbni Hibban demiyorum, Mecmau’z-Zevâid demiyorum, Aclûnî demiyorum. Allah aşkına, Kütüb-i Sitte’yi mütalaa ettiler mi? Etmemişlerse, bunlar hadis yolunda yaya kalmış, zavallı hadisçilerdir. Kaldı ki bu, meselenin elif be’si., ebcedidir.
Bunların bütününe vukuf olmayınca, Kitap da bilinmez, Sünnet de bilinmez. Bu bilinmezlerle bir yere gidilmez. Bu bilinmezlerin rehberliğinde bir yere gidilmez. Bu bilmezlerin rehberliğinde mesafe alınamaz. Bunlar Kitap adına, Sünnet adına sadece sizi aldatmış olurlar. Siyasî Müslümanlık denen şey, bu mevzuda öyle bir tuz-biber oldu ki, İslam’ın ruhunu öldürdü, Kitab’ı öldürdü, Sünnet’i öldürdü, Usûlu’d-Din’i öldürdü; sadece meseleyi lafa, lafazanlığa, demagojiye ve diyalektiğe bağladı.
Bu müselles (üçlü) yeniden bir araya getirildiği, yani, kalbî ve ruhî hayat, medresede eğitimi yapılan ulûm-u diniye ile birleştirildiği, bu ulûm-u diniye de fünûn-u medeniye ile birleştirildiği; başka bir ifadeyle, talak-ı selâse ile boşanmış bu üç hakikat bunca zevc-i âherden sonra yeniden bir araya getirildiği zaman, Allah’ın izni ve inayetiyle, onulmaz gibi görünen dertler derman bulacak. Sizler ona namzetsiniz. İnşaallah, cihanın problemlerini Allah çözecek, elinize verecek; gelecek nesiller tarafından yâd-ı cemil olacaksınız.
“Muğnî” ism-i şerifi Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i hüsnâsından: Varlık bahşeden, ekstra lütuflarda bulunan, gönülleri zengin kılan; Kendisine inananları başkalarına karşı müstağni hale getiren; “Sen olduktan sonra, başka şeylerin yokluğu hiçbir şey ifade etmez; Sen bizimle olunca, her şey bizimle beraber sayılır!” dedirten. Maddî-manevî zenginliği Allah’tan görüp bilen insanlar, Cenâb-ı Hakk’ın bu mübarek isminin mazhar ve meclâsıdırlar.
Hazreti Pîr diyor ki: “Kimin için Allah var, onun için her şey var!” Şu halde mü’min: “Allah’ım! Beni Sensiz etme!..” demeli ve bunu vird-i zebân etmeli. (
) Bunun dışındaki meseleler tâlî şeylerdir; değerleri ne kadarsa, o kadar önem verilir.
Allah “Ganiy-yi ale’l-ıtlak, Muğnî-i mutlaktır.” Onun inayet gölgesine giren insanlar -zılliyet planında- O’ndan başka her şeye karşı müstağni davranırlar. Dünya -bir yönüyle- bütün süsü cazibesiyle, baş döndürücü güzellikleriyle, debdebe ve ihtişamıyla karşılarına çıksa da onlar göz ucuyla ona bir nigâh-ı âşinâ kılar ve “Acaba Senin bunda rızan var mı? İtelim mi? Dürtelim mi? Atalım mı bunu?” mülahazasına girerler. Çünkü Zât-ı Ulûhiyet söz konusu olduğu yerde her şey tâlîdir. İkinci derecede de değil. Tâlînin tâlînin tâlîsidir.
“Ne harabîyim ne harabatîyim / Kökü mazide olan âtîyim!..”
Maalesef, bu mülâhazalar bizim yitirdiğimiz mülâhazalardır. Biz, Râşid Halifeler, Sahabe-i Kirâm ve selef-i salihîn efendilerimizden sonra, Allah ile münâsebet adına derinlikleri yitirdik! Bu yitirdiğimiz şeyleri bulma mevzuunda ise bir cehd, bir gayret sergileyemedik. O kadar çok şey yitirdik ki, bunları toplamaya kalksak çeyrek asır sürer.
Bir de sağdan, soldan, önden, arkadan gelen şeytanın avenesi var! Nazarlarımızı hep buraya teksif ediyorlar ve dahası bizi kökümüzden koparıyorlar.
Kendisine, “Sen hep maziden bahsediyorsun; sürekli Osmanlı çeşmelerini, camilerini dile getiriyorsun; sen bir harabîsin, harabatîsin” diyenlere karşı Yahya Kemal, “Ne harabîyim ne harabatîyim / Kökü mazide olan âtîyim” diye cevap vermiştir. Evet, bugünü değerlendirmek için dünü bilmek iktiza etmektedir. Güçlü bir gelecek bekliyorsanız sağlam bir kökünüzün olması lazımdır.
Geçmişi inkâr ederek bir gelecek kurmamız mümkün değildir. Çünkü bizim değerler mecmuamız ve onun nüveleri hep geçmişteydi. Başta Enbiyâ-ı İzâm ve onların Sultanı, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem).. O’ndan sonra Râşid Halifeler, Sahâbe-i Kirâm, Tabiîn-i Fihâm, Tebe-i Tabiîn-i İzâm, Müctehidîn-i İzâm, Müceddidîn-i Kirâm, günümüze kadar
O kökten geliyoruz! Onu görmezlikten gelmek ve onu kabul etmemek -bağışlayın- köksüzlüktür! Râşid Halifeler’den ve onların hayat tarzından kopmuşluktur. Cihanlara hükmettikleri halde fakirâne yaşayan Râşid Halifelerden kopmuşluk ise -bağışlayın- bir kopukluktur!
Geçmişinden kopan insanın, geleceğimiz adına vaat ettiği/edeceği hiçbir şey yoktur! O bir köksüzdür; köksüz ağaçlar da bugün olmazsa yarın devrilmeye mahkûmdur!..
Mü’min iman, marifet ve muhabbet adına derinliklere doğru kök salmalı. Bir Hak dostu diyor ki: “Cenâb-ı Hakk’ın kahrından/azabından korkuyorsan, O’nun emirlerine sımsıkı sarıl, dinde sâbit-kadem ol; zira ağaçlar şiddetli rüzgârların korkusuyla köklerini bulundukları yerde daha bir sağlamlaştırırlar.” Ağaçlar şiddetli rüzgarlar karşısında devrilmemek için arzın derinliklerine doğru hep kök salarlar.
“Değerler yetimi” bir milletin ihyâsı
Biz bir yönüyle beşinci asırda inhiraf yaşamaya başladık. Saltanat ve debdebe başımızı döndürdüğü andan itibaren de o inhirafı katladık. Bir iki asır önceden başlamak suretiyle, günümüze kadar artan bir şekilde, bütün bütün kendi değerlerimizden, ruh ve mana köklerimizden uzaklaştık. Dolayısıyla “değerler yetimi” ve “din öksüzü” haline geldik.
Sağlam bir silkinme olursa -Allah’ın izni ve inâyetiyle- Allah Teâlâ bugüne kadar öldürdüğümüz şeyleri ihyâ eder. Uğradığımız her yerde adeta mazinin “tın tın” sesini duyuyor gibi oluruz. Gürül gürül bir ezan edâsıyla, Ruh-u Revân-ı Muhammedî’nin şehbal açması edâsıyla çok farklı şeyler duyar, çok farklı hislerle kendimizden geçeriz. Silkinirsek -Allah’ın izni ve inâyetiyle- bunlar mukadderdir, tereddüdünüz olmasın.
Muvakkat zâlimlerin, muvakkat tasallutları ve zulümleri karşısında paniğe kapılmaya gerek yok. Ne zaman, hangi devirde zalimler uzun boylu pâyidâr olmuşlar ki bugün size musallat olanlar da pâyidâr olsunlar?!.
Eğer O’na dayanıyorsanız, O’na güveniyorsanız, “رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ – Ey Yüce Rabbimiz, biz yalnız Sana güvenip Sana dayandık. Bütün ruh u cânımızla Sana yöneldik ve dönüş Sanadır, sonunda Senin huzuruna varacağız.” deyip o ahd-ü peymânınızı her an yeniliyorsanız, asla yenilmezsiniz; gelmez sırtınız yere ve gelmezsiniz kündeye Allah’ın izni ve inayetiyle.
Kendi işimize bakmamız lazım. Fikir kabiliyetimizi falanın filanın demesine etmesine harcarsak alternatif yollar oluşturamayız ve yol alamayız. Bu itibarla da mâlâyanî şeylerden sıyrılıp şu anda bile cehd, gayret ve aktivitelerimizi ikiye, üçe katlayarak işimize bakmalıyız.
İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Gariplere müjdeler olsun!..”buyuruyor. Gariplerin kim olduğu sorulunca da onları elin âlemin fesat çıkardığı, bozgunculuk yaptığı bir dönemde bütün bozulmaları ıslah etmek suretiyle ıslah hareketi içinde bulunanlar olarak tarif ediyor.
Bütün bu yapılanlar karşısında duraklarsak, bir frene basarsak, “Hızımızı keselim, bir bakalım bu adamlar ne diyorlar?” falan dersek, dünya kadar zaman israfına gitmiş oluruz. Oysaki zamanın bir saniyesini bile israf etmeye hakkımız yok. Yediğiniz içtiğiniz şeylerde israf, gezmede israf, debdebede israf, ihtişamlı yaşamada israf
Bunlar nasıl haramdır; zamanın israfı da -o yeme içmeden daha büyük- haramdır.
İnsan zimmetleme, ufuklarını açma, gönüllere ruhumuzun ilhamlarını boşaltma, kalblerin önündeki engelleri bertaraf ederek onların Allah’la buluşmalarını sağlama.. dünyada bundan daha büyük bir şey yoktur. “Bir insanın senin elinle hidayete kavuşması, gözünün hak ve hakikate açılması, üzerine güneşin doğup battığı her şeyden hayırlıdır!” buyuruyor Söz Sultanı, Cevâmiu’l-kelim Sahibi, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (sallallâhu aleyhi ve sellem).
Taassup illeti
Muhterem efendim, daha önce farklı bir açıdan ele alınan bir konu hakkında sormak istiyoruz. Taassup ile salâbet-i diniye ya da hamiyet-i İslamiye dediğimiz ahlak arasındaki belli başlı farklar nelerdir?
Arapça bir kelime olan taassup, işin önünü arkasını hesap etmeden sadece kendi anlayış ve kendi beğenisine göre meseleleri değerlendirme, akla uymayan ve dinin ruhuna ters düşen hususlarda bile inat ve temerrüt içinde bulunma ve Türkçemizde “dediğim dedik” sözüyle ifade edebileceğimiz tavır ve davranışlar sergileme demektir. Rasûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bazı hadis-i şeriflerde bu tutumu, lügat itibarıyla “sinirlilik” mânâsına gelen “asabiyye” sözcüğüyle ifade etmiştir. Çünkü taassup, tamamen sinir ve hisler üzerine kurulan bir davranış şeklidir; dem ve damara dayanan, cismaniyet ve hayvaniyetten beslenen bir his ve duyuşun dışarıya vurmasıdır.
İnsandaki taassup hissi, hayırda kullanılırsa, pozitif bir kısım şeylere de vesile olabilir. Bu diğer duygularda da böyledir. İnsan mahiyetindeki benlik, şehvet, öfke, inat ve hırs gibi boşlukların yüzleri terbiye ile bâkî gerçeklere ve uhrevîliğe döndürülürse, bunların hepsi insanın önemli birer derinliği haline de gelebilir.
İnadı Hakta Sebat, Hasedi Hayırda Yarış İçin Kullanmalı!..
İnsandaki kötü duygulardan biri “inat”tır. Çok defa kuru bir inat adına insanlar birbirlerine düşmekte, aralarında ciddî kavgalar meydana gelmekte, hatta birbirlerini öldürmektedirler. Ne var ki, inadını iradesinin emrine alan bir insan, ne olursa olsun asla hak ve hakikatten ayrılmaz ve böyle bir kimsenin önünü tama, makam, mevki, şöhret, rahat ve rehavet gibi duygular kat’iyen kesemez. Böylece fena bir huy olan ve tamamen nefis mekanizması içinde yer alan inat duygusu, iradesinin hakkını veren bu insanda hakta sebat ve hakikate teslimiyet şeklinde kendisini hissettirir. Evet, artık şeytanî bir mekanizma olan inadın yönü müspete çevrilmiş ve bu sayede inat, insanın melekî yanında yer alarak onun melekiyetine hizmet eder hâle gelmiştir.
Yine bu cümleden olarak; “haset”, bir kimsenin, başkalarının mazhariyetlerini çekemeyip, onlara nasip olan nimet ve faziletler karşısında hazımsızlık göstermesi, diğer insanlardaki nimetlerin ve iyi hallerin yok olmasını ve hepsinin kendine verilmesini arzu etmesi demektir. Bu, insanı batıran, mahveden bir duygudur. Hasan Basri hazretleri, “Ben haset edenden daha ziyade mazluma benzeyen bir zalim görmedim!”der. Hazreti Pir de şöyle söyler: “Hased, evvela hâsidi yakar bitirir, mahsûd hakkında zararı varsa da çok azdır.”İşte, böyle Allah belası bir maraz olan haset duygusu bile tadil edilerek, yumuşatılarak “tenâfüs” hissine dönüştürülüp hak hakikat adına bir yarış vesilesi şeklinde kullanılabilir.
Günümüzde Taassup Ehlinin Mülahazası: “Benim gibi düşünmüyorsan hainsin!..”
Evet, taassup için Arapça’da asabiyet de kullanılır; bir yönüyle damara, kana bağlılık içinde tavır ve davranışlar sergileme, körü körüne kabalık yapma, cahilce davranma ve asabiyetin değişik şekilleriyle başkalarına karşı kötü muamelelerde bulunma manasına gelir. İnsanların, kendi arzu ve isteklerini esas almaları, yetiştikleri kültür ortamına ve şuuraltı müktesebata göre hareket etmeleri; dolayısıyla kendilerine ters saydıkları şeylere karşı sertçe karşı koymaları demektir.
Bugün de siz o taassubun muzaaf, hatta mük’ap şeklini görüyorsunuz. “Benim gibi düşünmüyorsan, sen hainsin. Beni kabul etmiyorsan, sen alçağın tekisin!” dendiğine şahit oluyorsunuz. Bazıları kendileri gibi düşünmeyen ve kendileri gibi olmayan herkesi vatan haini, millet haini, darbeci falan ilan ediyorlar. Şeytandaki taassup gibi bir şeydir bu. Böyle şeytanî bir mülahazadan dolayı, bu tarafta o kadar hayır, fezâil ve mezâyâ olmasına rağmen, hiçbirini görmüyorlar. Kendi elleriyle olmadığından ve kendileri yapamadıklarından, biraz da yetersizliklerinden ve işe yaramadıklarından dolayı işe yarayan insanları ve onların hayırlı faaliyetlerini hor hakir görüyor; mutaassıbâne bir tavır içinde karalamaya ve onların yüzüne zift saçmaya çalışıyorlar.
Mü’minin şe’ni: Taassup değil, salâbet-i diniye
Mü’minde asla taassup olmamalıdır. Çünkü mü’min hakperesttir. Onun vazifesi hakkı tutup kaldırmaktır. Bu açıdan hakka gönül vermiş bir insanın hakka karşı çıkması, hakkın karşısında ayak diretmesi, onu görmezlikten gelmesi düşünülemez. Aksi takdirde o, hakka karşı saygısızlık yapmış olur. Bu yüzden mü’minde taassup değil, salâbet-i diniye olmalıdır.
Salâbet, bir mevzuda dayanıklı ve sağlam olma, ayağını yere sağlam basma ve böylece kavlî, fiilî ve hâlî olarak kaymama kararlılığı içinde bulunma demektir. Sertlik, katılık ve müsamahasızlık ise salâbet-i diniye demek değildir. Salâbet-i diniye; şartlar ve hâdiseler ne kadar değişirse değişsin, bir insanın İslâm’ın vaz’ ettiği bütün hükümleri yaşama mevzuunda tam bir kararlılık ve samimiyet ortaya koyması demektir.
Milletimiz başta olmak üzere bütün insanlığın faydasına bir kısım işler yapıyorsak, bunların milletimizin menfaatine ve diğer milletlerin yararına olduğuna inanıyorsak, ayrıca, geçmişle irtibatımız, Ruh-u Seyyidi’l Enam’ı hoşnut etmemiz ve Cenâb-ı Hakk’ın rızasına ermemiz adına muvafık ve önemli vesileler olarak görüyorsak, sâbit kadem olmamız lazımdır. Şayet tereddüdümüz varsa, yürüdüğümüz yolu bir kere daha gözden geçirmemiz, kafa kafaya vererek ortak akılla o meseleyi test etmemiz ve varsa yanlışlarımız görüp düzeltmemiz gerekir. Fakat bu muhasebe, murakabe ve testi defalarca yapmış ve doğru yolda olduğumuza kanaat getirmişsek, artık onda sebat göstermemiz icap eder.
“Bugün bu hizmetle uğraşanlar, yarın nedametle ellerini dizlerine vuracaklar!..”
Neresi yanlış bu işin? Her rengi ve her deseniyle siz Anadolu insanı yirmi senede Allah’ın izniyle dünyanın 163 ülkesine girmişsiniz; Batılılar iki asır çalışmalarına rağmen bu ölçüde muvaffak olamamışlar. Dünyanın değişik yerlerinde değişik nispetlerde seçmeli ders olarak Türkçe okutuluyor. Bir gün dünyanın neresine giderseniz gidin, orada sizinle Türkçe konuşan insanlarla karşılaşacaksınız.
Bir senedir gittikleri her yerde “Amanın bu okulları kapatın, bunlar sizin başınızı ağrıtır, size dert olur!” diyorlar. Böyle demelerinde acaba bir haklılık payı var mı? Sizin kültürünüz, öz değerleriniz dünyanın dört bir yanında temsil edilip bayraklaştırılıyor; sizin bu değerler mecmuanıza insanlar alaka duyuyorlar. Allah aşkına, Peygamber hatırına, bunun yanlışı neresinde?!.
Siz kafa kafaya verdiniz, “Vallahi de, billahi de on defa test ettik, bu konunun zerre kadar yanlışı yok!” dediniz. O zaman da size, hiç durmadan hizmetinize koyulmak ve ayrıca o aldanmış insanların zihinlerindeki isi, pası silmeye çalışmak düşer.
Endişe etmeyin!.. Bugün bu hizmetle uğraşanlar, yarın ellerini dizlerine vurup “Keşke toprak olsaydık!” diyecekler, “toprak olsaydık da bunları yapmasaydık!..”
Şahsî sarsıntılar, şahsî kusurlara ve istikameti koruyamamaya verilmeli. “İyiliği Allah’tan, kötülüğü kendinden bil!” diyor Hazreti Pîr; Kur’an-ı Kerim’in bir ayetinin meali, farklı bir ifade tarzı ile söylenmiş oluyor: مَا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللهِ وَمَا أَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ“Sana gelen iyilik/güzellik, Allah’tan; fenalık da nefsinden, senin sebebiyet vermendendir!” (Nisa, 4/79) Sana gelen güzellik, iyilik ve ihsanı, Allah’tan; olumsuz herhangi bir şeyi, negatif şeyi de kendinden bil!..
Şahsî hayatta bu mesele böyle olduğu gibi, sosyal hayatta da aynı ile söz konusudur; Hizmet Hareketi için de aynı şey söz konusudur. Bir problem -şayet- vâki ise, insanlar, onu kendilerinden bilmeliler. Kendilerinden bilmezler ise şayet, mesele onlardaki “tevbe”, “istiğfar”, “inâbe”, “evbe” duygusunu tetiklemez; dolayısıyla da oldukları yerde kalırlar, tepinir dururlar. Ama Allah (celle celâluhu) herkesi seviyesine göre mükâfatlandırır ve herkesi seviyesine göre cezalandırır. Çok önemli vazifeler ile istihdam buyurduğu bir zümrenin mükâfat veya cezası da ona göre olur.
Bunu, حَسَنَاتُ اْلأَبْرَارِ سَيِّئَاتُ الْمُقَرَّبِينَ“Ebrâr adına iyilik kabul edilen şeyler, daha ileri seviyede bulunan mukarrabîn için günah sayılabilir.” sözüyle irtibatlandırabilirsiniz. “Ebrâr” dediğimiz insanlar, “evliyâ”nın da üstünde; evliyâ, asfiyâ, ebrâr, üçüncü derecede; bütün işleri-güçleri hep iyilik, iyilikten başka bir şey düşünmüyorlar. Ama bunların yaptıkları bazı iyilikler, “Mukarrabîn” dediğimiz Allah’a en yakın olan insanlar nezdinde günahtır.
Şöyle bir misal ile misallendirmek mümkündür; mesele aynıyla öyle midir, değil midir, bence onun üzerinde durmamak lazım! İnsanın yaptığı bazı hatalar vardır ki, fiilen hatadır; bir adım atma ile, bir el uzatma ile, bir bakma ile, bir dil-dudak hareketi ile. Bu, bir günahtır; bu, avamın günahıdır. Bazıları vardır ki, bunlar “taakkul” ederler onu fakat fiilen yapmazlar; bu da bir günahtır, bir hatadır; geriye dönerler ise, sevap kazanırlar. O meseleyi akılları ile planlarlar: “Şunu yapayım, mesela şu Manhattan’da bir tur atayım, az bir gözüm-gönlüm açılsın!” Fakat sonra biri karşılarına çıkar, “Gel, şurada bir çay içelim!” der, onu öyle bir mâsiyetten alıkoyar. Bazıları vardır ki, meseleyi “aklî” planda götürmeden, sadece “tasavvur” ederler; gelip-geçici tasavvurlardır, düşüncelerdir bunlar. Bunlar da bir seviyedeki insanlar için yine “hata” sayılır. Bazıları da vardır, onların hayallerine gelir-ilişir bazı şeyler; bu hayale ilişme meselesini, o “Mukarrabîn” için söz konusu etmek lazım; rüyalarının bile kirlenmesi karşısında tir tir titrerler.
Yatağa girmeden evvel, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) okuduğu sûrelere, okuduğu dualara dikkat ederseniz… Kendisi için o türlü şeyler söz konusu değildir; “rehber” olması itibarıyla arkasındakilerine derstir esasen. Ama hayat-ı seniyyelerine bakınca, kalbi tir tir titrer. Hazreti Musa’nın kalbi, tir tir titrer. Hazreti İsa’nın kalbi, tir tir titrer… Neden? Sizin “tasavvur” ettiğiniz şeyler, onlar için günahtır, “tahayyül” ettiğiniz şeyler, onlar için günahtır. Cenâb-ı Hakk’a bu kadar yakın olan bir insanın, o ölçüde olsun hayal kirliliğine kendisini salmaması lazım! Hep temiz düşünmeli! Hep O’nun ile oturup-kalkmalı. Hep O’na ulaşma, O’na kavuşma, vuslat arzusu ile oturup-kalkmalı. Bir “Şeb-i Arûs” beklentisi içinde olmalı: “Acaba ne zaman O’na ulaşacağım!” Bütün dünyevî zevkler, safalar, keyifler, eğlenceler, O düşünüldüğü zaman, unutulacak hâle gelmeli ve hiçbir şey O’na tercih edilmemeli!..
Burada antrparantez rica edeyim: Ehl-i âhiret gibi görünen bizler… Bırakın ehl-i dünyayı, dünyaya tapanları; bir araba ile yetinmeyip iki tane, iki tane ile yetinmeyip üç tane, üç tane ile yetinmeyip on tane, on tane ile yetinmeyip yirmi tane, otuz tane… Bunlar, dünyaya tapan talihsiz bedbahtlar… Şeytan bile zil takıp oynuyordur onlar için; “Bunlar, işin doğrusu bu mevzuda beni geçti, ipi göğüslediler! Şeytanlar âleminden bunlara Nobel Ödülü vermek lazım!” diyordur. Fakat kendini tamamen Kur’an’a hizmete vermiş, adamış insanlara gelince…
Bu mevzuda “adanmışlık” diyoruz: Benim derdim/davam tamamen İ’lâ-i Kelimetullah mülahazasına sahip bulunma… Hani, اَللَّهُمَّ أَعْلِ كَلِمَةَ اللهِ فِي كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ وَفِي كُلِّ نَوَاحِي الْحَيَاةِ وَاسْتَخْدِمْنَا فِي هَذَا الشَّأْنِ “Allah’ım! Zâtında yüksek ve pek yüce olan kelimetullahı, kelimetülhakkı, ‘Lâilâhe illallah Muhammedun Rasûlullah’ hakikatini i’lâ buyur, onu dünyanın dört bir yanında ve hayatın her ünitesinde gökkuşağı gibi görülür ve herkes tarafından duyulur hale getir. Bizi bu vazifede istihdam buyur.” diyoruz. Allah’ım! Bu konuda beni de istihdam buyur!.. وَضَعْ لَنَا الْوُدَّ بَيْنَ عِبَادِكَ فِي السَّمَاءِ وَاْلأَرْضِ “Gökte ve yerdeki kulların arasında bizim için sevgi ve hüsnükabul vaz’ et.” Yerde-Gökte benim için, bütün dünyalarda benim için ‘vüdd’ vaz’ et!.. وَاسْتَخْدِمْنَا فِي هَذَا الشَّأْنِ Bu hususta beni de istihdam buyur! İ’lâ-i Kelimetullah yapayım, başka hiçbir derdim olmasın! Evimin yolunu unutayım, çocuğumun çehresini unutayım, eşimin çehresini unutayım ama Seni hiç unutmayayım!.. Adanmış bir ruhun vasfı, bu.
Konuma ihanet
Bir insan, Cenâb-ı Hakk’ın konumlandırdığı yerin hakkını vermiyorsa şayet, o mevzuda o da ona göre bir tokat yer. Çünkü o duruma getirme mevzuu, Cenâb-ı Hakk’ın bir iltifatıdır; o iltifat, bir karşılık ister. Cenâb-ı Hak, o kadar iltifat etmiş ise şayet, senin de ona göre bir karşılıkta bulunman lazım! Enbiyâ-i ızâm, seviyelerine göre çok küçük şeyleri mâsiyet saymışlardır; birine eliyle böyle yapsa, “Ben nasıl böyle yaparım!” demişlerdir. Vurmamış ama böyle iter gibi işaret yapmış iseler, onu büyük bir cinayet gibi sayar, hemen başlarını yere koyar ve “Estağfirullah!” derler. Değil o, hayallerine gelip-çarpan bir şey karşısında bile hemen tir tir titrerler. Çünkü tamamen adanmışlardır onlar; masumiyet-i mutlaka içinde, ismet-i mutlaka içindedirler.
O noktaya ulaşılamaz; o, onlara mahsus bir keyfiyet. Ama iradî olarak kendilerini adayanlar, adanmış görenler, “Benim derdim/davam: Dünyanın dört bir yanında ruh-u revân-ı Muhammedî şehbal açsın; nâm-ı celîl-i İlahi, bayrak gibi dalgalansın! Bundan başka bir şey düşünmüyorum ben. Dünyanın kaç tane ülkesi var? Her yere girme, her yerde -bir yönüyle- Allah’ı soluklama, Peygamberi soluklama; o nefeslerimle, soluklarımla gönüllere girmeye çalışma.” diyenler… Kendini bu işe adamış bir insan, bunun dışında kendince en önemli gördüğü meselelere bunun önünde -bakın, bu-nun ö-nün-de- bir yer veriyor ise şayet, diğer şeylere ehemmiyet verdiği kadar yirmi dört saat içinde bu meseleye o denli önem vermiyor ise, konumuna ihanet ediyor demektir; o, “konum hâini”dir. Tekrar ediyorum: o noktaya getirilmiş bir insan, konumunun hakkını vermiyor ise, o, konum hâinidir!.. Dolayısıyla Allah, tokat vurur.
Antrparantez: Ben, şahsım adına meseleye öyle bakıyorum. Günümün yarısı, kendimi tokatlamak ile geçiyor. Öyle evim-barkım olmadı, bir dikili taşım da olmadı. Annem ölürken yanında değildim; babam ölürken yanında değildim; kardeşlerim ölürken de yanlarında değildim. Belki onları çok düşünmedim de… Babam, belki ağlayarak beni gideceğim yere saldı. Amcamı, elimin tersiyle ittim; “Karşıda bir yangın varken ve içinde benim dinim yanıyorken, sizin bana dünya adına bir şey teklifinizi anlamıyorum; dininizden şüphe ediyorum!” Öyle; öyle bir şey… Ama yine kendimi bir “eşek” yerine koyarak, Cenâb-ı Hakk’ın getirdiği konumun hakkını vermediğimden, kendimi konum hâini sayıyorum; konum hâini…
Konum hâini olma var; Allah, hangi konuma yükseltmiş ise, ona göre bir tavır belirlenmezse… Hani tekrar edeyim: Hal, tavır ve davranış… Efendimiz, hadis-i şerifte ifade ediyor: “Göz bakarsa, adım atılır, el uzatılır, arkası gelir onun…”Başka bir yerde, meselenin pozitifini anlatıyor: “Gözünü kapatırsa, bu mevzuda kalbini şöyle temiz tutarsa, şunu da şöyle yaparsa, bu defa firâsetinde hiç yanılmaz o.” diyor. Pozitifi, bu; negatifi de o. Olumsuz bir şeye gözün ile yaklaşırsan, bu, adıma bir çağrıdır, elin uzanmasına bir çağrıdır, o fiili realize etmeye bir çağrıdır, hafizanallah. Her bir günah, kalbde bir yara açar; tevbe-istiğfar ile şayet silinmez ise, anında silinmez ise, konuma göre, hafizanallah, o ikinci bir günaha bir çağrıdır. Bu defa kalb, kirlenir; bu defa meleklere karşı kapanır o kalb; bu defa şeytanlara kale kapıları gibi açılır. Hazreti Gazzâlî de ifade ediyor, İhyâ’sında ifade ediyor bunları; bu açıdan, konumun hakkını vermek lazım.
Adanmış ruhlar, Cennet’ten tapu dağıtan gafiller gibi davranmamalılar
Bakın; zannediyorum dünyanın değişik yerlerinde -ben çok merak etmiyorum, belki onlarca yerde- Hizmet Hareketi ile alakalı doktora tezleri yapıldı. Göklere çıkardılar. Hizmet, her yerde takdirler ile yâd ediliyor. Millet, sizi bir yerde konumlandırıyor, Hareketi/Hizmeti bir yerde konumlandırıyor. Sizin durumunuz/tavrınız, bu… İnsanlığın geleceği adına milletin sizden beklediği şeyler bunlar. Şimdi böyle bir konum var ise şayet, onun hakkının verilmesi lazım. Yoksa ehl-i dünya gibi -biraz evvel bahsettim- bir villanın yanında bir tane daha, yetmedi bir tane daha, yetmedi bir tane… Bir belediye başkanlığı ölçüsünde alkış, milletvekilliği ölçüsünde alkış, başbakanlık ölçüsünde alkış, cumhurbaşkanlığı ölçüsünde alkış… Doyma bilmeyen bir dünyaperestlik, esasen dünyaya taparlık… Namaz kılsa bile, o, dünyaya tapıyor. Ve bir sürü de bunların arkasında sürüklenip gidiyor ise, bunlar, bütün âhiret hayatını heba ediyorlar demektir.
Bir de kalkıp bu arada “Falanı intihap ederseniz, âhirette sizin için beraat fermanı hemen hazırdır! Melekler, ‘Aman buyurun, Cennet sizi bekliyordu!’ der.” gibi şeyler söylüyorlar, hafizanallah. En büyük insanlar, Peygamberler bile “Cennet’e girebilir miyim ben?” diye, onun endişesini yaşamışlardır. Peygamber gibi yaşayanlardan Esved İbn Yezîd en-Nehâî’yi belki yirmi defa, otuz defa arz etmişimdir: Nehâî ailesi, Ebu Hanife’nin de o ekolde yetiştiği bir ailedir. O, Tâbiîn’den; ilmin, fokur fokur kaynağı bir ailedir. Bütünüyle irfan ocağıdır; hele dört tanesi zirvedir bunların; Esved, onların başında gelir. Vefat ederken, Alkame, yanına geliyor; aynı aileden, kuzeni. Esved, sürekli ızdırap içinde, kendinden geçiyor; yüzde takallüsler, tir tir titriyor: “Ne o?” diyor, “Kardeşim, günahlarından mı endişe ediyorsun?!” Ne günahı?!. Günah, onların rüyalarına bile misafir olmamıştır. Gülüyor, acı acı gülüyor; “Ne günahı?!” diyor, “Kâfir olarak ölmekten korkuyorum!”
Ben burada bir noktalı virgül koyarak sorayım: Allah aşkına!.. Sizin vicdanlarınıza meseleyi havale ediyorum. Kaç insan var bu mevzuda endişe taşıyan; “Kâfir olarak ölmekten korkuyorum!” diyenler parmak kaldırsınlar burada?!. Bırakın ehl-i dünyayı; onların nereye yuvarlandığı belli!.. O arabalar ile nereye gidileceği, o villalar ile nereye gidileceği, o alkışlar ile nereye gidileceği, o millete zulüm yapmakla nereye gidileceği bellidir. Elin-âlemin dışarıda onlara -bir yönüyle- birer pasaport vermeleri, birer vize vermeleri, Cennet’e giriyor gibi göstermeleri; bu, riyakârlığın tâ kendisidir, küfrün tâ kendisidir. Bırakın onları!.. Onların işi bitmiş… Ama Cenâb-ı Hak, sizi çok önemli bir konumda konumlandırmış. Tekrar ediyorum: Konumun hakkı veriliyor mu acaba?!.
Peygamberler yolunda yürünüyor ise şayet, o yolun hakkının verilmesi lazım. Gözünü açıp kapayacaksın: “Allah’ım! Şu anda beni görüyorsun; ne olur Seni görüyor gibi olabileyim, Seni görüyor gibi olma ufkuna beni ulaştır!” Bütün dediğin-ettiğin şey, bu olmalı! “Allah’ım, aşk u iştiyak-ı likâullah!.. Allah’ım, aşk u iştiyâk-ı likâullah!.. Allah’ım, içimde öyle bir alaka ihsan et ki, kardeşlerimin adını unutayım ben!” Çünkü nasıl olsa -bir yönüyle- öbür tarafa gittiğin zaman, kardeşlerin, yanında kümelenecekler. Sen, bu yolun yolcusu olduğuna göre, “adanmışlık” mesleğinde bulunduğuna göre, Cenâb-ı Hak, bir yerde konumlandırmış seni. Özür dilerim, tekrar ediyorum: Konumun hakkını vermek lazım. Konumun hakkı verilmez ise, konum hâinliği olur. Onu yapanın adına melekler, semada “hâin” derler; ona, “Hâin!” derler, hafizanallah.
Yol
Geriye dönelim: En küçük bir musibeti, kendimizden bilmeliyiz; Cenâb-ı Hakk’ın sağanak sağanak başımızdan aşağıya yağdırdığı iyilikleri de O’nun rahmetinin vüs’atine vermeliyiz! Bizi, yerin dibine batırmamasını yine rahmetinin vüs’atine vererek, “Allah Allah! O, bizi bu konuma getirdiği halde hakkını veremedik…” demeliyiz.
Yirmi dört saat yüzün yerde, sürekli hep O’nu düşünüyorsun, hep O’nu. Hatta bir Tahiyyât okuyorsun ki, gerçekten tir tir titriyorsun tepeden tırnağa kadar. Aklının köşesine geliyor ki “Tam O’na göre bir kulluk oldu!” Hafizanallah, burada yine bir küstahlık yaptın, مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ يَا مَعْبُودُ“Ey ibadete layık yegâne Ma’bud, Sana hakkıyla ibadet edemedik!..” kafiyesi ile meseleyi kafiyelendirmiyorsan.. مَا حَمِدْنَاكَ حَقَّ حَمْدِكَ يَا مَحْمُودُ“Ey herkes tarafından hamd u sena ile yâd edilen Mabud-u Mutlak, Sana hakkıyla hamd edemedik.”kafiyesi ile kafiyelendirmiyorsan.. مَا شَكَرْنَاكَ حَقَّ شُكْرِكَ يَا مَشْكُورُ“Ey her dilde meşkûr olan Rabbimiz, Sana gereğince şükredemedik!..” kafiyesi ile kafiyelendirmiyorsan… “Sana hakkıyla şükredemedim!” Bir hal… Çünkü konumun gereği bunlar.
Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki; bir taraftan konumun bizden istediği şeyler, bir diğer taraftan da ehl-i dünyanın, dünyaya tapanların, dünyaperestlerin, dünyayı put haline getirenlerin, bilerek dünya hayatını ahiret hayatına tercih edenlerin, Cennet’i görmezlikten gelenlerin, köşkleri görmezlikten gelenlerin, Cemâlullah’ı hiç hatırlamayanların, Peygamberimiz ile aynı sofraya (sallallâhu aleyhi ve sellem) oturmayı hiç düşünmeyenlerin halleri…
Bırakın onları!.. Yürüdükleri o Gayyâ’ya doğru gidiyorlar, şeytanın dürtüleri ile hareket ediyorlar; onlar öyle hareket etsinler!.. Fakat siz, İ’lâ-i Kelimetullah’a kendinizi adamış iseniz.. “Dünyanın dört bir yanında Ruh-u Revân-i Muhammedî şehbal açsın!” diyorsanız.. “Nâm-ı celîl-i İlahî, bir bayrak gibi her yerde dalgalansın! Her yerde hoparlörlerde ‘Allah, Allah, Allah’ sesi yükselsin!” istiyorsanız.. kendinizi bu işe adamışsanız.. en azından bu işi beğendiriyorsanız.. en azından tavır ve davranışlarınızdan bu iş damlıyorsa.. size, hal ve temsilinize bakan insanlara, “Bunlarla yol alınır, yol yürünür!” dedirtiyorsanız şayet, Cenâb-ı Hak, sizi öyle bir konuma getirmiştir ki, bu, Peygamberler yolunda en önemli bir mevkidir. Bu, bin tane başbakanlığa değiştirilmez. Bin tane cumhurbaşkanlığına değiştirmem ben! Böyle bir ruh haleti ile, bu türlü kendini adamışlığı, o dünyevî makamlar açısından zirvede bulunma durumuyla değiştirmem!..
Mü’min, yeryüzünde emniyet ve güvenin temsilcisidir; mü’min bunu yeryüzünde sergiliyor ise şayet, Allah’ı sevdiriyor, Peygamberi sevdiriyor, bir yönüyle çoğunu o yolun yolcusu haline getiriyor ise… Kaç tane insan, sizin yanınıza geldi. Hâl, tavır ve davranışıyla, onların ruhuna girmiş, gönüllerine otağını kurmuş arkadaşların o mevzudaki temsilleri vesilesiyle… Haşa, onlara ait olması itibarıyla “yarım yamalak” demeyeceğim ama “tamamiyet”ini de şüphe ile ifade edeceğim o hal ve temsil sayesinde… O kadarı bile onlara öyle müessir olmuş ki!.. Geldiğinde sizin yanınıza, diyor ki: “Ben, Allah Rasûlü’nün peygamber olduğuna inanıyorum. لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ” Kaç tanesine şâhit oldum burada, “Sizin ile yol alınır. Sizin ile tepeler geçilir. Sizin ile kandan-irinden deryalar aşılır!” diyenlerin.
Eğer bu kadarcık hâl ile bile çevrede böyle bir müessiriyet sergileniyor ise, bir de bu işin tamamiyeti sergilenir ve tam temsil edilir ise, Allah’ın izni-inayeti ile… Efendimiz gibi.. O’nun gölgesi, gölgesinin gölgesi, Ebu Bekir’in yolu, Ömer’in yolu, Osman’ın yolu, Ali’nin yolu, Hasan’ın yolu, Hüseyin’in yolu, radıyallâhu anhüm milyon merratin. Az oldu değil mi? Radıyallâhu anhüm katrilyon merratin. Hayır, az oldu! Zerrât-ı kâinat adedince Allah razı olsun onlardan!..
Evet, onların yolu; yol, onların yolu… Biz, kendimize göre bir Müslümanlık belirlemiş gidiyorsak, “İşte bu kadarı da yetiyor!” diyorsak… Oysaki dememiz gerekli olan: “Allah’ım! İman-ı ekmel!.. -Bakın, “ek-mel” diyorum.- Allah’ım! İslam-ı ekmel!.. En kâmil manada iman.. en kâmil manada İslam.. en kâmil manada ihlas.. en kâmil manada ihsan.. en kâmil manada yakîn.. en kâmil manada sadâkat.. en kâmil manada istikamet.. en kâmil manada tevekkül.. en kâmil manada teslim.. en kâmil manada tefvîz.. en kâmil manada sika.. en kâmil manada nefs-i mutmainne, râdıye, mardıyye, sâfiye, zâkiye.” Göz, hep bunlarda, bu yüce ufuklarda…
İnsan, böyle âlî şeylere, yüksek gâye-i hayale kilitlenir ise, zannediyorum, bunun dışında kalan şeylere evvelen ve bizzat fazla değer atfetmez. Hatta arkadaşlarınızdan birisi demişti: Zât-ı Ulûhiyet, Kur’an-ı Kerim’inde Cennet, Huri, Gılman, köşkler ve ırmaklardan bahsediyor. Acaba insanın aklından geçse ki, “Yahu bunlar ne ki, ne ifade eder ki bunlar benim Rabbimin hoşnutluğu yanında?!. Efendimiz’in ‘Bu da Bendendi!’ falan demesi yanında?!.. Hazreti Ebu Bekir’in ‘Bu da bizdendi!’ demesi yanında ne ifade eder ki bunlar?!.” Acaba Kur’an-ı Kerim’de Cenâb-ı Hakk’ın birer utûfeti olan bu türlü şeyleri hafife alma manasına gelir mi? Bunu sordum İlahiyatçılara, cevab-ı savab alamadım. Aynı zamanda menfi bir cevap da alamadım bu mevzuda. “Hayır, doğru değil bu düşündüğün!” O cevabı da alamadım. “Evet, isabetlidir bu!” O cevabı da alamadım. Zannediyorum, çokları hakikaten o meseleye kilitlenmişler; O’ndan başka bir şey düşünmüyorlar, düşünmüyorlar, düşünmüyorlar.
Şimdi burada Alvar İmamı’nın sözüyle belki bir şey demek icap ediyor, onun dediği şeyi demek gerekiyor: “Allah bizi insan eyleye!” Böyle içinden gele gele derdi sık sık: “Allah bizi insan eyleye!” Demek, konumuna göre diyordu; konumunun hakkını veriyordu. Zira nâm-ı celîl-i İlahî yâd edilince, birden bire rengi değişirdi, yüzünün çizgileri değişirdi, gözünün irisine kadar her şey değişirdi, şakır şakır gözyaşları dökerdi. Bir menkıbesini arz etmişimdir, vakıa: Birisi Medine’den gelmiş, Hac’dan dönmüş. “Efe” diyorlar. Efe; o dönemde, o büyük insanlara “Efe” deniyor. “Medine öyle güzel bir yer ki, hakikaten insan bayılır oraya. Fakat bir kısım bakımsız uyuz köpekler vardı.” diyor. O hemen “Sus!” diyor, “Ben, Medine’nin uyuzlu köpeğine de kurban olayım!” Anlıyor musunuz Rasûlullah’a bağlılığı?!. İşte o, bu seviyede bir “Allah bizi insan eyleye!”diyor. “Allah bizi Müslüman eyleye!” diyor; o ölçüde, o seviyede.
İnsan, o kadar âlî şeylere dilbeste olursa, Cenâb-ı Hak, onu yüzüstü bırakmaz.
“Aç ellerini, içini O’na dök her zaman, Kes ağyâra dil dökmeyi, O’ndan dile emân, Eremez emâna gaflet ile gülen, oynayan, “Ve’l-yebkû kesîren”le bunu istiyor Kur’an.”
(Son mısrada فَلْيَضْحَكُوا قَلِيلاً وَلْيَبْكُوا كَثِيرًا جَزَاءً بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ“Yaptıklarının cezası olarak, bundan böyle az gülsünler, çok ağlasınlar.”(Tevbe, 9/82) ayetine işaret ediliyor.) Allah Rasûlü şöyle buyuruyor: لَا تُكْثِرُوا الضَّحِكَ، فَإِنَّ كَثْرَةَ الضَّحِكِ تُمِيتُ الْقَلْبَ“Çok gülüp eğlenmeyin; şüphesiz çok gülmek kalbi öldürür!” Akif’imiz de, felaketli günlerin yaşandığı bir dönemde -ki, şimdiki günler ona bin defa rahmet okutturur; Akif’in yaşadığı felaketli günler ki, şimdiki zaman, ona bin defa rahmet okutturur- şunu söylüyor:
“Irzımızdır çiğnenen, namusumuzdur doğranan, Ey sıkılmaz! Ağlamazsın, bari gülmekten utan!”
Öyle ağırıma gidiyor ki!.. Dudakların geriye gitmesi, öyle ağırıma gidiyor!.. Dinin ayaklar altında çiğnenmesi.. kafirce tavır ve davranışlarla, Müslümanlık adına bir şey yapılıyor gibi tavır sergilenmesi.. dinin tahrif edilmesi, dinin farklı gösterilmesi.. Cennet’in çok ucuza peylenmesi.. Cennet adına insanların kandırılması… Öyle ağırıma gidiyor ki benim!.. Hafizanallah, İslam dünyası, böylesine bir şenâat, böylesine bir denâet, böylesine bir aşağılık, böylesine bir kompleks yaşamamıştır.
Şefkat tokatları
Siz, bir farklılık sergilediniz, bir yere kadar, Allah’ın izni-inayeti ile. Ama nasıl kötülük adına atılan bir adım, ikinci bir adım için bir çağrı, bir davetiyedir; iyilik adına atılan bir adım, iki adım, üç adım, dört adım, beş adım, on adım da bir çağrıdır. Atılan on adım, diğer on adımın atılması için de bir çağrıdır, bir davetiyedir. Allah, sizi önemli bir konum ile konumlandırdı. Şimdi maruz kaldığınız şeyler, peygamberler yolunun gereği. Hiç eziyet çekmeyen büyük insan, yoktur; hiç… Hazreti Ebu Bekir’in çektiği, Ömer’in çektiği, Osman’ın çektiği, Ali’nin çektiği dağların başına dökülseydi, Alvar İmamı ifadesiyle, dağlar tuz-buz olurdu. O yolun gereği, bu…
Bir: “Elhamdülillah!” demelisiniz. Yine Hazreti Pîr’in ifadesiyle -başka biri demiş midir, bunu bilmiyorum- اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ، سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ“Küfür ve dalalet ahvâlinin dışında, her şeye hamdolsun!” Kıtmîr, bu belli ölçüdeki mazhariyetler karşısında başa gelen şeylere mukabil, أَلْفُ أَلْفِ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ، سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ “Bir milyon defa Allah’a hamd u senâ olsun, küfür ve dalaletin dışında her şeyden ötürü.” diyorum.
Cenâb-ı Hak, böyle bir konumlandırmanın gereği, bu peygamberler yolunda, başınızdan aşağı belayı sağanak sağanak yağdıracaktır. Sizi arındıracaktır bunlar ile, Cennet’e ehil hale getirecektir. Belâlar -bir yönüyle- insandaki olumsuzlukları eriten, olumlu şeyler oluşturan, insanı öbür dünyadaki hâl ve keyfiyete göre hazırlayan vesilelerdir. Tâbir-i diğerle, burada yaptığınız güzel şeyler ve katlandığınız -böyle- ağır şeyler, sizin öbür âleme göre yapılanmanız adına -esasen- yapı taşları mahiyetindedir. Buradaki gibi -böyle- fiziksel bir varlık değil, yok atomlar, yok elektronlar, yok nötronlar, yok moleküller değil. Burada yaptığınız şeylere göre şekilleneceksiniz; çünkü ebedî bir varlığa ereceksiniz. Buyurmuyor mu: “Abdest aldığınız uzuvlar, pırıl pırıl nur saçacak.” Seyyidinâ Hazreti Musa’nın eli gibi, koynundan çıkardığı zaman… Alınlarınız secde izinden dolayı âdetâ güneş gibi pırıl pırıl parlayacak. Ve siz, kamer-i münîri temâşa ediyor gibi -bu, bir yönüyle, herkesin rahat temâşâsını ifade etme adına müteşâbih bir ifade- ayın on dördünü temâşâ ediyor gibi müzâhamesiz temâşâ edeceksiniz Bütün Güzelliklerin Kaynağı’nı.
Cenâb-ı Hak, sizi bir yerde konumlandırmış; bence çok önemli bir eltâf-ı Sübhâniye bu.. Size -bir yönüyle- bir iyilikte bulunmuş. Bir taraftan o konumun hakkını vermek lazım. İhtimal, onun hakkını tam veremediğimizden dolayı, “Hakkını verin!” diye hafif kulak çekti. Hazreti Pîr’in Lem’alar’da, Şefkat Tokatları’nda ifade ettiği gibi. -Orada önce kendisinin üç tane şefkat tokadını ifade ediyor.- Şefkat Tokatları’nda ifade ettiği gibi şefkat tokadı, hafif, böyle enseden… Evet, öğretmenim bana öyle yapmıştı. Çok basit bir şey, mesela “Şuraya tohum saçalım!” demişim. “Yahu bundan şu mana da çıkar: Tohum saçalım falan demek, birilerini gömelim demek mi, bu manaya gelir mi?” falan. Zannediyorum, böyle bir şeydi. Hayatta mı, değil mi bilmem; İstanbullu bir hanımefendi idi. O dönemin yetiştirdiklerinden ama tam hanımefendi idi. Hiç unutmam, “Sen de mi?!” dedi bana. Hiç unutmam bunu; bu, yetmiş küsur senelik bir hadise, unutmuyorum. “Sen de mi?!” dedi.
Ee canım, sizi bu konumda konumlandıran Allah, bu mevzuda küçük bir hatamızdan tecziye buyurmuş olabilir. Ne hatası bu? El-ayak, göz-kulak, dil-dudak hatası veya taakkul hatası veya tasavvur hatası ya da tahayyül hatası. Hata ne olursa olsun; bakış hatası, adım atma hatası, el uzatma hatası, dil-dudak kullanma hatası… Her ne ise bunlar, bilmeyerek yaptık. Hafif, “Sen de mi?!” diye, evvelâ dolayısıyla bizi istiğfar, tevbe, inâbe ve evbe kurnalarına koşmaya teşvik ediyor, “Gidin arının!” diyor. Kendisi de bizi arındırıyor, kudsî teveccühleri ile, tecellileri ile yıkıyor; Huzur-i Kibriyâsına ehil hale getiriyor; Peygamberler ile, Peygamberlerin arkasındaki o “Hâle” ile aynı sofrayı paylaşabilecek hâle getiriyor.
Bir diğer taraftan da bu yolda yürüyenlerin başına gelen şeyler, hep aynı şeyler olmuştur. Onların başına geldiğine göre, sizin de başınıza gelecek, sakın yadırgamayın bunu!.. كَلاَمُ سَيِّدِ الْبَشَرِ، سَيِّدُ كَلاَمِ الْبَشَرِ“İnsanlığın Efendisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) sözü, sözlerin efendisidir.” O buyuruyor ki: أَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً اَلْأَنْبِيَاءُ، ثُمَّ الْأَمْثَلُ فَالْأَمْثَلُ“Belanın en zorlusu, en çetini, üstesinden gelinmezi, Enbiyânın başına, sonra da derecesine göre diğerlerinin başına…” Hâle’nin başına, Hâle’ye müteveccih olanların başına, müteveccih olanlara müteveccih olanların başına, müteveccih olanlara müteveccih olanların başına…
Hâle, Efendimiz’in ashabı (sallallâhu aleyhi ve sellem). Tâbiîn, onlara müteveccih olanlar. Tebe-i Tâbiîn, Tâbiîn’e müteveccih olanlar. Daha sonra gelenler, onlara müteveccih olanlar… Allah, o teveccüh ile bizleri serfirâz kılsın ve o yolda, düşüp yolda kalmaktan muhafaza buyursun!.. Vesselam.
“Efendimsin, cihânda itibarım varsa Sendendir.
-Ey Resûl-i Zîşân; Efendim-
Meyân-ı âşıkânda iştiharım varsa Sendendir.”
Şeyh Galip, bunu Hazreti Mevlânâ için söylemiş. Fakat Kıtmîr, bunu söyleseydi -ki öyle söz söyleyemez katiyen- ben, onu Gerçek Sahibine gönderirdim: Efendimsin! Cihanda bir itibarım varsa, Sendendir. Bir insan olarak, insanî değerlere yarım yamalak bir saygı duygum varsa, Senden öğrendim. Senden öğrendim, Senden, Senden, Senden…
“Kul oldum, kul oldum, kul oldum; Ben Sana hizmette iki büklüm, Senin yolunun bendelerinden biri oldum. Bendeler, hürriyete kavuştuklarında sevinir, sürura ererler; Ben, Sana kul/köle olduğumdan dolayı sürûr ve sevinç içindeyim!..”
“Ey gizli lütuflar sahibi Rabbimiz! Bizi, korktuğumuz musibetlerden ve keyfiyetini bilmediğimiz için endişe duymadığımız şerlerden koru ve kurtar!..”
Şu dua ile başlayalım: اَللَّهُمَّ عَدْلاً وَقِسْطًا مِنْ لَدُنْكَ تُغْنِينَا بِهِمَا عَنْ كُلِّ جَوْرٍ وَظُلْمٍ “Allah’ım! Sen’den, adalet duygusu, istikâmet duygusu istiyoruz; öyle ki, bununla bizi her türlü cevir ve zulümden sıyânet ve himâye etmiş olasın.” Adaletin pâyimal olduğu, ayaklar altında kaldığı, hakkın şeytana emanet edildiği, şeytanî duygu ve düşüncelerin bütün insanlara değişik olumsuz/menfi sinyaller gönderdiği bir dönemde, adalete ve istikâmete ne kadar ihtiyacımız olduğunu size söylemek zâid olur. Takdir hisleriniz, mutlaka onu takdir ediyordur.
Bu da bir yalvarış: يَا خَفِيَّ الْأَلْطَافِ، نَجِّنَا مِمَّا نَخَافُ “Ey gizli lütuflar sahibi Rabbimiz! Bizi, korktuğumuz şeylerden emin buyur!” Rahmetlik pederim bunu derken وَمِمَّا لاَ نَخَافُ sözünü de ilave ederdi: “Hatta hiç korku bilmediğimiz, korkmak gerektiğini anlamadığımız şeylerden de bizi sıyânet buyur!” Öyle sürpriz şeyler insanın karşısına çıkar ki, bir künde ile, bir el-ense ile insanı yere serer; farkına varamaz insan, hafizanallah. “Korktuğumuz şeylerden sıyânet buyur bizi! Korkmadığımız, fakat korkulacak şeyler vardır, onlardan da bizi himâye buyur!”
Esasen korkmayan insan, zannediyorum, istikâmet mevzuunda mesafe alamaz; farkına varmadan takılır, yollarda kalır. Buna “mehâfet hissi” ve -nüansıyla- “mehâbet hissi” diyoruz. İnsan, daima, Cenâb-ı Hak’tan onu istemeli, “Sen’den haşyet ile ürperen bir kalb istiyoruz!” demeli. إِنَّمَا يَخْشَى اللهَ مِنْ عِبادِهِ الْعُلَمَاءُ“Allah’tan, kulları arasında ancak âlimler hakkıyla korkar.” (Fâtır, 35/28) buyuruyor Kur’ân. Evet, Allah’a karşı hakkıyla, yürekten haşyet duyanlar, O’nu bilenlerdir. İlme’l-yakîn bilenler.. ayne’l-yakîn bilenler.. Allah o ufka i’lâ buyursun, hakka’l-yakîn bilenler.. O nasıl ise, öyle bilenler.. korku ne ise, onu öyle bilenler.. mehâfet ne ise, onu öyle bilenler.
O, bir korku ama Akif’in ifadesi ile, “Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır; / Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır. / Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı Yezdân’ın… / Ne irfânın kalır te’sîri kat’iyyen, ne vicdânın.”Kalsaydı, ehl-i irfan gibi görünen kimseler, kendilerini zulüm çağlayanına salmazlardı ve o çağlayanın kenarlarında, aynen o düşünceyi paylaşmadıkları halde, dilsiz şeytan gibi o müthiş manzarayı seyredenler de olmazdı. Birileri şeytanın güdümünde, onun dediği şeyleri yapıyorlar. Öbürleri de orada bir düğün alayını seyrediyor gibi dillerini tutmuş, seyrediyorlar. Korku, kafalardan silinmiş, gitmiş; dolayısıyla, fazilet hissi, adalet duygusu, hak saygısı ve bunlar gibi değerler, bütün bütün ayaklar altında, pâyimal maalesef.
İnsan, âkıbetinden endişe duyuyorsa, endişe duyduğu şeyden emin olur. Âkıbetinden endişe etmeyen insanın, âkıbetinden endişe edilir!.. İnsan, hayatı boyunca, Hazreti Gazzâlî mülahazasıyla, hep korku içinde tir tir titremelidir. Hak Dostu gibi, “Ger beni bu günahlarla tartarsa Hazreti Deyyân / Kırılır arsa-i Mahşer’de arş-ı mizân.” demelidir. O, “Rahman” diyor; şairin o mevzudaki mülahazasına saygı duyuyorum. O, korkusunu/endişesini ifade ederken, “Rahman” diyerek meseleyi recâ duygusuna bağlıyor. Fakat Kıtmîr, kendi mülahazası açısından, “Ger beni tartarsa, bu günahlarla, Hazreti Deyyân…” diyorum. Deyyân; yapılan her şeyin hesabını soran, insanları sîğaya çeken demektir. “Kırılır arsa-i Mahşer’de mizan.” Böyle bir korku… “Bu günahlarla beni o Mahşer’deki terazi ile Allah tartarsa, korkarım o terazi kırılır.” diyor.
Bu ölçüde bir havf ve mehâbet hissi ile oturup kalkma… لاَ أَجْمَعُ بَيْنَ أَمْنَيْنِ، وَلاَ أَجْمَعُ بَيْنَ خَوْفَيْنِ“Bir kuluma iki emniyeti birden vermem; iki korkuyu da birden vermem!” Bu, kudsî hadis olarak rivayet ediliyor. “İki güveni ve iki emniyeti birden vermem!” Korku fasıllarını burada yaşamışlarsa, orada eminler; burada kendilerini hiçbir şey yapmamış gibi görüyor ve emniyet içinde, reftâre salınıp giderek yaşıyorlarsa, onların âkıbetlerinden endişe edilir. Korkuyu burada yaşamak lazım ki, emniyet oraya kalsın!.. Bütün emniyeti/güveni, dünyevî -cismânî, hayvanî- rahatlığı burada yaşarsa insan, orada -evet- avucunu yalar. Basitçe oldu değil mi?!. Avucunu yalar.
“Yâ Rasûlallah, Sana kendi hesabıma kıymetli bir hediye ile gelemedim, mazur gör; fakat Senin yolunda dökülen gözyaşlarından bir kâse getirdim, kabul buyur!..”
Bu açıdan, bir yandan havf (korku) olmalı ama bir taraftan da reca (ümit) bulunmalı. Hazreti Gazzâlî, hayat boyu havfın baskın olması gerektiğini söyler; fakat “El el ile, ayak ayak ile el-veda/el-firak ettiği an, can dudağa geldiği zaman, recâ hissi ile coşmalı; insan Allah’ın rahmetinin enginliğine teveccüh etmeli!” der. Bununla beraber, “fuhûl-i ulemâ” (ilim ve faziletçe emsallerinden üstün olan, önde gelen âlimler) dünya hayatı boyunca -havfe öncelik tanımak üzere- recâyı da asla ihmal etmemişler.
İşte o recâ duygusuyla, kendini çok günahkâr gören birisi şöyle der: “Ger günahım kûh-i Kaf olsa ne gamdır ya Celîl / Rahmetin bahrına nisbet ennehû şey’ün kalîl.” (Ey güzel isimlerinden birisi de Celîl olan ulu Sultanım! Gerçi benim günahlarım, büyüklüğünü takdir edemediğim Kaf dağından daha büyüktür. Fakat dağlar kadar günah işlemiş olsam da ne gam; yine kaçkınlar gibi dönüp dolaşıp Senin kapına geldim ya! Hem benim dağlar cesametindeki günahlarım Senin rahmet, merhamet ve af deryalarına nispetle bir “şey-i kalîl”dir; deryada damla bile değil.) “Ger günahım kûh-i Kaf olsa ne gamdır ya Celîl / Rahmetin bahrına nisbet ennehû şey’ün kalîl.” Sen’in rahmetinin, rahmet deryanın enginliğine bakınca, günahlarım deryada damla kalır. Bu da “recâ” hissi…
Reca mevzuunda İmam Şâfiî’nin sözünü de biliyorsunuz; diyor ki:
وَلَمَّا قَسَا قَلْبِي وَضَاقَتْ مَذَاهِبِي – جَعَلْتُ الرَّجَا لِعَفْوِكَ سُـلَّمَا تَعَاظَمَنِي ذَنْبِـي فَلَمَّا قَرَنْـتُـهُ – بِعَفْوِكَ رَبِّي كَانَ عَفْوُكَ أَعْظَمَا “Kalbim kasvet bağlayıp yollar da sarpa sarınca, ümidimi affına merdiven yaptım. Günahım gözümde büyüdükçe büyüdü ama onu alıp affının yanına koyunca, affını tasavvurlar üstü büyük buldum.” “El, el ile, ayak, ayak ile el-vedâ/el-firak edince, can gelip dudağa dayanınca, ben, ümit merdivenimi, asansörümü Sen’in rahmetinin enginliğine dayadım!” demek suretiyle duygularını seslendiriyor. İşte orası recâ faslı…
İnsan, ümitsizliğe düşmemeli fakat yüreği her zaman korkuyla tir tir titremeli ki, ötede titremesin. Buyuruyor Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm; burada öyle bir havf, haşyet ve akıbet endişesi ile ağlamayan gözler, öbür tarafta gözlerin bilmem neye döndüğü, tırnakların neye döndüğü yerde -öyle bir tabir ile ifade buyuruyor- şakır şakır gözyaşı dökecekler.
Gelin, Allah aşkına, o ağlama faslını burada yaşayalım. En Büyük Hak Dostu’nun ifadesine göre, “Ağlamayan gözden Sana sığınırım!”diyerek, o göz kuruluğuna vedâ ederek, başımızı yere koyduğumuz zaman, o haşyetle, o mehâfetle gözyaşı dökelim. Zira hadis-i şerifte buyuruyor ki: “Cehennemin o azgın/taşkın şerârelerini söndürecek bir şey varsa, o da mehâfetullah adına dökülen gözyaşlarıdır.” Ve misali ile anlatıyor bunu: Melek, bir kâse, bir bardak içinde bir su ile geliyor. Soruluyor kendisine, “O nedir?” Cevaben, “Sen’den korkan insanların gözyaşı!” diyor. Cehennemin alevlerini, insanların üzerine gelen onun o aysbergler gibi büyük kıvılcımlarını tuz-buz edecek bir şey varsa, o da o gözyaşlarıdır.
Bu mülahazalar, bana, Doktor İkbal’in Lahor’daki hutbesinin sonunda söylediği şeyleri hatırlattı. Hutbesini îrâd ediyor, Osmanlı’nın belli bir döneminde, bir yerdeki bir zaferini alkışlama müstetbeâtü’t-terâkibi içinde; sözün siyakı-sibakı içinde o vardır. Der ki orada: “Herkes hesapta; kendisine bir şey soruluyor. Bana orada Hazreti Rasûl-i Zîşân tarafından, ‘Doktor İkbal, bana ne getirdin!’ denilirse şayet, derim ki: Efendim, bir kâse içinde Sana Senin yolunda dökülen kanları takdim ediyorum; bunu, cihanlara değiştirmem!”Bana böyle bir şey düşse idi, elimdeki o kâse ile gözyaşlarını arz eder ve derdim ki: “Yâ Rasûlallah, Sana bir hediye ile gelemedim, mazur gör!.. Ama, Senin için dökülen gözyaşlarıyla geldim!” Ey Habîb-i Edîb!.. Ey Mahbûb-i Rahman!.. Senin için aşk u iştiyak duygusuyla, اَللَّهُمَّ اَلْاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ، وَإِلَى لِقَاءِ حَبِيبِكَ وأَحِبَّائِكَ، أَبَدَ اْلآبِدِينَ وَدَهْرَ الدَّاهِرِينَ “Allah’ım! Her şeyden öte Zâtına karşı gönülden aşk u alaka, Sana kavuşma iştiyakı, Habîbine (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve sevdiklerine vuslat arzusu talep ediyoruz. Bunları ebedî, zaman üstü, zamanı aşkın olarak istiyoruz.” mülahazasıyla gözler yaşarmamış ise, kalb ürpermemiş ise, o kalbi de kesip köpeklere bir lokma et diye atmalı!..
Evet, اَلْخَوْفُ وَالرَّجَاءُ Havf ve Recâ. Kul, hayatını bu iki sıyânet serâsı arasında sürdürmeli. Her türlü tehlikeden -o zaman- masûn ve mahfuz kalır. Korkar, tir tir titrer; o titremeler, bütün şeytanî şerareleri kırar. Allah’tan ümit eder, recâ hissiyle O’na yönelir, Allah’ın izni-inâyetiyle ve meleklerin onun kalbine ilahî tayflar taşımasına vesile olur. O ışıklarla, o şualarla doğru görür, doğru düşünür, doğru adım atar, doğruya doğru yürür, doğru yaşar ve doğruların derdiği meyveleri derer. Cennet’i de derer, ırmaklarını da derer, Cemâlullah’ı da derer, Rıdvân’ı da derer; meyve gibi derer. Burada gedâ gibi yaşar fakat öbür tarafta sultanlar gibi yaşamaya mazhar olur.
Nefisteki cezm tıkanıklığını çözebilen insanlar ötelerden vâridâtla nefes almaya başlar ve gönül inşirahı içinde itminandan rızaya kanat çırpmaya dururlar.
Sâzic (سَاذِج), sade nefis; bu tabiri kullanmamışlar, kullanmakta beis görmüyorum. Bu, “nefs-i insânî” demektir. Fakat onun kendini ilk idrak ettiği dönemde o nefis, “emmâre nefis” oluyor. Sonra “nefs-i levvâme” oluyor. Sonra bazıları araya “nefs-i mülheme” diye bir şey sokuyorlar; o, meleklere açılacak kapıları açmada sırlı bir anahtar gibi oluyor ve onunla kalb kapıları, İlahî vâridata kale kapıları gibi açılıyor.
Sonra “nefs-i mutmainne” geliyor, itmi’nâna ermiş nefis. أَلاَ بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ“Bilesiniz ki, kalbler ancak Allah’ın zikri ile mutmain olur.” (Ra’d, 13/28) أَلاَ بِالرِّيَاضَةِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ، أَلاَ بِخَشْيَةِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ، أَلاَ بِخَوْفِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ “Bilesiniz ki, kalbler riyazetle oturaklaşıp itminana erer. Bilesiniz ki, kalbler Allah haşyeti ile oturaklaşıp itminana erer. Bilesiniz ki, kalbler Allah korkusuyla oturaklaşıp itminana erer.” diyebilirsiniz. Bunlar ile kalb, itmi’nâna eriyor. Sonra iki tane kanadı oluyor böyle doygun bir nefsin; üveyik gibi, “Zâkiye”ye, “Sâfiye”ye doğru o kanatlar ile yükseliyor: “Râdıye” ve “Mardıyye”. O rasathaneye ulaşınca, Cenâb-ı Hakk’ın rızasını/hoşnutluğunu orada sürekli dillendirip duruyor. Dilimin ucuna kadar uygunsuz bir kelime geldi, “mırıldanıyor” diyecektim; fakat o seviyedeki insanların o mevzuda ifade ettikleri şeylere “dillendirme” denir.
Ve ötesi, daha gelişleri itibariyle, fıtratları tamamen “sâfî”, “Mustafeyne’l-Ahyâr”; “zâki”, tabiatında tamamen tezkiyeye uğramış, bir tezkiye-i nefse âdetâ ihtiyacı kalmamış yüce kâmetlerin mertebesi… Ama gelin görün ki, onlar yine de kendi ufukları itibariyle sürekli nefisleriyle yüzleşmektedirler. Enbiyâ-ı ızâmın o mevzudaki durumlarını siz, rasat ettiniz, gördünüz. Belki o makale ellerine geçen insanlar da orada onların nasıl tir tir titrediklerini göreceklerdir. (Burada Çağlayan Dergisi’nde neşredilen KENDİYLE YÜZLEŞMEDE PEYGAMBER UFKU başlıklı makale serisine işaret ediliyor.) Onların daha gelişte öyle bir tezkiyeden geçmiş olmaları söz konusudur Yed-i Kudret ile; öyle demeyelim, Yed-i İnâyet ile, Yed-i Rahmâniyet ile.. ve bir yönüyle, belki misyon vesilesi olarak tezkiyeden geçmiş, saffete ermiş, “Mustafeyne’l-Ahyâr” olmuşlar onlar.
Şimdi “itmi’nân” seviyesine gelen bir insanda, bir yönüyle, “nefs-i emmâre” elini-eteğini çekiyor; bu defa kuyruğunu kısıyor, kalbin/Latife-i Rabbâniye’nin emrine giriyor. Böyle demek lazım. Fakat fonksiyonunu edâ edemeyince, bazı eh-i tahkik, ona “Öldü, nefs-i emmâre; pılını-pırtısını topladı, kalbden uzaklaştı” demişler. Bazıları da nefsin o halini, “kalbin/Latife-i Rabbâniye’nin emrine girerek, onun ile beraber aynı şeyleri soluklama” şeklinde gösteriyorlar; dolayısıyla “nefs-i mutmainne” oluyor.
“Nefes” tabirini de kullanıyorlar burada; bir nefes, “nefha-i İlahî” demek. Anne karnına ilk düştüğü zaman, bir nefha-i İlahî. Hazreti Mesih, öyle bir nefha-i İlahî ile,.. Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm da أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ نُورِي“Allah’ın ilk yarattığı, benim nurumdur.” hakikatinde bir nefha-i İlahîdir esasen. Buna, muhakkikîn, “nefes-i İlahî” de diyorlar. Evet, bunda bir “fetha” farklılığı var, öbüründe cezm farklılığı var; “nefs” (نَفْسٌ) iki hareke ile; bu “nefes” (نَفَسٌ) üç hareke ile, inşirah veren fetha ile ifade ediliyor. Orada bir “cezm” tıkanıklığı var; işte insan, o cezm tıkanığını çözmek suretiyle, “nefs”i, “nefes” yapabilir; nefes-i İlahî, nefha-i İlahî yapabilir, Allah’ın izniyle.
“Rabbim, şeytanların her türlü kışkırtmalarından ve çevremde olumsuz bir atmosfer oluşturup beni tesir altına almalarından Sana sığınırım.”
Nefs-i emmâre, elini-eteğini çekip insandan uzaklaştığı zaman, âhir ömre kadar mücadele ve mücâhedenin devam etmesi için, misyonunu âsâb, hassasiyet ve beşerî diğer garîzelere devreder. Dünyada hiç düşman olmasaydı, sizin Türkçe olimpiyatlarınızda veya Kültür olimpiyatlarınızda olduğu gibi, beyazın, siyahın, mavinin ve turuncunun birbirine sarılıp ağlamaları gibi, herkes birbiriyle sarmaş dolaş olsaydı, bu kıvamda bulunsaydı, zannediyorum, insanlar savaş/harp adına da hiçbir şey hazırlığında bulunmazlardı. Ama bir yönüyle bir tehlikenin bahis mevzuu olmasına karşı, “Acaba ne yapsak?” deyip her ihtimale hazırlık yapıyorlar. Bunlar, muhtemel tehlikelere karşı kendilerini koruma, isterseniz “usul-i hamse” veya “usul-i sitte”nin korunması adına gerekli olan hazırlığı yapma demekti.
Şimdi, eğer insanın karşısında böyle bir “nefs-i emmâre” olmasa, “sâzic bir nefis”, “sade bir nefis”, nefes u nefhâ-i İlahîden mahrum, tamamen yoksun bir şey olmasa, siz de o mevzuda Cenâb-ı Hakk’a zikir ile teveccüh etmezsiniz. Yok, tehlike yok!.. Onun için Üstad Necip Fazıl’dan aklımda kaldığına göre, o yönüyle, belki nefse rahmet okumak lazım: “İyi ki varsın!” Neden? Çünkü tehlikeni tahattur ettikçe biz, تَوَجَّهْتُ إِلَى اللهِ diyoruz: “Allah’ım, Sana yöneldim!” رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا، وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا، وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ diyoruz.. حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ diyoruz.. حَسْبِيَ اللهُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ diyoruz. Senin gibi can alıcı bir hasmı karşımızda gördükçe veya bildirenlerin bildirmesiyle bildikçe, şerrinden Allah’a sığınıyoruz.
Böyle değişik ayak oyunlarına sahip… Enbiyâ-ı ızâma da saldırıyordu ama onlar masûniyet-i mutlaka, masumiyet-i mutlaka, nefs-i zâkiye, nefs-i sâfiye içinde bulunduklarından dolayı, şeytan etraflarındaki bu surlara tosluyor, boynuzları kırılıyor, kuyruğunu kısıyor, inine giriyordu. Yoksa onlara da saldırıyordu. Dolayısıyla onlar da أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ diyorlardı; رَبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ diyorlardı. أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ * رَبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ، وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَنْ يَحْضُرُونِ * اَللَّهُمَّ اسْتُرْ عَوْرَاتِنَا وَآمِنْ رَوْعَاتِنَا؛ اَللَّهُمَّ احْفَظْنَا مِنْ بَيْنِ أَيْدِينَا وَمِنْ خَلْفِنَا، وَعَنْ أَيْمَانِنَا، وَعَنْ شَمَائِلِنَا، وَمِنْ فَوْقِنَا، وَنَعُوذُ بِكَ بِعَظَمَتِكَ أَنْ نُغْتَالَ مِنْ تَحْتِنَا، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ“Allah’a sığınırım lanetlenmiş ve kovulmuş şeytanın şerrinden!..” “Rabbim, (bilhassa vazifemi yerine getirirken inkârcılarla olan münasebetlerimde ins ve cin) şeytanlarının kışkırtmalarından (ve birtakım duygularımı harekete geçirmelerinden) Sana sığınırım. Rabbim, yakınımda bulunup (beni tesir altına almalarından da) Sana sığınırım.”(Mü’minûn, 23/97-98) “Allah’ım, ayıplarımızı setret ve bizi korktuklarımızdan emin eyle. Allah’ım, önümüzden ve arkamızdan, sağımızdan, solumuzdan ve üstümüzden (gelecek tehlikelerden) bizi koru; ayaklarımızın altından derdest edilmekten de Senin azametine sığınırız. Ey Erhamerrâhimîn!..” Duanın son kısımlarını ben, mütekellim maa’l-gayr (birinci çoğul şahıs sigası) ile söyledim; esas, mütekellim vahde (birinci tekil şahıs sigası) ile ifade ediliyor.
Enbiya-ı ızâm, Allah’a böyle teveccüh edip sığınınca nefis ve şeytan onlara o kadar zarar veremiyordu. Fakat insan için öyle zararlı, pusuya yatmış bir hasım olduğundan ve çok farklı oyunlar oynadığından dolayı, kalbin kaymasına, Latife-i Rabbâniye’nin -bir yönüyle- dejenere olmasına, belki emmârede uzun zaman kalmasına, itmi’nan ufkuna ulaşamamasına, itmi’nan ufkuna ulaşamamak suretiyle Râdıye ve Mardıyye’den uzak kalmasına sebebiyet vermektedir.
Râdıye ve Mardıyye, Allah’ın kuldan razı olması, onun da Allah’tan razı olması; herhangi bir hadise karşısında aklına gelen rahatsızlık mülahazasıyla, hemen başını yere koyup رَضِينَا بِاللهِ رَبًّا، وَبِالْإِسْلاَمِ دِينًا، وَبِمُحَمَّدٍ رَسُولاً demesi mevzuu esasen… Allah, sizden râzı; O (celle celâluhu) razı olmazsa, siz O’ndan razı olamazsınız. O, gelecekte sizin O’ndan razı olacağınızı bildiğinden dolayı, önce Allah’ın hoşnutluğu… Bir Hak dostu diyor ki: “Sen, bizden razı ol ki, biz de Sen’den razı olalım!” O ince espriye dikkatleri çekiyor. Râdıye ve Mardıyye…
Şeytan kimine sağdan kimine de soldan yanaşır; kimini sâlih amel ve iyiliklerle kimini de günah ve kötülüklerle vurur; onun açık bulacağı her yana uygun ayrı bir tuzağı bulunur.
Dolayısıyla öyle can alıcı bir hasım… Değişik oyunlarla karşınıza çıkacak. Sağdan gelecek bazen. Riya ile, süm’a ile, ucub ile, fahir ile sizi vuracak, siz farkına varmadan. Mesela, ne güzel el-pençe divan durdunuz. Başkasının görmüş olması aklınızdan geçecek o an. Azıcık böyle aklınızın ucundan geçse, “Durduğumu gördü!” falan… Başınızı eğdi, rükûa vardınız: اللَّهُمَّ لَكَ رَكَعْتُ وَبِكَ آمَنْتُ وَلَكَ أَسْلَمْتُ أَنْتَ رَبِّي خَشَعَ سَمْعِي وَبَصَرِي وَمُخِّي وَعَظْمِي وَعَصَبِي وَمَا اسْتَقَلَّتْ بِهِ قَدَمِي لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ“Allah’ım, Sana rükû ettim, Sana inandım ve Sana teslim oldum. Sen Benim Rabbimsin. Kulağım, gözüm, beynim, iliğim, kemiğim, sinirim ve ayaklarımın taşıdığı her şey, Âlemlerin Rabbi Allah’a boyun eğmiş, itaat etmiştir.” filan dediniz. Aklınızın yarısından geçti ki, “Duydu!” ve “Anlasın, denmesi gerekli olan şey ne imiş!” falan… Dolayısıyla rükûun da canına okudunuz, o tesbihin de canına okudunuz. Sağdan geliyor, riya ile, yaptığı şeyleri duyurmakla.
Ebu Musa el-Eş’ârî hazretleri idi değil mi? Ebu Musa el-Eş’ârî hazretleri, bir münasebetle Zâtü’r-Rika vakasında çektiği sıkıntıları anlatıyor. Ayaklarındaki kaplar yırtılmış, çoraplar yırtılmış, ayak zarını taşlar delmiş, kanlar içinde… O vaziyette Allah Rasûlü’nün işaretlediği noktada hep yürümüş gitmişler. Sonra bu çekilen şeyleri birine, bir fazilet olarak değil de hikâye olarak anlatmış; sonra bin pişman olmuş: “Keşke anlatmasaydım! Sanki nefsime bir hisse çıkardım gibi!..”
Riya, süm’a, ucub, fahir… Bütün bunlar, şeytanın sağdan gelince oynadığı oyunların neticesi… Mesela, yanlış yorumlanan اَلتَّكَبُّرُ عَلَى الْمُتَكَبِّرِ صَدَقَةٌ“Mütekebbire karşı tekebbür sadakadır.” sözü. Siyasîlerin çok kullandığı bir şeydir bu. Çalım, büyük görünme… Birileri size karşı büyük görünüyorsa… Özür dilerim, ben ayağımı ayağımın üstüne atmasını bilemiyorum. Bazen bu misali vermek için bir arkadaşa rica ediyorum, “Şunu bir bunun üstüne koysanız!” Fakat maşallahı var onların, o mevzudaki temrinâtları çok; böyle rahat hemen atıyorlar. اَلتَّكَبُّرُ عَلَى الْمُتَكَبِّرِ صَدَقَةٌ“Büyüklenene karşı büyüklenme sadakadır.”falan diyorlar. Şeytan oyununu oynuyor orada; hiç farkına varmadan, büyükleniyorsun sen orada ve kendi kendine teselli oluyorsun: “Kibirliye karşı kibirlendim!” Kimini de ucub ile vuruyor, “iç beğeni” demektir bu. Bu da sağdan gelmedir; sağdan gelir, oyunu çok şeytanın…
Soldan geliyor; me’âsî ile geliyor, mesâvî ile geliyor, bohemlik ile geliyor.. gözü, haramda kullanıyor.. ağzı, haramda kullanıyor.. gıybet ettiriyor, iftira ettiriyor.. kalemi, haramda kullanıyor.. önündeki daktilonun veya her ne ise, bilgisayarın tuşlarını haramda kullanıyor… İftira ediyor: “Falan şöyle yaptı, filan böyle yaptı!” Vallah da yalan, billah da yalan!.. “Falan ölmüş, bilmem nesi hâlâ konuşuyor!” Yalan!.. Dolayısıyla soldan geliyor. Hayvanî hisleri, garîze-i beşeriye ve cismâniyeyi tahrik etmek suretiyle, gözü kendi hesabına kullanıyor. “Az bir göz banyosu yapalım!” Özür dilerim; “Göz banyosu yapalım!” diyor. Menhiyâta kulakları açıyor, ardına kadar, kale kapıları kadar; “Az dinleyelim bunları!” diyor. Gıybet etme ne kadar günah ise, onu gönül rahatlığı ile dinlemek de o kadar günahtır. Kur’an-ı Kerim, “Uygun olmayan bir şey söylendiği zaman, terk edin orayı; uzaklaşın!”buyuruyor. Ama şeytan aynı zamanda ağzı-dili de o istikâmette kullanıyor.
Oysaki her uzuv ve nimet -eskilerin ifadesiyle- “mâ hulika leh” istikâmetinde kullanılmalıdır. Allah’ın lütfettiği uzuvları ihtimal hesaplarına göre, riyazî mülahaza ile sebeplere vermenin imkânı yoktur. Allah’ın lütfettiği sadece bu yüz… Hatta şimdi arkadaşlar, burnun fonksiyonlarını, kulağın fonksiyonlarını, dahası iç kulak, orta kulak, dış kulak gibi kısımlarının her birinin fonksiyonlarını, ağzın fonksiyonlarını anlatırken birer mücellet ifade ediyor. Beyne dair bir yazı yazdıkları zaman, daha açık görülüyor ki, bunu ihtimal hesaplarına göre tekâmüle, evolüsyona, mutasyona falan vermek, mümkün değil. Fakat şeytan… Şeytanın ayak oyunları… Hafizanallah.
Allah, gözü niye vermiş? Mesela, tekvinî emirleri, kâinat kitâb-ı kebîrini mütalaa edesiniz diye. Neden? Çünkü Kur’an-ı Kerim -esasen- kulaklara seslenirken, ona Usûluddin’de “mesmûât” deniyor, onu dinlemek gerekiyor; öbürüne de “mubsarât” deniyor. Bunlar, omuz omuza verdikleri zaman bir mana ifade ediyor. Tekvinî emirlerin analiz edilmesi, hallaç edilmesi… Bu tabiri Üstad Necip Fazıl kullanırdı; “Tekvinî emirleri hallaç etmişler!” derdi. Analizler müthiş; fakat bir yönüyle mesaj dine dayandırılmayınca, felsefede mesele o dinî disiplinlere dayandırılmayınca, çok defa falsoya kayabilir. Dolayısıyla Natüralizme kaymışlar, Pozitivizme kaymışlar; kaymışlar, kaymışlar.
Gözün mubsarâtta kullanılması lazım; kulağın mesmûâtta kullanılması lazım. İkisinin, kullanıldıkları bu şeylerden bir kap içinde -bir yönüyle- bir bulamaç yapmaları lazım. O tahlili, böyle bir terkibe tâbi tutarak, yani analizi senteze tâbi tutarak bir şey çıkarmaya çalışmaları lazım. Hazreti Pîr-i Mugân, Şem’-i tâbân diyor ki: “Sus. Kâinat mescid-i kebirinde Kur’an kâinatı okuyor! Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım, hidayetiyle amel edelim ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup, Hak’tan gelip Hak diyen, hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.” Sensin yalnız ey Kelâm-ı İlahî olan Kur’an!.. Evet, uzuvlar “mâ hulika leh”e uygun kullanılmayınca, şeytan bu defa sol taraftan öyle geliyor.
Biz, kökü mazide bir âtîyiz; maziden koptuğumuz zaman bize ait bütün değerler manzumesinin yıkılışına sebebiyet vermiş oluruz.
Şeytan önden geliyor: Bir yönüyle, ileriye matuf şeyler mevzuunda, içine türlü türlü şeytanlıklar atıyor senin. Öleceksin, kabre gireceksin, Berzah hayatı var, Berzah’ın kendine göre projektörleri var, Mizan hayatı var, Mahşer hayatı var, Terazi var, kantar var, Sırat var, açılacak Cennet kapıları var veya Cehennem kapıları var. O “dinî siyaset” falan diyenlerden bir tanesi, çok yakın bir arkadaşımıza -belki hâlâ burada, şu anda içinizdedir- bir şey söylüyor. “Ben dindarım; esasen dini hayata hâkim kılmak istiyoruz. Kanunlarla bunun etrafında surlar ördürmek suretiyle ilişilmesini engellemeye çalışıyoruz!” iddiasında bulunan o şahsa, arkadaşımız dünya, ukbâ, ahiret, hesap, mizan falan anlatınca, o diyor ki: “Yahu siz gönlünüzü çok uzak şeylere bağlamışsınız; asıl mesele, bu dünya!” Şimdi bakın, şeytan ileriye matuf, insanı kör haline getiriyor. Evet, Kur’an-ı Kerim, açıktan açığa, وَمَنْ كَانَ فِي هَذِهِ أَعْمَى فَهُوَ فِي الْآخِرَةِ أَعْمَى وَأَضَلُّ سَبِيلاً“Kim bu dünyada gerçekleri görmede kör ise, âhirette de kördür, hatta yol bulmadaki şaşkınlığı daha da beterdir.” (İsrâ, 17/72) buyurur. Kim burada kör yaşar, görülmesi gerekli olan şeyleri görmezse, görülmeyecek şeylere göz açar, dolayısıyla kör yaşarsa, öbür tarafta da kör olarak haşrolur. Mukabeledir bu; oradaki körlük ne ise, o. Hafizanallah, hiç farkına varmadan tepe-taklak bir gayyaya yuvarlanacaktır.
Şeytan, arkadan da gelir vurur. Bakın, çok oyunları/taktikleri var mel’ûnun. Biraz hissediyorum ben; sizin içinizde ehl-i irfan vardır, onlar daha derinlemesine, bu meretin ayak oyunlarını biliyorlardır ama benim de başım dertte; günde kaç defa Cenâb-ı Hakk’a sığınıyorum. İnanın odamdan çıkıp buraya gelinceye kadar kaç defa, رَبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ diyorum; kaç defa, “Allah’ım! Şeytanların hemzinden, lemzinden Sana sığınırım; onların ayak oyunlarından Sana sığınırım!” diyorum.
Şeytan arkadan geliyor, seni kökünden koparıyor. Senin kökün tâ “Ezel”e dayanıyor; İlm-i İlahî’de Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm’a dayanıyor; “Ehadiyyet” tecellisi ile أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ نُورِي fehvasınca, O’na dayanıyor. Sonra hükmünün, peygamberler manzumesinin kâfiyesi olması itibariyle, Hazreti Muhammed’e dayanıyor, o Hazreti Ahmed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem). Sonra, Ebu Bekirler ile, Ömerler ile, Osmanlar ile, Aliler ile, عَلَيْكُمْ بِسُنَّتِي، وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ، عَضُّوا عَلَيْهَا بِالنَّوَاجِذِ“Siz, Benim ve doğru yolda olan Râşid Halifeler’in yolunu yol edinin. Bu yolu, azı dişlerinizle tutar gibi sımsıkı tutun.” ile, çok mükemmel bir mazi meydana getirilmiş. Mazin o, geçmişin o!.. Senin, arkanda bıraktığın şey, o!.. Sonra değişik devletler gelmiş; içinde, gerçekten sahabî ayarında insanlar yetişmiş. Bir Ömer İbn Abdülaziz’i, bir Hâdî’yi, bir Mehdî’yi, bir Orhan Gazi’yi, bir Osman Gazi’yi, bir Süleyman Şah’ı, bir Murad Hüdavendigâr’ı, bir İkinci Murad’ı onlardan geri göremezsiniz. Tam arkalarında; o ayağını kaldırırken, o oraya basıyor gibidir. İçlerinde böyle babayiğitler, devasa insanlar yetişmiştir, Allah’ın izniyle. Mazin bu senin!..
Yahya Kemal’in -Tevfik Fikret’e karşı- ifadesiyle, “Ne harabîyim, ne harabâtiyim / Ben, kökü mazide bir âtiyim.” Biz, kökü mazide bir âtîyiz. Şimdi maziden koptuğumuz zaman bize ait bütün değerler manzumesi yıkılır. Evet, bu da şeytanın arkadan gelmesi demektir, hafizanallah.
Yine şeytan “Tepelerine inerim, düşünce karışıklığına sebebiyet veririm!” diyor, Vesveseli insanlar gibi, şüphe ve tereddütlü insanlar gibi… Sofistler, septistler demiyorum. Kur’an-ı Kerim, إِنَّهُمْ كَانُوا فِي شَكٍّ مُرِيبٍ“İşkilli bir şekkin, kötü zanna düşüren ümitsiz bir şüphenin içinde bocalayıp duruyorlardı.”(Sebe’, 34/54) diyor, onların içlerini anlatma adına. Yani, sadece “şekk” de değil, “tereddüt” de değil; aynı zamanda “reybî”. Eskiler usûl kitaplarında, felsefe kitaplarında “reybî” derlerdi, o septistlere, sofistlere.
Evet, şeytan değişik düşünceler pompalamak suretiyle, bir yönüyle, senin nöronlarını kirletir, kuvve-i hafızanı kirletir; dolayısıyla seni -esasen- konsantre olman gerekli olan noktadan uzaklaştırır, farkına varmadan.
Alttan gelir; bilemiyorum, çok daha farklı bir oyun seni alttan vurması. Onun için, “Alttan çarpılmadan da Sana sığınırım!” buyuruyor Efendimiz; “Alttan çarpılmadan da Sana sığınırım!” Nasıl pusuya yatmış, belli değil. Evet, bu, şeytan…
Bazen olur ki, nefs-i emmâre kalb ve ruhtan elini eteğini çeker; fakat âhir ömre kadar mücadele ve mücâhedenin devam etmesi için, misyonunu âsâb, hassasiyet ve beşerî diğer garîzelere devreder.
Gündüz, orada arz ettim: Şârânî hazretleri diyor ki, “Şeytan ile karşılaştım, onunla mücadele ettim. Bana dedi ki: ‘Sen, benimle başa çıkamazsın!’ Ben, mücadele ederken çok zorlandım ve terledim! Bana -yine- dedi ki: ‘Siz, ne yaparsanız yapınız, Sahibi, kıyamete kadar bana izin verdi. Elli türlü ayak oyunuyla her zaman sizin karşınıza çıkacak, hiç bilemediğiniz şekilde sizinle meşgul olacağım!’”Aynı şeyi çok farklı ifadeyle, Tüsterî hazretleri de söylüyor. Bunların ikisi de devasa, büyük insanlar: “Karşıma çıktı, ‘Onu yendim’ diyemem; fakat beni terletti!”diyor. İnsanı terletecek bir şeydir; fakat gırtlağına kadar ter içinde olan insanlar veya böyle bir terleme lüzumunu duymayan insanlar, o mevzuda nakavt olmuşlar ama farkında değiller, hafizanallah.
Şimdi geriye dönelim: Bakın, şeytan, esas bu mevzuda; nefis, şeytanın insan içindeki borazanı veya sinyallerini gönderdiğinde sinyal çözen bir sinyal müşkil-küşâsı. O, “di-di-dâ-dıt / dâ-dâ-dıt” yapıyor; nefis de orada “Bu, F.G demek.” diyor, hemen çözüyor onu. Dolayısıyla insanın bütün letâifine pompalıyor şeytanın sinyallerini, hafizanallah. Böyle bir mekanizma…
Siz, böyle bir mevzuda, bir taraftan “zikrullah” ile, bir taraftan “murakabe” ile, bir taraftan “riyâzât” ile manen beslenip sağlam duracak, bir taraftan da kalbî ve ruhî hayata yükselmiş, “sır” hayatını temâşa eden, “Râdıye-Mardıyye” mülahazaları ile oturup-kalkan insanlar ile postnişin olmaya, onlar ile oturup kalkmaya bakacaksınız ki, bu, “eşerr-i eşrâr” (şerlilerin en şerlisi) olan şeytanın, dolayısıyla nefs-i emmârenin şerrinden emin olasınız.
Ama bir gün, bir yönüyle ona bu huylarını terk ettiriyorsunuz; işte bu yollar ile terk ettiriyorsunuz. Dolayısıyla hasmınız yok olmuş gibi oluyor. Ben, bir başkasında görmedim onu; fakat Hazreti Pîr, nefs-i emmârenin, misyonunu âsâb, hassasiyet ve beşerî diğer garîzelere devredebileceğini ifade ediyor. Diyor ki: “Bazen olur ki, nefs-i emmâre, ya levvâmeye veya mutmainneye inkılab eder; fakat silâhlarını ve cihazâtını âsâba devreder. Âsâb ve damarlar ise, o vazifeyi âhir ömre kadar görür. Nefs-i emmâre çoktan öldüğü halde, onun âsârı yine görünür.”
Dolayısıyla insan olarak yaratıldığımızdan, her zaman hata ve günaha açık bulunuyoruz. Bakın Hazreti Âdem’de de var bu mesele; Efendimiz buyuruyor ki: كُلُّ النَّاسِ خَطَّاءٌ وَخَيْرُ الْخَطَّائِينَ اَلتَّوَّابُونَ“Her insan hata yapar. Hata edenlerin en hayırlıları ise çokça tevbe edenlerdir.” Bütün insanlar, hataya açıktırlar; fakat hataya açık olan bu insanların en hayırlıları, hemen o hatalarını “istiğfar” ile, “tevbe” ile, “inâbe” ile, “evbe” ile, o kurnalara koşarak arınmaya bağlamış olanlardır. “Âdem, hata etti, evlatları da etti.” Onunki zelle idi. Efendimiz, genetik bir şeye dikkati çekiyor; insanın genlerinde var bu.
Şimdi, dolayısıyla o nefs-i emmâre, “Eyvallah!” diyor size, alıyor pılını pırtısını, uzaklaşıyor sizden. Fakat o, kendi misyonunu âsâba, hassasiyete, beşerî garîzelere tevdi ediyor. Dolayısıyla insanda yine şehevî hisler var, beşerî garîzeler var, hafizanallah. Tâ âhir ömre kadar mücadele, icap ederse mukâtele/muhârebe devam etsin diye… Fakat nasıl yapacak insan o muharebeyi, mücadeleyi? İşte kendisini sürekli zikrullaha verecek, duaya verecek, evrâd u ezkâra verecek; ibadet u tâatini aksatmayacak; az yiyecek, az içecek, az uyuyacak, ten mezbelesinden vazgeçecek, dil gülşenine uçacak. Sonra da “Mevlâ görelim neyler, Neylerse güzel eyler!”diyecek. “Hak, şerleri hayr eyler / Sen, sanma ki gayr eyler / Ârif, anı seyreyler / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler.”
Soru: Selef-i salihîn efendilerimizin hayatlarına bakınca, onların ibadet ü taate aşk derecesinde tutkun olduklarını görüyoruz. Onlara, bu aşk u iştiyakı kazandıran hususlar nelerdir? Bu ufku, günümüzün şartlarında bizim de yakalayabilmemiz nasıl mümkün olur?
Seleflerinize karşı saygılı olursanız, arkadan gelenler tarafından da siz hürmet görürsünüz.
Her şeyden evvel başarmamız gereken husus nazarî Müslümanlığı amelîye çevirebilmemizdir.
Nur İnsan'ın ve arkasındaki ilk saftakilerin namazı duyuş gayretleri bile görenleri hayran bırakmaya kâfî idi.
Namazda iradî olarak sallanmak ve farklılık tavırları ortaya koymak riyâdır ve bir nevi şirktir.
Selef-i salihînin ufkunu yakalama bizim için bir gâye-i hayal olmalı!..
Azmedip arkasına düştüğünüz ubudiyet burcuna erişmek için acele etmeyin; iç yakarışlarınızı sürdürün ve gerekirse elli sene aktif bir şekilde bekleyin.
Hakiki âbidler ve gerçek zâhidlerin yetişmesinde aile ortamı ve çevre şartları da çok önemli birer faktördür.
Allah karşısında titrememezlik olmaz ki!..
İçinde yaşadığımız zamanın da bir avantajı var.
Bir insan günde kaç saat uyumalı!
İyi bir kul ve başarılı bir insan olmanın şartlarından biri vaktin güzelce tanzîm edilmesidir.
Kahvehanelerde ömür tüketmekle, oyun ve eğlence peşinde koşup durmakla ve güzelim dakikaları çayın buğusuna karışan lakırdılarla harcamakla ibadet insanı olunamaz.
Soru: Diyanet İşleri Başkanlığı, Vahyin 1400. yılı olan içinde bulunduğumuz 2010 senesini "Kur'ân yılı" ilan etti. Bu senenin gerçekten Kur'ân yılı, hatta bütün asrın Kur'ân çağı olabilmesi hangi hususlara bağlıdır? Diyanet'in bir nüve halinde ortaya koyduğu bu samimi niyetin, ciddi projeleri ve güzel meyveleri netice vermesi için sivil inisiyatife neler düşmektedir?
Soru: 1) Ashâb-ı Kirâm'ın her hadisede Kur'ân-ı Kerim'in yol göstericiliğine mazhar olduklarını ve her adımlarını Kurân'ın teşvik ve ikazlarına göre attıklarını görüyoruz. Kur'ân'dan her an hayatımıza yön veren bir kitap olarak istifade edebilmemiz hangi hususlara bağlıdır?
Uzun zamandan beri Kur'ân bir gurbete mahkum edilmiştir. Son dönemler, âhirzamana ait hadis-i şeriflerde ifade edildiği üzere, "Kur'ân-ı Kerim'i okurlar ama gırtlaklarından aşağı inmez" sözleriyle tarif edilen insanların yaşadığı zaman dilimleri gibidir. (01:01)
Esasen, kâinat, Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve irade'siyle yazdığı ve bir plân, program, ölçü ve dengeye göre tanzim ettiği eşya ve hâdiseler kitabıdır. Bundan başka, Allah'ın bir de Kelâm sıfatından gelen Kur'ân kitabı vardır. Kur'ân, kâinatı anlatır, kâinattaki eşya ve hâdiselere ışık tutar. Fakat, maalesef birkaç asır evvel biz bu iki hakikati ve iki kitabı birbirinden kopardık; kalb ve kafayı ayırdık. İslam'ın kalbi ve ruhî hayatından uzaklaştık. Dolayısıyla da Kur'ân'ın mesajlarını anlayamaz ve hayata hayat kılamaz bir hale düçar olduk. (01:43)
Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) bir hadis-i şeriflerinde, "İnsanlar, öyle bir zamanı idrak edeceklerdir ki, o dönemde Kur'ân bir vadide, onlar da başka bir vadide olacaklardır." Yani, o devrin insanları Kur'ân'la aynı vadiyi paylaşamayacak, yeni ifadesiyle, aynı düzlemde buluşamayacak, farklı farklı kulvarlarda bulunacaklardır. Dolayısıyla Kur'ân, onu okumayan, onda ne olduğunu bile merak etmeyen ve ondan istifade etmeyi hiç düşünmeyen insanların evlerinde, gönüllerinde garip kalacaktır. (04:20)
Kur'ân-ı Kerim'in muarızları da hiçbir dönemde eksik olmamıştır. Dünden bugüne Kur'ân'a hasım kimseler, onu ortadan kaldıramasalar ve tahrif edemeseler bile, insanları ondan uzaklaştırmak için var güçleriyle çalışmışlardır. Hatta bazı dönemlerde Kur'ân talimini bile yasaklamış; bir köy hanında ya da hayvan ahırında gizlice Kur'ân öğretildiği haberini alınca hemen orayı basmış ve küçücük çocukları tüfeklerin uçlarına takıp duvarlara, taşlara çarpmışlardır. Kaba kuvvete başvuramadıkları dönemlerde de değişik şüphe ve tereddütlerle müslümanlarda fikir kaymalarına sebebiyet vermişler ve müminleri Kur'ân'a yabancılaştırmışlardır. (05:15)
Kur'ân'ı hayatımıza hayat kılabilmemiz için her şeyden önce yaratılışımızın gayesini iyi anlamamız, imanda derinleşmemiz, İslâmiyetin hakkaniyetine yürekten inanmamız ve sadece onu ikâme etmek için yaşamamız lazımdır. Bunun için de evvela kendimizle yüzleşmemiz, ihmallerimizi gözden geçirmemiz ve tamir edilmesi gereken hususları tamire çalışmamız gerekmektedir. Bu arada unutulmamalıdır ki, asırlardan beri rahnedâr olmuş, bütün surlarında gedikler açılmış ve burçları yıkılmış bir kaleyi çabucak tamir etmek mümkün değildir. (07:30)
Kur'ân'da hayatın her birimine ait mesajlar ve her türlü probleme karşı çareler mevcuttur. O mesajları ve çareleri duyup görebilmek öncelikle buna gönülden inanmaya ve ciddi bir heyecanla Kur'ân'a teveccüh etmeye bağlıdır. Rasul-ü Ekrem Efendimize ve Ashâb-ı Kirâm'a çok şeyler söyleyen bir ayet, aynı inanç ve teveccühle onu okuyup dinleyen günümüz insanlarına da pek çok mesajlar verecektir. Mesela, İfk hadisesi üzerine nazil olan "O İftirayı çıkaranlar, içinizden küçük bir gruptur. Siz o iftirayı kendi hakkınızda fena bir şey sanmayın, bilakis o sizin için hayırlıdır. O iftiracılara gelince, onlardan her birinin, kazandığı günah nisbetinde cezası vardır. Bu yaygaranın elebaşılığını yapan şahsa ise cezanın en büyüğü vardır. Siz ey müminler, bu dedikoduyu daha işitir işitmez, mümin erkekler ve mümin kadınlar olarak birbiriniz hakkında iyi zan besleyip: "Hâşa, bu besbelli bir iftiradan başka bir şey değildir!" demeniz gerekmez miydi?" (Nur Suresi, 24/11-12) mealindeki ayetler bugün de anlayabilenlere onlarca mesaj vermektedir. (11:44)
Cenab-ı Hak, "(Bu Kur'ân,) müttakîler için bir hidayet kaynağıdır." (Bakara sûresi, 2/2) buyuruyor. Bu âyet-i kerimedeki هُدًى mânâ-yı masdarîdir. Bu ise, "Fert hidayeti bulma adına kendi çabası, gayreti olmaksızın hidayete eremez ve onunla hedeflenen noktaya ulaşamaz." mânâsını taşır. Diğer bir ifadeyle, içinde şüphenin şemmesi olmayan bu kitapta müttakilere, aşkın bir hidayet-i rabbaniye vardır.. muttakilere vardır, zira onlar reyb ü şüpheden ârî oldukları gibi hem şeriat-ı garranın emirlerini yerine getirme konusunda, hem de şeriat-ı fıtriyenin prensiplerine riayet bakımından hazır ve hakkı kabule teşne, dahası ön yargılı olmadıklarından böyle bir hidayetten istifade de ancak onlara müyesserdir. Ancak sayfanın sonundaki اُولٰئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ cümlesindeki هُدًى hâsıl-ı bi'l-masdardır. Yâni Allah'ın, kullarını hidayete mazhar etme adına yarattığı illet-malul münasebeti söz konusu olmaksızın dilediği kullarına bahşettiği ve هُدًىile ifade edilen vâki bir hidayettir. Buna ulaşabilmenin, bu kapıyı aralayabilmenin ve Kur'ân'dan istifade edebilmenin yolu ise, لِّلْمُتَّقِينَkaydından anladığımız kadarıyla, takva dairesi içinde bulunmaktır. (13:45)
Kur'ân-ı Kerim'i hem okuma hem de dinleme mevzuunda değişik seviyeler, farklı farklı duyuş ve hissedişler vardır. Hak rızasına ulaştıracak bir okumada, okuyan insan her şeyi nazarından silip sadece Allah'a müteveccih olmalı; dinleyenler de, ses ve nağme kime ait olursa olsun, Kur'ân'ın kendisini, ilahi kelamın mana ve muhtevasını dinlemeye çalışmalıdır. Üstad Hazretleri'nin ifadesiyle, Kur'ân-ı Kerim'i, Mütekellim-i Ezelî'nin Rasûlü Ekrem'e tekellümünü dinler gibi; Cebrail (aleyhisselam) ile Peygamberimiz arasındaki tebliğ-tebellüğü dinler gibi, Efendimiz'in fem-i mübarekinden dinler gibi dinlemek esas olmalıdır. (20:00)
Soru: 2) Ümmet-i Muhammed'in bükülen kaddinin doğrulması yolunda yapılan faaliyetlerin Kur'ânî olup olmadığını belirlemek herkese müyesser midir? Kur'ân-ı Kerim'le irtibatın bu vechesi ile alâkalı mülahazalarınızı lutfeder misiniz? (24:14)
مَنْ طَلَبَ وَجَدَّ وَجَدَ - Bir şeyi talep eden, talebinde ciddi olur ve gereken gayreti gösterirse istediğini elde eder. (24:44)
"İnsan, emek ve gayretinin neticesinden başka şey elde edemez. Bu gayretinin semeresi de ileride ortaya çıkacaktır. Emeğinin karşılığı kendisine tam tamına ödenecektir." (Necm sûresi, 53/39-41) (25:08)
Yollar yürünerek alınabilir; zirvelere azim, irade ve plânlarla ulaşılabilir; azimle yola koyulan ve yolculuğun gereklerini yerine getirenler hedeflerine nail olurlar. (25:21)
Şiddetli talep çok önemlidir. "Ne olur, bahtına düştüm; bana anlaşılması gerekli olan şeyleri doğru anlamayı lutfeyle. Beni onda muvaffak eyle. Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'ı (aleyhi efdaluttahiyyât ve ekmelütteslîmât) doğru anlayayım. O'nun yolunu doğru anlayayım!.." diyerek Allah'a teveccüh eden ve bu mevzuda çırpınıp duran bir insan katiyen eli boş dönmez. (27:00)
Maturîdî akîdesi zaviyesinden meseleyi şöyle de değerlendirebilirsiniz: Bir kısım mevhîbe-i ilahiye, kulun iradesinin hakkını vererek ortaya koyacağı yüksek bir performansa karşılık Cenâb-ı Hakk'ın önceden bahşettiği bir avanstır. Zira Allah Teâlâ insanların ne yapacaklarını ve nasıl hareket edeceklerini ilm-i ezelisi ile bilir. Bu türlü bir tecellî bazen kulun teveccühünün önüne geçer; bazen de kulun ciddi bir im'an-ı nazarını ve kararlı bir konsantrasyonunu takip eder; ne var ki, her iki durumda da, zihin, his ve şuur üstü bir ekstra teveccüh söz konusu olur. Bediüzzaman Hazretlerinin yaklaşımıyla, "Allah Teâlâ, Râsul-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in istikbalde yapacağı şeyleri bildiğinden dolayı O'na sanki bir avans vermiştir." Aynı mülahaza sair enbiya ve evliya için de söz konusudur. (28:05)
Kendime küskünüm ben!.. O Kelâm-ı kadîme karşı.. (vefalı olamadım.) Hâfızıyım, senelerden beri de namazımı onunla kılıyorum ama kendime küskünüm ben!.. Ona karşı öyle vefalı olunmazdı.. ona karşı. Bir iki saat uyku yeterdi. Kalkıp sokak sokak dolaşmak ve her kapıyı çalmak gerekirdi. Delice değil, üslubuyla, akıllıca.. o insanların hissiyatı da hesaba katılarak, ciddi bir empati mülahazasıyla... Küskünüm kendime.. vefasız insan.. keşke hep Kur'ân için yaşasak!.. (34:10)
Soru: 1) Karşımıza çıkan her mesele ya da hadiseyi doğru yorumlamada bir Kur'ânî mantıktan bahsedilebilir mi? "Kur'ân aklîliği" ifadesiyle neler kastedilmektedir? Her meseleyi Hak ölçüsünde değerlendirebilmeye vesile olabilecek bir Kur'ânî mantığı elde edebilmek için nasıl bir okuma süreci takip edilmelidir?
Kur'ân-ı Kerim, taabbüdî emirlerdeki aşkınlık müstesna, hemen her meselesini akıl, mantık ve muhakemeye tescil ettirerek mesajlarında ne aklî, ne kalbî, ne ruhî ne de hissî bir boşluğa kat'iyen meydan vermez. Aynı zamanda o, kendi ruhunu ve alemşümul mesajını takdim etme mevzuunda teemmül, tedebbür, tefekkür, tezekkür, akletme ve vicdanı dinleme gibi hususlara dikkat çeker. Evet o, hemen her yerde, zihinleri hakikata uyaran bir yol takip eder; her hâdise karşısında düşünceyi harekete geçirir; aklın önündeki bütün mâniaları kaldırarak, onun eline tutuşturduğu sâbite ve disiplinlerle ona adetâ sınırsız bir hareket imkanı bahşeder ve insana varlığın hakikatini keşfetme gibi daha nice gerçekleri göstererek ona hep himmetini âlî tutmasını yeğler. (00:54)
"Kur'ân aklîliği" mevzuunu ilk nazara veren ve bu konuda eseri de bulunan zat, Muhâsibî hazretleridir. Haris b. Esed el-Muhâsibî, tasavvuftaki şöhretinin yanı sıra fıkıh ve usûlünde âlim olan bir zâttır. Basra'da doğup büyümüş ve Bağdat'ta vefat etmiştir (243/857). Bir yandan etkili va'z ve nasihatleriyle çevresindekileri irşat edip, zühd ve takva örnekleri sergilerken diğer taraftan yazdığı eserlerle Mûtezile'ye cevaplar vermiş; fıkıh ve tefsir sahalarında da söz sahibi olmuştur. "el-Akl ve Fehmu'l-Kur'ân" veya "Kitâbu Fehmi'l-Kur'ân ve Me'ânih" adlarıyla tanınan eserinde "Kur'ân aklîliği" konusuna dair önemli fikirleri de yer almaktadır. (01:39)
Kur'ân, dünden-bugüne kendisine gönül verenleri aldatıp-şaşırtmadığı gibi, bundan sonra da aydınlık iklîmine teveccüh edenleri aldatmayacak hayal kırıklığına uğratmayacaktır. Zihinler müsbet fenlerle aydınlandığı, gönüller Hakk mârifetiyle şahlandığı ve varlık, ilim ve hikmet adesesi altında tedkîk ve araştırmaya tâbî tutulduğu sürece, ilimler adına verilen her hüküm Kur'ân'ın ruhuna uygunluk içinde cereyan edecektir. Zira, Kur'ân-ı Kerim, her devirde samimi ve ciddi olarak teveccüh edenlere mutlaka kapılarını açmış, gizli hazinelerini onlarla paylaşmıştır. O kapıların bizim için de açılması mümkün ve muhtemeldir. Elverir ki biz, o ufkun talibleri olalım; her saha ile alakalı "Kur'ân bize/günümüze ne diyor?" sorusuna cevap arayalım ve sonra da ciddi bir cehd u gayretle bu konuda üzerimize düşenleri yerine getirelim. (04:55)
Bediüzzaman Hazretleri ilim ve düşünce hayatı açısından günümüzün tali'sizliğini şöyle anlatıyor: "Selef-i Salihîn asrında ve o zamanın çarşısında en mergub metâ, Hâlık-ı Semâvat ve Arzın marziyatlarını ve bizden arzularını, kelâmından istinbat etmek ve nur-u Nübüvvet ve Kur'ân ile, kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak vesâilini elde etmek idi. İşte, o zamanda zihinler, kalbler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle yer ve gökler Rabbinin marziyâtını anlamaya müteveccih olduğundan, içtimaiyât-ı beşeriyenin sohbetleri, muhavereleri, vukuatları, ahvalleri ona bakıyordu. Ona göre cereyan ettiğinden, her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak herşeyden bir ders-i marifet alır, o zamanda cereyan eden ahval ve vukuat ve muhaverattan taallüm ediyordu. Güya herbir şey ona bir muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidat ihzarını telkin ediyordu. (…) Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa'nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerâit-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inâyet inkısam etmiştir. Zihinler mâneviyâta karşı yabanîleşmiştir. İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi, dört yaşında Kur'ân'ı hıfz edip âlimlerle mübahase eden Süfyan ibni Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsında bulunsa, Süfyan'ın içtihadı kazandığı zamana nisbeten, on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyan on senede içtihadı tahsil etmişse, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin." Bu itibarla, kâinâttan hayata uzanan çizgide Kur'ân ve Sünnetullah arasındaki mutabakatı ortaya koyma işini şimdilerde ancak dehâ misyonunu yüklenen bir şahs-ı manevi yapabilir. Vâkıa eskiden bu büyük işler ferdî dehâlarla temsil ediliyordu.. ne var ki, her şeyin olabildiğince teferruata açıldığı ve ferd-i ferîdlerin dahi altından kalkamayacağı bir hâl aldığı günümüzde, artık dehânın yerini de şahs-ı mânevî, meşveret ve kolektif şuur almıştır. (07:33)
Allah, Kur'ân'a kâinat kitabını tercüme ettirmektedir. Dolayısıyla, en mükerrem varlık olarak kâinata gerçek ma'nâsını kazandıran insanla alâkalı mes'eleler ve ilmî hakikatler de ihmal edilmeyip, önem ve mahiyetlerine göre elbette Kur'ân'da yerlerini almıştır. Kur'ân bir fizik, astronomi veya tıb kitabı olmamakla birlikte, bu ilimlere ait mes'eleler ve Kıyâmet'e kadar ilimler adına yapılacak tesbit, teşhis ve keşifler ve insan hayatıyla çok yakın münasebeti bulunan teknik vasıtalar da çaplarına göre çeşitli hüviyet ve mâhiyetlerde, bazen bir çekirdek, bazen işaret, bazen fezleke, bazen remz, bazen de formüle edilmiş kânun ve prensipler halinde onun sayfaları arasında kendilerine yer bulmuşlardır. Kur'ân, Kıyamet'e kadar insanların münasebetdar olacağı ilimlerin hiçbirini ihmal etmeden her sahada işâret taşlarını koyarak nihaî sözü söylemiş ve insanların ulaşacakları zirvelere bayrağını dikerek, kendisine akıl, idrak ve düşünce bahşedilen insanı bu sahalarda araştırma ve çalışma yapmaya teşvik etmiştir. Bu açıdan Kur'ân-ı Kerim'in tefsiri yapılırken ilahiyatın değişik dallarında uzman insanlara ihtiyaç olduğu gibi o heyette hemen her ilim dalının temsilcilerine de ihtiyaç vardır. (10:33)
İnsan aklı ve düşüncesinin de bir kısım ürünleri vardır. Fakat bunların sahih ve sağlam semereler olması Kur'ân ile test edilmelerine bağlıdır. Ne var ki, bu testin yapılabilmesi için her şeyden önce Kur'ân-ı Kerim'in çok iyi bilinmesi lazımdır. (12:22)
Kur'ân-ı Kerim sadece insanlara uhrevî hayatı kazandırmak için değildir, o aynı zamanda dünyada da onları mamur hale getirmek için inmiştir. (13:33)
İmam Maturidi'nin Te'vilâtü'l-Kur'ân'ı, Zemahşeri'nin Keşşaf'ı, Fahreddin Razi'nin Mefatihu'l-Gayb'ı, Beyzavi'nin
Envarü't-Tenzil ve Esrarü't-Te'vil'i, Ebu Hayyan'ın Bahru'l-Muhit'i, Ebu's-Suud Efendi'nin İrşadu Akli's-Selim ilâ Mezâyâ-ı Kitabi'l-Kerim'i, Tantavî Cevherî'nin el-Cevâhir fî Tefsiri'l-Kur'âni'l-Kerim'i, Seyyid Kutup'un Fî Zilâli'l-Kur'ân'ı, Molla Bedreddin Sancar'ın Ebdau'l-Beyan'ı, Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin Risale-i Nur Külliyatı ve Merhum Elmalılı'nın Hak Dini Kur'ân Dili adlı tefsiri gibi değişik dönemlere ait eserler mukayeseli olarak okunmalı; farklı asırlarda yaşamış olan bu insanların neler düşünüp neler söyledikleri ve neler çıkardıkları mütalaa edilmelidir. Zira, seleflerimiz tarafından Kur'ân'dan çıkarılan her hakikat bizim için sırlı bir anahtar gibidir; o anahtarlarla başka hakikatlerin kapıları açılır. "Müzakereli ve çok katmanlı okuma" diyebileceğimiz bu usûl fıkıh, kelam, tasavvuf gibi sahalarda da uygulanabilir. Şu kadar var ki, bu türlü çalışmaların semeredâr olması zamana vabestedir. Bir nesille başlanır, Allah'ın izni ve inayetiyle ancak bir sonraki ya da ondan sonraki nesillerle eşsiz meyvelere ulaşılabilir. (14:29)
Soru: 2) Kur'ân-ı Kerim'in her tarafında tevhid mazmununun bir nabız gibi attığı ifade ediliyor. Bu hususla alâkalı düşüncelerinizi lütfeder misiniz? (20:37)
Tevhid; vahdet kökünden, birleştirme, bir kılma, bir sayma, Allah'ı birleme, "Lâ ilâhe illallah" hakikatine inanma ve bu yüce hakikati sürekli tekrarlayıp durma mânâlarına gelir. Sofîye ıstılahında tevhide, bu mânâların yanında; yalnız Bir'i görme, Bir'i bilme, Bir'i söyleme, Bir'i isteme, Bir'i çağırma, Bir'i talep etme ve O'ndan başkasıyla olan münasebetlerini de hep O'na bağlama, her şeye O'ndan ötürü alâka duyma anlamları da yüklenmiştir. (20:50)
Kur'ân-ı Kerim'in, hazinelerini size de açması için onun Allah'ın kelâmı olduğuna gönülden inanmanız ve ona teveccüh etmeniz çok önemlidir. Böyle bir iman ve itimat sayesinde, onu başkalarından çok farklı görür ve çok farklı duyarsınız; hatta ümmî de olsanız -ki biz hepimiz bir açıdan ümmî kategorisine dahiliz- filozofça ve mütefekkirane bakma iddiasında bulunanların gördüklerine nispetle onda çok daha derin hakikatler müşahede edebilirsiniz. Kur'ân, bir bahr-i bîpâyândır, uçsuz bucaksız bir denizdir. Fakat o kendisine itimat etmeyenlere, güvenmeyenlere ve temiz bir gönülle yönelmeyenlere karşı cimri ve kıskanç davranır. Ona –hâşâ– beşer kelamı ya da Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) sözü nazarıyla bakan ve Mütekellim-i Ezelî'den gaflet eden insanlara karşı Kur'ân-ı Kerim cimrice davranır; hazinelerini kıskanır onlardan. (21:21)
Hazreti Üstad, "26. Mektup"ta şeytanın "Sen Kur'ân'ı pek âlî, çok parlak görüyorsun. Bîtarafane muhakeme et, öyle bak. Yani bir beşer kelâmı farzet bak. Acaba o meziyetleri, o zînetleri görecek misin?" şeklindeki desisesini nazara vermiş ve onun bu tuzağına düşmemek için lazım gelen düşünce tarzını ortaya koymuştur. (21:41)
İlâhî vâridâta dayanmayan, Kur'ân-ı Kerim ile test edilmeyen felsefe, düşüncenin falsosudur. (23:00)
Mevlâ-yı Müteâl, genellikle murat ve maksatlarını halkın çoğunluğunun anlayışına uygun şekilde ifade etmiştir. Nitekim, İlahî kelamın bu hususiyeti "et-tenezzülâtü'l-ilahiyyetu ilâ ukûli'l-beşer" sözü ile anılagelmiştir. Evet, Cenâb-ı Hak, kullarının idrak ufuklarına göre hitap etmiş ve en derin hakikatleri bile onların anlayabilecekleri bir üslupla ortaya koymuştur ki, buna kısaca "tenezzülât-ı İlâhiyye" denilmektedir. Haddizatında, O'nun kelâmı Kur'ân'dan ibaret değildir. Kim bilir, Cenâb-ı Hakk'ın azametine uygun daha nice konuşma keyfiyetleri vardır; fakat, onlar ancak muhatapları tarafından bilinmektedir. Ezcümle; şayet Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerim'de de, Tur-u Sina'da Hazreti Musa'ya tevcih buyurduğu kelam ile konuşsaydı, neredeyse hiç kimse onu dinlemeye güç yetiremeyecekti. Zira, Hazreti Musa (aleyhisselâm) gibi bir ulü'l-azm peygamber dahi o aşkın kelamın ancak bir kısmını dinlemeye tahammül edebilmişti. Yine, eğer Kur'ân sadece büyük deha ve kariha sahiplerinin anlayacakları bir üslupla inmiş olsaydı, insanların yüzde doksan dokuzu ondan hiç istifade edemeyecekti. Halbuki, Cenâb-ı Hak azameti ve Rubûbiyetiyle beraber, iradesine uygun olarak muhataplarının durumunu nazara almış ve tenezzülât-ı ilahiyyesiyle beşerî ufka göre hitap buyurmuştur. (23:18)
Hazreti Üstad, Katre Risalesi'nde, "Kırk sene ömrümde ve otuz sene tahsil hayatımda dört kelime ile dört kelam öğrendim. Kelimelerden maksat: Mana-yı harfî, mana-yı ismî, niyet ve nazardır." buyuruyor. Evet, nazar çok önemlidir; Kur'ân'dan istifade de ona tedellî (müessirden esere gitme) yoluyla bakıp ciddi bir teveccühte bulunmaya bağlıdır. İşte, Kelam-ı ilâhîye öyle nazar edebilenler, onun her ayetinde tevhid hakikatinin bir nabız gibi attığını da görebilirler. (24:20)
Kur'ân, derinliğinin sırrı duruluğu öyle engin, öyle zengin bir kaynaktır ki, her muhatap onu, kendi idrak seviyesinin ufkunu aşkın bulup daha ilk kademde böyle bir kaynağa sahip olmanın itmi'nânına erebilir. Sonra da idrak ufkunun inkişafıyla onu hep, bir gökkuşağı gibi ve ulaştığı her noktanın ötesinde, ulaşılması imkânsız bir tâk gibi müşahede eder. (26:48)
Soru: 1) Kurban, bazı kimseler için sadece bir ibadet manasına gelse de, yüce himmetli mü’minler onu insanlara kurbetin de önemli bir vesilesi olarak değerlendiriyorlar. Hatta dün belli bölgelerde et ve deri ile ilgili çalışmalar yaparken bugün dünyanın dört bir yanına kurban seferleri düzenliyorlar. Dine ve insanlığa hizmetin kurban buudu ile alâkalı mülahazalarınızı lütfeder misiniz?
Kurban, lügatlere göre “yaklaşmak” manasına gelmekte ve Allah yolunda malın, canın, her şeyin feda edilebileceğini, Allah’a teslimiyeti ve O’na karşı şükür hisleriyle dolu olmayı ifade etmektedir. Kurban kesmek, Kitap, Sünnet ve icmâ-ı ümmet ile sabittir. Kur’ân-ı Kerîm’in, “Rabbin için namaz kıl ve kurban kes” (Kevser, 108/2) mealindeki ayetle, bildiğimiz kurbanı işaret ettiği hususunda İslâm ulemasının çoğunluğu aynı görüştedir. Kurban, Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in çok önem verdiği bir ibadettir. Hanefi mezhebinde “vacip” sayılan kurbana, Şafii mezhebinde “sünnet” denmesi (İki mezhep arasındaki ıstılah farkı da düşünülmelidir) kat’iyen bu ibadetin hafife alınmasına sebebiyet vermemelidir. Kurban Bayramı bir taraftan muhtaçlara yardım açısından çok iyi değerlendirilmeli, diğer yandan da o mübarek ibadet herkese sevdirilmeli, herkes ona özendirilmelidir. (01:05)
Mebdede her şey küçük bir açıyla başlar. Daha sonra arkadan gelenler o işe sahip çıkar, omuz verir, yeni yol ve metotlar geliştirir, farklı alternatifler ortaya koyarlar. İşte kurban da, bir dönem ülkemizde insanların sadece ferdî olarak yerine getirdikleri ve kestikleri kurbanın etini, konu komşuya dağıttıkları bir ibadet iken zamanla gerek ülke içinde, gerekse dünyanın değişik yerlerinde gönüllere ulaşma adına önemli bir vesile hâline gelmiştir. Aslında, kurban daha ilk teşri kılındığı gün bütün maslahat ve hikmetleriyle beraber vaz edilmiştir; fakat, her dönemin kendi şartları içinde onu değerlendirmenin değişik şekilleri ve o maslahatların bütünü ya da bir kısmı ortaya çıkmaktadır. (03:35)
Hazreti Âişe Validemiz’in rivayet ettiği bir hadis-i şerife göre, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) kestiği kurbanın üçte ikisini dağıtmış ve evdekileri mahrum etmeme adına üçte birini de bırakmıştır. Kestiği kurbanının etini sünnete uygun olarak değerlendirmek isteyen bir insan için ölçü budur. Fakat bir ailede bütün aile fertleri adına kurban kesiliyorsa, ya da bir insan birden fazla kurban kesiyorsa, bu durumda daha farklı bir taksime de gidilebilir. Mesela böyle bir durumda kesilen kurbanlardan birisi veya onun yarısı ya da üçte biri eve bırakılıp diğerleri yakın daireden en uzakta bulunan insanlara kadar tevzi edilebilir. Bu şekildeki bir taksimatla insan, hem yakınındakileri kurban etinden mahrum etmemiş, onlara bu etten tattırmış veya onların göz hakkını eda etmiş olur, hem de fakr u zaruret içinde bulunan diğer insanlara el uzatmış, onların temel bir ihtiyacını gidermiş, farklı kesim ve topluluklar arasında sevgi ve şefkat köprüleri kurmuş olur. (05:16)
Bir kilo et hediye etmek bile olsa, kurban vesilesiyle yapılan hiçbir iyilik küçük görülmemelidir. Nitekim, yerine göre bir hayvana karşı şefkatli davranma dahi insanın ateşten âzad olmasına ve Cennet'e girmesine vesilelik edebilir. Buhari ve Müslim gibi en muteber kaynaklarda bu hususu te'yit eden hadis-i şerifler mevcuttur. Mesela, Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelüt't-tehâyâ) kendini fuhşa salmış ve benliğini bohemce yaşamaya kaptırmış bir kadının kurtuluşunu anlatırken buyurur ki: “Bir gün çok susamıştı. Dili damağı birbirine yapışmış bir vaziyetteyken bir kuyuya rastladı. Kuyuya inip kana kana içti ve susuzluğunu giderdi. Yukarı çıkınca kuyunun kenarında zor güç nefes alan, susuzluktan dili sarkmış, toprağı yalayan bir köpek gördü. “Bu da benim gibi çok susamış!” deyip tekrar kuyuya indi, çarığını su ile doldurup onu dişleri arasında tutarak dışarı çıktı ve köpeği suladı. Allah Teâlâ bu davranışından dolayı onun günahlarını affetti.” (08:12)
Aynı husus kötülükler için de geçerlidir. Bazen küçük gibi görülen bir kötülük de insanın hüsrana uğramasına sebebiyet verebilir. Bu hususa da dikkat çeken ve ümmetini ikaz eden Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “Bir kadın, ölünceye kadar hapsettiği bir kedi yüzünden azâba uğradı. Hayvanı eve hapsetmiş, ona bir şey yedirmemiş, içirmemiş, yerdeki haşereleri yemesine bile izin ve imkan vermemişti. İşte bu sebeple Cehenneme girdi.” buyurmuştur. (10:16)
Bazı insanlara dinimizin güzelliklerini anlatabilmenin yolu kurban hediyesi gibi vesileleri değerlendirmekten geçiyorsa, o türlü vesileleri değerlendiren mü’minler ibadetlerini daha da derinleştirmiş ve aynı zamanda irşat vazifesini yerine getirmiş olurlar. Nitekim, Avrupa ve Amerika gibi yerlerde, kurban dağıtımını ilk kez gören ve elde paketlerle kendi kapısı da çalınan insanlar çok etkileniyorlar. O insanlar bu orijinal ve cazip cömertliği temelde bizim kültür kaynaklarımıza veriyorlar. “Hangi ruh ve mana köklerinden besleniyorsunuz, size bu ahlakı veren nedir?” sorularına cevap aramaya duruyorlar. Şahit oldukları İslam cömertliği ve civanmertliği, hatta îsâr ruhu, temel değerlerimize karşı bir alâka ve bir sevgi uyarıyor. (11:00)
Soru: 2) Kaynaklarda Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in “Bu benim için, bu da ümmetimden fakirlerin yerine” diyerek birden fazla, hatta Veda Haccı’nda -altmış üçünü bizzat, diğerlerini Hazreti Ali’nin eliyle olmak üzere- yüz kurban kestiği naklediliyor. Bugün gücü nisbetinde on, yüz, hatta yüzlerce kurban himmet eden insanların bir sünneti ihya ettikleri söylenebilir mi? (12:16)
Hiç tereddüt etmeden -Allahu a’lem- öyle düşünülebilir. Elverir ki, o kadar fedakârlıkta bulunan bir insan onu başkalarına göstermeye ve duyurmaya (riya ve süm’aya) kurban etmesin. (12:46)
Başta da temas edildiği üzere, bir dönem ülkemizde, herkes kurbanlarını kesiyor, bir miktarını kendi evinde bırakıyor, kalan kısmı da konu komşuya dağıtıyordu. Fakat zamanla, kurban, sadece kendi mahalle ve köyümüzde değil, daha geniş bir dairede muhtaç insanlara ulaşmak için bir vesile hâline geldi ve imkânı olanlar, bu istikamette taahhütlerde bulundu. Bundan sonra bazıları bir taneyle iktifa etmeyerek iki, üç, hatta on, yirmi, otuz tane kurban vermeye başladılar. Bu, aynı zamanda civanmertliğin gelişmesinin ve verme duygu ve düşüncesinin tabiatlara mâl olmasının bir ifadesiydi. Ayrıca işin açıktan açığa yapılması insanların ruhunda bir teşvik tesiri meydana getiriyordu. Böylece verilen kurbanlarla ülkemizin dört bir tarafındaki fakir fukaraya sahip çıkılmaya başlandı. Yakın dairede bu işin oturduğunu görenler bu sefer “Haydi, şimdi biz bu işi Allah’ın izni ve inayetiyle daha geniş bir dairede yapmaya çalışalım.” dediler ve mebdede küçük bir açıyla başlayan bu kurban hizmeti günümüzde muhit hattına ulaşınca kocaman bir açı teşkil etti. İşte, “mal canın yongasıdır” mülahazalarına rağmen böyle bir fedakârlıkta bulunan insanlar, şayet ihlaslarını muhafaza eder, riya ve süm’adan uzak dururlarsa, onların kestikleri kurbanlar hiç bilinmedik şekilde gönülleri fetheder; mideye gider ama gönle tesir eder. (13:10)
Evet, soruda da ifade edildiği gibi, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “Bu benim için, bu da ümmetimden fakirlerin yerine” diyerek birden fazla kurban kesmiş, hatta Veda Haccı’nda -altmış üçünü bizzat, diğerlerini Hazreti Ali’nin eliyle olmak üzere- yüz deve kurban etmiştir. Bu itibarla da, muhtaçlara yardım etme ve onların da bayram yapmalarına vesile olma niyetiyle on, yirmi, hatta yüz kurban kesen insanlar bir sünneti ihya sevabı alabilirler. (16:09)
Kurban, inanılarak yapılırsa Allah’ın emirlerine yürekten inkıyadın ifadesi olur. Aslında bütün ibadet ü taatlerde Allah’a kurbeti hedefleme, “Allah’ım ben bu ibadetimi Senin için yaptım.” deme ve bunu içten içe duyma esas olmalıdır. İnsan, hayatını âdeta bu düşünceye kilitli olarak götürmelidir. Bu açıdan kurban ibadetini eda ederken de kasdü’l-kalb olarak tarif ettiğimiz niyeti çok sağlam tutmak gerekir. İnsan canın yongası olan malını verirken aynı zamanda verebileceği şeyleri de hatırlamalı ve emre âmâde olduğunu göstermelidir. Nitekim Hazreti İbrahim ve İsmail’in durumu anlatılırken “İkisi de Hakk’a inkıyad edip teslim olunca O, kurban etmek üzere oğlunu yere serdi.” (Sâffât sûresi, 37/103) buyrularak, onların ubûdiyetteki sırrı, emre itaatteki inceliği kavradıklarına ve ona göre bir tavır aldıklarına işaret edilmiştir. Eğer bir insan kurban ibadetini baştan böyle sağlam bir niyete bağlarsa, onun kurbanla ilgili bütün fiilleri ibadet hükmüne geçecek, böyle hayırlı bir iş yolunda yapılan diğer ameller de o hayırlı iş gibi sevap olarak geriye dönecektir. Mü’minler hep bu şuurda olurlarsa, kurbanlar Hak katında kabul görecek, ihtimal o zaman dünyanın dört bir yanında vahşice akıtılan insan kanı da duracaktır. (18:30)
Soru: 3) Hazreti Ali’nin her sene birisi Peygamber Efendimiz için olmak üzere iki tane koç kestiği, bunun sebebi sorulduğunda da “Allah Rasûlü bana yaşadığım müddetçe kendisine kurban kesmemi vasiyet etti; bunu asla terk etmem.” dediği naklediliyor. Böyle bir vasiyette bulunmamış olsalar da geçmişlerimizin yerine kurban kesebilir miyiz? (20:30)
Bir kimse sevabını ölmüş bir akrabasına veya sevdiği bir kimseye bağışlamak üzere kurban kesebilir. Tıpkı ölen bir insanın ardından onun adına sadaka verildiği, hacc yapıldığı gibi kurban da kesilebilir. Nitekim Peygamber Efendimiz de ümmetinden kurban kesemeyenler adına kurban kesmiştir. Namaz ve oruç gibi bedenî ibadetlerde, niyet ve şahsî îfa asıldır; fukahâya göre, bunlarda niyabet caiz değildir. Zekat ve sadaka-i fıtır gibi malî ibadetlerde ise niyet şart olmakla birlikte, mükellefin bizzat yerine getirmesi gerekmez; bunlar niyabet yoluyla da ifâ edilebilir ki kurban da bu malî ibadetler kategorisine dâhildir. Hem malî, hem de bedenî yönü bulunan hac ibadetinde ise, asıl olarak mükellefin bizzat kendisinin ifa etmesi gerekir. Ancak, mükellefin bundan aciz olması halinde, bedel yoluyla da ifa edilebilir. (20:57)
İnsan vefat etmiş anne babası, yakınları ve büyükleri için dua ve istiğfarda bulunabilir, Kur’an okuyabilir, sadaka verebilir, hac ve umre yapabilir.. hatta onlar hesabına eda ettiği bu ibadet ve iyiliklerinin yanı sıra namaz kılıp, oruç tutup sevabını onlara bağışlayabilir. Geçmişlerimiz adına kurban kesmek de -inşaallah- onların ruhlarını memnun ve mesrur edecektir. (22:35)
Anne babamın haklarını asla ödeyemem. Bu itibarla, onlar için hayır adına ne yapabileceksem mutlaka yapmam gerekir. Sizin üzerinizde de kendi anne babalarınızın o kadar çok hakları vardır ki, ömür boyu onlar için istiğfar edip dursanız, yine de o hakları ödeyemezsiniz. Bu açıdan da hiçbir fırsatı kaçırmadan yapacağınız hayır ve iyiliklerle onlara sürekli ahiret hediyeleri göndermeye çalışmalısınız. (28:25)
Soru: Kurbanı sadece bir gelenek ve fakirlere et yedirme olarak değil de, tam bir ibadet şeklinde eda etmenin yolu nedir? Huşu ve hudu namazın özünü teşkil ettiği gibi, kurban için de böyle bir şuurdan bahsedilebilir mi?
Rahmeti gazabının önünde olan Rahmân ü Rahîm, çok defa bir şart-ı adi olarak bizden çok küçük bir vesileyi yerine getirmemizi istiyor; karşılığında bütün varlığımızla elde edemeyeceğimiz mükafatlar veriyor. Keza, ancak canımızı feda etmek suretiyle ulaşabileceğimiz uhrevî kazançları, ibadet şuuruyla bir hayvanı kurban etmemiz sayesinde kazandırıyor. (01.50)
Nur Müellifi diyor ki: Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef'âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt'aları ve devletleri de İslâmiyete dehâlet edecekler. (03.30)
Farz ile vacip arasında nasıl bir fark vardır? Kurbanın hükmü nedir? (04.52)
Kurban yerine sadaka verilebilir mi? Horoz, tavuk ve hindiden kurban olur mu? (06.45)
Sadece kurban değil, bütün ibadetler, fıkhî deyimiyle, taabbudî alana girer ve vahye göre şekillenmiştir. Evet, ibadetler "taabbudî"dir; yani, ameller, Allah emrettiği için, O'nun istediği zamanda, Rehber-i Ekmel'in gösterdiği şekilde ve Allah'ın rızasını kazanmak niyetiyle yapılırsa, işte o zaman ibadet hükmüne geçer. (07.20)
Bir kurban eti münasebetiyle, Resûl-ü Ekrem Efendimiz Hazreti Aişe validemize "Kesilen kurbanı ne yaptın?" diye sorar. O, "Dörtte üçünü muhtaçlara dağıttım, geri kalanını kendimize ayırdım." deyince, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) "Hayır ya Aişe, sen dörtte üçünü bize bıraktın; çünkü, muhtaçlara verdiklerin Allah içindi, sevap hanemize yazıldı ve bekâya mazhar oldu." buyurur. (10.15)
"Mal canın yongasıdır." atasözüne bir misal... (12.53)
İlahî emir ve yasakların pek çok hikmetleri ve menfaatleri de vardır. Fakat, sadece bu hikmet ve menfaatler gözetilerek yapılan, kulluk düşüncesiyle ve Allah'ın rızasını kazanma niyetiyle eda edilmeyen işler ibadet sayılmazlar ve insana sevap da kazandırmazlar. Çünkü, o ibadetlerin teşrîi doğrudan vahye dayalıdır ve o bilinen hikmetler, bilinmeyenlere göre çok azdır. (15.37)
Bazıları mü'minler tarafından yapılan hiçbir işi beğenmezler; hep önyargılı ve hasımca davranırlar. Misal isterseniz; Türkçe Olimpiyatları karşısında takınılan tavra bakabilirsiniz!.. Özel okulların başarılarını görmezlikten gelip, bir de onları illegalmiş gibi göstermeye çalışanları düşünebilirsiniz.. sokaklara taşan safları şov olarak manalandıran zavallıları hatırlayabilirsiniz... (18.38)
Dinin emirlerini yerine getirme mevzuunda çok onurlu olmalı; başkalarını tahrik etme mülahazasına girmedikten sonra, ibadetleri eda ederken kınayanların kınamalarına aldırmamalı.. Allah Teâlâ ne şekilde emir buyurmuşsa, kurbanı da o ölçüler içerisinde kesmeli... (24.30)
Kurban için verilen paranın başka yerlerde kullanılması haramdır; vaciplerin bayram içerisinde kesilmesi zaruridir; nafile kurbanlar daha sonra da kesilebilir. (29.20)
Soru: Geçen sene özellikle Kurban Bayramı ve sel felaketi münasebetiyle Güneydoğu'da yöre halkının yardımına koşan Kimse Yok Mu Derneği gibi hayır kuruluşları ve hayırsever insanlar çok büyük teveccüh gördüler. Tutuşturulmaya çalışılan fitne ateşini söndürme ve ülkemizin doğusuyla batısını aynı kardeşlik çizgisinde birleştirme adına bundan sonra neler yapılabilir?
Gücümüz yetiyorsa, küreselleşen bir dünyada ileride yüz yüze geleceğimiz kimselere, bize çok uzak olan ülkelerin insanlarına bile yardım eli uzatmalıyız. Fakat, yardım etmeye en yakınlarımızdan başlamalı ve bu sayede hem önce kendi vatandaşlarımızın ihtiyaçlarını gidermeli hem de aramızdaki kardeşlik köprülerini tamir etmeliyiz.
Kurban Bayramı bir taraftan muhtaçlara yardım açısından çok iyi değerlendirilmeli, diğer yandan da o mübarek ve önemli ibadet herkese sevdirilmeli, herkes ona özendirilmelidir.
Kurban ancak dini kurallar çerçevesinde eda edilince kurban olur; onun yerine sadaka verme ya da başka bir hayır yapma gibi uygulamalar ahkâm-ı ilahîde değişikliğe gitme, semavîliğin yerine arzîliği ikâme etme demektir ve bu bir sapıklıktır.
Doğu'nun ve Güneydoğu'nun insanı kadirşinastır; orada başlayan dostluklar karşılıklı gidiş gelişlerle daha da bir derinleştirilmelidir. Yabancı ülkelerden gelen misafirleri gönülden karşılayıp ağırlayan fedakar insanlar bu bölgedeki dostlarına da evlerinin kapılarını açarlarsa, onların ne ölçüde kadir-kıymet bilir kimseler olduklarını göreceklerdir. Güneydoğu'nun civanmert insanlarını yoldan çıkmış bazı kimselerle aynı çizgide değerlendirmemek ve onlara civanmertçe davranmak gerekir.
Herkes birbirine karşı daha müsamahalı olmalı; kimse muhataplarındaki sertliklerin bir anda yumuşamasını beklememeli. Allah'a iman, Rasûlü'ne muhabbet, İslam'ı kabullenme, kader birliği, tarih birliği, mücadele ettiğimiz cephe birliği... gibi en sağlam fasl-ı müştereklerde birleşme yolları aranmalı. Mezhep çatışmaları ve etnik kavgalar çıkarmaya çalışanların ellerine fırsat verilmemeli!..
Biz Lazı, Çerkezi, Gürcüsü, Abazası ve Kürdüyle bir milletiz; kim ne yaparsa yapsın birbirimizden kopmayız/kopmamalıyız; müşterek tarihimize ve ortak değerlerimize ihanet etmeyiz/etmemeliyiz. Bazıları bizi bölüp parçalamaya çalışsa da biz havayı yumuşatmanın ve kardeşliğimizi pekiştirmenin yollarını aramalıyız.
Soru: 1) Kurban vesilesi ile önce Güneydoğu için ortaya konan hayırlı faaliyetler son bir iki senedir büyük illerin varoşlarında da yapılmaya başlanmıştı. Şimdilerde ise Somali, Uganda ve Kenya gibi ülkelerdeki muhtaçlar yardımlarımızı bekliyorlar. Son dönemde terör havasının hasıl ettiği endişeler de düşünülürse, önümüzdeki kurban mevsimini nasıl değerlendirmeliyiz?
Üstad Hazretleri’nin de İşaratü’l-İ’caz’da belirttiği gibi, “...ve min mâ rezaknâhum yünfikûn - Kendilerine ihsan ettiğimiz nimetlerden infak ederler” (Bakara, 2/3) ayet-i kerimesindeki “mâ” umumî bir manâyı ifade etmektedir. Yani, infak sadece mala ve paraya münhasır değildir; ilim, fikir, kuvvet ve amel gibi şeylerde de muhtaç olanlara infakta bulunulması gerekmektedir. Bu açıdan kurban kesmek de bir infaktır. (01:00)
Kurban, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in çok önem verdiği bir ibadettir. Hanefi mezhebinde “vacip” sayılan kurbana, Şafii mezhebinde “sünnet” denmesi (İki mezhep arasındaki ıstılah farkı da düşünülmelidir) kat’iyen bu ibadetin hafife alınmasına sebebiyet vermemelidir. Kurban Bayramı bir taraftan muhtaçlara yardım açısından çok iyi değerlendirilmeli, diğer yandan da o mübarek ve önemli ibadet herkese sevdirilmeli, herkes ona özendirilmelidir. (04:30)
Somali, Habeşistan ve Kenya gibi ülkelerdeki kuraklık ve kıtlık haberlerini seyredince ağladığım gibi oralarda yağmur yağdığı müjdelerini aldığımda da sevinçten gözyaşı döktüm. Zannediyroum, her tarafa yetişmeye çalışan Anadolu’nun hassas insanları da aynı hislerle dolup taşıyorlardır. Bu itibarla da, o ülkelerdeki muhtaç insanları, kıvrandıran bir fakr ü zaruret içinde görünce, “Türkiye’dekiler iyi kötü geçiniyorlar, biraz da Etiyopya, Somali, Kenya, Uganda ya da Tanzanya’ya yönelelim!” diyebilirler. Kanaatimce, bugüne kadar bir tane kurban kesenler, mümkünse bu sene iki tane kessin; gücü yeten insanlar üç tane kessin; onlardan bir tanesini oralara göndersin. Fakat, imkanı olan herkes Güneydoğu ve varoşlarda yardım bekleyen insanlara da bayram neşvesi yaşatılmasına mutlaka iştirak etsin. (06:43)
Kurban mevsimi sadece muhtaçlara yardım açısından değil, aynı zamanda bizim sarsılmayan kardeşliğimizin ifadesi olarak da çok iyi değerlendirilmelidir. Hasbî ruhlar, kendilerinden daha ziyade o bölgelerdeki kardeşleri için tir tir titremelidirler. Zira, bugün birileri tarafından bir kısım çatlama, kırılma ve kopmalar hasıl etmek için gösterilen korkunç gayrete karşı mutlaka muhteşem surlar oluşturulmalı ve o türlü çözülmelere asla meydan verilmemelidir. (10:54)
Güneydoğu ve varoşlar istikametinde bugüne kadar yapılan himmeti katlayarak devam ettirmek lazımdır. Diğer yerlere de yardım edilmelidir ama ehemm ve mühim dengesi gözetilmelidir. Zira, ülkemizde o fakr ü zaruret içinde kıvranan insanlara yardım etme “ehemm” bir yardımdır; dünyanın değişik yerlerindeki mü’minlere yardım etme de “mühim” bir yardımdır. Ehemm, mühimme tercih edilmelidir. (13:20)
Soru: 2) “Unutmayın ki ne onların etleri, ne de kanları asla Allah’a ulaşacak değildir. Lâkin Ona ulaşan tek şey, kalplerinizde beslediğiniz takvâdır, Allah saygısıdır.” mealindeki ayet-i kerime (Hac, 22/37) “Üç-beş kilo et dağıtmaktan ne çıkar ki?” diyenlere karşı da bir cevap teşkil eder mi? (13:46)
Meali verilen ayette belirtildiği gibi, kesilen kurbanlarda hedef; ihlâs, takva ve Allah’a yaklaşmak olmalıdır. Bu maksad ve gaye olmadıktan sonra kesilip dağıtılan etlerin, kanların Allah nezdinde bir değeri yoktur. Zira, Allah’ın insanın yaptığı hiçbir ibadete ihtiyacı olmadığı gibi, keseceği kurbana da ihtiyacı yoktur. O’nun katında makbul olan şey, insanın ihlas ve samimiyetidir. Bunun için bu ibadet görevimizi de ifa ederken Allah’ın hoşnutluğunu kazanmayı hedeflemeli ve kestiğimiz kurbanla, yeri geldiğinde en değerli varlıklarımızı da O’nun yolunda feda edebileceğimizi göstermeliyiz. (14:09)
Maruf (hayır, iyilik) sayılan hiçbir şeyi küçük görmemelisiniz. Kurtuluşunuzun hangi amele bağlı olduğunu bilemediğiniz için elinize geçen her fırsatı bir beraat fermanı gibi kabul etmeli ve onu değerlendirmeye çalışmalısınız. Ezcümle, Hazreti Abbas rüyasında soruyor, “Ya Ömer, Cenâb-ı Hak seni ne ile affetti, hangi amelinden dolayı bağışladı?” diyor. Hazreti Ömer Efendimiz şu cevabı veriyor: “Bir gün sokağa çıkıp bakmıştım ki, bir çocuk bir kuşu yakalamış, elinde hırpalıyor. Hemen onun yanına koşmuş; cebimden üç-beş kuruş çıkarıp o çocuğa vermiştim. Böylece kuşu satın alıp âzâd etmiştim. Mizanda işte o amelimden dolayı kurtulduğumu söylediler.” Evet, insan, kendisini hangi amelin kurtaracağını bilemediğinden dolayı, önüne gelen hiçbir iyiliği kaçırmamalı ve yaptığı bütün amelleri ahirete bir sürpriz paketi olarak göndermelidir ki kurban da bu yönüyle ele alınıp değerlendirilmelidir. (16:00)
Melekler sadece fiilleri ve amelleri yazarlar. Kalbî amel de diyebileceğimiz hâlis niyet, takva, ihlas ve mülahazalardaki derinliklere gelince, onları sadece Allah bilir ve ötede sürpriz şekilde kullarının karşısına çıkarır. İbadetlerin sevabı bire on, yetmiş, yedi yüz... olarak kemmiyet planında cereyan eder. Allah’la münasebet adına ortaya koyduğunuz kalbî ameller ise, keyfiyet planında cereyan eder; onlarda riyazî ölçüler ve rakamlar yoktur. Mü’minler işte bu türlü derinliklere açılmalıdırlar ki, bütün insanlığı kucaklayan bir azim de bu cümledendir. (20:00)
Üstad Necip Fazıl, Pascal için “Limana kadar geldi, gemiyi kaçırdı.” derdi. Allah Rasûlü’nün gemisine binmek çok önemlidir. Sadi, Bostan’ında “O ümmete ne gam olur ki, bindikleri geminin kaptanı İnsanlığın İftihar Tablosu’dur.” diyor. Evet, O’nun gemisine binemeyenlerin hali bir hicrandır ve mü’minler, bütün insanlara karşı o hicranı duymalıdırlar. (22:05)
Soru: 3) Evvelki senelerde sadece kurban alan değil kapı kapı dolaşıp et dağıtan insanlarda da çok ciddi tesirler görülmüştü. Bu, kurbanın hem Allah’a kurbet hem de insanlara yakınlık hasıl eden bir yönü olduğuna emare sayılabilir mi? (23:38)
Allah’a yaklaşmak için bir yol olan kurban, gönüllerin birbirine yakınlaşması için de önemli bir vesiledir. Sadece kurban değil, bütün ibadetler, fıkhî deyimiyle, taabbudî alana girer ve vahye göre şekillenmiştir. Evet, ibadetler “taabbudî”dir; yani, onları Allah emrettiği için, O’nun istediği zamanda, O’nun gösterdiği şekilde ve O’nun rızasını kazanmak niyetiyle yaparsak ya da sırf Allah yasakladığı için bazı şeylerden sakınırsak, işte o zaman yaptıklarımız ibadet hükmüne geçer ve bizi Allah’a yaklaştırır. (23:55)
İhlas ve takva şuuru ile kurban kesen insan, bir taraftan rıza-yı ilahiyi kazanır, diğer yandan da böyle halis bir amel sayesinde gönüllere taht kurar. Bu şekilde gönüllere otağını kuran insanı da hiçbir güç oradan söküp atamaz. (25:10)
İnsanların yüzde doksan dokuzunun kalbi kalbimizle beraber atıp dururken şirazeden çıkmış bir avuç insana takılıp kalmayalım; tehdit etseler de, önümüzü kesseler de onları görmeyelim. Şu kadar var ki, iyilikler yapılırken, ne o iyiliği yapanlar ne de başkaları zarar görmeliler. Bu itibarla, esbâba riâyet edilmeli; orada güzergah güvenliği sağlanmalı, yardımlar devletle ortak yapılmalı; mülkî amirlerle ve emniyet güçleriyle görüşülerek yapılacak iyilikler muhtaçlara kimse zarar görmeyecek şekilde ulaştırılmalıdır. (28:10)
Necran Hristiyanları, Hicri 9. yılda Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) kendilerine yazdığı bir mektup üzerine, oldukça kalabalık bir heyet halinde gelerek birkaç gün Medine’de kalmışlardı. Necranlıların Medine’de kaldıkları süre boyunca kendileriyle ‘İslâm dini’ hakkında, hususen de ‘İslâm nazarında Hazreti İsa ve Hazreti Meryem’in yerleri’ olmak üzere birçok mesele üzerinde konuşmalar ve müzakereler yapılmıştı. İbadet vakitleri geldiğinde Peygamber Efendimiz’in (aleyhissalatü vesselam) izniyle Mescid-i Nebevî’de doğu tarafına yönelerek ibadetlerini de yapabilen Necranlılar, hakikati kabule bir türlü yanaşmayınca, Hazreti Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) ilahi emir gereği mübaheleyi teklif etmişti. Necranlılar Rasûl-ü Ekrem’in heybet ve inandırıcılığı karşısında heyecana kapılarak hemen mübaheleyi kabul etmediklerini bildirmiş, vatandaşlık vergisi vererek İslâm hâkimiyeti altında yaşamayı benimsediklerini söylemişlerdi. Peygamber Efendimiz de onlara, kendilerine tanınan hakları ve yükümlülükleri bildiren bir emanname vermişti. Rasûlullahın hak Peygamber olduğunu bildiği ve kardeşine söylediği halde iman etmeyen Necran Piskoposu ve beraberindekiler, Rum krallarının verdiği malları ellerinden kaçırmak endişesiyle şehadet getirmekten yüz çevirmişlerdi. Bununla beraber, gönülleri fethedilmişti ve “Müslüman olmayacağız ama bundan sonra bizden endişe etmeyin!” demişlerdi. (30:00)
Günümüzde de bazı kimselerin benzer menfaatlerden vazgeçemedikleri için yalnış yolda ısrar edebilecekleri göz önünde bulundurulmalıdır. Fakat insanların tabiatında bir centilmenlik vardır, fıtratları arınmaya müsaittir; donanımları tevbeye, inabeye, evbeye açıktır; dolayısıyla da bugün hata edenlerin yarın gelip helallik dilemeleri her zaman muhtemeldir. Bu açıdan da, günümüzde yaşanan çeşitli gurbetlerden sıyrılmak için kurban gibi kurbet vesileleri çok iyi değerlendirilmelidir. Hatta, bu konuda başkalarına da örnek olunmalı ve diğer insanlar/kurumlar da bu hayır seferberliğine teşvik edilmelidir. Nitekim, Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Bir iyiliğe öncülük eden kimseye o iyiliği yapanın ecri gibi sevap vardır.” (Müslim, İmâre 133) (32:37)
Uhrevî meselelerde dünyevî beklentilere girmek, o işin akametine sebebiyet verdiği gibi, bir yönüyle şirk de işmâm eder. Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senâ olsun ki, sıkıntılı da olsa konumumuzu belirlerken Kendisine (celle celâluhu) yaklaşmaya müsait bir rampada, bir alanda, bir limanda, bir rıhtımda bizleri durdurdu; “Burada bekleyin!” filan dedi. Belki birilerine havalarda uçmak, Jules Verne’in hikayelerinde olduğu gibi yıldızlar arası seyahat yapmak nasip olacak ama âkıbet karanlık olunca ne ifade eder ki?!. Hazreti Pîr-i Mugân, Şem’-i Tâbân’ın değişik yerlerde ifade ettiği o çekirdeğin esasen bir açılımı oluyor: “İman, bir manevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise manevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.” dediği gibi, hayatları boyunca da onlar o zakkumu hep yudumlayıp dururlar, hafizanallah.
Dolayısıyla biz, gırtlağımızda düğümlenme yapabilecek neye takılırsak takılalım, hemen gözlerimizi öbür tarafa (ötelere) çevirince, birden bire bütün problemler çözülür, Allah’ın izni ve inayetiyle. Hele bir de tamamen düzlüğe çıkınca, artık engeller bertaraf olunca!..
İnsanlığın İftihar Tablosu hayata gözlerini yumup ruhunun ufkuna doğru üveyikler gibi kanat çırpınca, her şey silinip gitmişti gözünden. Artık kalkamayacak durumda idi; canım çıksın!.. Hazreti Ebu Bekir, namaza geçmiş, namazı kıldırıyordu. Arkasındaki insanların kemerbeste-i ubudiyet içinde saf saf olup Kâbe’nin etrafında kümelendikleri gibi kümelendiğini görünce… Vakıa Medine’de idi ama Hazreti Üstad’ın ifadesi ile, insan nerede olursa olsun, halkalar halinde Kâbe’ye müteveccih olunca tâ Sidretü’l-Müntehâ’ya kadar yolu var o meselenin… Evet, o tatlı, o yumuşak, o ümit vaad edici manzarayı görünce, Allah Rasûlü tebessüm buyurdular; çok tebessüm edecek gücü yoktu ama tebessüm buyurdular.
Cenâb-ı Hak, hepinize o zevkli, o lezzetli, o şirin, o tatlı dakikaları yaşatır inşaallah. Evet, dünyayı da sizin için bir Cennet haline getirebilir. Öyle bakınca bu dünya da çok farklılaşıyor.
Hani bir yerde -Kendisine isnad edilen bir sözde- buyuruyor ki İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), اَلدُّنْيَا جِيفَةٌ، وَطَوَالِبُهَا كِلاَبٌ“Dünya, bir cife yığını, esas çöplük gibi bir şeydir; arkasına düşenler de kelblerdir.” Lisân-ı nezihi ile böyle bir şey telaffuz ediyor ise, muktezâ-i zâhire mutabakattan dolayıdır. Artık öyle bir mazmunu başka hangi kelimeler ile ifade ederse etsin, ona denk gelmez! Oysaki O, konuştuğu her şeyi denk getirmiştir. Bu açıdan “kilâbün” diyor.
Dünya ahiretin tarlası
Fakat bir de onun -yine Hazreti Pîr’in ifade ettiği gibi- “mezraatü’l-âhire” (ahiretin tarlası) ve Esmâ-i İlahiyenin mecâlîsi/mezâhiri olması yanları var. Bakıp her yerde O’na dair nâmeler görmek mümkün: تَأَمَّلْ سُطُورَ الْكَائِنَاتِ فَإِنَّهَا * مِنَ الْمَلَإِ اْلأَعْلَى إِلَيْكَ رَسَائِلُ“Kâinat satırlarını derinden derine teemmül et. Çünkü onlar Mele-i Âlâ’dan sana indirilmiş Allah’ın mektupları/mesajlarıdır.”“Bir kitabullah-ı âzâmdır serâser kâinat / Hangi harfi yoklasan mânâsı hep Allah çıkar.” (R. M. Ekrem)
İşte bu yanlarına bakınca, bunlar bile O’nu işaretliyor esasen; birer mercek haline, birer projektör haline geliyor, insanın seviyesine göre. Yine bir yönüyle insan, O’nun temâşâsına koyuluyor, “Göreceğim!” diyor; “Görülüyorum. Görülüyor olduğuma inandığıma göre göreceğim de demektir inşaallah.” Cenâb-ı Hak, o iki ufku da seviyesi ve sırasıyla lütfeylesin inşaallah. “Görülüyor olma”ya hayatımızı bağlayıp sürdürelim. Cenâb-ı Hak, bir gün gelecek, bu defa “görüyor olma” ile şereflendirecek.
“Mü’minler, O’nu keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz olarak görürler. Buna bir misal de getirilemez.”Hadisin ifadesiyle, “Mü’minler, kemmiyetsiz, keyfiyetsiz temâşâya koyulurlar O’nu, dolunayı ufukta temâşâ ettikleri gibi.” Bu, çok rahat temâşâ edilmesinin müteşâbih bir beyan ile ifadesi. Yoksa Allah, ne dolunaydır, ne güneştir, ne öyle bizim göreceğimiz şeydir. Herkes mir’ât-ı ruhuna göre o kâinatı idare eden Zât-ı Ecell u A’lâ’yı temâşâ edecek.
“Mü’minler, O’nu keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz olarak görürler. Buna bir misal de getirilemez. O’nu gördükleri zaman da bütün Cennet nimetlerini unuturlar. ‘Allah görülmez’ diyen Ehl-i İ’tizâl’e hüsran olsun!” Gördükleri zaman da, Cennet’in bütün nimetlerini unuturlar. Köşk varmış da, altından ırmaklar akıyormuş da, Hûrîler gözlerini dikmiş seni bekliyormuş da… “Bütün bunlar ne olur ki?!” falan dedirtecek insana, bayıltan bir manzara karşısında. Öyle bir şey…
Şimdi bunlar kazanılmış ise, kazanılacak bir şey kalmamış demektir. Konumlandırma, o istikamette… Öyle konumlandıran Zât’a (celle celâluhu) canlarımız fedâ olsun, kurban olsun!.. O mevzudaki Rehberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), yanıltmayan bir rehber. Bu çağda, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) tercümanı, -esasen- çağın sözcüsü de milimi milimine hep O’nu izleyen bir zat idi. O da Cenâb-ı Hakk’ın Firdevs’i ile -inşaallah- sevinsin öbür tarafta. O’nun eli omuzlarımızda bizim, arkamızda inşaallah; O’nun yolunda yürüyorsak, İhlas Risaleleri, Uhuvvet Risalesi, İ’lâ-i Kelimetullah mülahazaları ile. Allah’ın izni ve inayeti ile… Bu kadar güçlü eller tarafından garanti altında bulunuyorsanız, artık denecek/edecek şey kalmamıştır.
Kendimizi pâka çıkarmamamız lazım
Meseleye tek zaviyeden bakmak doğru değil. Bir; adamlar -esasen- belli bir dönemde sizi hazmedememişler. Kendilerine göre bir sosyal yapı tesisi peşinde koşturup durmuşlar. Farklılıkla ortaya çıktığınızda, size karşı hased duygusu ile köpürmüşler. Mesela bir buna verilebilir. Fakat mesele sadece buna verilince, içimizde onları suçlama duygusu köpürür. Onu öyle kabul etmek de olabilir; bu yanlış bile olsa, “içtihad hatası” deriz buna. Çünkü şu anda yaptıkları mezâlim, mesâvî, me’âsî de onu gösteriyor. Günahın en katmerlileri, Ziya Gökalp’ın ifadesi ile “mük’ab”ları yaşanıyor.
Bir ikinci mesele de şudur: Cenâb-ı Hak, bize çok geniş imkânlar/fırsatlar verdi. Ben, bu güzel kardeşlerimi düşünürken, mülahazalarımı ona bağlayarak hiçbir zaman ifade etmek istemedim. Fakat hatırlatma nev’inden meseleyi kendime bağlayarak dedim ki: “Benim yerimde doğru dürüst, aklı başında bir insan olsaydı, herhalde bunca insanın böyle teveccühü, katlanarak öyle bir mük’ab hizmet haline gelirdi ki!.. Maalesef ben, bu işin önünü kestiğimden dolayı herhalde bana takıldı, o engebeye takıldı kaldı, belli bir yerde takıldı kaldı!..”
Kardeşlerim için onu düşünemem ben. Fakat burada şunu hatırlatmak istiyorum: Bütün kardeşlerimizin böyle bir mülahaza ile Cenâb-ı Hakk’a teveccühlerinde mahzur yoktur. “Tezkiye-i nefs etmemek suretiyle tezkiye-i nefs etmek” diyor Hazreti Pîr-i Mugân, Şem’-i Tâbân, bildiğiniz gibi. Kendimizi pâka çıkarmamamız lazım. Otuz Birinci Söz’de ifade ediyor: إِنَّ اللَّهَ لَيُؤَيِّدُ هَذَا الدِّينَ بِيَدِ الرَّجُلِ الْفَاجِرِ“Allah, bu dini, bazen fâcir bir insanın eliyle bile te’yîd buyurur.”Sonra diyor: “Müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o racül-i fâcir bilmelisin.” Bu açıdan da her şahsın kendisine böyle bakması, hem sık sık arınma kurnalarına koşması açısından önemlidir hem de kendine bir pay ayırmama mevzuunda çok önemlidir. Ne kadar kendi kudretlerimizden, iradelerimizden, meşîetlerimizden tecerrüt edersek, o ölçüde O’nun kudretine, meşîetine, inayetine, kilâetine teveccüh etmiş, sığınmış oluruz. Zaten doğru olan da odur: لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهِ “Havl ve kuvvet, Allah’a aittir; hiç kimsenin bir havli yoktur.”
Evet, bir de meseleye bu zaviyeden bakmak lazım; “Biz nerede, ne kusur yaptık!” filan… Mesela idrakimizin yetersizliğinden dolayı mı acaba?!. Bazen münferit hareket mi ettik acaba, münferit düşüncelere mi başvurduk bu mevzuda?!. Kafa kafaya verseydik, böyle kolektif şuura her şeyi emanet etseydik!.. Bu da başka bir mesele… Hani böyle daha değişik şeyler sıralanabilir bu mevzuda. Fakat ana hususlar olarak zikredilen üç temele ircâ etmek suretiyle meseleye umumî manada bakmak lazım.
“Her güçlükle beraber bir kolaylık vardır.”
Diğer taraftan, bir de meselenin güzel bir yanı var: Zaten her şey -bir yönüyle- öyle başlıyor. Mesela din, yasak ediliyor ülkede; bildiğiniz gibi, Kur’an kursları bile yasak ediliyor. Ben, öyle bir dönemde Kur’an kursuna gidiyordum. Ahırın bir yerinden bir delik açılarak, imam odasına giriliyordu. Orada işte biz çocuklar okuyoruz, 6-7 yaşlarında. Jandarmanın orayı bile bastığını hatırlıyorum. Böyle bir dönem… Bu defa Hazreti Pîr’in sistematiği içinde, ne oluyor? O kadar çok göze batacak gibi değil de iki-üç tane insan bir araya gelsin, bir evde, bir dershanede kalsın… Şimdi o sıkıntı, bir yönüyle çok farklı bir açılım açısı bize gösteriyor, Allah’ın izni-inayetiyle; hani bugünlere gelindiyse, öyle bir mebde ile, öyle bir başlangıç ile oldu.
Bir de meselenin böyle bir pozitif yanı var. Cenâb-ı Hak, şimdi tazyik ediyor ama فَإِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا * إِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا“Her güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Evet, her güçlükle beraber bir kolaylık vardır.” (İnşirâh, 94/5-6) Her zorluktan sonra bir kolaylık vardır; her zorluktan sonra bir kolaylık vardır. Kur’an-ı Kerim buyuruyor, İnşirâh Sûresi’nde. Demek ki Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek canı çok sıkılıyordu Mekke döneminde. Onun için, وَوَضَعْنَا عَنْكَ وِزْرَكَ الَّذِي أَنْقَضَ ظَهْرَكَ“Senin belini çatırdatan o ağır yükünü üzerinden indirmedik mi?” (İnşirâh Sûresi, 94/2-3) deniyor. “Senin sırtının kemiklerini çatlatacak/kıracak şekilde tazyikât…” O öylesine maruzdu. “… Ama bilmelisin ki bütün bu zorluklardan sonra bir kolaylık var.”
Şimdi bize ait yanlarıyla da bahsettiğimiz o olumsuz şeylerin yanı sıra, Cenâb-ı Hak, bir de böyle olumlu şeylere doğru bizi sevk etti; dünyanın dört bir yanına saçtı-savurdu… Bir dönemde ihtiyârî gidenlerin yanına… Onda da ayrı bir hikmet varmış; bizim aklımız ermez: Onlar önceden oralara gitmeselerdi, sizin hissiyatınıza, düşüncenize, temel felsefenize tercüman olmasalardı, arkadan muhacirler gittikleri zaman, o iltifatı göremeyeceklerdi. Siz (arkadaşlarınızla) çok iyi bir imaj uyardınız oralarda; arkadan giden insanlar da sımsıkı kucaklara, açılmış âğuşlara kendilerini attılar ve huzur içinde soluklanmaya durdular. İşte bunlar da pozitif şeyler.
Bundan sonra -esasen- konuma göre meseleyi nasıl değerlendirmek lazım ise, öyle davranmalı!.. Eskiden gitmiş arkadaşlarımız var. Birileri o ümranları yıksa, bir yönüyle harap etse, blokajlara dinamitler koysa, orada sizin bütün statik hesaplarınızın altını üstüne getirse de Allah’ın izni-inayeti ile siz vazifenizi yapmalısınız. Onlar tahribat cihetine gidiyorlar; belki, işleri kolay. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın inayeti karşısında bozguna uğrama mahkûmiyetini mutlaka yaşayacaklardır. Evet, bunu çok iyi değerlendirmek lazım; meseleye bir de böyle bakmak lazım bu dönemde.
Biz kurbet yolcularıyız
Vakıa her gün içimizi acıtan, içimizi kanatan tablolar karşısında kalıyoruz. Bütün bunlar kan damlaları oluyor, benim de içime damlıyor, uykumu kaçırıyor, değişik rahatsızlıklarımı tetikliyor. Fakat dişimizi sıkıp sabretmemiz lazım. Sürekli رَضِينَا بِاللَّهِ رَبًّا، وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا، وَبِمُحَمَّدٍ (صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ) رَسُولاً -Bazı rivayetlerde رَسُولاً نَبِيًّا de var; رَسُولاً نَبِيًّا Sabah-Akşam dualarında olduğu gibi- “Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, rasûl olarak da Hazreti Muhammed’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) razı olduk.” demek suretiyle, olumsuz gibi meydana gelen o duygu, o düşünce, o tahayyülât, tasavvurâtın tepesine bir balyoz indirmemiz lazım, Allah’ın izni-inayeti ile.
Bir taraftan rıza ufuklu yaşarsak, sürekli Cenâb-ı Hakk’ın rızasını ve hoşnutluğunu talep yörüngesinde meseleyi götürür isek, bir taraftan da hâlihazırdaki dünyaya ve bugünkü şartlara, konjonktüre göre, zamanın yorumlarının katkılarını yanımıza alarak hareketlerimizi planlar isek, Allah’ın izni-inayeti ile, hep Allah’a doğru yürüyoruz demektir, inşaallah. Biz, kurbet yolcusuyuz.
Sofiler tekkelerde onu yapıyorlardı: “Fenâ fi’ş-şeyh”, “Fenâ fi’r-Rasûl”, “Fenâ fi’llah”, “Bekâ billah-maallah”, “Seyr ani’llah”… Gideceksiniz; sürekli “nüzûl”lar ile “urûc”lar birbirini takip edecek. Gidecek, dolacak, doyacaksınız; lebrîz olacak, taşacaksınız, taşacak her şey Allah’ın izni ile. Diyeceksiniz ki “Ben başkalarına bu duyguları duyurma mecburiyetindeyim!” İnsanlığın İftihar Tablosu’nun halini Abdülkuddûs’un ifade ettiği gibi: “Öyle makamlara erdi, öyle şeyler gördü ki, vallahi ben oraya çıksaydım, geriye dönmezdim ama O döndü!” Bir başka Hak dostunun dediği gibi, “Peygamber ile başkalarının arasındaki farkı işte bundan anlayın!”
Bir, yaşatma duygusu. Bir de yaşama duygusu. O da hor-hakir değil; Cennet’e girersin, Hûrî-Gılmân olur… Allah, Kur’an-ı Kerim’de o kadar anlatıyor. Fakat hiçbir şey o yaşatma duygusu gibi olamaz. Binlerce insanın elinden tutacaksın, edeceksin, filan…
Bütün bunlar ile sürekli gel-gitler yaşayacağız; o duygular bizi hırpalarken, hemen beri tarafta bu türlü reçeteleri elimize alarak Cenâb-ı Risâlet-penâhînin eczanesine müracaat ederek, “Yâ Rasûlallah! Benim böyle bir derdim var; efendim, bunun reçetesi nedir?” falan diyeceğiz. O da belki diyecek ki: “Sen benim Siyer’imi okumadın mı?!.”
Bulunduğumuz ülkelerde entegrasyon
Bir başka mesele de dünyanın değişik yerlerine hicret etmişiz, göç etmişiz. Nerede Kanada, nerede Kaliforniya, nerede Almanya, nerede İngiltere, nerede Hollanda, nerede Amerika ve nerede Afrika, siyah Afrika?!. Bu açıdan da oralarda yetişmiş insanlar, oranın insanını arka planı ile okumuştur, doğru okumuştur; isabetli değerlendirmeleri vardır. Kafa kafaya verir isek, مَا خَابَ مَنِ اسْتَشَارَ“İstişare eden insan, haybet (kayıp) yaşamaz!” kazanımını yakalamış oluruz. Onu yakalarız Allah’ın izni-inayetiyle veya yanılma nispetlerini aza ircâ etmiş oluruz ya da aza çekmiş oluruz, indirmiş oluruz.
Bu açıdan da coğrafyayı doğru okumak lazımdır. Dolayısıyla, dünyanın neresinde bulunuyorsak, oradaki insanlar ile dirsek temasında bulunmak suretiyle diyeceğimiz, edeceğimiz şeyleri belirlemek ve onları temsil ile derinleştirmek lazımdır. Yani Peygamberâne ifadelerin yanında, -“Peygamberâne ifadelerin yanında” diyorum- meseleye “hâl” ile “temsil” ile kâfiyeler koymak… Yani, davranışlarımız, dediğimiz şeylerin milimi milimine aynı olmalı esasen. Dolayısıyla böylece o topluma entegre olmuş oluruz. O toplum bizleri kendilerinden birer fert, kendilerinden birer toplum olarak görür!..
Bir diğer taraftan da böyle bir yerde, yabancı bir ülkede esasen ağır basan, bizim dışımızda, bize tesir edebilecek ister hayat tarzı, ister üslupları, isterse inanç sistemleri ile ilgili hususlar olabilir. Meselâ insanî değerleri çok önde olabilir… Fakat dinin bazı emirleri var. İşte hafizanallah, bohemliğe karşı kararlı durma, seralar oluşturma, hep onların içinde emn ü emân içinde bulunma… Bunlar bizim için, arkadan gelen genç nesiller için çok önemlidir. Gençlerin okudukları kitaplar, onlara (gidilen coğrafyanın kültürüne) aittir. Ne yapıp yapıp bizim değerlerimizi, methedip göklere çıkarmak suretiyle, onlara sevdirmek lazımdır. Hangi insan vardır ki Asr-ı Saadet’teki o toplumun âdetâ ütopik hayat tarzlarını görsün de beğenmesin onu?!. Bu açıdan da öyle bir şey serdedildiği, sergilendiği zaman -zannediyorum- kendi evlatlarımızı da imrendirecek ve asimilasyona karşı da seralar/surlar oluşturmuş olacağız, Allah’ın izni-inayeti ile.
Himmet ve muavenet
İnsanlığın İftihar Tablosu mebdede meseleyi başlatırken insanların himmetine müracaat etmişti. Tebük’e gideceklerdi; çok ciddi donanıma ihtiyaç vardı. O günün şartlarına göre nasıl mekanize olunuyor ise, öyle mekanizasyona ihtiyaç vardı. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) himmete müracaat etti.
Sizinkinin de şimdiye kadar adı “himmet” idi zaten. Hemen her yerde himmet yapıyordunuz; burs veriyordunuz, bina yapıyordunuz, kurs açıyordunuz; bunları yapıyordunuz.
İnsanlığın İftihar Tablosu, orada en müessir şekilde konuştu. Konuşunca, O’nun sözlerine -bir yönüyle- dağ, taş, ağaç, hayvanlar bile cevap veriyordu. Üstad hazretlerinin, mucizâtı serdettiği yere bakacak olursanız, nelerin “Lebbeyk!” (Buyur yâ Rasûlallah!) deyip O’na koştuğunu göreceksiniz.
Orada birkaç mesele söz konusuydu: Hazreti Ebu Bekir efendimiz, Hazreti Ömer efendimiz, Hazreti Osman efendimiz, Hazreti Ali efendimiz… Hakikaten bunların her birerleri kâmet-i kıymetleri ölçüsünde yaptılar. Hazreti Ebu Bekir, malının bütününü getirdi; Hazreti Ömer efendimiz, yarısını getirdi; Hazreti Ali efendimiz, yarısını gizli, yarısını açık getirdi; Hazreti Osman efendimiz zaten beş yüz tane deve himmeti yaptı, malum. Dillere destan bütün bunlar.
Fakat bu meseleyi anlamayanlar da vardı. Mesela, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) konuştuktan sonra, “Ne yapılacak şimdi, alın teri ile kazandığımız şeyleri getirip bunların eteklerine mi dökeceğiz?!” falan… Birisi o inceliği anladı, hemen evine koştu; ya eteği veya avuçları dolu, ne var ise onun içinde, getirdi, “Al yâ Rasûlallah!” dedi. Hemen öbürleri dediler ki, “Demek böyle yapmak lazımmış!” Evet, bunun gibi.
Bu açıdan biz böyle körü körüne bir meseleye açılmış değiliz. Arkadaşlarımızdan, büyüklerimizden Allah ebeden razı olsun; onlar da bir himmet düşüncesi oluşturdular. Bu düşünce, bir dönemde öyle gelişti ki, Allah’ın izni-inayeti ile… Hani ben çok değişik yerlerde, değişik şeylere şahit oldum fakat sadece bir tanesini arz edeceğim; hatta yerini de arz edeceği onun:
Bozyaka’da, Bozyaka’nın salonunda… Yine Fakir, böyle derme-çatma bir şeyler konuşuyorum, işte burada başınızı ağrıttığım gibi. Ondan sonra da arkadaşlar, işin önündekiler, defteri kalemi alıyorlar; böyle, “Sen ne veriyorsun? Sen ne veriyorsun?” soruyorlar; insanlar da gönüllerinden koptuğu gibi taahhüt ediyorlar. Ben konuştuktan sonra çekildim, biraz utanıyordum. Yani onu da bir dilenme gibi görüyordum ama neylersin; başka türlü de o kocaman çark dönmüyor, ona göre bir çağlayan olması lazım ki döndürsün. Kendi odama çekildim ben. O sırada, astsubaylıktan emekli, orada hizmette de koşan birisi, elinde anahtarlar, koşa koşa geldi. Gözleri dolu dolu, “Hocam!” dedi, “Benim verecek param yok; astsubaylıktan emeklilik ikramiyesiyle aldığım evimin anahtarlarını veriyorum.” Unutamayacağım bir hadise…
Fakat o kadar çok unutamayacağım hadise var ki!.. Bir başka yerde neyse ki himmet az oldu, ben de çok sıkıldım. Dedim ki: “Ben bulurum bunu; ben de yüz bin lira taahhüt ediyorum!” Dedim ama belki hiç düşünmedim; nasıl bulurum diye de düşünmedim. Bir gün sonra, belki iki gün sonra, sizin çoğunuzun tanıdığı biri… Evet, her iki bacanak da öyle cömerttiler, Hizmet’in içindeydiler. Ne münasebetle ise ki, ben onun evine kahvaltıya gittim. Bir şey talep etmedim ben, istemedim ondan. O güne kadar da öyle çok önde görünmemişti. “Hocam” dedi, “Siz o gün himmet yapmışsınız, yüz bin lira taahhüt etmişsiniz. Kusura bakmazsanız, onu ben vermek istiyorum!” dedi. Evet, bir yerde siz cesurca bir adım atıyorsunuz; Cenâb-ı Hak, öyle mukabelede bulunuyor ki, hakikaten siz de utanıyorsunuz, iki büklüm oluyorsunuz asâ gibi.
Arkadaşlarımız böyle himmet ile muavenete de alışmışlardı; sadece işin adı, bir de alanı değişti. Eskiden mesele Türkiye’de cereyan ediyordu. Meselenin biraz şekli de değişti. Yurt dışına çıktık biz; burada bir hayli bakılacak insan var, muavenete muhtaç insan var. Kadınlar var, çocuklar var. İşte şehit olan insanlar var, gelip-giderken yollarda şehit olan insanlar var… Bunların hepsinin görülüp gözetilmesine ihtiyaç var belki.
Dışarıda, mesela Amerika’da bu türlü organizasyonları nasıl gerçekleştirebiliriz? Almanya’da nasıl gerçekleştirebiliriz? Bazı yerlerde böyle bu türlü muhtaçlara yardım fonları oluyor, yapıyorlar. O türlü organizasyonlar da olur ama bize inanmaları lazım, güvenmeleri lazım.
Dünkü sözlerimiz ile bugünkü hal ve temsillerimizin örtüşmesi, meseleyi koro haline getirecek, Allah’ın izni-inayeti ile. Herkes duyacak, herkes o çağrıya koşacak, Allah’ın izni-inayeti ile.
Cenâb-ı Hak, çok küçük şeylere, pek büyük işler yaptırmak suretiyle kendi kudret ve azametini gösterir; tenasüb-ü illiyet prensibine göre, o küçük şeylerle bu büyük neticelerin hâsıl olamayacağını işaret buyurur; bir Müsebbibü’l-Esbâb’ın varlığını ruhlara duyurur ve kendi büyüklüğünü ortaya koyar. İnsan bu hakikati hep hatırda tutmalı; en büyük muvaffakiyetlerinde bile tevazu ve mahviyetten ayrılmamalı; Hazreti Ali’nin ifadesiyle, insanlardan bir insan olarak kalmalıdır.
Terk mesleği
Mizaç, meşrep ve zamanın ilcaatına göre –temel esas ve disiplinler mahfuz– insanı Allah’a ulaştıran yollar farklılaşabilir. Meselâ Muhammed Bahâeddin Nakşibendî Hazretlerinin yolu anlatılırken, bildiğiniz üzere şu dört esasa dikkat çekilir:
Yani Nakşibendî tarikatına göre dört şeyi terk etmek gerekir. Terk edilmesi gereken bu esaslardan birisi, terk-i dünyadır. Dünyayı terk etmek, hiç kazanmamak, mal mülk sahibi olmamak demek değildir. Elbette ki mü’min çok iyi çalışır, çabalar, kazanır; ama çalışıp kazanmasını sadece kendi rahatına, kendi yeme içmesine, dünyevî arzu ve hevesine bağlamaz ve hele elde ettiği imkânlardan dolayı asla gurura girmez, şımarıp küstahlaşmaz, servetinin altında ezilip kalmaz. Öyle ki o, yeri geldiğinde, elinde avucunda ne varsa hepsini Rabbisinin rızası istikametinde harcamaktan çekinmez.
Dünyayı terk mevzuunda Hazreti Pîr’in verdiği ölçü dikkat çekicidir. O, dünyayı kesben değil, kalben terk etmek gerektiğinden bahseder. Buna göre, mal mülk mevzuunda esas önemli olan, çalışıp kazanan bir insanın, kazandığı şeylerin kalbinde yer etmemesidir. Hazreti Üstad, dünyayı kalbe koymamanın ölçüsünü mealen şu şekilde verir: “Aklı başında olan insan, ne dünya umurundan kazandığına mesrur ne de kaybettiği şeye mahzun olur.” Evet, o, dünyalık bir şey kazandığı zaman, Allah’a hamd eder ve kazandığı o şeyin hakkını nasıl vereceğini, onun şükrünü nasıl eda edebileceğini düşünür. Kaybettiği zaman da yine Allah’a tevekkül eder ve “Rabbime hamd olsun ki, dünyalık bu yükü benden aldı götürdü. Çok şükür ki, bu vesileyle o yükün altından sıyrıldık.” der.
Terk-i dünyadan sonra terk-i ukbâ geliyor. Terk-i ukbâ ise, insanın yaptığı ibadet u taati uhrevî bir mükâfat ve bedele bağlamaması demektir. Allah’a kullukta bulunan, O’nun yolunda koşturan bir insanın, “Allah’ım ben bu kadar namaz kılıyor, oruç tutuyor ve dine hizmet adına koşturuyorum. Benim bu kadar koşturmama karşılık Sen de Cennet’ini bana ver!” demesi, kendi konumunu bilmemesi, bir gaflet ve küstahlık içine düşmesi demektir. Zira Cennet Allah’ın fazlıyla insana lütfedeceği bir nimettir. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü tahiyyat) bu hakikati ifade etme adına şöyle buyurur: “Hiç kimse ameliyle Cennet’e giremez.” Sahabe-i kiram efendilerimiz: “Siz de mi ya Resûlallah?” diye sorunca da şöyle cevap verir: “Allah rahmet ve fazlıyla sarıp sarmalamazsa ben de giremem.” (Buhari, Merdâ 19) Evet, Cennet Allah’ın fazlının neticesidir. Kulluk ve ubûdiyet Allah’ın hakkı, bizim ise vazifemizdir. Ukbâyı terk meselesi işte bu açıdan ele alınmalıdır. Yoksa ukbâyı terk, insan için, Cennet’i istememek ve Cehennem’den sakınmamak demek değildir.
İnsanın benliğini de terk etmesi
Nakşîlerin üçüncü düsturu terk-i hestîdir. Bunun mânâsı, insanın kendini nefyetmesi, kendini düşünmemesi demektir. Meselâ namazda, Allah huzurunda kullukta bulunurken, insanın kendinden sıyrılmaya talip olması, kendini bütün bütün silmesi terk-i hestîdir. Öyle ki, o insan, namaza durduğu esnada, âdeta “Acaba ben var mıyım, yok muyum? Şayet yoksam, nasıl oluyor da, dudaklarımdan niyete dair bu lafızlar dökülüyor. Demek ki varım. Hâlbuki O’nun var olduğu yerde ben nasıl var olabilirim ki? Bir yerde sonsuz varsa, onun karşısında sadece sıfır vardır. O hâlde bana düşen sadece sıfır olmaktır.” diyecek kadar, kendisinden sıyrılma gayreti içinde olmalıdır. Evet, terk-i hestî, insanın kendisini bütün bütün yok farz etmesi demektir. Bizim varlığımız O’nun varlığının ancak gölgesinin gölgesinin gölgesinin gölgesinden (
) ibarettir.
Kendisini/nefsini terk edebilmiş insanları Allah Teâlâ kimseye nasip olmayan işlere muvaffak kılar; sadece kendi varlığını gören kibirlileri de alçalttıkça alçaltır. Bu cümleden olarak, Napolyon, Bilal-i Habeşî hazretlerinin yaptıklarının onda birini yapamamıştır.
Son olarak terk-i terk geliyor. Bunun mânâsı ise, dünyayı terk eden, mülâhazalarını ukbaya da bağlamayan ve kendisini de terk eden bir insanın, “İşte ben böyle bir târikim” mülâhazasına da kapılarını kapatması, böyle bir mülâhazanın bir kir hâlinde hayaline gelip konmasına dahi meydan vermemesi ve bütün bu terkleri de terk etmesi demektir. Yani terk-i terk, insanın, aklının köşesinden dahi: “Maşaallah, ben dünyayı da, ukbayı da, kendimi de terk ettim!” şeklinde bir düşüncenin geçmesine fırsat vermemesidir. Öyle ki, birisi gelip ona: “Sen şunu terk ettin, bunu terk ettin!” dediğinde, o, “hatırlamıyorum” diyecek kadar, bu terkleri düşünmekten uzak, onları unutmuş ve zihninden silmiş olmalıdır.
Acz, fakr, şevk ve şükür yolu
Fakat günümüzde, özgüven mülâhazasıyla benlik, enaniyet ve ego öne çıkarılmış ve bu durum sâri ve öldürücü bir hastalık gibi yayılmıştır. Bu sebeple, Hazreti Pîr, günümüzün bu realitesini göz önünde bulundurup meseleyi mâkul bir mesnede dayandırdıktan sonra çağın insanına şöyle seslenir:
Der tarik-i acz-mendî, lâzım âmed çâr çiz. Fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak, ey aziz.
Evet, enaniyetin çok ileri gittiği, kabarıp köpürerek âdeta damla iken derya hâline geldiği günümüzde, mâkul mesnetlerini ortaya koymadan, bütün bütün enaniyeti terk oldukça zordur. Bundan dolayı Üstad Hazretleri, mesnet ve gerekçelerini ifade ve izah etmek suretiyle günümüz insanını acz u fakr, şevk u şükür yoluna çağırmaktadır.
Bu yolda, ilk olarak insanın acz u fakrını kabul ve itiraf etmesi gerekir. Çünkü insanın kendisini muktedir gördüğü yeme, içme gibi en basit hareket ve davranışlarda bile, kendi payına düşen iktidar yok denecek kadar azdır. Zira daha başta, mükemmel bir sistem hâlinde işleyen vücudu insana veren Allah’tır. Evet, bu baş döndürücü sistemi başta O kurmuş, O bahşetmiştir. Aynı zamanda, bu mükemmel sistemin işleyişi de, O’nun kudret, irade, tasarruf, inayet ve riayeti altında cereyan etmektedir. Bu kadar aciz ve muhtaç durumda olan insanoğlunun diğer taraftan hayat, sıhhat, ebediyet, Cennet
gibi sınırsız ve sonsuzluğa uzanan arzu ve emelleri vardır. İşte insan, varlığı itibarıyla, bu kadar acizdir. Onun hamuru âdeta aczden yoğrulmuş gibidir.
Aynı zamanda o, muhtaç olduğu şeylerin yüzde birine sahip olamayacak kadar da fakirdir. İşte Üstad Hazretleri, “acz-i mutlak” ve “fakr-ı mutlak” diyerek bize bu hakikati anlatmış ve bu hakikatle ortaya çıkan yolu göstermiştir.
Arkadaşlarımdan rica ediyorum!..
Cenâb-ı Hak, alın teriyle kazanan zengin fedakârların civanmertliği ve hizmet erlerinin de ona mukabil istiğnalarıyla dünyanın 160 ülkesinde size müesseseler açıp hizmet etme imkânı vermiştir. Allah’ın lütfettiği bu güven kredisinin devam etmesi için o müesseselerde vazife gören adanmış ruhların fakir kalmaları elzemdir. Evet, fakir kalalım bizler. Vefat ettiğimiz zaman, Ebu Zerri’l-Gıfâri gibi, “Acaba bir kefen bulabilir miyiz buna?” desinler. Ben arkadaşlarımdan bunu rica ediyorum. İtibarımızın korunması buna bağlıdır. O türlü şeylere gönül kaptırmayalım. Allah adamı Allah varken başka şeye gönlünü kaptırmaz. O işi ikâmeye gönül vermiş insan başka şeylerle meşgul olmaz.
Diğer taraftan acz u fakr şuuruyla bezeli bir mü’min için, Cenâb-ı Hakk’ın öyle teveccühleri olur ki, bakarsınız Allah (celle celâluhu), hiç olmayacak şeyleri ona yaptırtır. Her şey öyle yerli yerindedir ki, dehrin hâdiseleri karşısında birilerinin onu kurtarmak için müdahale edip by-pass yapmasına ihtiyaç kalmaz. Bu durumu gören fert, olup bitenler karşısında “Ümitsizlik ve yeise düşecek ne var?” diyerek şevkle hareket eder. “Niçin şükür duyguları içinde O’nun yolunda koşturup durmayayım ki!” der, şevkle şahlanır. Daha sonra da sağanak sağanak başından aşağıya yağan nimetler karşısında sürekli tahdis-i nimet mülâhazasıyla gerilime geçer ve bir ömür boyu hız kesmeksizin yoluna devam eder.
Üstad Hazretlerinin, insanı şevk-i mutlak ve şükr-ü mutlaka ulaştıran acz u fakr mülâhazası kısaca budur. Yoksa buradaki fakirlik ve acziyetten kasıt, maddî fakirlik, insanın dünya adına hiçbir şeye malik olmaması demek değildir. Evet, Hazreti Pîr’in ortaya koyup anlatmak istediği acziyet ve fakirlik, insanın, insanî realiteler içinde neye malik olduğunu ve ne kadar aciz olduğunu görüp idrak etmesi demektir. İşte bu yapılabildiği takdirde kalbdeki nokta-i istinat ve nokta-i istimdat tam duyulup hissedilecek ve böylece insan, kendini Hakk’a ulaştıran, Allah’la münasebetini derinleştiren kestirme bir yola girmiş bulacaktır.
Bediüzzaman Hazretleri ortaya koyduğu alternatif yolun dört esasına ilave ve tekmile olarak şefkat ve tefekkür disiplinlerini de saymıştır. Zira diğerlerinin tam anlaşılıp uygulanabilmesi için bu iki dinamik de lazımdır.
Soru: Zât-ı âlinizin ve hizmet gönüllülerinin bütün dünyada olduğu gibi Doğu ve Güneydoğu’da da hüsn-ü kabul görmesinden rahatsızlık duyan bazı kesimler, sohbetlerinizi ve bilhassa Kürt meselesiyle alâkalı sözlerinizi çarpıtmak suretiyle çok çirkin bir karalama kampanyası sürdürüyorlar. Çeşitli iftiralara kadar varıp uzanan o türlü yayınlarla ilgili mülahazalarınızı ve huzurun tesisine gönül vermiş insanlara bu konudaki mesajlarınızı lütfeder misiniz?
Hakkı ikâme etmek mü’minlerin en önemli vazifelerinden biridir. Çok geniş kullanım sahası olan “hak” kelimesi, aynı zamanda Esmâ-i Hüsnâ’dan bir isimdir ve bu yönüyle onun mânâsı; bizzat var olan, hiçbir şeye muhtaç olmayıp hiçbir şeye dayanmayan ve kendi kendine kâim olan en sağlam ve sabit hakikat demektir. Evet, bütün hakların biricik kaynağı Hak ism-i şerifidir ve maddî-mânevî, âfâkî-enfüsî bütün haklar onun değişik dalga boyundaki tecellîlerinden ibarettir. İşte bu sebeple gerçek bir mü’min, Hak isminin değişik tecellileri sayarak bütün haklara karşı saygılı davranır, hakkı tutup kaldırma cehdiyle oturup kalkar, ne zulmeder ne zulme boyun eğer; hak ve salâhiyetleri yerine getirmeye çalışır ve onları yaşatmak için çırpınır durur. Bu açıdan hakkın, inanan insanlar nezdinde apayrı bir kıymet ve ehemmiyeti vardır. (01:15)
Merhum Mehmet Akif der ki:
“Hâlık’ın nâmütenâhî adı var, en başı Hak, Ne büyük şey kul için hakkın elinden tutmak; Hani Ashab-ı Kiram, ayrılalım derlerken, Mutlaka Sure-i ve’l-Asr’ı okurmuş, bu neden? Çünkü meknûn o büyük surede esrâr-ı felâh, Başta iman-ı hakikî geliyor, sonra salâh, Sonra hak, sonra sebat, işte kuzum insanlık, Dördü birleşti mi yoktur sana hüsran artık.” (04:50)
Allah Teâla Asr Sûresi’nde “Yemin olsun zamana; insanlar hüsranda.. ancak şunlar müstesna: İman edip makbul ve güzel işler yapanlar.. bir de birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler.” buyurmuştur. Bu sûrede mü’minlerin birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmeleri kurtuluşlarına bir vesile olarak gösterilmekte; dolayısıyla sürekli kafa kafaya vererek kollektif şuuru harekete geçirmeleri, beyin fırtınaları yaparak ortak kararlar alıp onları uygulamaları, her zaman birbirlerine hayır ve sabır tavsiyesinde bulunmaları ve bu suretle her konuda hakkı ikâme etmeleri istenmektedir. Onun içindir ki, değişik vesilelerle bir araya gelen Ashâb-ı Kirâm efendilerimizin Asr sûresini okumadan ayrılmadıkları rivayet edilmektedir. (07:27)
Hakkı tutup kaldırma Allah’a yakın olma yollarındandır ve üzerinde hassasiyetle durulması gereken çok önemli bir husustur; ancak bu mevzuda öncelikli olarak yapılması gereken hakkın sınırlarının tespiti ve çerçevesinin ortaya konulmasıdır. Yani hak duygusunun doğru olarak algılanıp doğru olarak yorumlanmasıdır. Çünkü şayet o, temel kaynaklara dayalı olarak doğru okunup doğru yorumlanmazsa herkes kendine göre bir hak telakkisiyle ortaya çıkar, kendine göre bir ikame-i hak talebinde bulunur; dolayısıyla, bir sürü kan döken, can yakan, insan öldüren canilerle karşılaşırsınız. Oysa, gasplarla, canavarlıklarla ve tahrip mülahazasıyla hak ikâme edilemez. (09:15)
Hakkı ikame etmede kullanılan vasıta ve esasların da hak olması gerekir. Bu yolun, -her santiminde Allah’a hesap verecek şekilde- bir incelik içinde yürünmesi lazımdır. Karıncaya ayağını basmayan, onu ezmekten çekinen insanlar o hak ve adaleti ikame edeceklerdir. Canavarlıklara bağlı kalınmak suretiyle şimdiye kadar dünyanın hiçbir yerinde en küçük bir bölgede bile hak ikame edilememiştir. (10:05)
İnsanları canavarlık duygusundan koparıp hakka yönlendirmek lazım; ne var ki, bu çok kolay olmayacağa benziyor. Çünkü siz hak adına bir şey söylerken bile alıp çarpıtıyor, sağa sola çekerek çok farklı yorumlara tabi tutuyorlar. Fakat, bunlar karşısında yılmamak lazım. Madem önemli bir vazife; niyetimiz sevap, azmimiz sevap, o mevzuda kafa yorup stratejiler oluşturmamız sevap, o stratejileri realize etme adına şakak zonklatmamız sevap… bunların hiçbirinden dûr olmamak lazım. (11:28)
Bir mü’min günde birkaç defa -Âkifçe ifadesiyle- "Allah’a dayan, sa’ye sarıl, tevfike râm ol... / Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol." sözleriyle nefes alıp vermelidir. Sürekli gerilimde, her zaman azimli, daima şevk içinde, hep vazife şuuruyla oturup kalkmalı ve her zaman hareketlerini, hamlelerini kulluk gâyesine ve hikmet yörüngesine bağladığı için de düz yolda yürürken veya yokuş aşağı inerken nasıl bir heyecan ve rahatlık sergiliyor ise, en sarp yokuşlara tırmanırken de aynı azim ve aynı kararlılığı göstermelidir. (12:58)
Hiçbir zaman insanî değerleri kulak ardı etmemek lazım. En kritik yerlerde yürürken, “ayağımız kayar, düşeriz” endişeleriyle adım atarken bile tek bir karıncaya dahi basmamaya, tek bir talih böceğini dahi ezmemeye ve en küçük bir haşerenin hakk-ı hayatına dahi tecavüz etmemeye azami dikkat gereklidir. Evet, en kritik anlarda bile hep şefkatle hareket edilmelidir. (16:03)
İnsanlığı yeniden hakiki insanlığa yönlendirme, hak duygusuyla ve adalet düşüncesiyle iritbatlarını sağlama çok çetin bir iştir. Bu yolda hakaret görme (…) söz konusudur. O Haziran fırtınasını bir düşünün: Bir kısım ses bantları başından sonundan kesilerek çok farklı kalıplara sokulmuştu. Bazıları değişik montajlarla elde ettikleri hilaf-ı vâki ve uydurma sözleri neşrederken sıkılmamışlardı. Maksatlı yorumlarla ve su-i te’villerle milleti aldatmaya çalışmışlardı. O hadise tamamen bir komplo ve bir yargısız infazdı. Yapmak istedikleri de teessüs etmiş diyalog köprülerini yıkmaktı. Şimdi de işleri tahrif, takıyye ve yalan olan bazı kimseler, aynı şeyleri yapıyorlar; konuşmaların başından sonundan keserek sizin söylediklerinizin ötesinde çok farklı bir kısım sözler ortaya çıkarıp yayıyor ve mide bulandırmaya çalışıyorlar. Fakat, siz doğru bildiğiniz yolda hiç yılmadan yürümeli ve konjonktürü değerlendirerek hakkın ikamesine hizmet etmelisiniz. Zira, bir an evvel bütün yeryüzünde insanlığın saygı duyacağı şekilde hak ve adalet ikame edilmezse, şu öldürücü silahlarla insanlığın geleceği çok kötü görünüyor. (17:40)
Kinler kin, nefretler de nefret doğurur. Sertliğe sertlikle, şiddete şiddetle, hiddete hiddetle mukabele ederseniz, öyle fasit daireler oluşur ki, sonra sizi de boğar, altından kalkamazsınız. (21:27)
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: “İşte onlar, gösterdikleri sabır ve sebattan dolayı çifte mükâfat alırlar. Onlar kötülüğe iyilikle mukabele eder ve kendilerine nasib ettiğimiz mallardan, Allah yolunda harcarlar.” (Kasas, 28/54) Bu ayet-i kerime, bir insan hiddet ve şiddet görse de, onun hilm ü silm ve âlicenaplıkla mukabele etmesi gerektiğini; bir kötülük yaptığı zaman da arkasından hemen bir iyilik yapmasının lüzumunu anlatmaktadır. (23:21)
Bir başka ayet-i kerimede, “Gündüzün iki tarafında, gecenin gündüze yakın saatlerinde namaz kıl. Zira böyle güzel işler, insandan uzak olmayan günahları silip giderir. Bu, düşünen ve ibret alanlara bir nasihattır.” (Hud, 11/114) (25:48)
Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Hazreti Muaz’a nasihat ederken buyuruyor ki: “Bir kötülük yapmışsan hemen arkasından onu silip süpürecek bir iyilik yap ve insanlara her zaman güzel ahlak ile muamelede bulun.” Meseleye bu zaviyeden bakılınca; ister ferdî isterse de ictimâî her kötülüğün arkasından, olumsuzlukları insanların zihinlerinden silebilecek, onları unutturabilecek iyilikler yapmak lazımdır. Güzel niyetlerle yapılan bu iyilikler, o menfîliklerin ötelere aksetmesine de mani olur; Cenâb-ı Allah, âhirette onları açığa vurmak suretiyle insana bir mahcubiyet yaşatmaz. (27:30)
Faziletli insan, kendisine kin duyanlara bile hilm ü silm ile mukabelede bulunur. Birisi size bir kötülük yapıyor, gayz ve nefretle muamelede bulunuyorsa, siz öfkenizi yutmak ve affedici olmakla mukabele etmelisiniz. Kur’an-ı Kerim, “O müttakîler ki, bollukta da darlıkta da Allah yolunda infakta bulunurlar, kızdıklarında öfkelerini yutar, insanların kusurlarını affederler. Allah, böyle iyi davranan ihsan ehlini sever.” (Âl-i İmrân, 3/134) mealindeki ayet-i kerimede öfkesine mağlup olmayanları, bilakis onu yenip akl-ı selimle hareket edenleri “ve’l-Kâzımîne’l-gayz” ifadesiyle nazara vermektedir. Bu sıfat, öfkesini yutan, hiddet ateşini sabırla içinde tutup boğarak söndüren, zarar gördüğü kimselerden öç almaya gücü ve kudreti bulunduğu halde intikama kalkışmayan ve kötülük edenlere karşı afv ile muamelede bulunan kimselerin unvanı olarak kullanılmıştır. Bu itibarla, kötülüklere iyilikle mukabelede bulunmak, münkere marufla karşılık vermek varken, ne diye mukabele-i bilmisil kaide-yi zalimânesine girerek “Onlar kötülük yaptı, şöyle dedi; ben de şöyle diyeyim!..” gibi güft u gû’ya düşelim! Hayır, biz çok hassas davranarak kendi karakterimizin gereklerini ortaya koyalım. (31:18)
Mü’minlere, kötülükler karşısında bile iyilikten ayrılmama ve hasımları dahi candan dost yapabilecek tavırlar içinde bulunma hedefi gösterilmiş ve denmiştir ki, “İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. Bir de bakarsın ki seninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluvermiş!” (Fussilet, 41/34) (34:21)
Halk arasında yaygın olan bir söz vardır: “Kendisine iyilikte bulunduğun kişinin şerrinden sakın!” Ben bu sözü değiştiriyor ve “Şerrinden korktuğun kimseye bile iyilikte bulun.”diyorum. Çünkü iyilik, insanda mürüvvet hissini, iyilik yapma duygularını ve güzel bir şekilde karşılık verme iştiyakını canlandırır. Nitekim, bu hakikati ifade eden bir sözde, “İnsan, ihsanın kölesidir.” denmiştir. (36:23)
Yapılan bir iyiliğe daha fazlasıyla mukabelede bulunma bizim selam alış verişimize bile girmiş bir husustur. Cenâb-ı Hak, “Şayet size selam verilirse, siz de ondan daha güzel bir tarzda selamı alın, en azından selamın misli ile karşılık verin!” (Nisa, 4/86) buyurmaktadır. Faziletli insan, hem kötülükleri hasene ile savmalı, hem her zaman maruf dairesinde davranmalı, hem iyiliklere hep ziyadesiyle karşılık vermeli, hem de yaptığı iyiliklere karşı teşekkür bile beklememeli, dahası teşekkürleri kendi iyiliklerinden aziz bilmelidir. (37:05)
/>Soru: 1) Günümüzde, darılma ve uzun süre küs durma çok yaygınlaştı. Küsme hastalığının sebepleri nelerdir; şahsî, ailevî ve ictimaî problemlere yol açan bu marazın tedavisi nasıl mümkün olabilir?
Çay faslından hakikat damlaları: “Her kışın bir baharı, her gecenin bir nehârı vardır!”
Günümüzde adanmış ruhlar bir kuşatılmışlık içinde.. tam mü’min olmayanlar, ilhadda bulunanlar, hasede yenik düşenler, “Biz de varız!” deyip hiss-i rekabetle hareket edenler ve tenâfüsü yanlış anlayanlar tarafından iç içe daireler şeklinde kuşatılmışlık içinde. Fakat, böyle bir duruma bakarken bunun ilelebet sürüp gideceğine ihtimal vermemek lazım; çünkü iş Allah’ın elinde!.. (00:35)
Hâdiseler bir doğru çizgi üzerinde cereyan etmez; her şey dairevî döner durur. Bugün birilerine bayram ise, yarın da başkalarına bayram olacaktır. Kur’ân-ı Kerim, bu “tarihî tekerrürler devr-i dâimi”ni şöyle ifade etmektedir: “O günler... onları Biz insanlar arasında çevirir dururuz.” (Âl-i İmrân, 3/140) Bu itibarla da mevcut tabloya bakıp ye’se düşmemek lazımdır. (01:40)
Her gecenin bir nehârı her kışın da bir baharı vardır. Geceden sonra bir sabah, gündüzün akabinde ise yeni bir gece geleceğini kabul edip hem geceye hem de gündüze göre planlar yapmak gerekir. (03:50)
Ne gecenin karanlığına takılıp paniklemeli; ne de gündüzün aydınlığına aldanıp ferih fahur yaşamalı!.. (05:35)
Durmamanın sırrını keşfetmek lazım!.. Ka’be’nin etrafında tavaf edenlerin hareket üslubu esas olmalı; rahat zamanda koşarcasına, izdiham esnasında ise en azından yerinde zıplarcasına yürümeli ama hareketten dûr olmamalı!.. (06:00)
İbadet ü tâatlerimizin günün belli bölümlerine taksim edilmesi, bir yönüyle bize her zaman ve her şarta göre farklı şekillerde ama mutlaka hareket halinde olmanın yolunu göstermektedir. (08:18)
Sürekli üreten olmalı.. İşleyen alet pas tutmaz. Küflenmemek için her zaman faaliyet içinde bulunmak lazım. Onun için, Cenâb-ı Allah mü’minleri anlatırken önce iman, sonra amel buuduna dikkat çekiyor; ameli de salih olma şartına bağlıyor. (11:28)
Rahat ve rehavete kendilerini salanlar başka şeylerin değil rahat ve rehavetin kurbanı olmuşlardır. (14:42)
Çay bardağına yapışan peçete ve ondan çıkarılan hikmet incisi
(15:33)
Diyanet İşleri Başkanlığı, bu seneki Kutlu Doğum haftasının konusu olarak “Hz. Peygamber ve İnsan Onuru” başlığını seçti. İnsanın kıymet, şeref ve haysiyeti açısından Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’den öncesini ve sonrasını değerlendirir misiniz? O’nun “üsve-i hasene” oluşunun insana verdiği değer buudundan da bahsedilebilir mi? (16:28)
İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (aleyhi efdalüssalevât ve etemmüstteslimât) doğumu insanlığın da yeniden doğumu demektir. O dünyayı teşrif edeceği âna kadar insanlık vardı yoktu belli değildi. (17:05)
Regâib, Miraç, Beraat ve Kutlu Doğum’la alâkalı olan faaliyetler farz, vacip ve sünnet gibi yapılması dinen istenen sorumluluklar kategorisinde mütalaa edilemez. Ancak, o mübarek gün ve geceler münasebetiyle bir kere daha Efendimiz’i (sallallahu aleyhi ve sellem) yâd etme, O’nun vilâdetini hatırlama ve nûrefşan mesajını anlayıp başkalarına da anlatmaya çalışma çok değişik hayırlara vesile olabilir. (19:00)
O’nun sevdirilmesi Allah’ın sevdirilmesi demektir. O’na yönelen insanların Allah’a yönelmemesi düşünülemez. Allah’a giden yollar O’ndan geçer. (19:40)
Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) doğumu Miladî takvime göre nisan ayına denk geldiğinden dolayı bazı yerlerde anma programları nisan içerisinde yapılıyor. Esasen Ramazan, Kadir Gecesi, Beraat, Regâib, Miraç gibi gün ve gecelerimiz Kamerî aylara göredir. Fakat, Kamerî aya göre Mevlid gecesini değerlendirmekle beraber, İnsanlığın İftihar Tablosu’nu farklı yönleriyle anlatmak için nisanı da vesile yapmanın mahzuru yoktur. (20:47)
O’ndan evvel insan onurunun var olduğu söylenemez. Belki bazı kimseler onurlu değil, çok gururlu, çok kibirli, çok şımarık, çok küstah idi. Tipik bir kast sistemi vardı. Gerçi, bugün de bu duygu ve düşünce bir yönüyle hala yaşanıyor. Nitekim seçim arefesinde günümüzdeki kast sisteminin üst basamaklarında olan birileri “Benim oyumla bir köylünün oyu bir mi sayılacak?” demişti. (22:33)
Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) sayesinde insan biyolojik bir canlı seviyesinden hakikî insan olmanın ayrı bir unvanı sayılan “ahsen-i takvîm” mertebesine ulaşmış; O’nun vasıtasıyla kendini keşfederek, varlıklar arasındaki konumunu kavrayabilmiştir. (25:30)
İslam, cahiliye karanlığında sömürülen, köleleştirilen ve ikinci sınıf kabul edilen kadını zavallı bir mahlûk olma durumundan kurtararak, yeni bir statü ile onu mübarek bir varlık olma seviyesine yükseltmiştir. Evet, Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehaya) sayesinde, kadın hak ettiği yüksek mevkiye yükseltilmiş, ona tabiatına uygun işler tevdi edilmiş ve onun toplum içindeki hayatî konumu yeniden ortaya çıkartılmıştır. Hem de bu büyük inkılap, dünyanın vahşet içinde yüzdüğü ve kadının insan olup olmadığının, ruhu bulunup bulunmadığının tartışıldığı karanlık bir dönemde yapılmıştır. (26:21)
İnsanlığın İftihar Tablosu’nun insanlığa sunduğu en büyük armağan insanlığı mahiyet-i nefsü’l-emriyesine göre yeniden tanımlaması, “İnsan budur!..” demesi ve “Her insan kerimdir” hakikatini gönüllere işlemesidir. O’nun sayesinde toplumda bambaşka bir yer edinen Hazreti Bilal, bu hususun pek çok misalinden sadece biridir. (27:16)
Cahiliye devrinde, belli yörelerde ve toplumun belli kesimlerinde dünyaya gelen kız çocukları büyük çoğunluğu itibariyle diri diri toprağa gömülürdü. Bu vahşice âdeti, kimileri tuhaf bir cahiliye gayretiyle, kimileri geçim sıkıntısı sevkiyle, kimileri de servet ve sâmânlarının, kızları vasıtasıyla başkalarının eline geçeceği endişesi ve kabile hırsıyla yapıyorlardı. Hangi sebebe istinâd ettirilirse ettirilsin, hangi sâikle yapılırsa yapılsın, bu bir vahşetti ve mutlaka önlenmeliydi, Allah Rasûlü sayesinde önlendi de. Bir sahabi, cahiliyede kızını nasıl çukura attığını anlatırken, Rasûl-ü Ekrem onu gözyaşları içinde dinlemiş ve etrafındakilere İslam’ın insanları hangi vahşiliklerden kurtardığını hatırlatmıştı. (29:00)
Muhterem Hocaefendi, merhum Mehmet Akif’in “Bir Gece” şiirini okuyor:
On dört asır evvel, yine bir böyle geceydi, Kumdan, ayın on dördü, bir öksüz çıkıverdi! Lâkin o ne hüsrandı ki: Hissetmedi gözler; Kaç bin senedir, halbuki, bekleşmedelerdi! Nereden görecekler? Göremezlerdi tabiî: Bir kere, zuhûr ettiği çöl en sapa yerdi; Bir kere de, ma’mure-i dünyâ, o zamanlar, Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi. Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta; Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi! Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zemînin Salgındı, bugün Şark’ı yıkan, tefrika derdi. Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki öksüz, Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi! Bir nefhada kurtardı insanlığı o ma’sum, Bir hamlede kayserleri, kisrâları yere serdi! Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi; Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi! Âlemlere, rahmetti, evet, Şer’-i mübîni, Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi. Dünya neye sâhipse, onun vergisidir hep; Medyûn ona cemiyyeti, medyûn ona ferdi. Medyûndur o masûma bütün bir beşeriyyet... Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret.
(31:00)
Kur’an-ı Kerim, İnsanlığın İftihar Tablosu’nu (aleyhissalatü vesselam) “üsve-i hasene” olarak nazara vermiştir. Ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:
لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيراً “Hakikaten, Allah’ın Rasûlünde sizler için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı bekleyenler ve Allah’ı çok zikredenler için en mükemmel bir nümûne vardır (o en güzel örnektir).” (Ahzâb, 33/21)
“Üsve-i hasene”, en güzel örnek demektir; “nümûne-i imtisal”, yolunda gidilmeye, kendisine uyulmaya ve adım adım takip edilmeye layık, örnek alınabilecek en mükemmel model manalarına gelir. Kâmil insanların en kâmili İnsanlığın İftihar Tablosu, bu yüce evsafın birinci kahramanıdır. Günümüzde o üsve-i haseneye bütün gönülleri tevcih etmek, en azından insanlığın insafla O’na bakmasını sağlamak bugünün nesillerine düşen bir vazifedir. (32:40)