Hukukun üstünlüğü mü egemenin hukuku mu?

Hukukun üstünlüğü mü Egemenin hukuku mu?

Farklılıkları tek bir yaşayış algısı içinde bütünleştirmek isteyen "parti devleti" çeşitliliklere saygıdan çok, yeknesak bir toplum projesini benimsiyor. Dindarlığın nasıl ve ne şekilde tezahür edeceği bile bu belirlemeye kurban edilmekte. Bazı yorumcuların ürettiği muhafazakâr kesim efsanesi veya "popüler irade miti" kendi ideolojileriyle uyumlu olduğu için bu kadar vurgulanıyor. Demokratik eşitlik yalnızca "homojenlik" olarak tanımlanıyor ki demokrasi bu durumda birlik ve uyum kavramlarına indirgeniyor.

AK Parti'ye destek veren ideoloji Türkiye'de Kemalizm'i geride bırakan post-Kemalist bir duruşun ortaya çıktığını öne sürüyor. Post-Kemalist duruşun sebebi olarak da muhafazakâr kesimin radikal biçimde dönüştüğünü iddia ediyor. Geçmiş ve bugün ayrımında geçmiş dönemleri işaretlemek için seçilen terimler ise "otoriter zihniyet; baskıcılık; dışlayıcılık; aşağılayıcı bakış ve uygulama". Eğer geçmiş ve bugün o kadar zıtlık içindeyse bugünü tanımlayan terimlerin de zıt yönde olması lazım. Ama şu anda gördüğümüz fiiller tümüyle benzer yönde. Bugün otoriter zihniyetin tahakkümü altına girenler seküler kesimler, Aleviler ve iktidara biat etmeyen dindarlardır. Dolayısıyla ülkemiz son yıllarda yönetimsel bir patolojiye geri dönmüştür. Aslında "Emekçiler", "Aleviler" ve "İktidara Biat Etmeyen Dindarlar" için yeni bir durum söz konusu değildir. Onlar çoğu zaman mağdur edilmiş, dışlanmış, tasallut altında yaşamış kesimler. Aşağılanan, hor görülen gruplara sekülarist nüfusun dahil edilmesi ise oldukça yeni bir durum. Ancak bu yenilik meydana geldiği zaman, bir başka deyişle ezenler ve ezilenler hiyerarşisini tersine çevirdiğiniz zaman daha özgür ve daha demokratik bir Türkiye inşa etmiş olmuyorsunuz. Adı üstünde eski ikiliği ya da hiyerarşiyi tersine çevirip yeni bir eşitsizlik, yeni bir adaletsizlik sistemi inşa etmiş oluyorsunuz. Yeni ezenlerin tabanı eski ezenlerin tabanından biraz daha geniş olduğu için ülkemizin şimdi daha demokratik olduğuna inanmak mümkün değildir. Durum halen ezen ve ezilen ilişkisinden ibarettir. Geçmişte mağdur bugün muktedir olanlar şimdi ezenlere meyletme tavrını benimsiyorlar. Çünkü bugünü algılayışları geçmişin gerçekliğine gömülmüşlükleriyle örselenmiştir. Eski düzenin yöntemleri ve devlet mitleriyle koşullanmışlar, başka türlüsünü bilmiyorlar. Bu durumda geçmişte ezilen ve bugün iktidar olanlar ta içlerinde oluşmuş olan bir ikiliğin acısını çekiyorlar. Aynı anda hem kendileridir hem de bilinçlerini içselleştirmiş oldukları ezenlerdir. Bu onlar için vahim bir ikilemdir. Halkın geniş bir kısmını yok sayan bir erk. İşte kurtulamadığımız hastalık budur.

"Türkiye ilk defa toplum oluyor, ilk defa gerçek bir millilik sergiliyor" diyen yorumculara sormak lazım, sizinki nasıl bir toplum algısıdır ki ülkenin yarısından çoğunu dışarıda bırakıyor. Farklı kesimlere yönelik düşmanlaştırma ve nefret cürmü ne zamandan beri toplumu bütünleştirmek için kullanılan bir yöntem oldu? Ancak bu düşüncenin bir ideolojisi var elbette.

İstekli düşünme hali hoş bir yanılsamadır. Sürekli geçmiş dönemlerin hayaletiyle boğuşan bazı yorumcular eskinin heyulasından o kadar ürkmüşler ki, yeni ortaya çıkan baskıcı rejimi fark edemedikleri gibi baskının meşruiyetini geçmişin korkusu üzerine bina ederek aslında ülkenin demokrasi mücadelesine engel oluyorlar. Son üç senedir gözleri o kadar bağlanmış durumda ki biat etmeyenlere yönelik herkesin görebildiği nefret söylemine, dışlamaya destek oluyorlar. Halbuki söylendiği gibi "bir toplum olabilmek için" halkın bir kesimini diğer bir kesimine düşman etmeyecek bir hükümet etme sanatına ihtiyaç vardır. Bugün tam tersine, geçmişte ahlaksızlıkla itham edilen Alevilere yönelik olarak şimdi de ateist Alevilik gibi çıkışlarla karşılaşıyoruz ve böylece Sünni muhafazakâr kesimin önyargıları körükleniyor, insanlar yine birbirine düşman ediliyor. Benzer biçimde muhafazakâr denen kesim Geziciler diye adlandırılan kesime çoktan düşman ilan edildi (Evlerinde zor tutulan % 50). Şimdi de muhafazakârları Hizmet Hareketi'ne düşman etmeye çalışıyorlar. "Türkiye ilk defa toplum oluyor, ilk defa gerçek bir millilik sergiliyor" diyen yorumculara sormak lazım, sizinki nasıl bir toplum algısıdır ki ülkenin yarısından çoğunu dışarıda bırakıyor. Farklı kesimlere yönelik düşmanlaştırma ve nefret cürmü ne zamandan beri toplumu bütünleştirmek için kullanılan bir yöntem oldu? Ancak bu düşüncenin bir ideolojisi var elbette. Öyle bir ideoloji ki ne İslam'la ilgisi var ne de liberal parlamenter demokrasiyle.

Bu ideolojinin ana hatlarını çizmeye çalışacağım. Bu türden siyasetlerin temelinde toplumun birliğini sağlaması gereken, seçim yoluyla iktidara gelmiş hakiki bir lider kültü vardır. Öncü liderlik kaosa son verecektir. Egemen bir karar alma yoluyla dost ve düşmanı net biçimde ayıracaktır. Örneğin düşmanlar Hizmet Hareketi, sekülaristler, Geziciler, ateist Alevilik veya hain gibi görülen herkes ve dış mihraklardır (AB, İsrail ve ABD içindeki muhayyel güçler). Tüm bu unsurlara karşı son seçim öncesi kampanyada kullanıldığı gibi İstiklal Mücadelesi sürdürülecektir. Aslında böyle bir iktidarın düşmanları tanımlama ihtiyacı bile yoktur. Halkın siyasi birliği hayatın her alanında ortaya çıkmalıdır. Sadece yeterli bir toplumsal yoğunluk derecesine ihtiyaç vardır. Eğer bir devlet siyasi alanda bireylerin evrensel eşitliğini gerçekleştirmeye çalışırsa bu sadece yapay, boş bir çabadır. Önemli olan "millîlik" adı altında o tekdüze homojenliği ya da herhangi bir homojenlik biçimini yakalamaktır (örneğin muhafazakârlık miti). Bu ideolojide aslî eşitsizliklerin ortadan kalkması düşünülmez, sadece başka bir alana kaydırılmaları gerekir (örneğin kullanılan ekonomik araçlar alanı). Yapay siyasi eşitlik koşulları altında, aslî eşitsizliklerin devam ettiği bir alan siyasete hükmetmelidir. Bu durumda "çoğulculuk" idealinin ortadan kalkacağı aşikârdır. İktidarın ideolojisi halkın birliği ve halk iradesinin egemenliği için "homojenlik heterojenliği ortadan kaldırmalıdır" diye düşünüyor. Kürtler de kullanışlı görülmedikleri takdirde terk edilecek gibi görünüyorlar. Çünkü iktidar kendi güç siyasetini sadece fayda-maliyet analiziyle yürütüyor. Yoksa dinî, sosyal ve siyasi alanda heterojenliğe pek tahammülleri yok. Bu sistemde yalnızca homojen görülenler eşittir, diğerleri eşit muamele görmezler. İşte bu çarpık (hatta ilkel) demokrasi anlayışı kimin millî irade içinde sayılacağını, kimin bu iradeden dışlanacağını belirleme imkânında yatmaktadır. Öteki yerine koyduklarını (Hizmet katılımcılarını, biat ettirilememiş diğer dindar oluşumları, sekülarist kesimleri, Alevileri) milli iradenin dışına iterek halkın birliğini tesis etmeye çalışmanın adı plebisiter otoriteryanizmdir.

İktidara destek veren yorumcular bu ideolojik tavrı "nihayet bir toplum olmayı başarabilmek", "merkezî değerlerde konsensüs", "halkın birliği" gibi cazip görünümlü ifadelerle süslüyor. Aslında tüm bunlar hegemonik bir artikülasyonun neticesinde ortaya çıkmaktadır. Bu ideolojide halkın birliği, çıkarların toplamını içeren siyasi farklılıkların kabulüne dayanmaz. Tam olarak kurulmuş ya da tümüyle hazır hale getirilmiş bir halk birliği fikri vardır ki ancak bir yanılsamadan ibarettir, halkın böyle total bir yönetiminden bahsedilemez. Zira yönetim sanatı halkın tanımına ilişkin gerilimden ayrı tutulamaz. Halkın kimliği hiçbir zaman tam ve her yönüyle tümlenmiş biçimde oluşturulamaz. O ancak birbiriyle rekabet eden ve çoklu özdeşleşme biçimleriyle var olabilir. İşte çoğulculuk fikri tam da bu olgu üzerinde temellenir. Çoğulculuk birbiriyle rekabet eden çıkarların artikülasyonudur. Bu eklemlilik hali, halk ve onun çeşitli özdeşleşme biçimleri arasındaki üretici mesafeyle uyumludur. Rekabet içindeki güçlerin "çoğulluğu" ortak iyiyi tanımlamaya teşebbüs edebilir. Böyle bir çoğulculuk olmadan halka ilişkin herhangi bir politik tezahürden bahsetmek her zaman için zayıf ve geçici bir kuramdan ibarettir.

Hukukun üstünlüğü ise en temelde somut siyasi pozisyon ve kararların karşısında soyut normatif ilkelerin üstünlüğü demektir. Bir başka deyişle kişinin ya da liderlerin üstünlüğü değil hukukun üstünlüğü. Hukuk ise ancak ve ancak hukukun "uygulanmasıyla" tanınır. Eğer hukuk uygulanmıyor ve askıya alınabiliyorsa mana ve ehemmiyetini yitirecektir. AYM Başkanı'nın yürütme erkine yönelik eleştirileri bu zaviyeden okunabilir. Yürürlükte olan fakat mana ve ehemmiyeti olmayan bir hukuk ne yasak koyabilir ne de izin verebilir, sadece bir kavramdır artık. İnsan hukuk tarafından terk edilmiş olur. Hukuk alanının dışına atılan insan her türlü tehdide açık hale gelir. Hukuk tarafından terk edilen insan kendini egemene ait bulur, daha doğrusu egemen onun üstünde hak iddia etmeye başlar. Kula kul olmak da bu şekilde ortaya çıkar.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.