Işık Okulları Ata Yurduna Vefa Borcu

Ve soğuk savaş bitti; binlerce insan gidip geldi, fakat ben Kazakistan'ın başkenti Almatı dışında, Türkistan'ın hiç bir şehrine gidemedim. Halbuki gitmeli, görmeli, yazmalıydım... Ama nasıl? Feza Gazetecilik Genel Müdür Yardımcısı Mehmet Aslan'ın bir gazeteci grubu için Özbekistan ve Türkmenistan'a bir tanıtım gezisi düzenlediklerini ve Genel Müdürümüz Hüseyin Gülerce Bey'in bu geziye benim de katılmamı istediğini bildiren telefonunu aldığımda ne kadar sevindiğimi artık siz tahmin edin. Sekiz gün sürecek gezide Taşkent, Semerkant, Buhârâ, Aşkabat, Bayramali ve Merv şehirleri ziyaret edilecekti. Böyle cazip bir daveti kim kabul etmez? Hele ben...20 Ekim Pazar akşamı havaalanında buluştuk; 20.30'da Türk Hava Yolları'nın bir Airbus'ıyla Taşkent'e uçacaktık. Milliyet'ten Şahin Alpay, Yeni Yüzyıl'dan Ali Bayramoğlu, Yeni Şafak'tan Ali Bulaç ve Mustafa Özel, Türkiye'den Rahim Er, Hürriyet'ten Atılgan Bayar, Aksiyon'dan Mustafa Sungur, Cihan Haber Ajansı'ndan Cebrail Çilesiz ve Zaman'dan ben. Ali Bayramoğlu dışında hepsi de öteden beri tanıdığım ve sevdiğim insanlar. Demek ki, bu çok zevkli bir yolculuk olacaktı. Seyahat sırasında tanışıp dostluğundan büyük zevk aldığım Ali Bayramoğlu kafilede çok sigara içen iki kişiden biriydi. Diğeri de Ali Bulaç... İki Ali'ler sigara düşmanlarının çoğunlukta olduğu kafilede doğrusu bir hayli sıkıntı çektiler. İlk defa havaalanında karşılaştığım kafile başkanımız Mehmet Aslan'a gelince.. Daha önce Arnavutluk ve Özbekistan'da ikişer yıl genel müdür olarak görev yapmış genç bir ilahiyatçı ve ne kadar becerikli olduğunu Özbekistan'da fark ettiğimiz nâzik, güler yüzlü, samimi bir insan. Üç yüz küsur kişilik dev Airbus tamamen doluydu; 21 Ekim'de Taşkent'te gerçekleştirilecek Türkçe Konuşan Ülkeler Zirvesi'ne ve Timur'un 660. doğum yılı şenliklerine katılmak üzere Özbekistan'a giden birçok bilim adamı, politikacı, bürokrat, televizyoncu vb. vardı. Bir gün önce uçan Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel Taşkent'teydi.

Merhaba Taşkent, Merhaba Orta Asya

Taşkent'e aşağı yukarı dört buçuk saatte vardık; havaalanına indiğimizde, Özbekistan'la Türkiye arasında iki saat fark olduğu için gece 03.30'du. Sovyetler Birliği döneminden kalma havaalanında üç yıl kadar önce Almatı Havaalanı'nda da şahit olduğum eski kötü alışkanlıkların henüz sona ermediği anlaşılıyordu. Gümrükten geçiş çilesi iki saat kadar sürdü. Sıramızın gelmesini beklerken, VIP'ten geçmesi gereken zevatın da gelip kuyruğa girdiklerini gördük. Özbek görevliler, isimlerin kendilerine bildirilmediği gerekçesiyle hepsini geri çevirmişler. İnceden inceye kontrol edilip gümrükten geçişimiz, oradan otele intikalimiz iki buçuk saat kadar sürdü. Taşkent'in merkezinde devâsâ bir otel olan Çarsu'nun bütün ışıkları söndürülmüş kasvetli lobisinde eski sistemin çürümüşlüğü daha kapıdan girer girmez hissediliyordu. Tuhaf bir koku, oraya buraya serilmiş uyuyan lâkayt görevliler, geniş lobinin ortasında kaybolan -gündüz aydınlığında kirden simsiyah kesildiğini fark ettiğimiz- bir oturma grubu. Bana verilen oda âdeta bir buz damıydı, üstelik ampulleri geçmişti ve tuvaletinin rezervuarı çalışmıyordu. Ne sabun, ne havlu, ne tuvalet kağıdı.. Sıcak su vardı, ancak hemen hiç temizlenmediği anlaşılan banyoya girmek için kalenderliğin de ötesinde bir umursamazlık gerekirdi. (Üç gece kalmak zorunda kaldığımız bu otelde ikinci gece odamı değiştirttim; fakat onda da banyonun ampulleri yanmıyordu. Tıraş olurken odadaki aynayla lavabodaki ayna arasında mekik dokumak zorunda kaldım.) Yattım, ama uyuyamadım, çünkü bir türlü ısınamıyordum. Sanki odaya birileri dört bir taraftan soğuk hava basıyordu. Sonunda eşofmanın üzerine bir kazak giyerek büzüldüm; birkaç saat uyumuşum; gözlerimi açtığımda hayretler içinde kaldım; oda gün ışığında bütün sefaletiyle belirmişti. Alelacele giyinip lobiye indim.'Yahşi dem aldınız mı?' (İyi dinlendiniz mi?) diye soran Özbek dostlarımıza 'Belli, Yahşi dem aldık' diye cevap verdikse de, nezakettendi. Çarsu Oteli'ni ayrıntılı bir biçimde tasvir etmemin sebebi, eski sistemin çürümüşlüğünü vurgulamak. Nitekim devletin bir zamanlar Taşkent'in belki de en lüks oteli sayılan Çarsu Oteli'ni özelleştirmek istediği söylendi; doğrusu bizden bir işletmecinin elinde Çarsu Oteli, Orta Asya'nın en göz kamaştırıcı otellerinden biri haline gelebilir. Diğer şehirlerde kaldığımız otellerin hiç biri böyle değildi; özellikle hazırlanmışa benzeyen bu tezat sayesinde değişimi çok net bir biçimde hissettiğimizi söyleyebilirim. Kısacası, bizi eski sistem karşıladı, yenisi ağırladı.

Çarşı Pazar Saat 11.00 sularında toparlandık; Mustafa Özel'in kardeşi Mehmet Özel'in işlettiği fırın ve Cihan Lokantası, kaldığımız otele çok yakındı, yürüyerek gittik ve nefis bir kahvaltıdan sonra Taşkent'in ünlü Çarsu Pazarı'nı gezdik. Fakir ama cıvıl cıvıl bir pazar. Dikkati çeken ilk şey meyve bolluğu. Kavun, karpuz, elma, armut, nar, üzüm... Âdeta bir meyve cennetine düşmüş gibiydik. Bizim kavunlara göre daha sert olan Özbek kavunlarının tadına doyum olmuyor. Hele narlar.. Narı yemesini sevmem, ama Ağlayan Nar ile Gülen Ayva masalını okuduktan sonra hayal dünyamda özel bir yer kazanan bu şarkkârî masal meyvası bana her zaman harikulâde estetik bir obje olarak görünmüştür. Özbek sofralarında -hiç kalkmayan sofralar- daima dört dilime bölünüp çiçek gibi açılmış olarak tadılmayı bekleyen nar, bana bu sefer ağlayan değil, hep gülen meyveler olarak gözüktü. Taşkent'te Çarsu Pazarı'ndan sonra ziyaret ettiğimiz ilk mekân, otelin hemen yanı başındaki Kukeltaş Medresesi oldu (Bir Kukeltaş Medresesi de Buhara'da var). Bu gün de cami ve medrese olarak faaliyet gösteren ve adamakıllı bir restorasyondan geçtiği anlaşılan Kukeltaş'ta ciddi bir dinî eğitim programı uygulanıyor.

Esasen bütün Özbekistan'da dinî eğitim medreselere bırakılmış. Devlete bağlı okullarda din dersi bile yok. Bu politika aynen Özbek-Türk Liseleri'nde de geçerli. Bazıları belki çok şaşıracak; Türkiye'de zannedilenin aksine hemen bütün Türk cumhuriyetlerinde faaliyet gösteren ve büyük başarılara imza atan liselerde din dersi yoktur.

Muazzam Bir Proje

Öğleden sonra makamında ziyaret ettiğimiz Özbek-Türk Liseleri Genel Müdürü Mahmut Bal, bütün sorularımızı büyük bir açık yüreklilikle cevaplandırdı. Bal'ın verdiği bilgilere göre, Özbekistan'da, halen merkezi Bursa'da bulunan Silm A.Ş.'ye bağlı olarak on sekiz okul faaliyet gösteriyor. Bu okullardan Taşkent Kız Lisesi de dahil olmak üzere, on üçü Anadolu Lisesi statüsünde. Ayrıca iki Ekonomi Lisesi, bir Bilgisayar Lisesi, bir Dil ve Bilgisayar Merkezi ve bir International School... Hepsi de fizik, kimya, biyoloji ve dil laboratuarlarının yanı sıra bilgisayarla donatılmış son derece modern okullar. Tamamı yatılı. Her yıl test sınavıyla kabul edilen öğrenciler, ilk iki yıl Türkçe ve İngilizce hazırlık okuyorlar. Ara sınıflarda Fizik, Kimya, Biyoloji ve Matematik dersleri İngilizce, Özbek Dili ve Edebiyatı, Âdabnâme, Beden Eğitimi, Özbekistan Tarihi ve Coğrafyası, Müzik ve Resim dersleri Özbekçe, bilgisayar ve meslek dersleri ise Türkçe okutuluyor. Yani Özbek-Türk okullarının öğrencileri, Rusça'yı da sayarsanız, dört dili ve bilgisayarı mükemmel bir biçimde öğrenmiş olarak mezun oluyorlar. Özbek-Türk Liseleri'ne her geçen gün ilgi artıyor; çünkü başarıları artık kanıtlanmış durumda. Gerek şehir ve ülke çapında yapılan biyoloji ve matematik olimpiyatlarında, gerekse uluslararası yarışmalarda ilk dereceleri her zaman bu okulların öğrencileri kazandıkları gibi, üniversiteye girişte de yüzde yüze yakın bir oranda başarı kazanıyorlar. Bu yıl Taşkent, Semerkant ve Fergana Özbek-Türk Liseleri'nden mezun olanların yüzde yüzü üniversiteye girmeyi başarmış. En düşük oran yüzde 75'le Namangan Lisesi'nde.. Öğretmenlere gelince, hepsi yeni mezun olmuş gençler. Kimi Boğaziçili, kimi ODTÜ'lü, kimi Marmara Üniversitesi'nden.. Diğer üniversitelerden mezun olmuş öğretmenler de var, fakat ağırlık bu üç üniversitede. Hepsi idealist, hepsi inanmış. Başka hiç bir ülke, başka hiç bir grup, bu kadar iyi yetişmiş, bu kadar idealist ve fedakâr eğitim ordusunu bir araya getiremez. İsterse bütün imkânlarını seferber etsin. Özellikle eğitim sahasında Orta Asya'da Türkiye ile rekabet edebilecek hiç bir ülke yok. Alperen ruhuyla bu mübarek coğrafyaya koşan genç ve dinamik insanların yaptığı iş, bir çeşit restorasyon. Orta Asya'nın insan malzemesine yönelik bir restorasyon. Yetmiş yıllık kapalı bir rejimin hem bizden, hem de kendi tarihinden ve kültüründen kopardığı Türk dünyası, sadece büyük şehirlere değil, adını bile duymadığımız ilçelere kadar uzanarak faaliyet gösteren bu okullar sayesinde hem kimliğini yeniden kazanacak, hem de eski kötü alışkanlıklardan kurtularak çağın dinamizmini yakalayacak gibi görünüyor. Taşkent'te üç liseyi gezdik; Taşkent Erkek Lisesi, Taşkent Kız Lisesi ve Ekonomi Lisesi. Öğrencilerinin bizim için hazırlayıp Türkçe, Özbekçe ve İngilizce sundukları ilginç programları izledik, sınıflara girip dersleri takip ettik. Öğretmenlerle, öğrencilerle sohbet ettik. Ve inanınız, hepsinin gözlerinde Türk dünyasının parlayan geleceğini gördük, sevindik, gururlandık. Devlet tarafından verilen ve ilgili şirketin imkânlarıyla restore edilerek pırıl pırıl okullar haline getirilen köhne binaların teslim alındıklarında ne halde olduklarını, birkaç gün sonra Carcov'da lisenin yeni taşındığı binayı görünce anlayacak ve şaşkınlıktan küçük dillerimizi yutacaktık. Bütün Orta Asya'yı ve Balkanlar'ı içinden kavramış, batıda Amerika'ya, doğuda Japonya'ya, kuzeyde Rusya'ya, güneyde Afrika'nın içlerine uzanan okullar dizisinin ardında, engin bir iman, inanılmaz bir hayal gücü, üstün bir beyin, şaşılası bir sabır ve tevazu yatıyor. Kısa vadede hiç bir getirisi olmayan muazzam bir yatırım; Anadolu'nun zengin gönüllü insanlarının inanma gücüne ve bu inancın tabii sonucu olan benzersiz hayır duygusuna ve cömertliğe dayanan akıl almaz bir proje.Çok değil, beş on yıl sonra, hem Türkçe'yi, hem İngilizce'yi şakır şakır konuşabilen, yetmiş yılın bütün kötü alışkanlıklarından arınmış, çalışkan ve öncelikle kendi ülkelerini sevmeyi öğrenmiş, tarihiyle, kültürüyle ve birbiriyle barışık seçkinlerin bütün Türk Cumhuriyetlerinde önemli mevkilere geldiklerini düşünebiliyor musunuz? Bu muazzam projenin temel hedefi sadece barış, kardeşlik ve yardımlaşmadır. Kısacası 'ebedî dostluk'. Hiç bir politik hedefi yok; birliği sadece gönüllerde sağlamaya yönelik benzersiz bir hümanizma projesi. Kaynağını müşterek tarihten alan bir hümanizma Çorba, Şeşlik Ve Pelavo Ekonomi Lisesi'nden Özbek-Türk Liseleri öğrencileri tarafından kafilemiz için hazırlanan gösteriyi izledikten sonra aynı lisenin yemekhanesinde geleneksel bir Özbek sofrasına oturduk. Etli, soğanlı, patatesli çorba -ki Özbekler kahvaltıda da büyük bir iştahla bu çorbadan içiyorlar- şeşlik ve pelavdan oluşan klasik Özbek yemeği. Şeşlik dedikleri bizim şiş kebap, fakat yarı yarıya yağ. Ayrıca bizdeki gibi terbiye edilmediği için olmalı, çok sert, sakız gibi, çiğne çiğne bitmiyor. Doğrusunu söylemeliyim, Özbekistan'da, İstanbul'da yediğim Özbek pilavlarının lezzetini bulamadım; damak zevkimin farklılığından mı, kullanılan yağdan mı, nedir, çok ağır geldi. Özbekistan büyük bir medeniyete beşiklik etmiş önemli bir ülke; bu bakımdan çok zengin bir mutfak kültürüne sahip olması gerekir diye düşünüyorsunuz, ama bakıyorsunuz her yemekte aynı üçlü: Çorba, şeşlik, pelav. Ve porselen piyâlelerle şekersiz içilen yeşil çay. Tabii kavunsuz ve narsız sofra düşünmek mümkün değil. Yeşil çaya ve kavuna bayıldığımı söylememe gerek var mı?Yemekten sonra Taşkent'teki genç ve başarılı işadamlarından Fuat Em'in evinde çaya davetliydik. Bu daveti sevdik: Çünkü havuzlu, kerevetli, çiçeklerle ve meyve ağaçlarıyla bezeli bir avludan geçilen tek katlı, bütün tavanları ve duvarları kalem işleriyle süslenmiş ve kalabalık aileye göre şekillenmiş hârika bir Özbek evi. Doğrusu Özbekistan'a kadar gidip de böyle bir ev görmeden dönseydim üzülecektim. Özbekler yüksek apartmanlarda yaşamaktan hiç hazzetmiyor, çok uzun bir yerleşiklik tarihine sahip olmakla beraber, açık ufuklara düşkün göçebe atalarından kalma bir hassasiyetle, tek katlı, insanın tabiatla irtibatını koparmayan ve ayaklarını yerden kesmeyen evlerde yaşamak istiyorlar. Taşkent değilse de, Semerkant ve Buhârâ, belki de dünyanın en yaygın ve yatay şehirleri. Ne kadar insanî. Ertesi akşam da bizi çiğ köfte yemeye davet eden Fuat Em'den kısaca söz etmeliyim; Jissax'taki liseyi tek başına finanse eden bu Diyarbakırlı genç ve sempatik işadamı, son günlerde, Özbekistan'daki bütün Türk işadamları gibi zorda. Çünkü Özbek devleti, kısa bir süre önce, yabancı şirketlerin ithalatçı firma gibi çalışmalarından ve ülke dövizini getirdiği mal bedeli olarak sürekli transfer etmelerinden rahatsızlık duymuş ve bisküvi, çikolata, ciklet gibi gıda maddelerine ödenen dövizin israf olduğu belirtilerek bankalarda bekleyen paraların konverte edilmeyeceği, kalanın da yüzde otuz zayiatla konverte edileceği bildirilmiş. Daha da önemlisi, Özbekistan genelinde faaliyet gösteren firmaların yüzde 75'inin konvertasyon hakkı önceden duyuru yapılmaksızın iptal edilmiş. Ekim başında uygulamaya konulan bu beklenmedik karar Türk işadamları arasında büyük bir paniğe yol açmış bulunuyor. Öz sermayeleri güçlü olmayan firmalar ise şu anda iflasın eşiğinde. Bizim Taşkent'e indiğimiz gün, Özbek-Türk İşadamları Derneği (UTİD), Türkçe Konuşan Ülkeler Zirvesi için gelen Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e bu önemli meseleyi İslam Kerimov'a aktarması ricasında bulunmuşlar. Çünkü 'Kerimov cenapları'nın kararın asıl mahiyetinden haberi olmadığına inanıyorlar. Bu mesele, grubumuza 22 Ekim'de ziyaret ettiğimiz UTİD Genel Merkezi'nde Genel Müdür Cemal Hamarattürk'le daha sonra Taşkent'teki güçlü Türk işadamlarından biri olan ve kısa bir süre önce bir süper market açan Ahmet Demir tarafından da enine boyuna anlatıldı. Ahmet Bey'e göre, bu emri vakiye razı olunduğu takdirde, hem Özbekistan'da, hem de Türkiye'de ihracat ve üretimle uğraşan pekçok işadamı ve sanayici işlerini kaybedecekler. Cumhurbaşkanı Demirel, Türk işadamlarının bu büyük problemini İslam Kerimov'a aktardı mı, aktardıysa nasıl bir cevap aldı, henüz bilmiyoruz.

Emir Timur Ve Nevâî

Taşkent'teki ilk günümüz, aynı zamanda Türkçe Konuşan Ülkeler Zirvesi'nin ve Timur'un doğumunun 660. yıl dönümü dolayısıyla düzenlenen şenliklerin başladığı gündü. Her yerde ve her vesile ile tebcil edilen bu büyük cihangir, bizim tarihimizde tatsız hatıralar bırakmışsa da, Özbek halkının kimlik arayışında çok önemli bir figür. Doğum yıldönümü münasebetiyle yapılan büyük heykeli Semerkant'ta Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından açıldı. Sovyetler Birliği döneminde de Özbek tarihinin önemli figürleri sürekli gündemde tutuluyordu; ancak bağımsızlık kazanıldıktan sonra millî kahramanları ve millî kimliğin inşasında önemli rol oynayan büyük şairlerin yeniden keşfi yolunda hummalı bir faaliyet başladı. Hemen her şehirde bir Nevâî heykeliyle karşılaşmak mümkün. Taşkent'te Ali Şir Nevâî Operası, Müzesi, Caddesi, Parkı ve devâsâ bir heykeli var. Semerkant'ta büyük şairi yakın dostu Molla Câmi ile birlikte gösteren bir heykele rastladım. Büyük bir devlet adamı, musikişinas, hattat, gramerci ve devrinin en ünlü sanat koruyucusu (mesen) olan Ali Şir Nevâî (Ö.1501), tesiri bütün Türk dünyasından yüzyıllarca derinden hissedilen çok güçlü bir şairdi. Latifî Tezkiresi'nde onun şiirlerinin ilk defa Basîrî adlı bir şair tarafından Osmanlı ülkesine getirildiğinden söz edilir. Esasen, lehçeleri ne kadar farklı olursa olsun, bütün Türk şairleri, şiir dünyalarını müşterek bir kültür ve inanç zemini üzerine kurdukları, aynı efsaneleri, aynı 'legende'ları ve aynı sembolleri kullandıkları için birbirlerini anlamakta hiç güçlük çekmiyorlardı. Nitekim Nevâî'nin şiirleri Anadolu'da çok büyük bir ilgi ve hayranlıkla karşılanmış. Nedim ve Şeyh Galib gibi divan şairleri, onun şiirlerini anlayabilmek için Doğu Türkçesi öğrenmiş, hatta gazellerine nazireler yazmışlardı. Nevâî dili için hususi lügatler bile yapılmıştı. Nevâî'nin önemli bir özelliği daha vardı: Devrinde bir çeşit millî uyanışı temsil etmesi. Firdevsî'nin Şehnâmeyle Farsça'yı diriltmesi gibi Türkçe'yi diriltmiş, bu iki dili karşılaştırdığı Muhakemetü'l-Lügateyn adlı eserinde Türkçe'nin üstünlüğünü savunmuştu. Büyük şair, gençliğinde geleneğe uyarak Farsça şiir söylediğini, ancak daha sonra güzelliğini ve inceliklerini fark ettiği Türkçe'ye döndüğünü söyledikten sonra şöyle diyordu: 'O zaman, gözlerimin önünde on sekiz bin âlemden daha geniş bir âlem belirdi. O âlemin süslerle dolu göğü bana dokuz felekten daha yüksek göründü. İncileri yıldız cevherlerinden daha parlak olan erdem hazinesi bana açıldı. Orada gülleri gökteki yıldızlardan daha parlak, içine yabancı ayağı girmemiş, yabancı eli değmemiş bir gül bahçesine rastladım.'Bu gül bahçesinden bir daha çıkmayan Nevâî, divanı, hamsesi ve diğer eserleriyle bütün Türk ve Türkmen ülkelerinde dil ve kültür birliğini büyük ölçüde sağlamıştı.Yeri gelmişken, Özbek yazarların tarihî şahsiyetlerin hayatlarını romanlaştırmayı çok sevdiklerini, mesela Ali Şir Nevâî'nin hayatını M.T. Aybek'in 'Nevâî' adlı romanında anlattığını hatırlatmak isterim. Pirim Kadir 'Yıldızlı Geceler'de Babür'ü, yaşayan en büyük Özbek romancılarından Adil Yakuboğlu ise 'Uluğ Bey'in Hazinesi'nde Timur'un torunu, büyük astronomi bilgini ve büyük hükümdar Uluğ Bey'i anlatır. Aynı yazar, 'Köhne Dünya'da da Bîrûni'yi ele almıştır. Bu romanların, konu alınan şahısların tarihî gerçeklere sadık kalınarak anlatıldığı, roman sanatı açısından da belli bir seviyenin çok üstüne çıkmış eserler olduğunu özellikle belirtmeliyim.Özbekistan'da Nevâî adlı bir de şehir var. Ama aslında bütün Özbekistan bir bakıma Nevâî demektir.

Yollar Cetvelle Çizilmiş Gibi

Taşkent'i yeterince tanıyabildik mi? O kadar kısa sürede bu mümkün değildi. 1966 depreminde haritadan âdeta silindiği için yeni baştan inşa edilen Taşkent, geniş caddeleri, heykellerle süslenmiş parkları, bahçeleri, görkemli kamu binalarıyla hemen etkiliyor insanı Orta Asya'da metroya sahip tek şehir. Eski Taşkent tek tük kalmış âbidelerde nefes alıp veriyor.Programa göre, şehirler arasında hep uçakla seyahat edecektik; fakat karayolunu tercih ettik, çünkü bu çok daha öğretici olacaktı. 23 Ekim sabahı erkenden kalktık, sigara tiryakilerini bir otomobile koyup küçük bir konvoy halinde Semerkant'a doğru yola koyulduk. Bizim arabamız bir minibüstü. Meyve bahçeleri ve pamuk tarlaları arasında, uçsuz bucaksız ova boyunca cetvelle çizilmiş gibi uzayıp giden yollar, tahminimizin de üstünde iyiydi. Bir süre sonra dikkatimi çekti; hiç trafik işareti görmemiştik. Yolları bilmeyen birinin eski Sovyet cumhuriyetlerinde yolunu bulup istediği yere gitmesi imkânsız gibi bir şey. Esasen eski dönemde buna pek ihtiyaç hissedilmiyordu; çünkü seyahat hürriyeti yoktu, üstelik şehirden şehire geçmek için vize gerekiyordu. Mehmet Aslan vize uygulamasının yabancılar için hâlâ devam ettiğini; ancak iki ülke arasında yapılan bir anlaşmayla Türk vatandaşları için bu zorunluluğun kaldırıldığını söyledi. Yol boyunca dikkatimizi çeken bir başka şey de, otomobillerin vb. polisler tarafından sık sık durdurulmasıydı. Biz de defalarca durdurulduk, ancak rehberimiz Âlim inip polislerle konuşuyor ve biz beklemeden yolumuza devam ediyorduk. Daha sonra açıkladılar; meğerse yolda yakalayabildikleri herkesi pamuk toplamaya sevk ediyorlarmış. Aslında pamuk toplama mevsimi bitmiş, fakat bazı şehir hakimleri kendilerine verilen kotayı dolduramadıkları için pamuk namına ne kaldıysa toplatmak zorundaymışlar. Türkçe'yi çok iyi konuşan Özbek rehberimiz Âlim'in polise gösterdiği kimlik kartının gücü sayesinde bizler her seferinde paçayı kurtarıyormuşuz.Özbekistan'ın en büyük zenginliğinin pamuk ve altın olduğunu bilmeyen yok. Pamuk toplama mevsimi gelince, zengin fakir, işçi memur denilmeden bütün halk seferber ediliyor, hatta okullar kapatılarak bütün öğrenciler pamuk tarlalarına sevk ediliyor Özbek-Türk okullarının öğrencileri hariç...Saat 10.00'a doğru Jissax'a vardık ve hiç oyalanmadan liseye gittik. Kahvaltıdan sonra yolumuza devam edecektik. Bütün giderlerini -yukarıda da ifade ettiğim gibi- Taşkent'teki Türk işadamlarından Fuat Em'in karşıladığı bu lisede de, diğerlerinde olduğu gibi, üniversiteden yeni mezun olmuş gencecik öğretmenler, akılalmaz bir fedakârlıkla ve tahmin edilemeyecek mahrumiyetlerle boğuşarak görev yapıyorlar. Bunu belirterek takdir hislerimizi ifade ettiğimiz zaman büyük bir alçakgönüllülükle, severek görev yaptıklarını ve görev yerlerini Türkiye'den hiç farklı görmediklerini, aynı aşkla, heyecanla hizmet verdiklerini söylediler.

Semerkant'ta Bir Masal Mimarisi

Jissax Özbek-Türk Lisesi öğretmenlerinin hazırladığı nefis kahvaltıdan sonra tekrar yola koyulduk ve saat 14.00 sularında Semerkant'a vardık ve hiç vakit kaybetmeden Semerkant Özbek-Türk Anadolu Erkek Lisesi'ne gittik. 12 öğretmenin görev yaptığı, halen 203 öğrencisi bulunan bu lise de, Taşkent'te ziyaret ettiğimiz liseler gibi, her türlü teknik imkânla donatılmış. Bütün liselerin müdürleri gibi, Semerkant Lisesi'nin Türk müdürü Mehmet Gıcıroğlu da öğrencilerinin bilim olimpiyatlarında kazandıkları büyük başarıları gurur duyarak anlatıyor.

Semerkant, ah Semerkant!

Ne yazık ki, çocukluğumdan beri hayalimde yaşattığım bu güzel şehirden ertesi sabah erkenden ayrılmak zorundaydık, yani çok az zamanımız vardı. Daha önce hazırlanan ve epeyce aksayan programa göre, Yabancı Diller Enstitüsü'nün rektörü Prof. Dr. Yusuf Abdullah'ı ziyaret edecektik. Genç ve heyecanlı bir rektör olan Yusuf Abdullah, bütün önemli dillerin öğretildiği enstitüyü ve Timur şenlikleri münasebetiyle açılan resim sergisini gezdirirken bir de müjde verdi: Yakında Türkiye Türkçesi ve Türk kültürünün öğretileceği bir bölüm açılacaktı. Silm A.Ş.nin finanse edeceği bu bölüm için ayrılan mekânın restorasyonuna halen büyük bir hızla devam ediliyor.Niyetimiz enstitüden ayrıldıktan hemen sonra Registan Meydanı'na gitmekti. Uluğ Bey, Tille Kârî ve Şir Dar medreselerinin kuşattığı bu muhteşem meydanın Timur şenlikleri dolayısıyla 25 Ekim'e kadar kapalı olduğunu öğrenmek, kafilemizde derin bir hayal kırıklığına sebep olduysa da, imdadımıza Prof. Dr. Yusuf Abdullah yetişti, bize refakat ederek görevlilerle görüştü ve o muhteşem güzelliği kısa bir süre tatmamızı sağladı. Bu bir masal mimarisiydi; büyük bir titizlikle restore edildiği için geçmişteki ihtişamına âdeta yeniden doğan Registan'da sessizlik sağlanabilse, Uluğ Bey'in ayak seslerini ve kaftanının hışırtısını duyabilirdiniz. O gece verilecek konser için meydana kurulan sahne, oturma yerleri ve aydınlatma sisteminin kabloları, spotları vb. o mekâna ne kadar yabancı duruyordu.Özbekistan'da dikkatimizi ilk bakışta çeken hummalı bir restorasyon faaliyeti var. Bütün tarihî yapılar, asıllarına uygun olarak bir bir elden geçiriliyor. Bu, aynı zamanda Özbekistan'da bağımsızlığın hemen ardından başlayan büyük kimlik arayışının tabii sonuçlarından biri. İslam medeniyetinin Mâverâünnehir'deki muhteşem tezahürleri kafilemizdeki herkesi hayranlıktan hayranlığa sürüklüyor. Mustafa Özel ve Ali Bulaç, bu coğrafyaya daha önce yeterince eğilmedikleri için hayıflanıyorlar. Özel 'Burası İslam medeniyetinin kara deliği' derken, Bulaç 'Bu tarih bunları bir daha bırakmaz!' diye söyleniyor.

Şahin Alpay'ın dili hayretten ve hayranlıktan tutulmuş gibi. Ali Bayramoğlu bilgi edinme telaşında. Ve aslında hepimiz, mensup olduğumuz tarih ve medeniyet hakkında ne kadar bilgisiz olduğumuzu -açıkça itiraf edemesek de-derinden hissediyoruz.Allahım, Semerkant'ta görülecek ne kadar çok yer var ve bizim zamanımız ne kadar az! Hemen arabalara doluşup Gûr-ı Emir'e, yani Emir Timur'un türbesine geçiyoruz. Muhteşem cihangirin muhteşem türbesine. Firuze çinilerle kaplanmış, alt kısmı şişkin bir soğana benzeyen dilimli bir kubbe. Timur, ayrıca bir iç kubbesi bulunan türbede, hocasının ayakucunda yatıyor. Sandukası siyah yeşim taşından. Ailesinden önemli şahsiyetlerin, mesela Uluğ Bey'in de yattığı bu türbe, Semerkant'taki diğer eserler gibi büyük bir titizlikle restore edilip ziyarete açılmış.

'Ölümsüz Şah'ın Huzurunda

Âdeta zamanla yarışıyorduk, vakit ikindiyi çoktan geçmişti ve biz bu gidişle güzelim Semerkant'ın çok az bir kısmını görebilecektik. Gûr-ı Emir'den sonra vakit kaybetmeden Şah Zinde'ye gittik.Şah Zinde Camii ve türbeleri, Semerkant'ta, bir tepenin yamacında inşa edilmiş, gittikçe yükselen âbidevî bir bütün teşkil etmektedir. Girişinde restorasyon faaliyetlerinin devam ettiği komplekse belli bir noktaya kadar merdivenlerle çıkılıyor ve iki tarafında Timur'un ailesinden kişilere ve kumandanlarına ait türbelerin yer aldığı dar bir koridorlardan Şah Zinde türbesine ulaşılıyor.Halkın Şah Zinde (Diri, ölümsüz şah) dediği peygamberimizin amcası Hz. Abbas'ın oğlu Kusem'dir. Sevgili Peygamberimiz'in 'Ailemden bana en çok benzeyen' dediği Kusem, bir rivayete göre, Semerkant'a Said b. Osman'la birlikte 676 yılında gelmiş. Şehit edildiğine veya eceliyle vefat ettiğine dair birbirini tutmayan rivayetler var. Halk ise onun ölmediğine, kendisini öldürmek isteyen 'küffâr'ın elinden kurtulup mucizevî bir biçimde önünde açılan bir kayaya girdiğine inanır. Kusem'i içine aldıktan sonra kapanan kayanın bulunduğu yere daha sonra bir türbe yapılmış. On ikinci asırdan beri önemli kişilerin, peygamberimizin yeğenine duydukları saygının bir nişanesi olarak onun yanına gömülmek istediklerini biliyoruz. Türbenin İbni Battuta tarafından yapılan ayrıntılı tasvirine bakılırsa, bugünkü türbe daha sonra inşa edilmiş olmalı. Şah-ı Zinde türbelerinin arasında, bir çeşit zaman tünelini andıran serin ve sessiz koridorda yürürken, İstanbul'da Eyüp Sultan'da ve Bursa'da Muradiye'de yaşadığınız duyguların aynısını yaşıyorsunuz. Üstelik karşınıza bir de hemşehriniz çıkıyor: Kadızâde-i Rûmî. Asıl adı Musa Paşa olan bu büyük astronomi bilgini tahsilini Bursa'da tamamlamış ve daha sonra gittiği Türkistan'da Uluğ Bey tarafından Semerkant Rasathanesi'nin başına getirilmişti. Onun talebelerinden Ali Kuşci de İstanbul'a gelerek Fatih'in hizmetine girdi. 1449 yılında ölen Kadızâde-i Rûmî'nin türbesi, Şah Zinde'deki türbelerin en güzellerinden biri.

İmam Buhârî'yi Ziyaret

Ne yazık ki, Uluğ Bey'in ve Kadızâde-i Rûmî'nin birlikte çalıştıkları rasathaneyi göremedik. Aslında Semerkant'ta daha görmemiz gereken çok sayıda tarihî yapı olduğunu biliyorduk; fakat bu kadarla yetinmek zorundaydık. Ertesi sabah yine çok erkenden Buhârâ'ya doğru yola çıkmamız gerekiyordu. Önce Semerkant'a yaklaşık otuz kilometre mesafedeki Çerek tümenine uğrayıp Hoca İsmail Buhârî'nin türbesini ziyaret edecektik. Yollarda herhangi bir işaret olmadığı için Çerek'e giden yolu farkına varmadan epeyce geçmişiz; mecburen yaşlı bir Özbek'in tarifine göre başka bir yoldan girdik ve geniş bir kavis çizerek sonunda büyük muhaddisin türbesine ulaştık. Tam bir buçuk saat kaybetmiştik. 810'da Buhara'da doğan Buhârî, bilgisinden istifade etmek isteyen herkesi kabul eder, fakat saraylara gitmeyi ilmi küçük düşüren bir davranış olarak gördüğü için devlet adamlarından mümkün olduğu kadar uzak dururmuş. Nitekim bir keresinde el-Câmiu's-Sahih'ini ve diğer eserlerini kendisinden dinlemek isteyen Horasan Valisi Halid b. Ahmed ez-Zühlî'nin davetini reddeder ve eğer gerçekten istiyorsa hadis okuttuğu mescide gelmesi gerektiğini bildirir. Buhârâ valisinin sadece kendi çocuklarına ders vermesi yolundaki isteğini de ilmin belli insanlara tahsis edilemeyeceğini söyleyerek reddetmiştir. Bunun üzerine vali, bazı adamları vasıtasıyla Buhârî'nin ehlisünnetle bağdaşmayan fikirlere sahip olduğu söylentisini yayar, sonra bu iddiaya dayanarak onu Buhara'dan sürer. Semerkant'a gitmek üzere yola çıkan Buhârî, bu şehre üç mil mesafede bulunan Hartenk kasabasındaki akrabalarını ziyaret eder, fakat orada hastalanarak Hicri 256 yılının Ramazan bayramı gecesi vefat eder (870).Buhârî'nin yeni adı Cerek olan Hartenk'te yattığı türbenin etrafında zamanla bir külliye oluşmuş. Türbe, kare planlı, dört tarafı açık, üzeri firuze çinilerle kaplı küçük bir kubbeyle örtülmüş zarif bir yapı. Titiz bir biçimde restore edilmiş. Biz gittiğimizde çevre düzenleme çalışmaları henüz devam ediyordu.

Gucdivan'dan Buhârâ'ya

Buhârâ şehir hakimiyle saat 11.00'de randevumuz vardı, fakat yetişmemiz imkansızdı. Çünkü Cerek'ten saat 09.00 sularında ayrılabilmiştik, yani daha dört beş saatlik yolumuz vardı. Kahvaltı da etmemiştik, niyetimiz yolda, bir samsahanede mola vermekti. Samsa, Özbeklerin sofralarında eksik etmedikleri, içi baharat, soğan ve kuşbaşı etle doldurulmuş bir çeşit börek. Okullardan birinde balkabağıyla doldurulmuş bir türünü de yedik.Yol boyunca börek yiyebileceğimiz bir samsahane bulmak mümkün olmadı. Hemen hepsinde balık vardı; Özbekler kahvaltıda sadece etli çorba içmiyor, büyük bir iştahla pamukyağında kızartılmış balık da yiyorlar. Tabii, sabah sabah hiç birimizin midesi balığı kaldıracak gibi değildi. Sonunda 'Börekler on beş dakikada hazır!' diyen yaşlı bir Özbek'in samsahanesinde bir saatten fazla zaman kaybettik.Madem Buhârâ şehir hakimiyle görüşme şansını kaybetmiştik; o halde Gucdivan'a uğrayabilirdik, böylece zaman kazanmış olacaktık. Gucdivan (Gıjduvan), Nakşibendiyye silsilesinde önemli bir yeri bulunan Abdülhâlik-ı Gucdivânî'nin türbesinin bulunduğu tümen. Rivayete göre, Bahâeddin Nakşibend, birgün Buhara'da mezarları dolaşırken kendisinden bir asır önce yaşayan Gucdivânî'yi ve ona kadar ulaşan sufileri mânâ âleminde müşahede ve Gucdivânî'ye intisap ederek Üveysî lakabını alır. Nakşibendiyye geleneğine göre, bu olay Bahâeddin'in ruhî hayatını derinden etkileyerek cehrî zikirden hafî zikre geçmesine yol açmıştır. 1960'ların Anadolu kasabalarını hatırlatan Gucdivan'da Abdülhâlik-ı Gucdivânî'nin türbesinin de bulunduğu külliyeyi ziyaret ettikten sonra yola koyulduk. Buhârâ'ya vardığımızda saat aşağı yukarı 15.00 olmuştu. Hiç vakit geçirmeden şehrin en merkezi yerinde faaliyet gösteren Özbek-Türk Buhârâ Erkek Lisesi'ne gittik.

1992-1993 öğretim yılında açılan lisede halen 225 öğrenci eğitim görüyor. Okulun Türk müdürü Fatih Rüştü Zor, verdiği brifingde, daha önce ziyaret ettiğimiz müdürler gibi, öğrencilerinin bilim olimpiyatlarında kazandıkları büyük başarılardan -haklı olarak- gururla söz etti. Buhârâ Lisesi de Taşkent ve Semerkant'ta ziyaret ettiğimiz liseler gibi her türlü imkâna sahip; matematik, fizik, kimya, biyoloji, bilgisayar, İngilizce ve Türkçe dersleri Türkiye'den giden genç ve idealist öğretmenler tarafından veriliyor. Buhârâ, her köşesinden tarihin ve ruhaniyetin fışkırdığı mübarek bir belde, İslam medeniyetinin adı hemen her zaman Semerkand'la birlikte anılan en önemli merkezlerinden biri. Bu şehri tam kavrayabilmek için ve tadına varabilmek için hiç değilse bir haftanızı ayırmalısınız. Bizim gibi birkaç saat kalacaksanız, ancak belli başlı mekânları görebilirsiniz. Nitekim biz de Buhârâ emirlerinin ikamet ettikleri Ark Kalesi'ni, onun hemen karşısındaki nefis ahşap sütunlarıyla tanınan Bala Havuz Camii'ni, Mir Arap Medresesi'ni ve Kalan Camii'ni alelacele ziyaret ettikten sonra kalan vaktimizi Şah-ı Nakşibend külliyesine ayırdık. Şâh-ı Nakşibend'e geçmeden önce Buhârâ şehrine adamakıllı hakim olan 47 metre yüksekliğindeki muhteşem Kalan minaresinden kısaca söz etmeliyim. Karahanlı devri hatıralarından biri olan minare, kitabesine göre, Aslan Han tarafından 1127 yılında yaptırılmış. Malzemesi tuğla. Aşağıdan yukarıya doğru incelen kalın bir silindir ve bu silindirin sekiz kuşak halinde geometrik rölyeflerle bir dantele gibi işlendiğini düşünün. Zarif bir köşkü andıran şerefesinin altında iki renkli mozaik çinilerden palmetler dikkatinizi hemen çekiyor. Kitabe ise kare çini levhalar halinde kabartma kufi ile yazılmış. Hasılı bakmaya doyamadığınız yekpare bir güzellik.

Ve Şâh-ı Nakşibend

Kasrıârifan'a vardığımızda güneşin batmasına çok az zaman kalmıştı. Bahaeddin Nakşibend'in vasiyetine uyarak önce annesinin mütevazı kabrini ziyaret ettik, sonra kendisinin. Bahaeddin Nakşibend, 1318 yılında şimdiki adı Kasrıârifan olan Kasrıhinduvan köyünde doğmuş ve daha üç günlük bebekken dedesinin mürşidi Baba Muhammed Semmâsî tarafından manevi evlat olarak kabul edilerek tasavvufî terbiyesi için Emir Külâl'e emanet edilmiş. Uzun yıllar Emir Külâl'in yanında kalan Bahâeddin, Abdülhâlik-ı Gucdivânî'den söz ederken kısaca özetlediğimiz ruhî hadiseleri yaşar. Uzun süren bir müritlik döneminden sonra doğduğu köye dönerek irşat faaliyetlerine başlar ve 1389 yılında vefat eder. Daha sonra Bahâeddin (Baveddin) adıyla anılmaya başlanan Kasrıârifan'daki türbe, Nakşibendiyye yayıldıkça önem kazanır ve ünlü bir ziyaret yeri haline gelerek etrafında geniş bir külliye oluşur.Türkiye'den çeşitli kurumların da yardımıyla, restore edilen Şâh-ı Nakşibend külliyesi, bütün Orta Asya Müslümanlarının sürekli ziyaret etitkleri, ruhaniyetiyle ziyaretçilerini derinden etkileyen ve Buhârâ ile özdeşleşen bir mekândır.Şah-ı Nakşibendi'n mürşitlerinden Emir Külâl'in türbesinin de üç kilometre mesafedeki bir köyde olduğunu öğrenmiştik. Rahim Er, Ali Bayramoğlu ve ben, kafileden koparak bir 'çömlekçi' şeyhi de ziyaret ettik. Doğrusu ben Emir Külâl'i Emir Sultan'ın babası sanıyordum; bu bilgimin yanlış olduğunu dönüşte bu yazıyı yazmak için literatürü gözden geçirirken anladım. Emir Sultan'ın babasının adı da Emir Külâl, o da Buharalı. Fakat ikisi aynı şahıs değil. Güneş batarken ziyaret ettiğimiz Emir Külâl türbesi yeni bir bina. Kare planlı, etrafı revaklı bir bölmeyle çevrilmiş ve üzeri Hint mimarisinin tipik kubbelerine benzeyen küçük bir kubbeyle örtülmüş pırıl pırıl bir türbe. Mezartaşında 'Hâce-i hâcegân hazret-i Şemseddin Emir Külâl kuddise sırrahu' yazılı. Yaşlı ve sevimli Özbek türbedar bizi büyük bir muhabbetle karşıladı. Emir Külâl ve müridi Şah-ı Nakşibend hakında konuştuk ve ne kadar rahat anlaştık.

Türkmenistan Yolunda

Randevumuza zamanında gelemediğimiz için görüşme imkânı bulamadığımız Buhârâ şehir hakiminin bizi ağırladığı ihtişamlı Devlet Konukevi'nde deliksiz bir uyku çektikten sonra 25 Ekim sabahı erkenden yola koyulduk. İstikamet Türkmenistan. Önce Carcov şehrine uğrayacağız ve buradaki liseyi ziyaret ettikten sonra uçakla Aşkabat'a geçeceğiz. Türkmenistan'da daha itibarlıyız, çünkü Türkmenbaşı'nın mihmanları olarak gidiyoruz. 27 Ekim Pazar günü Garaşsızlık Bayramı törenlerine katılacağız.Gümrükten biraz bekletilmekle beraber problemsiz geçtik. Amuderya üzerindeki sal benzeri yüzer bloklardan oluşan uzun köprü doğrusu son derece ilgi çekiciydi. Dev TIR'ların bile geçebildiği bu köprü sel zamanlarında kıyıya çekilebiliyormuş. Üzerine ağırlık binen blok suya battığı için diğer bloklar yukarıda kalıyor. Bunun için görevliler trafiği büyük bir maharetle idare ederek ağırlıkları eşitliyor ve küçük araçlara yol veriyorlar. Daha önce geçtiğimiz Sirderya ve Amuderya doğrusu muhteşem nehirler. Boşuna 'derya' denilmemiş. Ve gümrükte kuyruğa girmiş TIR'lar. Çoğu Türk TIR'ı, şoförlerden kimi başını direksiyona dayamış uyuyor, kimi kayıtsız gözlerle etrafı seyrediyor, kimi de derin nefesler çekiyor sigarasından. El sallayıp selam veriyoruz. Türk olduğumuzu anlayınca sevinçli yüz ifadeleriyle selamımızı alıyorlar. Sonra TIR'lardan birinin arkasında yazılı lafa gülüyoruz: 'Her geçen günlerimi boşuna harcamışım arkadaş!'Türkiye'den binlerce kilometre uzakta karşımıza çıkan bu TIR'lar aslında Türkiye'nin dinamizmini ve kabuğunu kırma çabasını çok iyi anlatıyor. Özbekistan'dan Türkmenistan'a geçer geçmez yolların kalitesindeki düşüş, iki ülke arasındaki ekonomik seviye farkını ve SSCB döneminde eşit önemde kabul edilmediklerini gösteriyor. Carcov şehri de, Taşkent, Semarkant ve Buhara'dan sonra doğrusu gözümüze bir kasaba gibi göründü. Ve Carcov Lisesi'ni görünce ilk anda büyük hayal kırıklığına uğradık. Dıştan bakılınca döküldüğü izlenimini veren okula meğerse yeni taşınılmış. Eğer Özbek-Türk okullarına verilen bütün binalar restorasyondan önce böyleyse, gerçekten büyük iş başarılmış diye düşünmeden edemedik. Hem Garaşssızlık Bayramı dolayısıyla okulların tatil olması, hem de devam eden onarım çalışmaları dolayısıyla Carcov Lisesi'ni gezemedik. Irmak Magazini'ni (magazin, mağaza demek) işleten Türk işadamının Türkmen ortağı tarafından verilen yemeğe katıldıktan (bu yemekte arkadaşlarım bol pamuk yağında kızartılmış etler ve balıklarla boğuşurken nutuk atma görevi bana düşmüştü) sonra biraz dinlendik ve havaalanına gittik.18.30'da kalkan yirmi dört kişilik uçağımız -bu kadar küçük bir uçağa birçoğumuz ilk defa biniyorduk- Aşkabat'a indiği zaman, Türkmenistan hakkındaki ilk intibamız birden silindi. Alarko tarafından yapılan havaalanı, Taşkent Havaalanı'yla mukayese edilemeyecek kadar güzel ve moderndi. Karşılandık ve Aşkabat'ın merkezindeki Türkmenistan Oteli'ne götürüldük. Restorasyon ve tefriş atı henüz tamamlanmadığı halde Garaşsızlık Bayramı münasebetiyle geçici olarak açılmış olan otelin ilk misafirleri bizlerdik.Gece girdiğimiz Aşkabat'ın güzelliği ve modernliği doğrusu hepimizi şaşırttı. Nerede olduğumuzu bilmesek, kendimizi modern bir Avrupa şehrinde zannedebilirdik. Bayram dolayısıyla ışıl ışıl aydınlatılmış geniş yollar, pırıl pırıl binalar, parklar... Üç dört yıl öncesinin Aşkabat'ını bilenler, aradaki farkın inanılmaz olduğunu söylüyorlardı. Hızlı bir ekonomik gelişme ve buna bağlı hummalı bir imar faaliyeti. İmza: Türk işadamları. Türkmenistan'da pazarın aşağı yukarı yüzde seksenine Türk işadamları hakim. Tekstil ve inşaat sektörlerinde çok ciddi yatırımlar yapılmış. Son birkaç yılda yirmi kadar tekstil fabrikası kurulmuş. Bu bakımdan Türk işadamlarının itibarı son derece yüksek. Tekstil alanında büyük yatırımlar yapan Çalık Grubu'nun başkanı Ahmet Çalık, aynı zamanda Tekstil Bakan Yardımcısı. Sadece Çalık mı? Türkmenistan'da üç bakanlıkta Türkler bakan yardımcısı olarak görev yapıyorlar.. Türkmen-Türk okullarına bakan Muammer Türkyılmaz da Milli Eğitim Bakan Yardımcısı.Biz gitmeden birkaç gün önce, Türkmenistan'a hizmet eden bazı işadamlarına, eğitimcilere ve Zaman Gazetesi'nin temsilcisi Varol Bektaş'a, bizzat Türkmenbaşı tarafından vatanseverlik madalyası ve Türkmenistan pasaportu verilmiş. Hepsinin bayram süresince yakalarında gururla taşıdıkları madalyalar, aynı zamanda Türkiye'nin Türkmenistan'daki yüksek itibarını gösteriyor. Unutmadan söylemeliyim: Zaman gazetesi Türkmenistan'da haftalık olarak ve dört sayfa halinde yayımlanıyor. Tirajı yirmi bin, ama elli bine kadar yükselme potansiyeline sahip. Aşkabat'ta kaldığımız sürece çok yakın ilgisini gördüğümüz Varol Bektaş, en büyük sıkıntının kağıt olduğunu, bu sıkıntıyı aştıkları takdirde sekiz sayfaya çıkacaklarını söyledi. O gece, bizi havaalanında karşılayarak arabasıyla otelimize götüren, üstelik cep telefonundan evlerimizi aramamızı sağlayan değerli iş adamlarımızdan Ali Birsen Bey'in davetlisi olarak otelimize iki yüz metre mesafedeki Florida Restaurant'ta zevkli bir akşam yemeği yedik. Amerikalı değil, Tayfun Tatlıdil adında genç bir Türk işadamı tarafından işletilen Florida Restaurant, Aşkabat'ta üst tabakaya ve yabancılara hitap eden son derece lüks bir lokanta. Unutmadan söylemeliyim; Florida Restaurant'ta, fırsattan istifade, bol bol su içtik. Yolculuk boyunca yaşadığımız en büyük sıkıntılardan biri içme suyu bulamamaktı. Özbekler de, Türkmenler de sadece gazlı su içiyorlar.

Türkmen-Türk Mektepleri

Ertesi gün (26 Ekim) ziyaret ettiğimiz ilk yer Turgut Özal Türkmen-Türk Lisesi oldu. Eşine Türkiye'de bile az rastlanır modernlikte bir lise. 1992-1993 eğitim yılında açılan ve büyük başarılara imza atan bu güzel okulu bir baştan bir başa hayranlık içinde gezdik.Okullardan sorumlu genel müdür Seyit Embel'in verdiği bilgiye göre Aşkabad'da Turgut Özal Lisesi'nden başka bir Ekonomi Lisesi, bir Teknik Lise ve bir de Kurs Merkezi faaliyet gösteriyor. Başkent A.Ş.'nin lise açtığı diğer Türkmenistan şehirleri de şunlar: Merv, Bayramali, Carcov, Daşhovuz, Nebitdağı, Türkmenbaşı, Köhne Ürgenç, Tecen, Büzmeyn. 197 öğretmen ve 138 belletmenin görev yaptığı bu liselerde, İngiliz, Türk ve Türkmen dillerinde Anadolu Liseleri programı uygulanıyor. Hepsinde yabancı dil, fen, sosyal, kimya, biyoloji ve bilgisayar laboratuvarları var. Şu anda bütün okullarda toplam 2813 öğrenci eğitim görüyor. Bu öğretim yılında Türkmenistan çapında yapılan bilim olimpiyatlarına gelince: 10 birincilik, 6 ikincilik, 7 üçüncülük, 4 dördüncülük... Yani Özbek-Türk Liselerinde olduğu gibi, büyük bir başarı. Bu başarı sebebiyle Türkmen-Türk Liseleri'ne halkın rağbeti her geçen gün artıyor.Kısacası, Türkmenbaşı'nın tam desteğini alan Türkmen-Türk mektepleri, Türkmenistan'ın gelecekteki seçkinlerini yetiştiren gözde okullar olarak Türkiye'nin bu kardeş ülkedeki imajını kökünden ve müsbet yönde değiştirmiştir. Aşkabat'ta son olarak Uluslararası Türkmenbaşı Türkmen-Türk Üniversitesi'ni ziyaret ettik ve aynı günün akşamı, Rektör Prof.Dr. İbrahim Hasgür'ün üniversite yemekhanesinde verdiği akşam yemeğine katıldık. 1994 yılında açılan ve birinci yıl ücretsiz eğitim veren üniversite, bu eğitim yılından itibaren paralı sisteme geçmiş. Yıllık ücret üç bin dolar. Bir yıllık hazırlık eğitiminde İngilizce ve Türkçe öğretiliyor. Uluslararası İlişkiler, İletişim, İşletme, Bilgisayar Mühendisliği, Tekstil Mühendisliği, Matematik, Türk-Türkmen Dili ve Edebiyatı, İngiliz Dili ve Edebiyatı gibi bölümleri bulunan üniversitede 28'i Türk, 7'si Türkmen ve 3'ü İngiliz olmak üzere kırk civarında öğretim üyesi ve görevlisi var. Bu yıl başvuran 1800 öğrenciden ancak 150'si alınabilmiş. Öğrencilerin yüzde 80'i yurtta kalıyor. Kız öğrenci oranı yüzde 18 civarında.Kısacası, Başkent A.Ş. Türkmenistan'da üniversite eğitiminde de eksiklerini büyük bir hızla tamamlayarak iddialı bir pozisyon kazanmaya çalışıyor.

Halk, Vatan, Türkmenbaşı

'Türkmenbaşı, yani Türkmenistan Devlet Başkanı Saparmurat Niyazov, her şeye hakim. Ülkesini İsviçre gibi, bağlantısız bir ülke haline getirmeye çalışıyor. Temel ilkesi 'Garaşsız, bitarap Türkmenistan' Garaşsızlık, bağımsızlık anlamına geliyor. Türkçe'deki 'karışanı görüşeni olmamak' deyimi hatırlanırsa, bu kelimeyi sözlüğe bakmadan anlamak mümkün. Bitarap ise 'bîtaraf, tarafsız' demek. Türkmence'de nedense f sesi p'ye dönüşmüş. Saparmurat, Sefer Murat'ın Türkmencesi. Aşkabat'ta, adım başında bir Türkmenbaşı'nın heykeli, büstü yahut dev boyutta bir resmiyle karşılaşıyorsunuz. Belki de bayram münasebetiyle her taraf 'Halk, vatan Türkmenbaşı' sloganının yazılı olduğu bez afişlerle donatılmıştı. 'Ülke bir yüzükse, Türkmenbaşı onun kaşıdır' gibi ilgi çekici sloganlara da sık sık rastladık.Hoş olan, bütün bu sloganların Latin harfleriyle yazılmış olması. Bazı farklı harfler var, fakat rahatlıkla okuyup anlıyoruz. Özbekistan'da Latin harflerine geçiş süreci başlatılmış olmakla beraber bütün ülkeye henüz Kiril alfabesi hakimdi. Türkmenistan'da ise insan zaman zaman Türkiye'de gezdiği duygusuna kapılıyor. Bu gidişle -Kiril alfabesi de bütünüyle terk edildikten sonra- Türkmenistan, Orta Asya'nın göbeğinde küçük bir Türkiye haline gelecek. Zaten bizim insan kaynağımız Türkmenistan, Azeriler, Türkmenler ve biz. Oğuz boyuna mensubuz. Bu bakımdan Türkmence, telaffuz farklılıklarına alışıp Türkiye Türkçesi'nde bulunmayan az sayıdaki kelimeyi öğrendikten sonra, Özbek Türkçesi'ne nazaran daha kolay anlaşılmaktadır. Türkmenler'in 17. yüzyılda yaşamış millî şairi Mahtumkulu'nu okuyunuz, zaman zaman Yunus'u, zaman zaman da Karacaoğlan'ı okuduğunuz duygusuna kapılacaksınız. Mahtumkulu dedim de.. Azerbaycan'da Fuzûlî, Özbekistan'da Nevâî neyse, Türkmenistan'da da Mahtumkulu odur. Türkmenler bu büyük şairin kendileri için ne ifade ettiğini şöyle açıklıyorlar: 'Mahtumkulu devletin bağımsızlığını ruh ve mânâ açısından esaslandırmış. Saparmurat Türkmenbaşı ise hayata geçirmiştir'.Sekiz günlük seyahatimizi, 27 Ekim günü Garaşsızlık Bayramı törenlerini seyrederek ve tanıdığımız Türkmenler'i 'Garaşsızlık bayramınız kutlu bolsun!' diye tebrik ederek noktaladık. Bağımsızlıklarının beşinci yıldönümünü gerçekten büyük bir coşkunlukla kutlayan Türkmenler, neleri var, neleri yoksa, tören alanında önümüzden geçirdiler dersem, mübalağa etmiş olmam. Hatta bütün Aşkabat halkı... Ne içten, ne güzel bir kutlamaydı o. Programda olduğu halde, ne yazık ki Merv ve Bayramali'ye gidemedik, vakit kalmadı. Hive ve Köhne Ürgenç de görülecek yerlermiş. Demek ki, yeni bir Türkmenistan seyahati için geçerli ve güzel sebeplerimiz var.Allahaısmarladık Özbekistan, hoşçakal Türkmenistan...Yakında yine görüşürüz inşallah! Hangi Ülkede Kaç Okul Var?Türk girişimcilerin kurdukları eğitim amaçlı çeşitli şirketlerden ve Milli Eğitim Bakanlığı'ndan aldığımız bilgilere göre okulların dağılımı şöyle: Kazakistan'da 4'ü kız lisesi, 1'i ekonomi lisesi, 2'si teknik lise olmak üzere toplam 29 okul bulunuyor. Özbekistan'da 1'i kız lisesi, 2'si ekonomi, 1'i bilgisayar ve 1'i de teknik olmak üzere 18 lise, Tacikistan'da ise 1'i ekonomi lisesi, 4'ü Anadolu lisesi statüsünde 5 lise var. Azerbaycan'da 8, Tataristan'da 1'i uluslararası lise, 1'i ekonomi lisesi olmak üzere 6, Çuvaş Cumhuriyeti'nde 1 okul. Türkmenistan'da 1'i ekonomi, 1'i teknik, 1'i dil merkezi olmak üzere toplam 14 okul. Doğu Rusya'da: Tuva'da 1, Yakutistan'da 1, Buryat'ta 1, Hakas Cumhuriyeti'nde 1 okul var. Moğolistan'da 3, Kuzey Afganistan'da 2, Pakistan'da 1, Fas'ta 1, Kırım Özerk Cumhuriyeti'nde 1, Ukrayna'da 1, Başkurdistan'da 3, Rusya'da 3 (Moskova, Sn. Petersburg, Astrahan), Romanya'da 2, Moldova'da 2, Arnavutluk'ta 2 okul bulunuyor. Türkmenistan, Kazakistan, Azerbaycan, Kırgızistan, Gürcistan ve Özbekistan'da 1'er üniversite, Moğolistan'da 1 meslek yüksek okulu, Bulgaristan'da ise Yüksek İslam Enstitüsü açıldı. Ayrıca Orta Asya ülkelerinde Türk Milli Eğitim Bakanlığı'nca açılan 2'si ilk, 10'u ortaöğretim olmak üzere 17 okul bulunuyor. Okullarda Kimler Okuyor Okullarda öncelikle, okulun bulunduğu ülkenin çocukları öğrenim görüyor. Bundan başka Türkiye'den giden işadamlarının, elçilik veya konsolosluk çalışanlarının, o ülkedeki yabancıların çocukları da okullara yoğun rağbet gösteriyor. Bu okullara girmek öğrencilerin, çocuklarını buralara kaydetmek de velilerin rüyası olmuş adeta. Türk okulları; öğrenciler için 'kişilik ve gelecek', aileler için ise 'prestij ve huzur' anlamına geliyor. Türkmenistan'da yaşayan bir Rus ailenin, çocuğunu bu okullardan birine kaydettirmek için öne sürdüğü gerekçe, o civarda Türk okulları sözkonusu olunca hemen akla geliyor: Rus kadın, oğlunu alıp Aşkabat'taki Turgut Özal Türkmen-Türk Lisesi'ne gelir ve kontenjan dolduğu halde ısrarla kaydını yaptırmak ister. Yetkililer, ısrarın sebebini sorunca kadın şu cevabı verir: 'Bizim bir Türkmen komşumuz var. Oğlu o kadar yaramazdı ki, bütün mahalle yaka silkmişti. Aile çocuğunu sizin okula verdikten sonra, çocuk o kadar değişti ki, büyüklerine çok saygılı, arkadaşlarına karşı olgun ve ağırbaşlı, çalışkan, örnek biri olup çıktı. Ben de oğlumun öyle olmasını istiyorum.' Özbekistan ve Türkmenistan'a düzenlenen sekiz günlük tanıtım gezisinde edindiğimiz en önemli izlenimlerden biri de özellikle eğitim sahasında Orta Asya'da Türkiye ile hiç bir ülkenin rekabet edemeyeceğiydi. Çok iyi eğitim veren Türk okulları sayesinde Türk dünyası hem kimliğini yeniden kazanacak, hem de çağın dinamizmini yakalayacak gibi.

Müfredat-Kitaplar

Türkiye'deki Anadolu liselerinde uygulanan müfredat bu okullarda da uygulanıyor. Okullarda Türkiye'nin ve okulun bulunduğu ülke milli eğitiminin görevlendirdiği birer müdür ve müdür yardımcısı bulunuyor. Okullarda o ülkenin milli eğitiminin ve devlet yetkililerinin onayladığı kitaplar okutuluyor. Aynı zamanda ders kitaplarıyla birlikte bu okullarda gerçekleşen bütün eğitim faaliyetleri de Türkiye Milli Eğitim Bakanlığı tarafından denetleniyor. Ortaöğretim okullarına, ülkelerinde 6. sınıfı bitiren öğrenciler alınıyor. İlk sene hazırlık sınıfı şeklinde; İngilizce, Türkçe, kendi dilleri (ve eski SSCB'deki okullarda Rusça) öğretiliyor. Öğrencilere 8. sınıfta ortak temel bilgiler veriliyor, 9. sınıfın başında ise talebeler 'sayısal' ve 'sözel' olarak iki ana gruba ayrılıyor. Matematik, Türkçe, İngilizce, Biyoloji, Fizik, Kimya, Bilgisayar dersleri Türk öğretmenler tarafından, sosyal dersler ise o ülke öğretmenleri tarafından veriliyor. Matematik, Fizik, Kimya, Biyoloji ve Bilgisayar dersleri İngilizce olarak veriliyor. Din dersi ise ülkeye göre değişiyor. Özbekistan'da din dersi müfredatta yok. Türkmenistan'da ise 'Dinler Tarihi' adıyla bütün dinlerin tarihi, haftada 1 saat veriliyor.

Okullar Nasıl Açılmaya Başlandı?

Türk okulları öncelikle eski SSCB ülkelerinde açılmaya başlandı. İlk açılan okulların faaliyete başlama tarihleri genellikle 1992. Bu okulların açılmalarındaki en büyük etken, Türkiye'yle 'o ülke' arasındaki tarihten gelen kardeşlik, dostluk ve kültür bağlarını geliştirmek ve pekiştirmek. Türk girişimciler, SSCB'nin dağılmasıyla sahipsiz kalan soydaş ülkelere kültür köprüleri atmak istediler. Ve çok yönlü bir çaba ve gayretle fedakarlık yaparak gittiler bu ülkelere. Ülkelerin bakanlar kurullarının ya da yetkili kurullarının onayıyla ve kontrolünde açılan okullara girmek için daha ilk yıllardan itibaren büyük talep var. Hemen bütün okullarda Türkiye'deki Anadolu lisesi statüsünde eğitim veriliyor.

Okullar Nasıl Finanse Ediliyor?

Türkiye'deki işadamlarının Türk cumhuriyetlerinde okul açma isteklerinin altında; oralarda bulunan soydaşlarına bir nevi yardım elini uzatma ve komünizm sonrası serbest kalan ülkelerle kültürel münasebetlerini geliştirme düşüncesi yatıyor. Türkiye'deki eğitim faaliyetlerinde belli bir başarıyı ve tecrübeyi yakalamış işadamlarının, Sovyetler'in dağılmasından sonra kendilerine yeni sahalar araması da sözkonusu. Genellikle, okulun açıldığı ülke yönetimi, okulu açan şirkete bina tahsis ediyor. Bazı işadamları başlangıçta yardımda bulunarak okulu hazırlıyor ve faaliyete geçiriyorlar. Daha sonraki aşamada ise öğrenci velilerinden alınan aidatlarla okulların finans sorunu çözülüyor. Okul kendini ispat ettikten sonra ise genellikle tam ücretli eğitime geçiliyor ve öğrencilerden alınan ücretlerle okul kendini finanse ediyor.

Okulların Başarıları

Türk girişimcilerin Orta Asya'da açtıkları okullar, kısa zamanda bulundukları ülkenin en başarılı okulları haline geliyorlar. Mezunların üniversiteyi kazanma oranı bazı okullarda yüzde 100, diğerlerinde ise en az yüzde 90. Okullar kısa zamanda gerek uluslararası, gerekse ülke çapında büyük başarılara imza attı. - Özbekistan'daki okulların başarıları: 1993'teki Dünya Ekoloji ve Çevre Olimpiyatı'nda 1 birincilik. Eylül 1996'da yapılan Uluslararası Matematik Olimpiyatları'nda 6 üçüncülük. 1994-95'ten itibaren katıldıkları Özbekistan çapındaki olimpiyatlarda 141 birincilik. 1994-95 eğitim öğretim yılında 1 uluslararası matematik olimpiyatı üçüncülüğü, 1 ülke birinciliği, 2 ülke üçüncülüğü, il çapında 4 birincilik, 2 ikincilik, 2 üçüncülük. - Türkmenistan'daki Türk okullarının başarıları: Ukrayna'da yapılan 1996 Biyoloji Olimpiyatları'nda 1 dünya birinciliği, 3 ikincilik. Ülke genelinde 1995-96 eğitim yılında yapılan olimpiyatlarda çeşitli dallarda 10 birincilik, 6 ikincilik, 7 üçüncülük. - Kırgızistan'daki okulların başarıları: 1994-95'te Rusya'da düzenlenen Uluslararası Resim Yarışması'nda Ayçörük Kız Lisesi'nden bir öğrenci birincilik aldı. İngilizce Olimpiyatları'nda Isık-Göl Erkek Lisesi'nden bir öğrenci Kırgızistan ikinciliği ve Oblast birinciliği aldı. 1995-96'da Bulgaristan'da yapılan Uluslararası Biyoloji Olimpiyatları'nda 1 dünya ikinciliği, bir de dünya üçüncülüğü. Ukrayna'daki Biyoloji Olimpiyatları'nda 2 ikincilik, 2 üçüncülük. Türkiye'de yapılan Uluslararası Biyoloji Yarışmalar'ında ise 1 birincilik, 1 ikincilik. İngilizce, Matematik, Fizik, Kimya, Biyoloji, Bilgisayar dallarında ülke ve şehir çapındaki yarışmalarda 17 birincilik, 14 ikincilik. Türk liseleri, 1995-96 yılında Kırgızistan genelinde yapılan Respublika Olimpiyatları'nda 10 birincilik, 5 ikincilik, 2 üçüncülük aldı. - Kazakistan'daki okulların başarıları: 1995-96 yılında Ukrayna'daki 7. Biyoloji Olimpiyatları'nda iki dünya birinciliği, bir dünya üçüncülüğü ve takım halinde dünya ikinciliği. 5. Dünya Biyoloji Olimpiyatları'nda üç gümüş, bir bronz madalya. Hindistan'daki Dünya Matematik Olimpiyatı'nda bir dördüncülük. Matematik dalında ülke çapında iki üçüncülük, iller bazında beş birincilik. Fizik'te ülke çapında bir ikincilik, bir üçüncülük. İller çapında yedi birincilik. - Tataristan'daki Uluslararası Kazan-Tatar Türk Lisesi, 1995'teki Ekoloji Olimpiyatları'nda dünya ikincisi oldu. Tataristan'daki Türk okullarının ülke çapındaki Cumhuriyet Olimpiyatları'nda 14 birinciliği bulunuyor. Öğrenci Sayısı Milli Eğitim Bakanlığı verilerine göre Türkmenistan'da 14 lise ve bir üniversitede 2 bin 400 öğrenci bulunuyor. Özbekistan'da ise 18 lisede 3 bin 428 talebe eğitim görüyor. Kırgızistan'da 11 lise ve 1 dil ve bilgisayar merkezinde 2200 öğrenci var. Kazakistan'daki 29 lisede 5 bin öğrenci var. Diğer bazı ülkelerdeki Türk okullarındaki öğrenci sayıları şöyle: Moğolistan: 200. Buryat Türk Lisesi: 250. Romanya: 400. Başkurdistan: 265. Kırım: 154. Tacikistan: 680. Pakistan: 165. Ukrayna: 78. Azerbaycan: 1552. Fas: 135.

Öğretmenler Nasıl İstihdam Ediliyor?

Türkiye'den giden öğretmenleri şirketler kendileri bulup gönderiyor. Öğretmenlerin seçiminde ise imtihan yapılıyor. Sözkonusu ülkeyle ilgili sosyal dersleri vermek için ise okulun bulunduğu devlet kendi öğretmenleri arasından görevlendirme yapıyor. Türkiye'den giden öğretmenlerin çoğunluğu 30 yaşın altında ve okudukları üniversiteden iyi dereceyle mezun olmuş kabiliyetli kişiler. Tamamı en az iki dil biliyor.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.