Zinhar, Zinhar!
Belli ki yine uykusuz geçen bir gecenin sabahındaydık. Derse geç çıkmasından zaten anlaşılmıştı bu ama simasındaki uykusuzluk emarelerini görünce kesinlik kazanmıştı.
Her zaman olduğu gibi halkada yerini alanları sağdan-sola, soldan-sağa, tarifinde kelimelerin yetersiz kalacağı bir bakışla derinden derine süzdü. İhtimal herkesi uykusunu almış, alabildiğine dinç ve dingin gördü ki "Duygusuz olmak için bir ilaç var mı Doktor Bey?" diye söze başladı. Böyle bir ortamda siz ne düşünürsünüz bilmem ama ben iç dünyamızın dışa vurulacağı zehabına kapıldım. Belki biraz önce basar ve basiretle gerçekleşen o derin bakışların hâsılasının önümüze döküleceği endişesini duymaya başladım. Gerçi duysak ne olur? Yıllardan beri böylesi nice manzaralarla karşılaşmış, yerine göre tatlı, yerine göre sert ikazlara maruz kalmış birisi olarak hayatımda ne değişti ki? İnsana sorarlar: "Madem yıllardır bir şey değişmedi, o zaman şimdi duyduğun endişe ne ve neden?" Her neyse?
Bir muhasebe, bir murakabe olarak kabul edilmesini talep ettiğim bu cümlelerden sonra biz kaldığımız yerden devam edelim: "Her tarafı seller kaplasa, her yanda yangınlar çıksa, hatta kıyamet kopsa aldırmayacak ve yine uykuya devam etmeyi sağlayacak bir ilaç Doktor Bey?" Sorunun muhatabı Doktor Bey ne yapsın, ne desin; sadece sustu. Sükûtu cevap kabul eden Hocaefendi, "İyi, tababet kendi kusuru saysın bunu!" dedi ve başıyla yaptığı işaretle ders başladı.
Ders böyle başlayınca anlaşılan bugün biraz çetin geçecek diye düşündüm. Öyle çok derslerimiz olmuştur Hocaefendi ile. 10-15 kişilik talebe kitlesi, alabildiğine küçük bir salon, hadis, fıkıh, tefsir dersi; bunların hepsi alabildiğine sakin, mevcuddan hareketle yeni tahlillerin yapıldığı ilmi bir zemine işaret ediyor. Fakat bazen öyle olurdu ki sanki tarif ve tavsifini yapmaya çalıştığım bu ortamda değil de Süleymaniye Camii'nde müthiş kalabalıklara vaaz eden âteşin bir hatip olurdu Hocaefendi. Çetin geçecek derken kastım buydu ama düşündüğüm usul olarak olmasa bile muhteva olarak gerçekleşti. Çünkü kendisini gece uykusundan eden mesele veya hadiselerin ucu göründü. Yaptığı yorumlar, getirdiği izahlar, bir girizgâh bularak girip anlattığı şeyler gündemi takip edenlere "demek ki uykusuzluğunun sebebi bu" dedirtti.
Mesela okunan bir tefsirden yapılan iktibasa anında itiraz etti. Müfessir düşmanı küçük görme ile realiteyi eşdeğerde tutan bir görüş serdediyordu. "Hayır" dedi, "realiteyi görme başka, düşmanı küçük görme başka, ucba girme başkadır. İnsan realiteyi mutlaka görmeli ama bazen düşmanı küçük görme, önemsememe kendi cepheniz adına psikolojik bir üstünlük kazandırır. Sizin o kayıtsız, umursamaz tavrınız düşman cephesini de şüphe ve tereddüde sürükler. Ucba gelince, o içten içe insanın kendini beğenmesi demektir ki işte yanlış olan budur. Nitekim Hûneyn için Kur'an buyuruyor: 'Sizin çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş ama size hiçbir fayda sağlamamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti, sonunda (bozularak) gerisin geriye dönmüştünüz.' (Tevbe 9/25)"
'Sevdiklerinizi dengeli sevin'
Bir konu münasebetiyle girizgâh buldu ve dedi ki: "Aşk u şevk içinde olmak, aşk u şevk ile hizmet etme başkadır; kahramanlık yapıyorcasına aşk u şevk ve neş'e u tarab içinde bulunma başkadır. Şimdiye kadar defalarca söyledim. Eğer tekrarından usanmadıysanız bir kez daha diyeyim; ikincisinde Allah cezalandırır. Bu hal ile hemhâl olarak bir yere gidiyorsunuz araba ile, yolda başınıza bir şey gelebilir Allah muhafaza. Önemli olan, hep birinci hal içinde bulunmaktır. O'nun ihsan ve lütufları karşısında hep iki büklüm yaşamaktır ki bu, sufilerin duyduğu ölçüde Müslümanlığın iç yüzünü duymakla mümkündür."
Mesela "sevdiklerinizi dengeli sevin. Olmadık makamlar, mansıplar onlara vermeyin. Herkes sizin onlara verdiğiniz makamı, mansıbı, değeri kaldıramayabilir. Yaptığı şeyleri kendinden bilebilir. Hâlbuki esas olan, dine hizmet eden insanın kendini, facir bir insan bilmesidir. 'Değildir bu bana layık bu bende; Bana bu lütf ile ihsan nedendir?' diye kendini sorgulamasıdır. Efendimiz (sas), arkadaşının yüzüne yapılacak medh u senayı 'boynunu kırma' teşbihi ile anlatıyor."
Pekâlâ, doğrusu ne? Onu da söyledi Hocaefendi: "Doğrusu birbirimize karşı fevkalade sadakatle muamelede bulunmaktır. Bakın, sahabe-i kiram bizim birilerini hep ön plana çıkarttığımız gibi kimseyi ön plana çıkartmamış; birbirlerini i'zam etmemiştir ama hep sadakat içinde bulunmuşlardır. Günümüzde birilerine makam veya unvan verme bitpazarı malı gibi oldu. Herkes herkese bir şey diyor. Mehdiler aldı başını gidiyor. Temkinli olmak zorundayız; itidal içinde davranmak mecburiyetindeyiz. Ne kimsenin boynunu kıralım ne de haset ve rekabet hislerinin bu kadar yaygın olduğu bir dönemde birilerini ön plana çıkartarak dost cepheyi kıskandıralım. Yeni cepheler açmayalım. İnsanları rekabete ve günaha sevk etmeyelim. Bizler, hepimiz ayakları yerde sıradan ve düz insanlarız."
Bu sözleri bir taraftan dinler bir taraftan not alırken Hisar Camii'ne gittim hayalen. Bir sebebe binaen pazar vaazını bırakmayı düşünmüş, kaldığı yerde yapılan bütün yalvarma, yakarmalara ve ricalara hayır diyerek İzmir'den İstanbul'a doğru araba ile yola çıkmıştı. Arabada bulunan birisinin ağlamalı yalvarmalarına dayanamayıp Saruhanlı civarlarından geriye dönüp pardösüsü ile vaaz kürsüsüne çıkmış ve pazar vaazı faslını kapattığını anlatmıştı. Dinleyenleriniz vardır o vaazı mutlaka. 24 Mart 1991 "Hey Gidi Günler Hey!" adı verilen vaazdan bahsediyorum... Vaazı bırakma kararını duyan cemaatin içten yalvarmaları karşısında "Pekâlâ! Geleyim diyorum... Geleyim... Geleyim..." diye biten vaazından. Dinlemediyseniz dinlemenizi tavsiye ederim.
Konumuzla alakası şu: Yukarıda okuduğunuz cümleleri hemen hemen aynı ses tonu ve aynı haleti ruhiye içinde seslendirdi Hocaefendi. Ve sözlerini şöyle bitirdi adeta yalvaran bir eda ile: "Zinhar... Zinhar..." Daha ne desin?
- tarihinde hazırlandı.