Göz Gördü Kalem Yazdı

Tahir Taner: Değerli Hocam, öncelikle aldığınız ödül dolayısıyla sizi tebrik ederim. Ödül almak nasıl bir duygu ve böyle bir ödül bekliyor muydunuz?

Cihan Okuyucu: Ödül almak güzel bir duygu, darısı cümle kalem erbabının ve bilhassa sizin başınıza. Böyle bir ödül bekliyor muydum? Bu kitapla ilgili hayır. Peki eser ödülü hak ediyor mu? Umarım öyledir ve umarım okuyucu bu konuda beni onurlandıran değerli jüri üyeleriyle mutabık kalır.

TT: Şunu sorayım. Siz bir akademisyensiniz. Ama gezi dalında bir ödül aldınız? Bu çok alışılmadık bir durum;zira herkesin bildiği gibi akademik dille sanat dili birbirinden farklı. Gezi intibalarınızı akademik olmayan bir üslupla anlatmak sizin için bir zorluk teşkil etmedi mi?

CO: Sorunuz çok yerinde. Akademik muhit kendi müntesiplerinden her türlü şahsilikten uzak, nesnel bir dil bekler. İlmin prensibi belli: "Yaptığın çalışmanın içinde duyguların, tercihlerin, kısaca sen olmayacaksın. Senin yerine eldeki materyalin objektif dili konuşacak" Oysa sanat eserinin merkezinde sanatkar vardır. Esere şahsiliğini kazandıran şey onun kendi sübjektifliğidir. Zannımca ömrünü akademik muhitlerde geçiren insanlarda akli melekeler güçlenirken, şahsi ve duygusal taraflar törpüleniyor. Bu bakımdan diyebilirim ki geçmişte Tanpınar günümüzde Nazan hanım gibi aynı zamanda sanatkar olan üniversite hocaları pek azdır. Diğer taraftan ilim gerek metot gerek dil bakımından disiplin ister, sanat ise hürriyettir. Ben de hürriyet hakkımı böyle denemelerde kullanıyorum. O denemelerde ruhum nefes alıyor ve kendimi ifade etme imkanı buluyorum. Yanlış anlaşılmamak için şunu belirteyim ki ben üslupçu bir yazar değilim. Bir meziyetse eğer, yazılarımın bütün mahareti meramını rahat ifade edebilmekten ibaret. Bu da az çok kalem tutan her elin zamanla kazandığı bir meleke olsa gerek.

TT: Demek yazma kabiliyetinin zamanla kazanılan bir meleke olduğunu düşünüyorsunuz. Biraz geniş bir soru olacak ama yazı maceranız, bilhassa gezi yazılarınız nasıl başladı?

CO: Yazı ve gezi. İkisini bir arada cevaplamaya çalışayım. Çocukluğum Adapazarı'nın bir dağ köyünde, çok dar bir çevrede geçti. Bu fanusun dışarıya açılan tek penceresi okuduğum çocuk kitapları ve yerden topladığım gazete artıklarıydı. İlk okulu bitirmeden okulun küçük kitaplığını bitirmiştim. Bu kitapların ekserisi; Jules Verne, Aleksander Dumas ve emsali yazarların gezi ve macera romanlarıydı.. Bunlar içimdeki uzakları görme duygusunu tetikledi. Köyümüzün arkasındaki uzak dağlardan Karadeniz'in görüldüğü söylenirdi. Ben de geceleri bu dağların tepesinden Karadeniz'e baktığımı yahut tayfa yazıldığım bir gemiyle uzaklara açıldığımı hayal ederdim. Düşünün, Adapazarı'na ilk gelişim üniversite sınavı dolayısıyla oldu. İstanbul'u da ancak üniversiteyi kazandığım yıl gördüm. Nihayet aradan yıllar geçti ve 1989 yılında hayli maceralı geçen ilk yurt dışı gezisiyle hacet kapıları açıldı. Bu gezide kısa kısa notlar aldım;yer isimleri, şahıs isimleri. Sonradan bu kitaba da giren Paris intibaları bu kısa notların mahsulü. Fakat yayınlanan ilk gezi yazım 1993'de yaptığım Nahçıvan gezisi oldu.

TT: Bu söyledikleriniz size yöneltmeyi düşündüğüm başka bir sorunun cevabı oldu. Çünkü eseri okurken verilen tarih, yer ve kişi isimlerinin çokluğu dikkatimi çekmişti. Peki bu notları kaleme alırken hangi duygularla hareket ettiniz. Estetik kaygılar mı faydalı olma hissi mi ağır bastı sizin için.

CO: Şöyle diyeyim. Her türlü sanat ve yazı faaliyeti öncelikle ferdi bir ihtiyaçtır. Lav püsküren bir yanardağ gibi ruhumuzdaki her kuvvetli arzu ya sözlü yahut yazılı olarak ifade edilmek, açığa çıkmak ister. Benim tercihim daima yazılı ifade oldu. Diğer taraftan yaşadıklarımızı, gördüklerimizi kısaca hatıralarımızı unutulmaktan kurtarmak, kalıcı hale getirmek isteriz.. Kimileri bunu fotoğraf yoluyla yapıyor, ben yazıyı seçtim. Gezi intibalarımı öncelikle kendim için çektiğim fotoğraf kareleri olarak düşünebiliriz. Geriye dönüp okuduğumda yazdıklarımı yeniden yaşamış gibi oluyor, duygulanıyorum. Sararmış resimlerde biz nasıl akıp giden hayatımızın hüznünü yaşarsak ben de yol hatıralarımı her gözden geçirişimde benzer duygularla sarsılırım. Mevlana'nın babası Baha Veled'e atfedilen bir söz vardır. O ailesiyle birlikte Belh'ten çıkıp Konya'ya doğru giderken göç yolu üzerindeki Bağdat'ta kendisine nereden gelip nereye gittiğini soran şehirlilere şu anlamlı cevabı vermişti: "Biz Allah'tan geldik ve yine O'na gidiyoruz" Bütün yolculukların aslında tek ve büyük bir yolculuktan ibaret olduğunu belirten bu cümleyi anlamak için insanın galiba bir miktar yolda olması gerekiyor. Neyse diğer sorunuza geçersek. Neydi, fayda meselesi değil mi?

TT: Evet, bilgilendirme ve faydalı olma demiştim.

CO: Haklısınız. Bir yandan okuyucunun merak duygusuna cevap verirken diğer taraftan ukalalık etmeksizin onu bilgilendirmek ve faydalı olma kaygısı daima bir arka plan olarak yazılarımda var olmuştur. Esasen eskiden beri gezi kitaplarında bu iki amacın yan yana olduğunu görüyoruz. Ben de o yolu izlemeye çalıştım ve çok zaman paylaşılması gereken bir bilginin taşıyıcısı olmaya gayret ettim. Mesela 1997 yılı sonlarında Tunus'ta gördüklerim 1998 yılında Türkiye'de yaşanan 28 Şubat krizinin bir ön provası gibiydi. Aradaki benzerliğin tesadüfi olduğunu sanmıyorum. Tunus'ta şahit olduğum ve bir kısmı bu kitaba da giren ağır insan hakları ihlalleri -baş örtüsü yasağının sokakları da kapsayacak şekilde uygulanması, namaz kılan gençlerin takibata uğraması vs. -vicdanımı kanattı ve kardeş Tunus halkının çektiklerini kamuoyu ile paylaşmak bana bir insanlık borcu gibi göründü. Okuyucu bu tür örnekleri eser boyunca göreceği için örnekleri çoğaltmadan söyleyeyim ki evet, daima faydalı olma hissiyle hareket ettim.

TT: Yukarıda eskiden gezi kitaplarının ifa ettiği toplumsal iki ihtiyaçtan söz ettiniz; yabancı ve uzak diyarları tanıma ve okuyucunu merak duygusunu tatmin etme. Gezi kitapları bu önemini sizce günümüzde de koruyor mu, yoksa cazibesini yitiriyor mu? TV ekranları zaten dünyayı evimize taşıyor; Afrika'nın vahşi parklarını, Güney Amerika'nın balta girmemiş ormanlarını. Kısacası gözünüz ekranın göremediği neleri görebildi.

CO: Haklısınız bu yönde benim de vakit buldukça seyrettiğim güzel programlar var. Yeri gelmişken bunlar arasında seçkin bir yeri olan Ayna programını zikretmeliyim.

Yine de kameranın gözüyle insan gözü arasında bir fark olduğunu düşünüyorum. Berikinin ruhu ve duyguları yok. Gözümüzün arkasında ise biz varız. ;bizim kültürümüz, duyarlılıklarımız, zevklerimiz. Bu yüzden her göz farklı görür ve her kalem farklı yazar. Ben gezilerimde özellikle kameranın göremediklerini görmeye çalıştım. Dikkatim çevreden ve manzaradan çok insanda yoğunlaştı.

TT: Kitabınızın kapağı pek hoş. Kapakta gezdiğiniz bazı yerlerin isimleri var. İran, Beyrut, Fransa, Kırım, Şam, Gümülcine. İsterseniz okuyucuya bir fikir vermek için kısa bir potpori yapalım. Gezdiğiniz yerlerde en çok dikkatinizi çeken şeylerden birkaçına örnek verir misiniz?

CO: Evet. Geziyi cazip hale getiren biraz da bu sürprizler ve bunlardan epeycesini tattığımı söyleyebilirim. Bazen hüzünlü, bazen düşündürücü bir çok hatıram var. Bunlardan bir kaçını kısaca özetleyeyim. Kırımda merkezden uzak bir köy imamının evinde akşam yemeğine davetliyiz. Gözüm arkadaki raflarda sıralanan kitaplardan birine takılıyor. Aşina gelen bu esere uzanıp alıyorum. Ne göreyim. Elimdeki eser, okuma yazması bile olmayan hamiyetli bir arkadaşın 1991 yılında hem parasını hem de yazacak kişiyi bulup Türkiye'de bastırdığı ve Orta Asya'ya gönderdiği Kazak ilmihali çıkmasın mı !. (Başından sonuna kadar şahidi olduğum bu ilginç hadiseyi daha önce "Mehmet'in Kitabı" isimli bir yazımda anlattım.) Ev sahibi dini eserlerin ilaç gibi kapışıldığı o yıllarda kitabın 10 bin nüshasının Kazakistan'a gelir gelmez nasıl tükendiğini, teksir makineleriyle nasıl çoğaltıldığını anlatıyor. Her ikimizin de gözleri doluyor. Aradan 10 sene geçtikten sonra aynı eserle Kırımda karşılaşmak benim için ne büyük bir sürpriz. Yine Kırım ve diğer eski Sovyet ülkelerinde sıradan Rus insanını tanımak benim için şaşırtıcı olmuştur. Soğuk bir gece, cadde köşesinde bekleyen kibar bir ihtiyar önümüze elini uzatıyor. Yanımdaki arkadaşım o açık avuca bir ekmek parası tutuşturunca teşekkür eden yaşlı adam evinin yolunu tutuyor. Hayretle öğreniyorum ki burada dilenmek bir meslek değil insani bir yardım olarak algılanmakta . Bu ne yüksek bir ahlak ! Ama asıl kalıcı intibalar kendi coğrafyamız ve kendi insanımızla ilgili olanları. Gümülcine de 40 kişilik otobüsümüzü neredeyse zorla çevirip bizi evine misafir eden Hasan Paçaman Beyi, yahut Gostivar'da yine bir otobüs dolusu insanı nefis pastalarıyla doyuran Pastacı Babayı unutmak mümkün mü. Böyle örnekler pek çok ama bunları çoğaltırsak okuyucunun kitabı okumasına lüzum kalmayacak. Bu yüzden en iyisi susalım.

TT: Gezilerinizde dünyanın çeşitli yerlerinde açılan Türk okulları da geniş yer tutuyor. Bu okulların anlamı üzerinde neler söylemek istersiniz?

CO: Her biri bulunduğu ülkede fahri birer elçilik gibi çalışan Türk okullarının önemi ve anlamı hakkında şimdiye kadar önemli kalemler tarafından çok şeyler yazıldı. Ama ne kadar yazılsa yine azdır. Hani bazı büyük projelere asrın projesi filan denir ya, galiba okullar zinciri de milletimizin bu asırdaki en büyük projesi olacak. Kabaran bir denizin dalgalarıyla uzak sahillere erişmesi gibi milletimizin kabaran hamiyet duyguları da bu gün neredeyse dünyanın tamamına erişmiş bulunuyor. Okulları, yardım kuruluşları ve dünya barışına hizmet eden diyalog faaliyetleriyle entegre bir karakteri olan bu hareket mevcut çizgi sürdürülebildiği takdirde ileride inşallah milletimizin yüzünü ağartacak güzel sonuçların doğmasına vesile olacaktır. Tabiatıyla ben de gittiğim her yerde bu okullarda görev yapan Anadolu evlatlarının gayretlerine şahit olmaktan büyük bir mutluluk duyuyorum. Tabii böyle bir neticenin arkasında ne kadar fedakarlık, alın teri ve dua olduğunu hesaba katmak lazım. Ben de görebildiğim kadarıyla bunlara tercüman olmaya çalıştım.

TT: Son sorum şu. Yazılanlar dışında gidip de yazılamayanlar, yahut yazılmayı bekleyenler var mı? Varsa birer cümleyle o ülkelerle ilgili intibalarınızı da anlatabilir misiniz?

CO: Bilmem yazmaya vaktim olacak mı. Ama gidip de yazamadığım bir o kadar ülke ve bir o kadar hatıra var. Kimisi, ah niçin bizde yok diye hayıflandığım, bir kısmı ise, iyi ki biz böyle değiliz, diye sevindiğim olumlu olumsuz bir sürü gözlem. Aklıma ilk geliveren birkaç ülke ve onlarla ilgili birkaç müşahedeyi örnek olarak anlatayım: Polonya'da gördüğüm tarih bilinci imrenilecek düzeydeydi. Ziyaret ettiğimiz milli saray 2. dünya harbinde Alman uçakları tarafından bombalanıp yıkıldığında her vatandaş bu taşlardan alabildiği kadarını evine taşıyıp muhafaza etmiş. Yıllar sonra hükümet sarayı yeniden inşa ederken poşetlerle geri getirilen bu taşları kullanmış. Bu yüzden elli yaşındaki bina görünüm olarak 200 yıllık görünüyor. Berlin'deki meşhur Bergamon müzesinin ismi Bergama anıtından gelmekte. Müzede Anadolu'dan kaçırılan eserlerin çokluğu içinizi burkuyor. Çek başkenti Prag'ı dolaşırken kendinizi tam bir Orta Çağ şehrinde hissediyor ve istenirse bir şehrin otantik haliyle ne kadar korunabileceğini görerek İstanbul adına hayıflanıyorsunuz. Tiflis'te bir akşam yemeğindeyim. Darı unundan pastası, cevizli tavuğu, örgü peyniri ve soslarıyla menü o kadar tanıdık ki kendimi bir Çerkez evinde, yahut annemin köy sofrasında sanıyorum. 1994 yılında yeni çözülen Romanya'da, Tuna üzerindeki köprüde ağırlaşan trafiğe uyarak yavaşlıyoruz. Bir gurup asker paçalarını sıvamış yol kenarında ark kazmakla meşgul. General olduğu apoletlerinden belli olan başlarındaki subay aramızın açık camından içeriye doğru elini uzatıyor ve bizden sigara dileniyor. Bir generalin bu kadar düşebileceğini aklım almıyor. Suçu fakirliğe mi milli seciyelerine mi vermem gerektiğine karar veremiyorum. Ve o Romanya bu gün bambaşka bir ülke konumunda. Bosna-Hersek'te Sarayova caddelerinde dolaşıyoruz. Eski milli stat ve çevredeki tepeler papatya tarlası gibi. Nereye baksanız kefenlerine bürünüp kalkmışa benzeyen mezar taşlarıyla karşılaşıyorsunuz. Bilge kralın başkenti sanki bir mezar şehir. Sonra şehrin kuşatma esnasında soluk borusu görevini gören uzun yer altı tünelini geziyor, Boşnakların yaşama mücadelesine hayran kalıyoruz.. Bütün tahriplere rağmen hala bizden daha çok bize benzeyen Osmanlı Çarşı-Pazarlarını adımlarken Avrupa'nın ortasında terkedilmiş bir adacık gibi duran Bosna'nın kaderini düşünmeden kendimizi alamıyoruz. Efendim anmadığım üç beş ülke daha var ama listemizi uzatmayalım ve bu kadarıyla yetinelim.

TT: Peki okuyucu, sizden bu yazılamamış hatıraları da beklesin mi?

CO: İnşallah, nasip.

TT: Teşekkürler.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.