Şeytan ve İnkârcılığı
"İki yüzlülerin (münafıkların) durumu, insana "İnkar et!" deyip, insan da inkar edince "Doğrusu ben senden uzağım; alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım" diyen şeytanın durumu gibidir." (Haşr, 59/16)
Bu ayette münafık, davranışlarıyla şeytana benzetilmiştir. Durumuna muttali olabileceğimiz münafığın, haline muttali olamayacağımız şeytana benzetilmesi, küfrü telkinde şeytan, gözle görülmediği halde münafıktan daha açık ve seçik bir şekilde müşahede edilebileceğine işaret vardır. Bu neticeye; "Benzetilenin, benzeyenden daha zahir olması gerekir" kaidesinden hareketle varıyoruz.
Şeytanın insanı küfre götürmesi, çeşitli yollarla olur. Bunlardan bazılarını şu şekilde sıralamak mümkündür:
1) Şeytan, kâfiri azdırdıkça azdırır. Bu da onun dünya hayatında küfrünün devamına sebeb olur ve artık bir türlü hakikata yol bulamaz.
"(Rasulüm!) Görmedin mi? Biz, kâfirlerin üzerine, kendilerini iyice (isyankârlığa) sevkeden şeytanları gönderdik. Öyle ise onlar hakkında (yok olmaları konusunda) acele etme. Biz onlar için (günlerini) teker teker sayıyoruz." (Meryem, 19/83-84) ayeti, böyle uğursuz bir süreci işaretler.
2) Her günahta küfre giden bir yol vardır. Şeytan nice büyük günahları ehemmiyetsiz göstererek insanları günaha sevkeder. Hatta bazen de bu günahlardan sadece birisi bile ona ebedi cehennemi kazandırabilir. Bu da, şeytanın ayrı bir tuzağıdır ki şu ayet de bunu ifade eder.
"Şüphesiz ki, kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, arkalarına dönenleri, (bu işi yapmaya) şeytan sürüklemiş ve (büyük günahları ehemmiyetsiz göstererek) onlara ümit vermiştir." (Muhammed, 47/25)
3) Varlığa, Allah hesabına bakıp ondan ibret almak gerekirken, şeytan, insanlara bunu unutturmuş ve bu yolla nicelerini kendisiyle beraber cehenneme sürüklemiştir:
"Şeytan onları etkisi altına aldı da kendilerine Allah'ı anmayı unutturdu. İşte onlar şeytanın taraftarlarıdır. İyi bilin ki, şeytanın taraftarları hep hüsrandadırlar." (Mücadele, 58/19)
Nerede ve hangi mevkide olursa olsun, Allah'ın unutulduğu her yer ve Allah'ı unutan herkes, belli ölçüde şeytanla bir dostluk içindedir. Allah'ı unutmak, şeytanla kontak kurmaya bir sebep ve o da ötekine bir netice gibidir. Bu uğursuz dostluk, ahiret alemine kadar devam eder.. ve meyvesini de orada verir:
"Kim Rahmân'ı zikretmekten gâfil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz. Şüphesiz bu şeytanlar, onları doğru yoldan alıkorlar. Bunlar da kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar. O şeytan dostu kimse, en sonunda bize gelince arkadaşına: "Keşke benimle senin aranda, Doğu ile Batı arasındaki kadar uzaklık olsaydı, sen ne kötü arkadaş imişsin!" der. Zulmettiğiniz için bugün (nedâmet) size hiçbir fayda vermeyecektir. Çünkü siz, azapta ortaksınız." (Zuhruf, 43/36-39)
4) Şeytanın insanı küfre sürükleme yollarından birisi de, onu şüphe ve tereddüde sürükleyebilecek sorulardır. Kalpten geçen bu sorular, hiç şüphesiz şeytanın vesvesesi ile meydana gelmektedir. Bu istifhamların, desise olarak en şedid gibi olanını, bizzat Allah Rasulü (sav) bize şöyle haber vermiştir: "Şeytan sizden birinize gelerek "filan ve filan şeyi kim yarattı?" der. Daha sonra da "Allah'ı kim yarattı?" der. İş bu dereceye varınca o kimse hemen Allah'a sığınsın ve o düşünceden uzaklaşsın" (Buhari, Bedu'l-Halk 11; Müslim, İman 214) Bazı rivayetlerde "Allah'a iman ettim, deyiversin" (Müslim, İman 212,213; Ebu Davud, Sünne 18) ilavesi de vardır.
Buhari, Müslim ve Ebu Davud'un bazı lafız farklarıyla rivayet ettikleri bu hadiste, şeytanın sualini bir vesvese şeklinde "Allah'ı kim yarattı?" diyecek kadar ileri götüreceği, böyle bir vaziyet karşısında "Allah'a iman ettim" diyerek o vesveseyi derhal terketmek gerektiği hususu anlatılmaktadır ki bu hadisin mevzuu, her devirden ziyade günümüzü alakadar etmektedir. Çünkü bu soru, her devirden daha çok günümüzde sözkonudur.
Yukarıdaki hadisin Hz. Ebu Hüreyre'nin (ra) rivayetiyle ettiği bir başka şekli de şöyledir: Rasulullah (sav) şöyle buyurdular: "İnsanlar size mutlaka herşeyi soracaklar. Hatta birgün 'Herşeyi Allah yarattı, pekala Allah'ı kim yarattı?' diyeceklerdir."
Ebu Hüreyre (ra), bu hadisi rivayet ettikten sonra bir zatın elinden tutarak: "Allah Rasulü doğru söylemiştir. Hakikaten bana şimdiye kadar iki kişi bu soruyu sordu." demiştir. (Müslim, İman, 215)
Burada her iki hadisten de anlaşılan o ki, insî ve cinnî şeytanlar, eskiden beri hep bu gibi vesveselerle mü'minleri idlâle çalışmışlar ancak bu mes'ele en yaygın ve en müessir halini şimdilerde almıştır. Onun için, biraz da günümüzün ilcaatına göre herkese orijinal gibi gelen bu sual, aslında demode olmuş safsatalardan biridir ve kayda değer hiçbir yanı da yoktur.
Şu kadar var ki ben bu soruyu da yine, Rasulü Ekrem (sav)'in peygamberliğinin bir alameti olarak görüyor ve verdiği gaybî ihbarın tahakkuku karşısında boynumu büküp "Eşhedü enne Muhammeden Rasulullah" diyerek şehadet ediyorum. Evet, Rasulü Ekrem (sav), Allah'ın şerefli bir elçisidir. Kıyamete kadar olup-bitecek herşeyi, adetâ bir televizyon ekranında görüyor gibi seyretmiş ve söylemiş; mevsimi gelince söylediği herşey dosdoğru çıkmıştır. Evet, daha sonra meydana gelecek hadiseler hakkında verdiği hükümler ve söylediği şeyler, o kadar isabetlidir ki, yeri geldiği zaman hepsi aynı aynına zuhur etmiştir. İşte bu da, onlardan biridir. Fakir, bu soru bana tevcih edildiği zaman, kendi kendime düşündüm ve "Eşhedü enne Muhammeden Rasulullah" diyerek nasıl da, görüyor ve söylüyorsun!. diyerek tasdiklerimi ifade ettim.
Evet, -kendi kendime- bugünün, nefisleri ve enaniyetleri firavunlaşmış, sebeplere Uluhiyet isnat eden ve herşeyi tabiat kanunlarıyla izaha kalkışan insanlarının idraksizliğini, düşünce sefaletini bundan daha güzel ifade mümkün olamazdı, dedim.
Mes'elenin aslına gelince, bu da, inkarcıların ortaya attıkları diğer sorular gibi bir soruydu. Çok defa, körpe dimağlar, bu türlü soruların altında kalıp ezilecekti. Zira onlar, nâmütenahiliği anlayamayacak; dolayısıyla da sebeplerin zincirleme uzayıp gitmesini ve böyle bir aldatmacanın bir şey ifade edip etmemesini katiyyen kavrayamayacaklardır.
Bundan ötürü de tereddüde düşerek ve Allah'ı da sebeplerden herhangi bir sebep zannederek, mutlaka O'nu da meydana getirecek bir sebebin olması gerektiğini düşünerek içinden çıkılmaz bir kısım fasit daireler içinde bocalayıp duracaklardı. Bu, bir yanlış kanaatti ve kanaatın temelinde de Yaratan'ın hakikatıyla alakalı bilgi eksikliği vardı. Halbuki Allah (cc), Müsebbibü'l-esbâb'dır; varlığının evveli yoktur ve mevcudiyeti idrak üstüdür.
Bugüne kadar kelamcılar, sebeplerin, böyle zincirleme devam edip gidemeyeceğini, belli usullerle ortaya koyarak sürekli "Müsebbib'ül-esbâb" olan Allah'ın varlığını isbata çalışmışlardır. Onların bu husustaki düşüncelerinin hülasasını şöyle ifade etmek mümkündür: Sebeplerin zincirleme (teselsül) devam edip gideceğini düşünmek, o sebeplerin mahiyetini bilmemenin ve Yaratıcı'dan gafil olmanın ifadesidir. Evet, eşyanın sonsuzdan beri süregelen bir kısım sebepler zincirinden ibaret olduğuna ihtimal vermek, doğru değildir. Böyle birşeyi ihtimal dahilinde görmek bile, sırf bir aldanmışlıktır. Mesela: Yeryüzünün yeşermesi, hava, su ve güneşe; hava, su ve güneş de oksijen, hidrojen, karbon, azot... vs. gibi.. bir kısım madde parçacıklarına bağlı olsun.. bu madde parçaları da, daha küçüklere ve onlar da, kendilerinden daha küçüklere... Bunun böyle uzayıp gitmesine ihtimal vermek ve eşyanın varlığının bu yolla izah edileceğine inanmak, bir aldanma ve mugâlatadır. Hele, bir yerde, bunun karşısına bir de anti-atom çıkıyor ve metafizik, fiziğe galebe çalıyorsa... Ve hele, ilk ve son bütün sebepler fevkalade âhenk içinde birer kanun, birer memur gibi hareket ediyorlarsa!..
Evet, "Şu şundan, şu şundan, şu da şundan... meydana geldi" gibi sözlerle eşyanın varlığını bir teselsül içinde sebeplerle izaha kalkışmak, herhangi bir meseleyi halletmediği gibi, aksine herşeyi içinden çıkılmaz hale getirmektedir. Zira, böyle bir meseleyi mümkün görmek, tıpkı "Yumurta tavuktan, tavuk yumurtadan..." düşüncesinin "ilelebed" sürüp gideceğine inanmak gibi bir safsataya benzer ki; bunlardan tavuk veya yumurtayı, Kudret-i Sonsuz, O Ezelî Zât'a vereceğimiz âna kadar, iddialar, tutarsız birer faraziye olmadan öte hiçbir şey ifade etmez. Bütün mevcudât, varlığı kendinden olan Yüce Yaratıcı'ya isnat edildiği takdirde ise, mesele birden aydınlığa kavuşur. Ve artık Ondan sonra, tek bir hücre olarak yumurtanın yaratılmış olması veya kendi neslini devam ettirmek için tavuğun yaratılmış bulunması ve yumurtanın ondan çıkması arasında da fark kalmaz.
Bunu böyle kabul etmeyip de "o ondan, o da ondan..." demekle problemin çözülmesi bir yana, cevaplandırılan her soruyla beraber yeni bir kısım istifhamlar da ortaya çıkabilecektir. Mesela; yağmur buluta bağlı; bulut zâit-nâkıs (artı-eksi) habbeciklere, onlar buharlaşma hadisesine, o da suların mevcudiyetine ve nihayet o da suyu meydana getiren unsurlara... Böylece belki, sebepler zinciri, birkaç adım daha ilerleyerek devam edecek ama, durduğu yerde insan yine "şöyle de olabilir, böyle de" diyerek, kendini faraziyelerin ağında hissedecek ve onlarla tatmin olmaya çalışacaktır. Bu ise, fevkalade bir nizam, bir âhenk ve birbiriyle münasebet içinde, herşeye hâkim bir hikmet eliyle meydana geldiği sezilen bütün eşyayı, çocuk hezeyanlarıyla izah etmeye kalkışmak ve ilimlerin ufkunu, hedefini daraltmak ve karartmak demektir. Oysa ki, her netice için mutlaka makul bir sebebe ihtiyaç vardır. Gayr-i ma'kul ve gayri mantıkî sebeplerin uzayıp gitmesi ve uzayıp gitmenin kerameti olarak da bunun makul hale geleceğini düşünmek, imkansızı mümkün görmek gibi bir hezeyandır.
Şimdi bir örnekle, bu hususu biraz daha aydınlatmaya çalışalım. Mesela ben, arka ayakları olmayan bir sandalye üzerinde oturuyorum. Bu sandalye, düşmemesi için kendisi gibi bir diğer sandalyeye dayandırılmış.. o da bir başkasına.. böylece devam edip gidiyor. Bu hâl, zaman ve mekanlara sığmayan rakamlarla sürüp gitse de, arka ayakları olan ve yere tam oturan bir mesnede dayandırılıncaya kadar, işin zincirleme uzayıp gitmesi meseleye bir çözüm getiremeyecektir.
Ayrı bir misal, elimizde bir sıfır olduğunu düşünelim. Bu sıfır, solundaki bir rakamla omuz omuza getirilmedikten sonra, mücerret sıfırların çoğaltılması katiyyen ona bir değer kazandırmayacaktır.. evet trilyon defa trilyon sıfırlar peşi peşine sıralansa dahi, kıymeti yine sıfır olacaktır.. aksine bu sıfırların soluna bir rakam konduğunda, işte o zaman o sıfırlar da, soldaki rakama göre kıymet alacaktır. Bu, şu demektir: Bir şeyin müstakillen varlığı yok ve kendi kendine kâim değilse, kendisi gibi muhtaçların ona varlık bahşetmesi ve esas olması mümkün değildir. Evet, hep aynı şeye muhtaç ve aynı hususta aciz olanların bir araya gelmesi, ihtiyacı çoğaltma ve aczi arttırmadan başka bir işe yaramaz. Kaldı ki, -muhal farz- sebeplerin müdahalesi kabul edilse bile, fiziğin sarsılmaz kanunlarından "tenasüb-i illiyet" prensibine göre, sebeple netice arasında makul bir münasebetin bulunması şarttır. Buna göre, -mesela- yer kürenin hayata müsait hale gelmesinden, insanın düşünür bir varlık olmasına kadar, herşeye, hem de makul ve o neticeyi hâsıl etmeye gücü yetebilecek bir sebebe ihtiyaç vardır.
Oysa ki, küre-i arzın halihazırdaki durumundan yani, hızı, güneşe olan mesafesi, atmosfer tabakası, periyodiği, hikmetli meyli, atmosferi teşkil eden gazların ihtiva ettiği maslahatlar gibi hususlardan tutun da, onun toprak ve nebatât örtüsüne, denizlere ve onlarda cereyan eden esrarlı kanunlara, rüzgarlar ve onların yüklendikleri vazifelere kadar binlerce, yüzbinlerce hadise, öyle bir âhenk içinde cereyan etmektedir ki, bütün bunları kör-sağır sebeplere ve serseri tesadüflere havale etmek, aklın kendi kendini nakz etmesi ve çürütmesi demektir.
Vakıa, bu hususta, kelamcıların "devir ve teselsül" yoluyla bütün sebepleri kesip attıkdan sonra, işi Müsebbib'ül-esbâb olan Allah'a ulaştırıp sonra da herşeye "mümkin'ül-vücud" demelerine karşılık, bütün sebeplerin, bütün illetlerin gidip O'na dayandığı Zât'a "Vacib'ül-vücûd" diyerek tevhide bir kısım menfezler açmış iseler de, onların elde ettikleri neticeyi daha selametli bir yoldan elde etmek de her zaman mümkündür.
Evet, Yüce Yaratıcı'nın her eserinde kendine ait mühürlerin, sikkelerin bulunması, O'nun varlığına bir değil, binlerce delildir. Ayrıca ilimlerin, kâinatın sırlarına ışık tutmaya başladığı günümüzde, her fen, kendine has diliyle O'nun varlığını ilan etmekte ve her hâliyle O'nu haykırmaktadır.
Büyük-küçük, canlı-cansız bütün mevcûdâtı var eden Hz. Allah (cc)'tır. Yaratılan herşey âciz ve başka birine muhtaç; O ise, varlığı kendinden olan ve kimseye muhtaç bulunmayan Ganiyy-i ale'l-ıtlak'tır. Evet, herşey gidip O'na dayanmakta ve izah edilemeyecek gibi görünen ne varsa hep O'nunla aydınlığa kavuşmaktadır. Var eden O.. varlığı devam ettiren O.. iten O ve herşeyi bir hedefe doğru götüren de yine O'dur.. ve O'ndan öte bir şey yoktur ki, O'na da sebep aransın!..
Müsaadenizle bunu da bir-iki basit misalle biraz daha açmayı düşünüyorum. Mesela; vücudumu ayaklarım taşıyor, ayaklarımı da zemin. Artık böyle makul bir taşıyıcı bulduktan sonra, bunun ötesinde yeni sebepler aramaya zannediyorum gerek yoktur. Hem mesela, trenin en arkadaki vagonu, onun önündekini hareket ettiriyor; onu da bir diğeri; onu da bir başkası; nihayet gelip lokomotife dayanıyor ki biz, ona kendine has gücü, kuvveti, yapısı ve işleyişiyle "kendi kendine hareket ediyor" deriz. Verilen bu misaller, Allah'ın yarattığı eşyadan ve aldanmış akılların yeni yeni sebeplerle lokomotif değiştirmeleri mümkün olacak cinsten örneklerdir. Ne var ki, durmadan lokomotif değiştirenler bir noktada tıkanıp kalacak ve o noktada sebeplerin de bitip tükendiğini anlayacaklardır.
Burada zihinleri bulandıran bir diğer mesele de, sınırlı düşünen insanoğlunun, ezel mefhumunu kavrayamayarak, maddeyi ezeli görmesi, daha sonra da rakamlarla izah edilmeyecek bir geçmiş içinde, hiç olmayacak bazı şeylere olabilir ihtimalini vermesidir.
Bir kere "ezel", geçmiş zamanın sonu değil, o bir zamansızlıktır. Öyle ki zamanlar, katrilyon defa katrilyon seneleriyle ezel karşısında bir âşire bile olamazlar. Oysa ki, sebeplerin teselsülünde esas olan maddenin bir başlangıcının bulunması ki, bugün hemen herkes tarafından bilinip kabul edilmektedir. Elektronların hareketi, çekirdek fiziğindeki sır, devamlı radyasyon neşreden güneşteki esrarlı işleyiş ve termodinamik kanununun kâinat çapındaki geçerliliği, herşeyin bir sonu olacağına dair yıldızlar cesametinde ve güneşler parlaklığında bin bir mesajdır. Sonu olan herşeyin bir başlangıcının bulunması ise, üzerinde münakaşa yapılmayacak kadar açık ve bedihidir.
Binaenaleyh herşey, başlangıçta varlığa mazhariyetiyle Yaradan'ı anlattığı gibi, sönüp gitmesiyle de O'nun evvel ve âhiri olmadığına delalet etmektedir. Zira, başlangıcı olanın bir gün sonunun geleceği tabii olduğu kadar, evveli olmayanın, âhirinin de olmayacağı zaruridir. Onun içindir ki bizler, madde ve maddeden meydana gelen herşeye, bugün var olsa dahi, yarın yok olacağı nazarıyla bakarız. Ancak, kâinatın tedrici olarak eriyip gitmesi, maddenin yavaş yavaş tükenmesi, çoklarını aldatabilecek mahiyette ve oldukça âhestedir. Ne var ki, yavaş yavaş da olsa, uzun bir geçmişten bu yana gelişip genişleyen dünyalar, birgün büzüle-çekile mutlaka silinip gideceklerdir. Evet, madde bugün var ise de -bir kısım pozitif neticelerin ışığı altında- başkalaşmaya doğru gittiğinden de kimsenin kuşkusu yoktur. Şimdi bunu, yine bir tren misaliyle anlatmaya çalışalım:
Farz edelim ki, İzmir'den kalkan bir tren, 50-55 km. ötede bulunan Turgutlu istikametine doğru hareket etti. Hareket esnasında trenin hızı saatte 55 km.dir. Buna göre ise trenimiz bu mesafeyi ancak bir saatte alabilecektir. Bu hızla yarım saat kadar yürüyen tren, yolun geriye kalan kısmında hızını tam yarıya düşürüyor. Buna göre, yolun henüz katedilmedik 27.5 km.lik mesafesi kalmıştır ki hızını yarıya düşüren tren bu 27.5 km.nin ancak yarısını, yarım saatte alabilecektir. Bu tempoyla hareket eden tren yarım saat gittikten sonra yine hızını yarıya indirdiğini düşünelim; geriye kalan kısmın yarısını da yarım saatte katedebilecektir. Böylece her yarım saatte bir hızını yarıya düşüren tren, Turgutlu'ya sonsuz diyebileceğimiz uzun bir zaman sonra ancak ulaşabilecektir. Hatta biz hiçbir zaman onun oraya varamayacağını bile zannedebiliriz.
Bunun gibi, madde de bir çözülme ve inhilale (dağılma) doğru gitmektedir. Bu birkaç milyon sene sonra dahi olsa, mutlaka tahakkuk edecektir ki, bu da varlığı Kendinden Olan'ın dışında herşey fena ve zeval bulup gidecek demektir.
Hâsılı, Allah bizzat vardır ve herşeyin yaratıcısıdır. O'na yaratılmışlık isnatı, yaratıcıyı yaratılandan ayıramama gibi bir düşünce sefaletidir. Bu türlü ürpertici bir tasavvuru ortaya atan zavallı münkirler, akıllı görüneyim derken, akılla nasıl bir tenakuza düştüklerinin farkında bile değillerdir. Evet bugün artık bazı kimselerin kalkıp maddeye, ezeliyet kesip biçmesi ve Zât-ı Ulûhiyeti inkar etmesi, oldukça garip ve garip olduğu kadar da bağnazca bir iddiadır.
Ne var ki, eşya ve hadiselere gerektiği gibi nüfuz edemeyen bir kısım materyalistler, maddenin ma'ruz kaldığı çözülüp dağılmayı, atomun içine düştüğü inhilâli, mana ve neticeleriyle sezip idrak edecekleri güne kadar düşüncelerinde hakikatsiz, beyanlarında yalancı olmalarına rağmen, bir kısım safderun kimseleri aldatmaya devam edeceklerdir.
İşin doğrusunu, ilmi bütün eşyayı ihâta eden Zât-ı Uluhiyyet bilir.
- tarihinde hazırlandı.