Sünnetin Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Zamanında Kaydedilmesi ve Bilâhare Tedvîni
Sünnetin, Ömer İbn Abdülaziz döneminde tedvîn edildiği doğru olmakla birlikte eksik bir görüştür.. ve bu hususta gözden kaçırılan önemli bir nokta vardır ki, Resûlullah'ın sağlığında bazı sahabiler tarafından Kur'ân gibi sünnetin de yazılıp kayda geçirildiğidir.
1. Kur'ân'la Gelen Okuma-Yazma Seferberliği
Devr-i Risaletpenâhî'de Araplar büyük ölçüde okuma-yazma bilmiyorlardı ama, bilhassa Mekkelilerin etraf kabilelerle sürekli münasebetleri olduğundan içlerinde okuyup-yazanlar hiç de az değildi. Ayrıca, Kur'ân'ın inmeye başlamasıyla okuma-yazma kapıları da bütün bütün açıldı; zira her Müslüman Kur'ân'ı, Kur'ân'ın ahkâmını din adına bellemek mecburiyetindeydi. Bu itibarla da âdeta Kur'ân'ın inişiyle beraber bir ilim, kültür seferberliği başlamıştı.
Tabakat kitaplarının kaydettiğine göre, Allah Resûlü'nün etrafında kırk civarında vahiy kâtibi vardı.[1] Bunlar, sıradan okuma-yazma bilen insanlar değildi.. vahiy kâtibi demek, kendisini Kur'ân'ı yazmaya adamış insan demekti ki; bugünkü tabirle, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) özel kalem müdürleri, sekreteri ve bu işe tahsis edilmiş kâtipleriydi.
O günlerde okuma-yazma o derece teşvik ediliyordu ki, Bedir Muharebesi'ni müteakip esirlerin (kurtuluş) fidyesi olarak, bir esirin on kişiye okuma-yazma öğretmesi kararlaştırılması önemli bir hâdiseydi[2] ve o güne göre çok ileriydi.
Evet, o gün herkes okuma-yazmaya koşuyordu; zira hayatlarını alâkadar eden, yepyeni ve orijinal bir şey vardı ortada. Bu, dindi, Kur'ân'dı. Dine susamış insanlar onu her yönüyle alacak, belleyecek, hazmedecek ve hayatlarına hayat yapacaklardı. Köylüsü-şehirlisi; evinde, bağında, bahçesinde Kur'ân için kalemi kulağında bekliyordu ki, daha sonra, hadisle iştigal edenler, 'kalemin kulakta olmasını' bu işin âdâbından sayacaklardı. Böylece, belki de insanlık tarihinde ilk defa ilâhî bir kitap, kıyamete kadar kalacak, geçerliliğini koruyacak ve korunacak şekilde tesbit ediliyordu.
Kur'ân-ı Kerim bu şekilde kayıtlara geçip, yazıldığı, tesbit edildiği gibi, onun müfessiri, açıklayıcısı, anahtarı.. icmalini tafsîl, mübhemini tefsîr, mutlakını takyîd ve umumunu tahsîs eden ve ayrıca ikinci bir teşrî' kaynağı olan sünnet de kaydediliyor, korunmaya alınıyor, küllî, umumî ve resmî tedvîne hazır hâle getiriliyordu.
2. Tedvîne Zıt Deliller
Bu mevzuda, önce sünnetin Efendimiz'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) çok sonraları yazılıp kayda geçirildiğini ileri süren müsteşriklerin ve onların tesirindeki Müslüman yazarların kendilerine delil edindikleri hadislere bir göz atalım:
Takyîdü'l-ilm'de Ebû Said el-Hudrî naklediyor:
اِسْتَأْذَنَّا النَّبِيَّ * فِي الْكِتَابَةِ فَلَمْ يَأْذَنْ لَنَا
"Biz, kitabet mevzuunda peygamberden izin istedik de, bize izin vermedi."[3]
Goldziher ve takipçilerinin delil diye ileri sürdükleri bu rivayeti hadis mütehassısları kayda değer bulmamışlardır. Tabiî bu arada, Müslim-i Şerif gibi sıhhatli bir kaynakta, yine Ebû Said el-Hudrî'nin rivayet ettiği şu hadis de var: لاَ تَكْتُبُوا عَنِّي، وَمَنْ كَتَبَ عَنِّي غَيْرَ الْقُرْآنِ فَلْيَمْحُهُ "Benden bir şey yazmayınız. Kim, benden Kur'ân dışında bir şey yazmışsa, onu imha etsin."[4]
Yine, Takyîdü'l-ilm'de, hadise çok önem veren ve hadisin kaydını şiddetle arzu eden, fakat kayda lüzum görmeden duyduğu şeyi bir defada ezberleyen hafıza dâhisi Hz. Ebû Hüreyre'den (radıyallâhu anh) şu rivayet nakledilmektedir:
"Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanımıza geldi. Bazı arkadaşlarımız, hadisle alâkalı bir şeyler yazıyorlardı. "Ne yazıyorsunuz?" diye sordular. Onlar da; "Sizden duyduğumuz hadisleri yazıyoruz." diye cevap verince Resûlullah şöyle buyurdular: أَتَدْرُونَ مَا ضَلَّ اْلأُمَمُ مِنْ قَبْلِكُمْ إِلاَّ بِمَا اكْتَتَبُوا مِنَ الْكُتُبِ مَعَ كِتَابِ اللّٰهِ "Sizden önceki ümmetlerin, Allah'ın kitabının yanı sıra başka kitaplardan da bir şeyler yazdıkları, (başkalarının sözlerini de kayda geçirdikleri) için sapıttıklarını biliyor musunuz?"[5]
Naklettiğimiz rivayetlerde yasağın mantığı bellidir: Kur'ân olsun, Tevrat veya İncil olsun, Allah'ın kitabının başka yazı ve sözlerden tecrit edilmesi; etrafına, nebilerin veya daha başkalarının sözlerinin yazılmaması gerekirken, buna uyulmamış; neticede de Tevrat'a kenarlarından çok şey sızmış, İncil birken, birkaç yüz yıl sonunda kabarmış, mücelletlere ulaşmış.. ve derken her iki cemaatin büyük çoğunluğu da bu şekilde sırat-ı müstakîmden ayrılıp, dalâlet yollarına sapmışlardır.
Bu hakikat, bilhassa hadisin yazılmasına müsaade eden, hatta emreden ve yasaklayan hadislerden çok daha fazla, tesbit üzerinde duran sahih rivayetle bir arada mütalâa edildiğinde daha iyi anlaşılacaktır.
Yukarıda kendisinden "yazma"yı nehyeden hadisin rivayetini aldığımız Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh), şöyle demektedir: "Ashab-ı Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) arasında benden daha fazla hadis sahibi kişi yoktur, ancak Abdullah b. Amr İbn el-Âs müstesna; çünkü, ben yazmazdım, o yazardı."[6]
Gerçekten, bizzat Abdullah b. Amr Hazretlerinin ifadesine göre, o, Resûlullah'tan (sallallâhu aleyhi ve sellem) duyduğu her şeyi yazardı. Kendisine "Sen, Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) ağzından çıkan her şeyi yazıyorsun; hâlbuki, o da bir beşerdir. Öfkelendiği zaman da olur, hoşnut olduğu zaman da." diyenler oldu. (Bu sözleri kimlerin söylediğini edeb açısından ve gerekmediği için hadis ravileri ketmederler.) Abdullah İbn Amr, bunun üzerine yazmayı bıraktı ve meseleyi Allah'ın Resûlü'ne arz etti. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) elini fem-i mübareklerine götürerek şöyle buyurdular:
نَفْسِي بِيَدِهِ مَا يَخْرُجُ مِنْهُ إِلاَّ حَقٌّ! فَوَالَّذِي اُكْتُبْ "Yaz; hayatım elinde olan (Allah)'a yemin ederim ki, buradan haktan başkası çıkmaz!"[7]
O, bir beşer de olsa, yine nebi idi; gazaplanması da, hoşnutluğu da Allah içindi ve her hâlukârda hakkı söylerdi. Evet, O'nun hiçbir sözü hevasından değildi ve beşerî arzularından kaynaklanmıyordu.. daha doğrusu O, kendinden konuşmuyor; ancak kendine vahyolunanı söylüyordu.[8] Fıtratı, vazifesiyle bütünleşmiş ve her şeyiyle peygamberâne idi. Sadrı açılarak şeytanın ve nefsin payı her ne ise o çıkarılmıştı ve artık fıtrat-ı beşeriye ve tabiatın, O'nun nurlu nübüvvet hayatına müdahaleleri söz konusu değildi. O'nun söylediği her şey dindi; dolayısıyla "Yaz!" buyurmuşlardı.
3. Hadislerin Tedvîn Edildiğini Gösteren Deliller
Kaynaklarda yine yazma ile alâkalı olarak şunu görüyoruz:
Bir adam, Huzur-u Risaletpenâhî'ye gelerek: "Yâ Resûlallah, ağzınızdan çok şey duyuyoruz; ama bunları anında ezberleyemiyoruz. Bu hayatî şeyler, çok defa kaçıp gidiyor..." diyerek hıfzından şikâyette bulundu. Bunun üzerine Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ona: اِسْتَعِنْ بِيَمِينِكَ "Elinden yardım iste!"[9] yani yazarak, hıfzına yardımcı ol buyurdular.
Yine, Takyîdü'l-ilm'de şunu okuyoruz:
Râfi' İbn Hadîc, Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem):
يَا رَسُولَ اللّٰهِ، اِنَّا نَسْمَعُ مِنْكَ أَشْيَاءَ فَنَكْتُبُهَا؟
"Yâ Resûlallah, sizden çok şey işitiyoruz, yazalım mı?" diye sordu. Allah Resûlü de ona şu cevabı verdiler:
اُكْتُبُوا وَلاَ حَرَجَ "Yazın, hiç mahzuru yok!"[10]
Bunlardan ayrı olarak İmam Dârimî ve İbn Hacer'in kitaplarında, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kısas, diyet ve şerâia dair yazdırdığı bazı hükümleri, Yemen'de Amr İbn Hazm'a gönderdiğini ve ayrıca Vâil b. Hucr'e ahidnâme yazdığını okuyoruz.[11]
Bazı kaynakların zikrettiği üzere, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): قَيِّدُوا الْعِلْمَ بِالْكِتَابِ "İlmi yazarak, kaydedin.!"[12] buyurmuşlardır.
Yine, sahih hadis kaynaklarının, Ebû Hüreyre'den (radıyallâhu anh) rivayetine göre, Mekke'nin fethinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir münasebetle hutbe irad buyururken, Yemenli Ebû Şâh isimli bir zat ayağa kalkarak: "Yâ Resûlallah, bunları benim için yazınız!" der, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de: اُكْتُبُوا ِلأَبِي شَاه "Ebû Şâh için yazınız!"[13] buyururlar.
Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) irtihalinden birkaç gün önceydi ki, hastalığının ağırlığına rağmen ümmetinin selâmeti adına: "Bana bir kalem kâğıt getirin; veya defter gibi bir şey getirin; size bir şey yazayım da, benden sonra dalâlete düşmeyin!" buyurdular.
Bunu söylediklerinde ızdırapları çok fazlaydı; o esnada Hz. Ömer: "Elimizde Allah'ın kitabı var, o bize yeter!" dedi.. dedi ve bu bir sahabi içtihadıydı. Buna karşılık İbn Abbas ise: "Resûlullah'la yazacağı şey arasına girildi, yazık oldu!"[14] dedi. O, buna ömrü boyunca üzülecekti; fakat yine ömrü boyunca, araya giren Hz. Ömer'e karşı da içinde hiçbir şey hissetmeyecekti.. hissetmek şöyle dursun onun hep yakınında olacaktı.. Hz. Ömer, nerede hutbe irad edecek olsa, Mekke'de ise Mekke'den, Basra'da ise Basra'dan kalkar ve oraya gelirdi. Bu itibarla denebilir ki, bu mevzu ile alâkalı, Hz. Ömer hakkında kalblerde en ufak birşey hâsıl olmamıştı.. olamazdı da; zira Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), o sözünü bir daha yenilemediler.
Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetinin dalâlete düşmemesi için yazmak istediği, ister kendinden sonraki halifeyle alâkalı olsun, ister başka konularla alâkalı.. bilinen bir hakikat varsa o da kendinden sonraki halifeye -bir kişi dışında- herkesin biat etmesiydi. Daha sonra aynı makama gelen Hz. Ömer'e ilk başta itiraz edenler olduysa da, bilâhare biat etmeyen kalmadı. Hz. Osman ve Hz. Ali zamanında ise ayrılıklar baş gösterdi... Yoksa, Hz. Ebû Hüreyre'nin: "Resûlullah'tan iki kap dolusu ilim belledim; bunlardan birini saçtım, neşrettim; diğerini neşretseydim, bu başım kesilirdi!"[15] sözüyle ifade ettiği ilim miydi? Veya Hz. Huzeyfe'ye (radıyallâhu anh) verdiği sırlar mıydı?
Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yazacağı şey gizli kaldı ama, burada esas bizi alâkadar eden husus, devr‑i risâletpenâhîlerinde hadislerin yazıldığı, bizzat kendisinin yazdırdığı ve yazdırmak istediği gerçeğidir.
Abdullah İbn Amr b. el-Âs'dan başka Efendimiz'in hadislerinden hiç olmazsa bazılarını yazan başka sahabiler de vardı. Meselâ, Seyyidinâ Hz. Ali (radıyallâhu anh), içinde yaraların diyeti, Medine'nin hürmeti, kâfir karşısında mü'minin öldürülmeyeceği ve daha başka hususlarla alâkalı hükümler bulunan bir sahifeyi kılıcının bir yanında asılı taşırdı. Şîası: "Sende Resûlullah'ın bizzat sana tevdi ettiği, hususî bir şey var mı?" diye sorduğunda: "Hayır, umuma ait emirlerden bir kısmı var." demiş ve yukarıda zikrettiğimiz şekilde, nelerin bulunduğunu söylemişti.[16]
Yine, Hz. Ömer'in kılıcının bir yanında, içinde sevâim, yani kırda yayılan hayvanların zekâtıyla ilgili hükümler bulunan bir sahife vardı.[17] Aynı şekilde, İbn Sa'd'ın Tabakat'ında kaydedildiğine göre, İbn Abbas, vefatında geriye bir deve yükü kitap bırakmıştı ki, bunlar umumiyetle Allah Resûlü'nden ve ashab-ı kiramdan duyduğu şeyleri ihtiva ediyordu.[18] İbn Hişam'ın naklettiğine göre, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine'ye teşriflerinde Yahudilerle bir anlaşma akdetmiş ve bazılarınca hukuk açısından İslâm'ın ilk anayasası kabul edilen bu anlaşma kayda da geçmişti.
Bu anlaşma: "Bu, Kureyş'ten mü'minler ve Müslümanlarla -ihtimal, mü'minlerin içinde henüz imanı içlerine tam sindiremeyenler ve münafıklar da bulunduğundan, ayrıca 'Müslümanlar' lafzı da kullanılmıştı- ehl-i Yesrib ve onlara tâbi olanlar, katılanlar ve onlarla beraber mücahede edenler arasında kavl-i fasl olarak Resûlullah Hz. Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yazdırdığı belgedir." diye başlıyordu.[19]
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Amr İbn Hazm'a Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönderdiği diyet ve kısas gibi hükümlerle alâkalı yazısı,[20] torununun torunu Ebû Bekir b. Muhammed'e.. aynı şekilde, Efendimiz'den (sallallâhu aleyhi ve sellem), azadlısı Ebû Râfi'e geçen bir tomar kâğıt ise, tâbiîn döneminde Ebû Bekir İbn Abdurrahman İbn Hâris'e intikal ediyordu.[21] Tâbiînin en büyük fakihlerinden olan bu zat, bu klasörü hayatında eline geçmiş en büyük ganimet olarak telakki ederdi.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) zamanında aynen Kur'ân gibi yazılan, ağaç parçaları, kemikler ve deriler üzerine kaydedilen hadisler, aynen tâbiîn ve tebe-i tâbiîne intikal ediyor, onlar da bunu muhafaza ve naklediyorlardı. Aynı şekilde tâbiînin büyük imamlarından Mücahid İbn Cebr, Abdullah İbn Amr İbn el-Âs'ın "es-Sahîfetü's-sâdıka" denilen, Efendimiz'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) duyduğu hadisleri topladığı kitabı görmüştü. Mücahid, onu: "Abdullah b. Amr'ın önünde gördüm, hatta elimi uzattım ama, elimi dokundurtmadı." diyordu.[22]
Evet, bin bir ihtimam içinde saklıyor ve koruyordu onu. İbn Esîr'in verdiği bilgiye göre, bu klasörün içinde bin kadar hadis vardı.[23] Bu hadisler, daha ziyade, "an Zeynilâbidîn, an Hüseyn, an Ali b. Ebî Talib" gibi, bir kesime göre hadiste "silsiletü'z-zeheb" (altın silsile) denilen senede benzer şekilde, İbn Amr'ın kendisi, oğlu ve torunundan müteşekkil "an Amr İbn Şuayb, an ebîhi, an ceddihi" senediyle kaynaklara geçmiştir.[24] Bu silsileyle gelen 500 kadar hadis vardır sahih hadis kaynaklarında.
4. Değerlendirme
Evet, hadisler, müsteşriklerin iddia ettikleri gibi, Efendimiz'den yüz sene sonra Ömer İbn Abdülaziz'in emriyle kaydedilmedi; aksine bizzat ta Efendimiz zamanında kaydedildi, kaydedildi ve ezberlendi.. ve bu metinler daha sonra da gerek yazılı gerekse sözlü olarak arkadan gelen nesillere aktarıldı. Akabe'nin yiğitlerinden Câbir b. Abdillâh da, vefatında İbn Abbas gibi, arkaya büyük bir miras, yani Allah Resûlü'nün hadislerini kaydettiği büyük bir kaynak bırakmıştı.[25]
Bütün bunlardan ayrı olarak, Hemmam b. Münebbih'in "es-Sahîfetü's-sahîha"sı da aynı dönemden kalma en mühim hadis kaynaklarından biri olma imtiyazını taşır. Hemmâm, Ebû Hüreyre'den hiç ayrılmaz, bu hafıza dâhisi büyük sahabinin naklettiği her hadisi yazardı. O kadar ki, bir defasında bizzat üstadından duyduğu bir hadisi kendisine okuduğunda, Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh): "Ben bunu pek hatırlamıyorum." deyince, bizzat hadisi kaydettiği defteri getirip göstermiş ve üstadını ikna etmişti.
Bu sahifeler, günümüzde Muhammed Hamidullah tarafından neşredilmiş, zannediyorum yapılan karbon tahlillerinde de, Sahîfe'nin onüç asır öncesine ait olduğu anlaşılmıştı. Ayrıca, ne enteresandır ki, bu hadisler aynen İbn Hanbel'in Müsned'inde bulunmakta, yine mühim bir kısmı itibarıyla Buhârî, Müslim gibi sahih kaynaklarda da yer almaktadır. Bu da, hadislerin, daha Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) zamanında kaydedildiğini gösterdiği gibi, O'ndan sonra da eksiksiz, yanlışsız ve tam olarak sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn kanallarıyla hadis külliyatına geçtiğini açıkça ortaya koymaktadır.
Bu tarihî vâkıalar ve serdettiğimiz hadisler karşısında, hadis yazmayı yasaklayan haberler, son dönemin büyük hadis âlimlerinden Irak'ta yaşamış Ahmed Muhammed Şâkir'in yerinde tespitiyle, ya sonradan neshedilmiştir; ya da yukarıda izahına çalıştığımız gibi, Kur'ân'ın yanı başına yazılmaması ve hadis de olsa Kur'ân'a hiçbir şeyin karıştırılmaması içindir.[26]
Bu mevzuda Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hassasiyeti, aynen Hz. Ömer'de de vardı. Çünkü, ilk nazil olduğu dönemde Kur'ân'ın iyice bellenmesi, anlaşılması, ehemmiyet ve fonksiyonunun kavranması ve Allah'ın kelâmı olması ölçüsünde ona ihtimam gösterilmesi gerekiyordu. Aksi hâlde, hadis Kur'ân'a karışır, Kur'ân kendine has keyfiyet ve hususiyetini kaybeder ve önceki ümmetlerde yaşanan durum aynen tekrarlanırdı.
Bu sebeple, Hz. Ömer'in bu mevzuda gösterdiği tehâlük, bizzat Efendimiz'in de tehâlüküydü. Daha sonra, ashab-ı kiram, her şeyi apaçık görüp kavradıktan ve her şey yerli yerine oturduktan, hatta "Kur'ân nedir, hadis nedir?" belli olduktan sonra, -izahına çalıştığımız üzere- hadisler de Kur'ân gibi ayrıca tedvîn edildi.
Hadislerin daha ilk dönemde bu şekilde kaydedilmesinden sonra, tarihlerimizde İkinci Ömer diye anılan Ömer İbn Abdülaziz zamanında ise resmen tedvîn edildi. Değişik yerlerde, değişik şahısların ellerinde sahifeler vardı. Çok defa da bu hadisler, ağızdan ağıza naklediliyordu. Hatta, bu yüzden ve ayrıca ezberlenip öğrenilmeleri için, nasıl Hz. Ömer, İbn Abbas, Ebû Musa el-Eş'arî, Ebû Said el-Hudrî ve Zeyd b. Sabit gibi sahabeler, hadislerin hafızalarda kalması ve ezberlenmesi gerektiği üzerinde durdukları gibi, Şa'bî, Nehaî gibi hadiste yed-i tûlâ sahibi, hafıza dâhisi tâbiîn âlimleri de ilk başta yazmaya taraftar olmamışlardı.
Bununla birlikte, hem kaydedilen, hem de ağızdan ağıza nakledilen hadisler, Ömer İbn Abdülaziz döneminde resmen tedvîn edilmeye başlandı. Nasıl Yemame'de çok sayıda Kur'ân hafızının şehit olması, Kur'ân'ın resmen toplanması hususunda Hz. Ömer'in bu mevzudaki tehâlükünü çekmişse, aynı şekilde hadislerin tedvîn işi de Ömer İbn Abdülaziz Hazretleri'nin sünnete ait gayretini coşturmuştu.
Çoklarınca birinci müceddit kabul edilen ve Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem): "İnsanların bozduğunu düzeltenler."[27] müjdesine on üç asır önce bihakkın liyâkat gösteren Ömer İbn Abdülaziz (radıyallâhu anh), Emevi sarayında yetişmişti. Hadiste, tefsirde, nakd-i ricâlde söz sahibiydi. İki buçuk yıllık hilâfeti süresince, çok genişlemiş İslâm memleketlerinde çok yönlü tecdit işini gerçekleştirmiş ve İslâm memleketleri sanki melekler tarafından idare edilir bir havaya, bir görünüme bürünmüştü.
İşte bu büyük zat, onca hizmetlerine, bir de hadislerin resmen tedvîni gibi, bütün hizmetlerine taç olacak bir büyük hizmeti ekledi. Vaktiyle Resûlullah'ın kendisine diyetler ve kısas gibi mevzularda bir sahife yazıp verdiği Amr b. Hazm'ın torunu, Medine Valisi Ebû Bekir b. Muhammed b. Amr İbn Hazm'a bu mevzuda emir gönderdi. Vali de, tâbiînin gençlerinden, fart-ı zekâ (yüksek zekâ) sahibi Muhammed İbn Şihab ez-Zührî'yi bu işle vazifelendirdi.[28]
Zührî, "resmî tedvîn" diyebileceğimiz bu mühim işe hemen koyuldu.. ve İslâm hadis tarihinde ilk resmî "müdevvin" olma şerefini kazandı. Vali Ebû Bekir b. Hazm, aynı işle bizzat kendisi de uğraşmasına rağmen, derlediklerini gönderemeden Ömer İbn Abdülaziz Hazretleri vefat etmişti.
Ömer İbn Abdülaziz Hazretleri'nin başlattığı bu tedvîn faaliyeti, yalnız Medine'de İmam Zührî ile de sınırlı kalmamış, Mekke'de Abdülmelik İbn Abdülaziz İbn Cüreyc, Irak'ta Said İbn Ebî Arûbe, Şam'da Evzâî, yine Medine'de Muhammed b. Abdirrahman, Kûfe'de Zâide b. Kudâme ve Süfyan es-Sevrî, Basra'da Hammad b. Seleme ve Horasan'da Abdullah b. Mübarek, bu işi sürdürmüş ve kendilerinden sonra geleceklere dünya kadar malzeme bırakmışlardı.[29]
Tedvîn döneminden sonra, hadisleri mevzularına göre sınıflandırmak suretiyle kitaplar "telif etme" mânâsında "tasnif" başlamış ve bu dönem, İslâm hadis tarihinin altın dönemi olmuştur. Bir yandan, Ebû Dâvûd et-Tayâlisî, Müsedded b. Müserhed, el-Humeydî ve Ahmed İbn Hanbel gibi mümtaz simalar "Müsned"lerini meydana getirirken; diğer yandan da Abdürrezzak b. Hemmam gibi kimseler "Musannef"ler telif ediyorlardı. İbn Ebî Zi'b ve İmam Malik Muvatta'ını ve Yahya İbn Said el-Kattân ve Yahya İbn Said el-Ensarî'nin "telifat-ı güzide"leri de yine bu altın döneme rastlar.
Bu zâtlar, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Nesâî ve Yahya İbn Maîn gibi büyük muhaddislerin şeyhleridirler. Nihayet, Kütüb-ü Sitte'nin telif vakti gelmiş ve İslâm hadis külliyatının en mevsûk altı kitabı kabul edilen bu eserlerin müellifleri, bir zebercet çağın kapısını aralamışlardır.
Hemen hemen aynı zamanlarda yaşayan bu devâsâ kametler, aynı zamanda modern telifin de üstadlarıdırlar. Zaten, Buhârî ile Müslim arkadaştı.. Tirmizî, Buhârî'den ders almış bir muasırdı.. Nesâî ve Ebû Dâvûd da aynı dönemin hadis pîrleriydi. Bunlarla Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) arasında ancak üç-dört nesil vardı.. ve bu nesillerin altın silsilelerini teşkil eden halkalar, yalanın rüyalarına dahi girmediği büyük zatlardan meydana geliyordu.
Dinin yarısını teşkil eden sünnet, bu şekilde, şek ve şüpheye mahal bırakmayacak ölçüde, en mevsûk kanallardan, alabildiğine hassas ve kılı kırk yaran muhakkik zatlar tarafından, hem de ta sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn döneminden başlayarak kaydedilmiş, ezberlenmiş, muhafazaya alınmış ve sonra da harfi harfine nakledilmiş, kitaplara geçmiş ve bu günlere gelip ulaşmıştır.
Evet, sünnet, sahabe tarafından, bir dinî kaynak, önemli bir rehber, bereketli bir Kur'ân tefsiri olarak değerlendirildiği, sahip çıkıldığı gibi, tâbiîn, tebe-i tâbiîn döneminde de, daha da artan bir iştiyakla sahip çıkıldı ve daha sonraki çağlara taşındı.
[1] M. Accâc el-Hatîb, es-Sünnetü kable't-tedvîn, s. 298.
[2] İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 2/22.
[3] Tirmizî, ilim 11; Hatîb el-Bağdâdî, Takyîdü'l-ilm, 32,33.
[4] Müslim, zühd 72; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/12, 21; Dârimî, mukaddime 42.
[5] Hatîb el-Bağdâdî, Takyîdü'l-ilm, s. 34.
[6] Buhârî, ilim 39; Tirmizi, ilim 12; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/248.
[7] Ebû Dâvûd, ilim 3; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/162, 192; Dârimî, mukaddime 43.
[8] Bkz.: Necm sûresi, 53/3.
[9] Tirmizî, ilim 12; Taberânî, el-Mu'cemü'l-evsat, 3/169.
[10] Hatîb el-Bağdâdî, Takyîdü'l-ilm, s. 73. Benzer rivayetler için bkz.: Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/215; Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, 1/151.
[11] Dârimî, diyât 1,3,11,12; İbn Hacer, el-İsâbe, 6/228; İbn Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye, 5/294.
[12] Dârimî, mukaddime 43; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 5/313; Hâkim, el-Müstedrek, 1/188.
[13] Buhârî, ilim 39; lukata 7; Tirmizî, ilim 12; Ebû Dâvûd, menâsik 89; diyât 4.
[14] Buhârî, ilim 39, merdâ 17; Müslim, vasiyet 22.
[15] Buhârî, ilim 42; İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 2/362; 4/331.
[16] Buhârî, ilim 39, cihad 171, diyât 24, 31; Tirmizî, diyât 16.
[17] Ebû Dâvûd, zekât 5; Tirmizî, zekât 4.
[18] İbn Sa'd, et-Tabakatü'l-kübrâ, 5/293.
[19] İbn Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye, 3/31 vd.
[20] Dârimî, diyât 12; İbn Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye, 5/294; İbn Hacer, el-İsâbe, 6/228, 596.
[21] Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 330.
[22] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-gâbe 3/350.
[23] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-gâbe 3/349; Subhî Salih, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları (Türkçe tercümesi), s. 22.
[24] San'ânî, Tavzîhu'l-efkâr, 1/91.
[25] İbn Ebî Hâtim, Takdimetu'l-cerh, s. 46; Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî ilmi'r-rivâye, s. 354.
[26] Ahmed Muhammed Şâkir, el-Bâisü'l-hasîs, s. 132-139.
[27] Tirmizî, iman 13; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/73.
[28] Buhârî, ilim 34.
[29] İbn Hacer, Hedyü's-Sârî, s. 4; M. Accâc el-Hatîb, es-Sünne kable't-tedvîn, s. 337.
- tarihinde hazırlandı.