Sünnet Nedir?
Sünnet, lügat mânâsı itibarıyla, "gidişat, -iyi ya da kötü- takip edilen yol" demektir. Bu mânâyı ifade eden bir hadis-i şerifte:
مَنْ سَنَّ فِي اْلإِسْلاَمِ سُنَّةً حَسَنَةً فَلَهُ أَجْرُهَا وَأَجْرُ مَنْ عَمِلَ بِهَا بَعْدَهُ مِنْ غَيْرِ أَنْ يَنْقُصَ مِنْ أُجُورِهِمْ شَيْءٌ، وَمَنْ سَنَّ فِي اْلإِسْلاَمِ سُنَّةً سَيِّئَةً كَانَ عَلَيْهِ وِزْرُهَا وَوِزْرُ مَنْ عَمِلَ بِهَا مِنْ بَعْدِهِ مِنْ غَيْرِ أَنْ يَنْقُصَ مِنْ أَوْزَارِهِمْ شَيْءٌ
"Kim, İslâm'da güzel bir yol, bir çığır açarsa, onun ecri ve daha sonra o yolda gidenlerin ecri, yapanlardan eksiltilmemek üzere onundur. Kim de İslâm'da kötü bir yol, bir çığır açarsa, onun ve o yolda gidenlerin vebali, yapanlardan eksiltilmemek üzere onun sırtına yüklenecektir."[1] buyrulmaktadır.
Muhaddisler, usûlcüler ve fukahâ, ıstılâhî mânâsı itibarıyla sünneti, aşağıdaki ifadelerle tarif etmeye çalışmışlardır:
Muhaddislere göre sünnet: "Ahkâma ve amele esas teşkil etsin etmesin, yaptıkları ve içtinap ettikleriyle Allah Resûlü'nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) -Hanefiler'in nokta-i nazarınca farz, vacip, sünnet, müstehap ve âdâp- bize intikal eden her şeydir." Yani, Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) şemâilidir, hayat tarzıdır, sîretidir.
Usûlcülerin sünnet anlayışı biraz daha farklıdır. Onlara göre sünnet: "Resûlullah'tan (sallallâhu aleyhi ve sellem) söz, fiil ve takrîr olarak sâdır olan her şeydir." Yani, Resûlullah Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sözleri, davranışları ve ashabında görüp de men etmediği veya sükutla tasvip buyurduğu hareketlerdir.
Fukahâ ise, sünnete bid'at mukabilinde ve teşrie, yani farza, vacibe, harama esas teşkil etmesi açısından bakarlar. Bu mânâda sünnet, hadisin müradifi, ya da müteradifi sayılır.
Hadis; tahdîs masdarından, haber vermek mânâsına bir isimdir. Daha sonraları, Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) nisbet edilen her söz, fiil ve takrîre hadis denmiştir. İbn Hacer: "Şeriat örfünde hadisten maksat, Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) isnat edilen her şeydir."[2] der.
Bazı fuhûl-u ulemâ, hadis sözünden, kadim, özlü ve ilâhî olanı sezmişlerdir ki, Kur'ân-ı Kerim'le sünnetin ilk ayrılma noktalarına işaret etmesi bakımından oldukça önemli bir tevcihtir. Sünen-i İbn Mâce'deki bir hadis de bunu teyit eder mahiyettedir. İbn Mesud, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir keresinde şöyle buyurduklarını nakleder:
إِنَّمَا هُمَا اِثْنَتَانِ: اَلْكَلاَمُ وَالْهُدَي، فَأَحْسَنُ الْكَلاَمِ كَلاَمُ اللّٰهِ وَأَحْسَنُ الْهُدَي هُدَى مُحَمَّدٍ
"Onlar başka değil ikidir: Biri kelâm, diğeri de hidayet buudlu yoldur. Kelâmın güzeli Allah (celle celâluhu) kelâmı, hidayetin güzeli de Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hidayetidir."[3]
Evet, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendi sözleri hakkında hadis demeyi tercih etmiştir. Böyle demekle, kendine ait sözlerle, kendine ait olmayan sözleri birbirinden ayırdığı gibi, hadis ıstılahı olarak da, bu kelimenin nerede kullanılacağı hususunu hatırlatmada bulunmuştur.
1. Sünnetin Çeşitleri
Bütün bu tariflerden anladığımız hususları şu üç kısma irca edebiliriz:
a. Kavlî Sünnet
Sünnet, Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek sözleridir; yani sünnetin bir bölümünü O'nun nurlu sözleri teşkil eder ki, bunlar, Kur'ân'da yer almayan, fakat bütün fukahâca fıkıh kitaplarına alınıp, pek çok hükme esas kabul edilen O'na ait nurefşan beyanlardır ki, misal olarak şunları zikredebiliriz:
a. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): لاَ وَصِيَّةَ لِوَارِثٍ "Vârise vasiyet yoktur."[4] buyururlar. Yani, miras bırakan kimse, kendisine vâris olacak biri için mirasından vasiyette bulunamaz; şu vakfa veya bu hayır müessesesine vasiyette bulunabilir ama ayrıca kendi mirasçısına mirasından vasiyette bulunup da, "Mirasımın şu kadarı ona verilsin." diyemez.
b. Yine, usûl-i fıkıhta, fıkhın prensipleri arasında yer alan bir başka mübarek sözlerinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): لاَ ضَرَرَ وَلاَ ضِرَارَ "Zarar verme ve zarara zararla mukabele etme yoktur."[5] buyurmuşlardır. Yani, kimseye zarar verilemeyeceği gibi, birine zarar veren kişiye de zararla mukabele edilemez.
c. Allah Resûlü'nün bir diğer mübarek sözlerinde ise şöyle buyrulmaktadır: فِيمَا سَقَتِ السَّمَاءُ وَالْعُيُونُ الْعُشْرُ، وَمَا سُقِيَ نِصْفُ الْعُشْرِ بِالنَّضْحِ "Yağmurların ve akarsuların suladığı arazide öşür (onda bir), hayvanlar ile sulanan arazide öşrün yarısı (yirmide bir) zekât vardır."[6]
d. "Deniz suyuyla abdest alabilir miyim?" diye soran bir sahabisine Allah Resûlü, dünya kadar fetvalara esas teşkil edecek şu mübarek sözüyle karşılık verir: هُوَ الطَّهُورُ مَاؤُهُ الْحِلُّ مَيْتَتُهُ "Onun suyu temiz, ölüsü de helâldir."[7]
b. Fiilî Sünnet
Resûl-i Ekrem'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) davranışları ve hareketleriyle ortaya koyduğu sünnettir ki, Kur'ân'da sarihen zikredilmemiştir. Meselâ; Kur'ân-ı Kerim'de namaz emredilmiş olduğu ve bazı yerlerinde "Rükû edin, secde edin." gibi emirler bulunduğu; hatta umumî bazı vakitler zikredildiği hâlde, kesin olarak hangi vakitlerde ve kaç defa namaz kılınacağı.. namazın nasıl eda edileceği.. onun farzları, vacipleri.. ve nelerin namazı bozduğu açıklanmamıştır.
Bütün bu hususlarda, sünneti nazara veren Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): صَلُّوا كَمَا رَأَيْتُمُونِي أُصَلِّي "Beni, nasıl namaz kılıyor görüyorsanız, siz de öyle kılın."[8] buyurarak, sünnetin hususî teşrî'ine işaret etmişlerdir. Yine, menâsik-i hac mevzuunda; pek çok âlimler bile bu hususta yanılırlar. Ve yanılmışlardır da. Hatta, hac menâsikine dair risaleler yazan âlimler dahi onu delilsiz, rehbersiz yerine getirememişlerdir. Hatta Hz. İmamu'l-Hümam'ın bile bu hususla alâkalı bir menkıbesini naklederler... İşte, oldukça karışık haccın menâsiki de, tıpkı namaz gibi, yine Efendimiz'in uygulamalarıyla belirlenmiştir.
c. Takrîrî Sünnet
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), ashabında gördüğü bazı hoşuna gitmeyen davranışları usûlünce tenkit buyururlardı. Meselâ minbere çıkar ve isim tasrih etmeden, perdeyi yırtmadan: "Cemaate ne oluyor ki, falan şöyle yapıyor?!" diye ikaz ve tembihde bulunurlardı.[9] Âişe Validemiz'in ifadeleriyle: Şahsına karşı yapılan kötü muamelelerde son derece müsamahakâr olmasına rağmen, hakkın çiğnendiği yerde, kükremiş aslan gibi, ihkâk-ı hak edinceye kadar kendisini durdurmak mümkün olmazdı.[10] Bu arada, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bazen de gördüğü davranışları men etmez ve sükutuyla onları tasvip buyururlardı ki, bu da sünnetin takrîrî kısmını teşkil etmektedir.
a. Meselâ; bir defasında iki sahabi sahrada su bulamadılar ve teyemmümle namaz kıldılar. Bunlardan biri, daha sonra aynı namaz vakti içinde su buldu ve abdest alıp, yeniden namaz kıldı.. diğeri namazını iade etmedi. Sonra ikisi de gelip, durumu Resûlullah'a (sallallâhu aleyhi ve sellem) anlattılar. Allah Resûlü: "Suyu bulduğum hâlde, ben namazı iade etmedim." diyene: أَصَبْتَ السُّنَّةَ "Tam sünnete göre hareket ettin."; "Suyu bulunca, abdest alıp, namazı iade ettim." diyene de: لَكَ اْلأَجْرُ مَرَّتَيْنِ "Sana da iki mükafat var."[11] buyurdular. İşte bu, takrîrî sünnete girmektedir.
b. Yine, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Benû Kureyza'yı tedibe giderken: "Acele edin, namazı orada kılacağız!" buyurdular. "Acele" sözünden bazı sahabi: "Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), acele edip Kureyzaoğulları yurduna varmamızı ve namazı orada kılmamızı istiyor..." mânâsını çıkarıp, hemen yola çıktılar ve namazı orada kıldılar. Diğer bir kısım sahabi ise, "Hayır, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), acele etmemizi istiyor; yoksa namazı burada da kılabiliriz." mânâsını çıkararak, namazlarını kılıp da gittiler.[12] Mesele Allah Resûlü'ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) götürüldüğünde, her iki grubun yaptığını da tasvip buyurdular. İşte, bu ve benzeri hâdiseler de takrîrî sünnete misal olarak zikredilirler.
2. Kur'ân'da Sünnet
Sünnet, hayatımızın hayatı ve ruhumuz içre de bir ruhtur. Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan da sünneti desteklemekte, desteklemekten de öte, onun İslâm'daki esaslı ve vazgeçilmez yerini tesbit ve tasrih buyurmaktadır. İşte, bu tesbit ve tasrihle alâkalı âyetler:
1. Kur'ân-ı Kerim'de birkaç yerde, birbirinin aynı veya çok az değişiği lafızlarla şöyle buyrulur: هُوَ الَّذِي بَعَثَ فِي اْلأُمِّيِّينَ رَسُولاً مِنْهُمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِهِ وَيُزَكِّيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ "O (Allah) ki, ümmîler içinde kendilerinden bir Resûl ba's buyurdu. (O Resûl), onlara Allah'ın âyetlerini okuyor, onları temizliyor ve onlara kitabı ve hikmeti öğretiyor..." (Cuma sûresi, 62/2)
Hemen hemen büyük çoğunluğu itibarıyla muhaddisîn ve müfessirîn-i kiram, âyette geçen 'hikmet' kelimesinden 'sünnet'i anlamışlardır. Çünkü, mucize olan Kur'ân-ı Kerim'in içinde gelişigüzel sıkıştırılmış kelimeler, maksada kapalı ifadeler ve gereksiz itnab, yani yok yere kelime dökme ve sözü uzatma olamayacağından, söz konusu âyet-i kerimede, hikmetten kasıt, kitap veya kitabın bir kısmı olamaz; zira o zaman, hikmet, kitap üzerine atıf yapılmazdı. Evet, burada kitaptan maksat, çok âyetlerde de geçtiği üzere Kur'ân-ı Kerim'dir. Hikmet ise, kitabın icmâlini tafsîl, mübhemini tefsîr, umumî olanını tahsîs ve mutlakını takyîd bâbında, Allah Resûlü'nden şerefsüdûr olan sünnet-i seniyyedir.
2. Bir başka âyet-i kerimede, Allah (celle celâluhu), peygamberlerini onlara itaat edilsin diye gönderdiğini ifade buyurur: وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ إلاَّ لِيُطَاعَ بِإِذْنِ اللّٰهِ "Biz gönderdiğimiz her peygamberi, başka değil, ancak -Allah'ın izniyle- kendisine itaat edilmesi için gönderdik." (Nisâ sûresi, 4/64)
Allah, kendisine itaat edilsin diye peygamber gönderir. Peygambere itaat ise, onun zatından dolayı değil, ferdî-içtimaî, maddî-mânevî aydınlığa vasıta ve vesile olması hasebiyle, Allah'ın memuru bulunması itibarıyladır.
Evet: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَلاَ تَوَلَّوْا عَنْهُ "Ey iman edenler! Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin ve O'ndan yüz çevirmeyin." (Enfâl sûresi, 8/20)
أَطِيعُوا اللّٰهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ "Allah'a itaat edin; Resûl'e itaat edin."[13]
Âyetlerde ifade olunan Allah'a itaatle, Resûlullah'a itaat aynı şeyler değildir. Allah'ın emir ve nehiylerinde Allah'a, Resûlullah'ın emir ve nehiylerinde, yani O'nun sözlerinde, fiillerinde ve takrîrlerinde de O'na itaat açıkça Kur'ân-ı Kerim'in emridir. Çünkü, Allah'a itaat adına Kur'ân-ı Kerim'in ortaya koyup ve Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) tebliğ buyurdukları emir ve nehiylerin dışında, bir de, müstakillen sünnet eksenli emirler-yasaklar, terğibler-terhibler, teşvikler-tavsiyeler var ki, bütün bunları ifade sadedinde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): أَلاَ إِنِّي أُوتِيتُ الْكِتَابَ وَمِثْلَهُ مَعَه "Şüphesiz, bana kitab ve onunla birlikte bir benzeri, bir misli verildi."[14] buyurmaktadır.
Ayrıca, yukarıda misal olarak getirdiğimiz âyet-i kerimelerde, Allah'a ve Resûlü'ne ayrı ayrı itaat emredildikten sonra: "Resûlullah'tan yüz çevirmeyin!" deniliyor ki, bu da, sünnete ittiba etmemenin, hatta onu hafife almanın ve sorgulamanın bir nevi irtidat olduğunu ifham etmektedir.
3. Bu mevzuyla alâkalı olarak, Kur'ân-ı Kerim'de geçen âyetlerden bazıları da şunlardır:
a. يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللّٰهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَأُولِي اْلأَمْرِ مِنْكُمْ "Ey iman edenler; Allah'a itaat edin, Resûl'e itaat edin ve sizden olan ulü'l-emre de (içinizden çıkan, inanç, duygu ve düşüncelerinizi paylaşan, acıda, sevinçte, kederde sizinle beraber olan büyüklerinize de) itaat edin." (Nisâ sûresi, 4/59)
Âyet, Resûlullah'tan sonra gelen emir sahiplerine ve büyüklere itaati bile emrederken, insanlık adına büyükler büyüğü, kendilerine itaat edilmesi emrolunan büyüklerin de büyüğü, melcei, mencei Resûlullah'a itaat etmemek.. Kur'ân dışında O'nun sünnetini, yani mübarek sözlerini, fiillerini kâle almamak ve O'na ayrı bir emretme, yasaklama hakkı ve selahiyetini vermemek, acaba hangi insafla telif edilir?
b. وَأَطِيعُوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَلاَ تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ وَاصْبِرُوا "Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin ve nizâa düşmeyin. Aksi hâlde gevşer, zaafa dûçâr olursunuz; kuvvetiniz, nusretiniz, devletiniz gider; sabredin ha!" (Enfâl sûresi, 8/46)
Bu ilâhî beyan, Allah'a ve Resûlullah'a itaati, nusretin, kuvvetin, birliğin ve devletin kaynağı saymaktadır. Resûlullah'a itaatten uzaklaşıldığı zaman, yani imam bilinmediği veya kâle alınmadığı zaman, tıpkı namaz imamında olduğu gibi, kimin hangi kıbleye döneceği belli olmaz; o hâlde, nizâa düşmemenin yolu, Resûlullah'a itaat ve iktidadır; nitekim, bir başka âyette: "Kendi aranızda nizâa düştüğünüz zaman, Allah'a ve Resûlü'ne götürün!" (Nisâ sûresi, 4/59) buyrulmaktadır.
Hakikat bu iken ve bizi birleştirecek, içtimaî vahdetimizi sağlayacak mercî O ve O'nun sünneti iken, O'nun kudsî âsârını sorgulamanın neye müncer olacağı, acaba hiç düşünülmüş müdür?
c. قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ "De ki: 'Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.' " (Âl-i İmrân sûresi, 3/31)
Allah'ı sevmek, Resûlullah'ı sevmek; Resûlullah'ı sevmek de Allah'ı sevmek demektir. Resûlullah sevilmeden Allah sevilemez ve O'nun sünnetine ittiba etmeden, Allah'ı sevme davasında bulunmak, boş bir iddiadır.
ç. لَقَدْ كَانَ لَكُمْ في رَسُولِ اللّٰهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا اللّٰهَ وَالْيَوْمَ اْلاٰخِرَ وَذَكَرَ اللّٰهَ كَثِيراً "Allah'ı ve ahiret gününü uman ve Allah'ı çok zikredip, Allah'la irtibatını kavî tutan ehl-i iman için, doğrusu Resûlullah misal alınacak insandır; O'nda, misal edinme adına çok güzel şeyler vardır." (Ahzâb sûresi, 33/21)
Değişik yönlere giden yollarda istikameti bulabilmek ve sırat-ı müstakîmde istikamet üzere yürüyebilmek için, istikameti temsil eden insana ittiba etmek, O'nun sünnetine uymak, yapılması gerekli olan biricik iştir.
d. فَلاَ وَرَبِّكَ لاَ يُؤْمِنُونَ حَتَّى يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ "Hayır, asla! Rabbine andolsun ki, aralarında nizâa bâdî her meselede seni hakem olarak kabul etmedikten sonra, onlar iman etmiş olamazlar." (Nisâ sûresi, 4/65)
İşte, Peygamber'i en yakından tanıyan bir sahabinin bu mevzudaki anlayışı! Bir gün bir kadın İbn Mesud'a gelerek: "Sen, dövme yapıp yaptıran, yüz tüylerini yolan ve yolduran, dişlerini seyrekleştiren ve güzel görünmek için dişlerinin arasını yontan ve Allah'ın yarattığını değiştiren kadınlara lânet etmişsin." der. İbn Mesud Hazretleri de: "Bu Allah'ın kitabında var." buyurur. Kadın: "Yemin olsun ki, ben Mushaf'ın iki kabının arasında ne varsa okudum, böyle bir şey görmedim!" deyince, İbn Mesud (radıyallâhu anh), Allah'ın: وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا "Resûl size ne getirdiyse, onu alın ve sizi neden nehyettiyse, ondan kaçının!" (Haşr sûresi, 59/7) buyurduğunu okumadın mı?" cevabını verir. Evet, Efendimiz: "Takma saç kullanan, saçına başkasının saçını ekleyen, vücuduna dövme yapan ve yaptıran kadınlara lânet etmiştir."[15]
3. Hadis-i Şeriflerde Sünnet
Peygamber Efendimiz'in hadis-i şeriflerinde de sünnetin yerine ve ehemmiyetine işaret olunmuş ve bu mevzu üzerinde hassasiyetle durulmuştur. Meselâ, Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde Hz. Ebû Hüreyre'den (radıyallâhu anh) rivayet olunan bir hadis-i şerifte: مَنْ أَطَاعَنِي فَقَدْ أَطَاعَ اللّٰهَ وَمَنْ عَصَانِي فَقَدْ عَصَى اللّٰهَ "Bana itaat eden, şüphesiz Allah'a itaat etmiştir; bana isyan eden de, hiç şüphesiz Allah'a isyan etmiştir."[16] buyrulmaktadır.
Peygamber'in yolu, Allah'ın yoludur; Peygamber'in izinde bulunmak demek, ilâhî mesajların aydınlık ikliminde yürümek demektir. Dolayısıyla sünneti kabul etmemek, onu hayattan dışlamak veya ona başkaldırmak, Allah'a isyanla aynı mânâya gelir.
Allah, insanlar içinden bir insanı seçiyor; ve her şeyi reşha gibi kusursuz ve arızasız aksettirecek nezih bir Ruh'u intihap edip, insanlara mesajını O'nunla gönderiyor; O da, getirdiği bu mesajı yorumlarıyla açıklıyor, önümüze seriyor. Buna karşılık bazı densizler kalkıp, o Musaffâ Elçi'ye karşı tavır alıyorsa, o zaman bunun adı, ancak ve ancak Allah'a isyan, O'na başkaldırma ve Cehennem'e istihkak kesbetme olur. Çünkü, yine Buhârî'nin rivayet ettiği bir başka hadis-i şerifte Efendimiz bizzat:
كُلُّ أُمَّتِي يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ إِلاَّ مَنْ أَبَى. قَالُوا يَا رَسُولَ اللّٰهِ وَمَنْ يَأْبَى؟ قَالَ: مَنْ أَطَاعَنِي دَخَلَ الْجَنَّةَ وَمَنْ عَصَانِي فَقَدْ أَبَى
"Girmemekte direten müstesna, ümmetimden herkes Cennet'e girer." buyurmuşlar. Ashab-ı kiramın: "Girmemekte direten kimdir, yâ Resûlallah?" diye sorması üzerine de: "Bana itaat eden Cennet'e girer; bana isyan edense Cennet'e girmemek için inat ediyor demektir."[17] cevabını vermişlerdir.
Ebû Dâvûd ve Tirmizî'nin, Irbâd İbn Sâriye'den rivayet ettiği bir başka hadis-i şeriflerinde ise Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem):
فَإِنَّهُ مَنْ يَعِشْ مِنْكُمْ بَعْدِي فَسَيَرَى اِخْتِلاَفاً كَثِيراً، فَعَلَيْكُمْ بِسُنَّتِي وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ تَمَسَّكُوا بِهَا وَعَضُّوا عَلَيْهَا بِالنَّوَاجِذِ
"İçinizden benden sonra yaşayanlar pek çok ihtilaf ve herc ü merç göreceklerdir. Siz sünnetime ve doğruya götüren Raşid Halifelerin (yani Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali'nin) sünnetine sarılın, yapışın. Bunlara dişlerinizle sımsıkı tutunun!" buyurmuşlardır.
Hadisin devamında, yine sünnetin her şey olduğuna ve her şeyi aşan ehemmiyetine işareten: وَإِيَّاكُمْ وَمُحْدَثَاتِ اْلأُمُورِ، فَإِنَّ كُلَّ بِدْعَةٍ ضَلاَلَةٌ "Zinhar, sonradan ortaya çıkma işlerden (bid'at) sakının; çünkü, her bid'at dalâlettir."[18] buyrulmaktadır.
Yine, Taberânî'nin rivayet ettiği meşhur bir hadiste:
اَلْمُتَمَسِّكُ بِسُنَّتِي عِنْدَ فَسَادِ أُمَّتِي لَهُ أَجْرُ شَهِيدٍ "Ümmetimin fesadı zamanında (dinin esaslarının sarsıldığı, ümmetin dağılıp parçalandığı ve İslâmî düşüncenin hedmine çalışıldığı bir dönemde) sünnetime, (yol adına getirip ortaya koyduğum disipline) sımsıkı sarılan, hatta onun esaslarından bir tanesini bile ihya eden, şehit sevabı kazanır."[19] Hadisin tenkide maruz rivayetinde ise "yüz şehit sevabı kazanır" buyrulmaktadır.[20]
Kur'ân'ın ve Resûlullah'ın apaçık ifadeleri karşısında hâlâ kendilerine başka yollar arayanlara, Kur'ân'ın dediği gibi desek, zannediyorum fazla bir şey söylemiş olmayız: فَاَيْنَ تَذْهَبُونَ "Öyle ise nereye gidiyorsunuz?" (Tekvir sûresi, 81/26)
[1] Müslim, zekât 69; Tirmizî, ilim 15. (Lafız Müslim'den)
[2] Bkz.: İbn Hacer, Nüzhetü'n-nazar, s. 37; Ali el-Münâvî, el-Yevakît ve'd-dürer, 1/228.
[3] İbn Mâce, mukaddime 7.
[4] Tirmizî, vesâyâ 5; Ebu Davud, vesâyâ 6.
[5] İbn Mâce, ahkâm 17; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/326.
[6] Buhârî, zekât 55; Tirmizî, zekât 14.
[7] Tirmizî, tahâret 52; Ebû Dâvûd, tahâret 41.
[8] Buhârî, ezan 18; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/53.
[9] Bkz.: Buhârî, salât 70; Müslim, nikâh 5.
[10] Buhârî, hudûd 10; Müslim, fedâil 77-79.
[11] Ebû Dâvûd, tahâret 126; Dârimî, tahâret 65.
[12] Buhârî, megâzî 30; havf 5.
[13] Nisâ sûresi, 4/59; Nûr sûresi, 24/54...
[14] Ebû Dâvûd, sünnet 5; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/130.
[15] Buhârî, tefsiru'l-Kur'ân (59) 4; Müslim, libâs 120.
[16] Buhârî, ahkâm 1; Müslim, imâre 32-34.
[17] Buhârî, i'tisâm 2; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/361.
[18] Tirmizî, ilim 16; Ebû Dâvûd, sünnet 5; İbn Mâce, mukaddime 6.
[19] Taberânî, el-Mu'cemü'l-evsat, 5/315.
[20] Deylemî, Müsned, 4/198; Beyhakî, Kitabü'z-zühdi'l-kebîr, 2/118.
- tarihinde hazırlandı.