Tarihî Tekerrürler ve Biz
Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hicret etmesi, mağaraya sığınması vs. hâdiseler "tarihî hâdiselerin tekerrürü açısından" bakıldığında bizim için de bahis mevzuu mudur?
Öncelikle şunu tespit etmek lâzım; Allah (celle celâluhu) kıyamete kadar olacak her şeyi Asr-ı Saadet'te bir mikro planda görüntülemiş gibidir. Bu itibarla ümmet-i Muhammed, her zaman gelişen yeni hâdiseler, değişen şartlar ve hükmü belli olmayan meselelere çözüm yollarını o asra müracaat ile bulabilirler. Zaten selef-i salihînin yapmış olduğu içtihadlarla meydana gelen o dev eserler de bir mânâda, o devirdeki mikrofilmlerin teksir ve istinsahından ibarettir.
Şunu belirtmekte de yarar var: Tarihî hâdiseler aynıyla değil, misliyle cereyan eder. Bu itibarla da denebilir ki; geçmiş zamanda cereyan eden hâdiselerin, aynıyla tekrarını bekleyen tarihî maddeciler, ciddî bir aldanmışlık ve yanılgı içindedirler. İhtimal onları yanıltan şey, hâdiselerin bazen aynıyla tekerrür ediyor gibi gözükmesidir. Aslında bu, asıl ile zılli (gölgeyi) birbirine karıştırmak demektir.
İşte hicret ve hicret yolculuğu esnasında meydana gelen hâdiseler, denebilir ki, bir başka dönemde de misliyle cereyan edebilir. Meselâ, günümüz itibarıyla, bizler öteden beri hep böyle bir kulvarda yol alıyoruz. Hadisin ifadesiyle "Muhacir, Allah'ın haram kıldıklarından kaçınandır." fehvâsınca, şahsî hayatımızda haramlardan içtinab ederek hep hicret yaşıyoruz. Maddî cihad gibi hicreti de çoklarımız, gerek ferdî gerek ailevî olarak hizmetinin gereklerine göre yerine getiriyorlar. Bilhassa Orta Asya'da komünizm rejiminin çözülmesi bu hâdiseye daha bir hız kazandırmıştır. Avrupa, Amerika, Avustralya ve daha başka yerlerde milletimize ait değerleri yeryüzü insanına duyurma adına yapılan açılımlar ise meselenin ayrı bir buudunu teşkil etmektedir.
Yalnız burada bir hususa dikkatinizi çekmek istiyorum: Yapılan hicretin içine hiçbir iddia, beklenti karıştırmaksızın, sadece Allah için yapılması şarttır. Böyle bir şeyin gerçekleşmesi ise, insanın iç dünyasının sıhhatine, kendi kendini keşfetmesine, Allah ile irtibatının kavi olmasına, her yerde O'nu görüp, O'nu duyup, O'nu hecelemesine bağlıdır. Evet, bence insanlar evini, barkını, memleketini, vatanını terk edeceklerse, bunu çok pahalıya satmalıdırlar. Çok yüce gayeler, yüce hedefler uğruna bu fedakârlıklara katlanmalıdırlar. Kaldı ki, zaten Allah ve Resûlü de bizlere bu gayeyi ve bu hedefi göstermişlerdir. Hedef Allah'tır, O'nun Cennetidir, cemalidir, rızasıdır, Resûlullah'ın şefaatidir.
Sahabe-i kiram içinde adını bilmediğimiz bir zat, bahsettiğimiz ölçüde kalb balansını iyi ayarlayamadığı ve niyetini hâlis tutamadığı için, diğerleri ile aynı meşakkate, zorluğa, sıkıntıya katlanmasına rağmen kazanma kuşağında kaybetmiştir. Bir kadın uğruna Mekke'den Medine'ye hicret eden işte bu sahabinin durumu, Allah Resûlü'ne anlatılınca, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): "Nikâhlanacağı bir kadın uğruna hicret edenin hicreti de onadır." buyurmuştur. Yani o, Allah'ın muhaciri, Resûlullah'ın muhaciri olma pâyesine erişememiştir. Bu itibarla da denebilir ki, kalb balansı, iç murâkabe ve muhasebe, niyetin hâlis kılınması hepsinden önemlidir.
Evet, sahabe-i kiramın hiçbirine; "Sizin o büyük fedakârlıklara katlanarak gerçekleştireceğiniz hicrete, şöyle şöyle şeyler terettüp edecek!" yani "Bir on yıl sonra cihanla hesaplaşacaksınız, şu kadar alana yayılacaksınız; vali, hâkim ve idareci olacaksınız..." gibi şeyler hiç mi hiç bahsedilmemiş; onlara sadece hedef gösterilmiş ve "Medine'ye hicret edin!" emri verilmiş. Onlar da, her şeye rağmen hicret etmişler. İşte bu düşüncenin kaynağı, o düşünceyi hayata taşıyan insanın iç dizaynını iyi ayarlaması ve Allah ile irtibatının kavi olmasına bağlıdır. Böyle insanlar Yunusvari:
Gelse celâlinden cefa, yahut cemalinden vefa
İkisi de câna safa, lütfun da hoş, kahrın da hoş.
derler. Hem de hiç iç ezikliği duymadan, tereddüte düşmeden, şüpheler içine girmeden.
Bugün de Allah bizlere yeni bir hicret yaşatıyor. –Bize bunu nasip eden Rabbimiz'e nihayetsiz hamd ü senalar olsun.– Öyleyse bunu yaşayanlar, eğer amellerinin boşa gitmesini istemiyorlarsa, iç âlemlerini iyi ayarlamaya bakmalıdırlar.
Soruda mağaradan da bahsediliyordu. Evet, daha önce kaydettiğimiz gibi misliyle cereyan eden hicret hâdisesinde, aynen o zamanki mağara dönemini fert ve toplum bazında bugün de yaşıyoruz. Dün –bugün bu işin hızı kesilir gibi gözükse de– Müslümanlık düşünceleri ile açığa çıkan hiç kimseyi iflah etmiyorlardı. Ve gözünün yaşına bakmadan bir şakî gibi senelerce kovalayabiliyorlardı. Onlara milleti, ülkesi, dini için düşündüklerini söyleme imkân ve fırsatı bile vermeden, ademe mahkûm ediyorlardı. İşte bunlar da, farklı bir buudda mağara dönemi yaşantısının tezahürleridir.
Şimdi de, hâdisenin farklı bir buuduna işaretle bu bahse son verelim. Her şeyden evvel bu millete, bu ülkeye, bu devlete hizmet vermek isteyenler çok uzun vadeli planlar yapmalılar ve gelecekte kendilerine terettüp edecek ağır mükellefiyet ve sorumlulukları göğüslemek için şimdiden hazırlıklı olmalılar. Bu ülkede, dinine hizmet eden kimselere düşmanlık yapan, düşmanlık yapmanın da ötesinde, onların hayatlarına hacir koyan ve onları tesirsiz hâle getirmek isteyen Allah ve Peygamber düşmanlarına, dine ait hakikatleri götürmek için sürekli proje üretmeliler. Belki bunlar bazılarının mülâhazasına göre pasif olarak değerlendirilebilir ama zannediyorum tam aksine, asıl bunlar milletimizin geleceği adına kalıcı ve istikbal vaad edici hizmetlerdir ve bu yönüyle de bu zatlar olabildiğince aktif sayılırlar.
Evet, dün gitti.. bugün de gitmek üzere.. yarının ise geleceği, yani ona erişip erişemeyeceğimiz belli değil. Öyleyse biz içinde bulunduğumuz anı gerçek ömrümüz bilmeli ve onu dolu dolu geçirerek değerlendirmeliyiz.
- tarihinde hazırlandı.