Ruh İnsanının Portresi
Ruh insanının bir portresini çizseydiniz nasıl çizerdiniz?
Ruh insanı; madde ve mânâyı birbiri içinde bütünleştirip bünyesinde barındıran, her zaman kalb ve ruhun derece-i hayatını takip ederek, cehennem yolunun sûrî güzelliklerine takılmayıp, cennet yolunun zorluklarına katlanan ve rabbaniliğini korumaya çalışan bir hakikat eridir. Beden ve ceset insanının, bütün bir hayat boyu, cismanî arzularına takılıp, nefsanî isteklerini yaşamasına mukabil ruh insanı, irfanla derinleşen, imanla yücelme sırrını keşfeden ve ruhanî zevkleriyle cennetleri gönlünde duyan ve yaşayan başyüce bir insandır.
İnsan, ancak yüksek ideallerle gerçek insanlığa ulaşabilir. Hayatını yüksek mefkûre ve ideallerle derinleştirmeyen kimselerin yükselip ruh insanı olmaları bir yana, ilk fıtratlarını korumaları da çok zordur; hatta imkânsızdır. Ruh insanının kuşlar gibi pervâz edip nâmütenâhiliğe yelken açtığı zirvelere karşılık, beden insanı, nefsin hezeyanları içinde bocalar durur. Hâlbuki eşref-i mahlukât olarak yaratılan insan, yüksek duygularla mücehhez, fazilete istidatlı ve ebediyete meftun bir varlıktır.. ve onun için yükselmeyip yerinde kalmak, daha aşağı canlılar seviyesine düşmek demektir.
Fıtratı müteheyyiç, hakikate açık gönüllerin zevk ü sefaları, devamlı aksiyon ve hareketleri iç içedir ve hedefledikleri yüksek idealleri tahakkuk ettirecekleri âna kadar da hep hareket halinde, biraz da huzursuz ve rahatsızdırlar. Nitekim İnsanlığın İftihar Tablosu (sav), henüz peygamberlik esintilerini duymadan, Hira dağına çekilmiş ve topyekün insanlığın alev alev yanan bir cehenneme doğru sürüklenmesinin ızdırabını vicdanında duyarak Allah'a sığınmış ve gönülden bu problemi çözmeye bağlanmıştır. İşte bu sebeple Nebiler Serveri (sav), her zaman rahatsızdır ve bu rahatsızlığı da hayatı boyunca devam edecektir. O'nun (sav), hak ve hakikate muhtaç gönüllere, ruhunun ilhamlarını üflemek için sokak sokak, kabile kabile dolaşıp âşina gönüller araması bunun en önemli delilidir.
Şimdi isterseniz, ruh insanlarının hayatlarından bir kısım örneklerle konuyu biraz daha müşahhaslaştırmaya çalışalım:
Ruh insanı, cismanî hayattan sıyrılıp yüksek ideallere dilbeste olan ve kendini sadece ve sadece insanlığın kurtuluşuna bağlayan insandır.' diyeceksek, günümüzde Bediüzzaman:
'Ben, cemiyetin imanını kurtarma yolunda dünyamı da feda ettim, ahiretimi de. Seksen küsur senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı Harplerde bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne gönderildim. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa daha ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan menetmeseydi, Said belki bugün toprak altında çürümüş olacaktı. Bütün hayatım zahmet ve meşakkatle, felaket ve musibetle geçti. Cemiyetin imanı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi de dünyamı da feda ettim. Helâl olsun!. Bana ezâ ve cefâda bulunanlara beddua bile etmiyorum. Çünkü, bu sayede Risale-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüz bin, yahut birkaç milyon, belki daha ziyade kişinin imanını kurtarmaya vesile oldu. Ölmekle yalnız kendimi kurtaracaktım, fakat hayatta kalıp, zahmet ve meşakkatlere tahammülle bu kadar imanın kurtulmasına hizmet ettim. Allah'a bin kere hamdolsun! Sonra, ben cemiyetin iman ve selâmeti yolunda ahiretimi de feda ettim. Gözümde ne cennet sevdası, ne de cehennem korkusu var. Cemiyetimin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun! Kur'ân'ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimin imanını selâmette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü, vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.' gibi sözleriyle buna iyi bir örnek teşkil eder.
Yine aynı ruh insanlarından biri sayılan Selahaddin Eyyûbî de üzerinde durulmaya değer. Mescid-i Aksa esaret altındadır. Bu durum koca sultanı çok rahatsız etmektedir. İşte böyle bir hâlin hasıl ettiği sıkıntılarla o, âdeta gülmeyi unutmuştur. Bir gün cuma namazında hatip, sultanı kastederek, tebessümün fazileti hakkında bir hutbe irad eder ve Selahaddin'de tebessüm duygusu uyarmaya çalışır. Hutbede kastedilen şahsın kendisi olduğunu anlayan Selahaddin Eyyûbî, cami çıkışında imam efendiye dönerek şunları söyler: 'Hocam öyle zannediyorum hutbenizde bana nasihat ettiniz. Ama Allah aşkına söyler misiniz, Mescid-i Aksa esaret altında iken ben nasıl gülebilirim?'
Başka bir ruh insanı olan şair-i şehîrimiz Mehmet Akif, İstanbul'un işgali esnasında Mescid-i Aksa ile aynı kaderi paylaşan Ayasofya'nın boynundaki zinciri, âdeta kendi boynunda hisseder ve hicranla şöyle mırıldanır:
'Umar mıydın ki: Mâbetler, ibâdetler yetîm olsun,
Ezanlar arkasından ağlasın bir nesl-i me'yûsun?
Umar mıydın: Cemâ'at bekleyip durdukça minberler,
Dikilmiş dört direk görsün, serilmiş bir yığın mermer?
Umar mıydın: Tavanlar yerde yatsın, rahneden bîtâb?
Eşiklerden yosun bitsin, örümcek bağlasın mihrâb?
Umar mıydın: O taş taş devrilen, bünyân-ı mersûsun,
Şu vîran kubbelerden böyle son feryâdı dem tutsun?'
Bu itibarla, her ruh insanı, gönül verdiği o yüce mefkûresini gerçekleştireceği âna kadar, tebessümü bile kendisine çok görmeli ve daima hüzün ve kederle iki büklüm olmalı, 'sabr-ı cemil'le oturup kalkmalıdır.
Selahaddin, o büyük hülyasını tam 20 sene sonra -Allah'ın inayetiyle- tahakkuk ettirmiş, Mescid-i Aksa'yı esaretten kurtarmış ve kendinden sonra gelecek nesillere de dâsitânî bir örnek olmuştur. Yine aynı Selahaddin, Mescid-i Aksa'yı istirdat edeceği âna kadar 20 sene hep çadırda yaşamış, 'Hünkârım, size bir ev inşa edelim.' diyenleri de: 'Allah'ın evi esirken ben kendime nasıl bir ev edinebilirim?' şeklinde cevaplamıştır.
Hz. Ömer (ra) döneminde, bugünkü Suriye ve Filistin de Müslümanların eline geçince, ordu kumandanlarının Mescid-i Aksa'nın anahtarlarını istemeleri üzerine oradaki vazifeli papaz: 'Biz, Mescid-i Aksa'nın anahtarlarını alacak zatın şemâilini biliyoruz ve bu anahtarları ondan başkasına vermemiz de mümkün değildir.' derler. Onlar, orada aralarında konuşadursunlar, Hz. Ömer (ra) hazineden bir deve alıp hizmetçisiyle beraber nöbetleşe deveye binerek Kudüs'e doğru yola çıkmıştır bile. Bu şekilde Mescid-i Aksa'ya yaklaştıklarında, kumandanlar: 'İnşâallah, Ürdün nehrini geçerken binme sırası Hz. Ömer'e gelir. Zira, bu Bizans halkı, kendi saraylarında ihtişam ve debdebeden başka bir şey görmedikleri için, başımızdaki halifeyi paçalarını sıvamış, hizmetçisi devenin üzerinde ve kendisi deveyi çekiyor görürlerse bakışları değişir.' diyerek dua etmeye başlarlar. Onların bu şekildeki arzu ve dualarına mukabil Allah (cc), en hayırlı olanı tahakkuk ettirmiş ve tam nehri geçecekleri zaman, devenin yularından tutma sırası Hz. Ömer'e gelmiştir. Devenin yularından tutma sırası kendine gelen Hz. Ömer, deveden iner, yerine kölesini bindirir ve ırmağın karşı yakasına bu şekilde geçer. Ayrıca halifenin elbiseleri, oraya gelinceye kadar, devenin üstündeki semere sürtüne sürtüne yırtıldığından o da her defasında bu yırtık yerleri yeniden yamamıştır. -Estağfirullah buna yamadan ziyade, şeref işaretleri demek daha uygundur.- Bütün bu durumları gören papaz, 'Tamam, bizim kitaplarımızda haber verilen işte bu zattır. Biz, anahtarları ancak bu zata veririz.' demiş ve onları Hz. Ömer'e teslim etmişlerdir.
Bu, o muhteşem tablonun bir yanı; öbür yanında ise Hz. Ömer'in, 'Bu insanlara karşı bir sultan gibi aziz ve şerefli görünün.' diyen kumandanlarına şöyle seslendiğini duyar ve ürpeririz: 'Allah bizi Müslümanlıkla aziz kılmıştır. Bundan başka bir şeyde izzet aramak beyhudedir.' Evet ruh insanı, Allah'a intisap eden, O'na kul olmakla iftihar edip şeref duyan ve bunun ötesinde başka şereflere de iltifat etmeyen insandır. Günümüz neslinin bir kısmı, Allah'a gönül veremediklerinden ve O'na intisabın lezzetini duyamadıklarından tatmin olamamış aç ve talihsiz insanlardır. Böyle bir fasit daireden kurtulmanın yolu da, Allah'a hakikî mânâda kul olmaktır.
Ruh neslinin önemli bir vasfı da 'kulluk'tur. Ashab-ı Kiram, kendilerine yöneltilen 'İslâm'ın şiarı nedir?' şeklindeki bir soruya 'İnsanı başka şeylere kulluktan kurtarıp, sadece Allah'a kulluk yolunu göstermektir.' cevabını vermişlerdir. Evet ruh nesli, gecelerin âbidleri, zâhidleri ve seccadeleri iniltiyle, yaşlarla süsleyen ruhbanları; gündüzlerin de bir küheylan gibi vazifeden vazifeye koşan fürsanlarıdır.
Bir rivayete nazaran, bütün hayatını, Cenâb-ı Hak'tan gelen emirlere karşı bağlılık içinde geçiren ve kulluğun zirvesine ulaşan İbn-i Abbas, mezara defnedildiği esnada, birdenbire etrafta şöyle bir ses yankılanır: يَا اَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ * اِرْجِعِي اِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً * فَادْخُلِي فِي عِبَادِي * وَادْخُلِي جَنَّتِي 'Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O'ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl ve cennetime gir!' (Fecr, 89/27-30) Zaten ibadet ü taat adına olgunluk ve doygunluğa ulaşmış kutlular, her zaman başkalarına karşı kapılarını kapatır, sonra da 'Beyhude yorulma, kapılar sürmelidir.' derler. Yumurtanın içine bir sperm girince, diğer spermler, zorlasalar bile içeriye giremedikleri gibi, Hakk'ın akdes ve mukaddes tecellileriyle doygunluğa ulaşmış bir ruha da, şeytan ve nefsin âsi müdahaleleri kolay olmasa gerek. Bir mânâda, مَا جَعَلَ اللهُ لِرَجُلٍ مِنْ قَلْبَيْنِ فِي جَوْفِهِ 'Allah, bir insanın içinde iki kalb yaratmamıştır.' (Ahzâb, 33/4) âyeti de bu hakikate işaret etmektedir.
İbrahim Ethem Hazretleri Kâbe'de iken Rabbisine 'Ya Rabbi! Senin aşkına tutuldum. Senden gayri her şeyi terk edip huzuruna geldim. Seni bulduktan sonra, gözlerim başka şey görmez oldu...' şeklinde bir hitapta bulunmuştur. O, tam bu duygularla dopdolu olduğu bir sırada, hemen oracıkta, senelerdir görmediği oğlu beliriverdi. Yılların verdiği hasret ve baba şefkatiyle oğluna sarılınca birden hâtiften 'Ey İbrahim! Bir kalbde iki sevgi olmaz.' diye bir sesle irkildi ve tereddüt etmeden: 'Allahım! Senin muhabbetine mani olanı al.' deyiverdi; deyiverdi ve oğlu hemen oracıkta ayaklarının dibine yığılıp kaldı. Evet işte, gönlünü sadece Allah'a açmış, Hakk'ın tecellilerine doymuş ve gözünü ağyara kapatmış yüce bir kâmetin ruh haleti.!
Heraklius'un kumandanının, Ashab-ı Kiram hakkında itiraf ettiği şu sözler, değişik bir zaviyeden ruh insanının portresini çok çarpıcı bir şekilde resmetmektedir: 'Hükümdarım! Bunlarla savaşmak mümkün değildir. Çünkü bizim hayata talip olduğumuz ölçüde, bunlar ölüme koşuyor ve bizim dünyayı sevdiğimiz kadar ahireti seviyorlar.'
Ruh insanı, ibadet u taatiyle, gece derinlikli bir leylîdir. İşte onlardan biri!. Abbâd İbn Bişr (ra). O, namazlarını son derece huşû içerisinde eda eder ve her zaman kıldığı namazın son namaz olduğunu düşünürdü.
Zâtürrikâ' seferinden dönülüyordu. Hz. Abbâd, Efendimiz'in (sav) yanı başında bulunanlardandı. Vakit geceydi. Resûlullah (sav), mücahitlerin istirahat etmesi için mola verilmesini emretti. Muhtemel bir baskına karşı da her zaman olduğu gibi nöbet tutulmasını emretti. Bu hizmet için iki gönüllü istedi ve 'Bu gece bizi kim bekler?' buyurdular. Muhacirlerden Ammar bin Yasir, Ensar'dan da Abbâd bin Bişr ayağa kalktılar ve ikisi birden 'Biz bekleriz ya Resûlallah!' diyerek öne atıldılar. Peygamberimiz onlara şu talimatı verdi: 'Öyleyse vadinin ağzında durunuz ve etrafa göz kulak olunuz.'
İki kahraman, vadiye doğru ilerlediler. Hz. Abbâd, Ammar'a: 'Gecenin başında mı beklemek istersin, sonunda mı?' dedi. Hz. Ammar, önce beklemeyi tercih etti. Nöbete durdu. Abbâd da hemen namaza başladı. Bu sırada çok yorgun olan Ammar uyuyuverdi. Abbâd İbn Bişr'in, arkadaşının uyuduğundan haberi yoktu. O, namazına devam ederken bunları takip eden bir müşrik onu gördü ve bu fırsatı değerlendirmek istedi; istedi ve hemen yayına bir ok yerleştirip fırlattı. Müşrikin oku Hz. Abbâd'a saplandı. Hz. Abbâd ilâhî huzurda öyle bir huşû içindeydi ki, vücuduna saplanan ok değil, sanki bir dikendi. Hiç tavrını bozmadan namazına devam etti. Vücuduna saplanan diğer oku da öbürü gibi eliyle çıkarıp yere attı; rükû ve sücûdunu tamamlayarak selâm verdi. Artık iyice halden düşmüştü. Arkadaşına hafifçe 'Kalk, nöbeti al ben yaralandım.' diye seslendi. Bunun üzerine gözlerini açan Hz. Ammar, bir de ne görsün, Abbâd'ın her tarafından kanlar akıyor. Durumu anlamıştı. 'Sübhanallah! O müşrik sana ilk oku attığı zaman beni niçin uyandırmadın?' diye sitem etti. Hz. Abbâd ise ona şu karşılığı verdi:
'Ben namazda Kehf sûresini okuyordum. Sûreyi bitirmedikçe kesmek istemedim. Oklar üzerime ard arda gelmeye başlayınca, uyandırıp sana haber vermek için okumayı kestim, rükûa vardım. Vallahi, Resûlullah'ın korunmasını emrettiği boğaz ağzını korumayıp kaybetmiş olmaktan korkmasaydım, sûreyi bitirmeden namazı kesmezdim.'
Bir başka örnek: Haykırdığı zaman düşmanın yüreğini ağzına getiren Haydar-ı Kerrar, Damad-ı Nebi Hz. Ali'nin (ra), ayağına saplanan bir oku çıkartmak isteyenlere, 'Ben namaza durayım. Oku ayağımdan o zaman çıkarırsınız. Çünkü namazda iken okun acısını duymam.' dediği rivayet edilir. İşte bu iki tablo, ibadet u taatla kenetlenmiş ruh insanının durumunu aksettirmesi bakımından fevkalâde önemlidir.
Bu ruh insanlarından bir diğeri de, Kûfe mektebinin büyük muallimi Esved İbn Yezid en-Nehaî (ra)'tır. O, irşad, tebliğ ve cihat dışındaki bütün zamanlarını, sabahtan akşama, akşamdan da sabaha kadar evinin taraçasında ibadet ü taatla geçirir. Esved İbn Yezid'i, bir sütun gibi devamlı evinin üstünde ibadet ederken gören komşu çocuğu, onu hep bir direk zannetmiştir.
Günlerden bir gün Hz. Esved vefat etmiş ve evinin üstünde görünmez olmuştur. Çocuk önceleri devamlı gördüğü sütunu yerinde göremeyince annesine: 'Anne, ben her gece burada bir sütun görüyordum. Artık o sütun yerinde yok.' diyerek şaşkınlığını ifade etmiş; bunun üzerine annesi de 'Oğlum, o bir sütun değil, Esved İbn Yezid en-Nehaî'ydi.' sözleriyle çocuğuna cevap vermişti.
Ruh nesli, her zaman ruhunu kanatlandırabilen ve kat'iyen cismâniyeti altında kalıp ezilmeyen, bedenî arzu ve istekleri karşısında sürekli dimdik duran, Leyla Hanım'ın ifadesindeki,
'Gidip boynumda zincir ile ol Ravza-i pâka
Görenler hep beni dîvâne sansın Yâ Resûlallah.'
duygu ve düşünceleri paylaşan, peygamber yolunun delileridir.
İşte Hak katında veli, o yolun delilerinden biri, Allah Resûlü'nün (sav), 'Her peygamberin bir havarisi vardır. Benim havarim ise Zübeyr bin Avvam'dır.' sözleriyle şereflendirilen Zübeyr b. Avvam (ra)! Bedir'de o da Hz. Hamza (ra) gibi düşmanla yaka-paça olmuş, onlarla göğüs göğüse savaşmış ve öyle bir semâvîleşmişti ki, o gün melekler de başlarına aynı sarığı sarmış ve Ashab'ı teşyî' ve teşcî' edivermişlerdi. Savaşın neticesinde وَاَوْفُوا بِعَهْدِي اُوفِ بِعَهْدِكُمْ 'Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, Ben de size vadettiklerimi vereyim.' (Bakara, 2/40) hakikati bir defa daha tecelli etmiş, müşrikler -Allah'ın inayet ve keremiyle- bozguna uğratılmış ve Cenâb-ı Hak, o günün hatırına melekleriyle, semâvî esintileriyle âdeta bir donanma gecesi teşkil buyurarak maiyyetini göstermişti.
Evet ruh insanı, sergilemiş olduğu her türlü kullukla melekleşen insan demektir. Buna da bir örnek: İmran bin Husayn, bâsur hastalığına yakalanmış ve zaman zaman yaralarını dağlattırmaktadır. Bu melek ruhlu insan, sair günlerde melekleri görüp onların selâmlarını almasına karşılık, yaralarını dağlattığı zaman, bir türlü onları müşahede edememektedir. Bu durumunu Allah Resûlü (sav)'e açınca, Hz. Ruh-u Seyyidi'l-Enâm şöyle buyurur -özel bir durum ve hususî bir sır var-: 'Yaralarını dağlatma. Zira o zaman meleklerin selâmından mahrum kalırsın.'
Ruh insanı, bir metafizik kahramanıdır. Übey İbn Ka'b, ibadet ü taat yapmak için mescide gelir. İki rekat namaz kıldıktan sonra ellerini açar ve dua etmek ister. İşte bu esnada, mescidin duvarları lerzeye gelerek, kendisinin söylemeye niyet ettiği şeyleri söylemeye başlar. Bu durum Allah Resûlü (sav)'e haber verildiğinde İki Cihan Güneşi, 'O Cibrîl'dir ve senin söylemek istediğin şeyleri senin namına söylemiştir.' buyurur.
Ruh insanı, bir muhasebe kahramanıdır. Hanzala ibn Rebî' (ra), Hz. Ebû Bekir (ra) ile Efendimiz'in (sav) huzuruna gelir ve 'Hanzala münâfık oldu ya Resûlallah. Çünkü Senin yanında hissettiklerimi dışarıda hissedemiyorum.' der. Bunun üzerine Efendimiz (sav) 'Ey Hanzala! Bir öyle, bir böyle..' buyurur ve sözlerine şöyle devam eder: 'Eğer zamanın her parçasında benim yanımda olduğunuz gibi olsaydınız, melekler sokaklarda sizinle musâfaha ederlerdi.'
Bir başka Hanzala.. Hanzala ibn Ebî Âmir (ra), 'cihad' çağrısını aldığında hemen yerinden ok gibi fırlayarak savaş meydanına koşar ve şehadet şerbetini içer. Az sonra Allah Resûlü (sav), onunla alâkalı şunları söyler: 'Gök ile yer arasında Hanzala'yı meleklerin guslettirdiğini gördüm.' Ailesine sorulduğunda şu gerçek ortaya çıkar: Hanzala'ya o gece su iktiza etmiştir. Ancak, cihat münâdîsinin sesini duyunca gusletmeye fırsat bulamamış; savaş alanına koşmuş ve şehit düşmüştür.
Hükümdarlardan ruh insanı, Murad Hüdavendigâr, büyük bir askerî ve idarî dâhidir. Onun bir de askerî ve idârî dehasını aşan kulluğu vardır. O kadar ki bir defasında hocasına şöyle der: 'Hocam, sen namaza dururken ilk tekbir aldığında hemen Kâbe'yi görebiliyorsun. Ben ise ancak birkaç tekbirden sonra görebiliyorum.' Evet koca hünkâr işte böyle namaz kılmaktadır ve her tekbir alanın Kâbe'yi müşahede ettiğini sanmaktadır. Bu devâsâ ruh, I. Kosova Savaşı'nda koca haçlı ordularını göğüslemiş ve savaştan önce Rabbine 'Ya Rabbi! Ordumu muzaffer, beni de şehit eyle.' diye yalvarmış. Her şey bittikten sonra da savaş meydanını dolaşırken bir talihsiz el tarafından hançerlenmiş ve Rabbine yürümüştür.
Bu büyük hünkârın ağabeyi olan Süleyman Paşa da kendisini aşmış ruh kahramanlarından biridir. Süleyman Şah, devamlı surette Bizans içlerine doğru akınlar tertip eder.. Çanakkale'den sallarla geçmeyi başarır.. Gelibolu'yu hakimiyeti altına alır ve Bolayır'a kadar ilerler. Herkes onun hükümdar olacağını ve bir gün milletinin başına geçeceğini düşünmektedir ama o, ötelerden gelen bir müjdeyi vicdanında duymuş gibi bir akın öncesinde, akıncı beylerini toplar ve onlara şunları söyler: 'Şayet ben bugün ölürsem, ölümümü duyan Bizanslılar, bundan istifadeye kalkacak ve aldığımız yerlere yeniden hücum edeceklerdir. Size vasiyetim, cenazemin başında toplanıp el ele tutuşunuz, Allah ve Resûlü'ne sığınarak düşmana saldırınız. Sakın, cihaddan geri durmayınız!'
Bir gün önce, bu sözleri sarfeden Süleyman Paşa, ertesi gün cihat meydanında atının ayağı bir köstebek çukuruna girer ve atından baş aşağı düşerek şehit olur. Bunun üzerine ordunun ileri gelenleri onun başında toplanır ve vasiyetine uyarak el ele tutuşup düşmana hücum ederler; eder ve Bizans'ı bozguna uğratırlar. Savaş sonunda, düşman askerleri şu itirafta bulunur: 'Her defasında önünüzde koşan o levent ve civanmert delikanlı var ya, siz bize hücum ettiğinizde o yine sizin önünüzdeydi ve yalın kılıç bize hücum ediyordu.'
Çanakkale Savaşında milletimiz, ordular halindeki ruh insanları olarak topyekün bir Hüdavendigâr, bir Süleyman Paşa ve Bedir'in aslanlarıdırlar. Bunlar 'Çanakkale geçilmez!' sözünü tarihe altın harflerle yazdırmışlardır ki, bu ruh insanlarını şâir-i şehîrimiz şu mısralarla destanlaştırmıştır:
'Bu, taşındır' diyerek Kâbe'yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gökkubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan;
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtabı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebrîz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.'
Elbette ki, bu ruh insanlarının yazdığı destanlar bitmemiştir, bitmeyecektir de... Milletimize, onun ruh ve mânâ köklerine hasım birçok düşmanın bulunduğu muhakkak. Ne var ki her zaman ruh köklerine sımsıkı bağlı bu necip millet, -Allah'ın inayet ve keremiyle- bütün bu bâdireleri aşıp tıpkı eskiden olduğu gibi bir defa daha dünya devletleri arasında sahip olduğu yeri alacak ve dengesi bozulmuş günümüz coğrafyasında muvâzeneyi tesis edecektir.
- tarihinde hazırlandı.