Kültür Hayatımız Adına Beklentiler
Günümüzde kültür hayatımızın bizden bekledikleri nelerdir?
Şu anda bizlere düşen en önemli vazife, bu milletin irfan hayatına hizmet etmektir. Şayet bu önemli işi aksatacak olursak her şeyi aksatmış oluruz. Bence en zararlı bir gericilik, yobazlık, mürtecilik varsa işte o da budur. Çünkü böyle bir duruma düşünce, ya çağın meselelerini hiç takip etmeme veya geriden takip etme söz konusudur. Oysaki Kur'ân'dan Sünnet'e, ondan da müçtehidlerin safiyane içtihadlarına ve günümüzde rehberlik adına ortaya konulan düsturlara kadar uzanan çizgide, asl'a sadakatla beraber, eğer inkılâpçı olamazsanız, gelişen hâdiselerle, Allah'ın lütfettiği ihsanları tanımada ve onlara motive olmada zorluk çeker, belki de hiç motive olamazsınız. İrşad edelim derken, bir kenara çekilir ve insanları karanlık dehlizlere davet ediyor gibi bir duruma düşer ve: "Gel hele, üç-beş arkadaş şurada menkıbe okuyalım!" der, onunla teselli olursunuz. Hâlbuki, şartlar değişmiş, çok şey başkalaşmıştır. Meselâ İslâm'a ait konular artık anfilerde, konferans salonlarında ele alınmaktadır. Ve yine şartların işaretçi okları size üniversiteleri, akademileri, araştırma merkezlerini göstermektedir.
Bugün, hem müsbet ilimler hem de dinî ilimler sahasında halledilmesi gereken dünya kadar mesele var. Muhakemat eseriyle çağa tenbihte bulunan ve istidatlı kafaları düşünmeye davet eden çağın düşünürü Bediüzzaman diyor ki: Bana göre İslâm milleti sekiz asırdan beri durgunluk yaşamaktadır. Demek ki, topyekün İslâm dünyasında, bu birkaç asırlık zaman zarfında çağın problemlerini kucaklayacak ilim adamı yetişmemiştir.
Biz, nisbetler perspektifinde bazı ilim adamlarımıza, haklı oldukları büyüklükleri vererek onları, başımıza taç yapsak da, bu büyüklük bize göredir. Onların bizim başımıza taç olmaları gerçek büyüklüğün ifadesi değildir. Gerçek büyüklük, birinci, ikinci, üçüncü ve hatta dördüncü asırda gerçek buudlarıyla gerçekleşmiştir; günümüzde de ona yakın tahakkuk edebilir. Evet, Hicrî 5. asırda bir düğümlenme olmuştur. Ve bu düğümlenmede Nizamiye âdeta hem bir baş hem de son gibidir. Bir açıdan denebilir ki, en son âlem-i İslâm'a vereceği her şeyi Nizamiye Medreseleri vermiştir. Bu son kaynak İmam Gazzâlî'den Fahreddin Râzî'ye uzanan çizgide pek çok kimseye feyiz kaynağı olmuş ise de, daha sonraları gayesinin çok gerisinde kalmış ve beklenen misyonu eda edememiştir.
Yeniden günümüze dönüyorum.
İnsanımıza hizmet sunma noktasında bazı hususları anlamada gecikmeler olduğu gibi takılıp kalmalar da olmuştur.. ve ileride de olacaktır. Bu, bir talebe için uygun bir mekân hazırlamaktan tutun da pansiyon, yurt, okul açmalara kadar kültür hayatımız adına aşılması ve atlanması gereken hemen her merhalede pek çok insanın takılıp kaldığını, vak'ayı rapor mahiyetinde hatırlatmakta fayda görüyorum. Bu bize, değişik tekevvünlere girilirken alınması gereken tedbirler adına da uyarıcı olacaktır.
Evet, öyle olmuştur. Bir pansiyon açalım, dendiği zaman, "Bizde var mı?" diyerek meselenin münakaşası yapılmış ve kızıl kıyametler koparılmıştır. Mecburi istikametle okullar açılması teklif edildiğinde, "Benim bir türlü bu işleri aklım almıyor!" diyen insanlar çıkmış ve efkârı bulandırmışlardır. Gazete, mecmua, televizyon ve üniversite kurma gibi teşebbüslerde, o eski düşünce ve anlayışına takılıp kalanlar hep bu seviyeli hamleleri engellemek istemişlerdir.
Bu tür insanlar, öteden beri bilgi, düşünce ve fikir hayatlarıyla hep içinde bulundukları çağları birkaç asır geriden takip edegelmişlerdir. Ve zannediyorum, ileride bu kabîl kimselerin sayısı daha da kabaracaktır. Zira çağın bilgisayar, kompüter ve ilim buudlu süratine pek çoklarının ayak uydurması zor olacaktır. Oysaki aydınlık gelecek adına temel esaslara sadakatin yanında inkılâpçı ruhlara ihtiyaç var. Böyle bir ruhtan mahrum olanlar, gelecekte ya dökülüp elenecek ya da başkalarını engelleyeceklerdir. Elbette ki, onların imanları, Cenâb-ı Hak'la olan irtibatları ve davaya bağlılıkları önemlidir ama, yine de söz konusu durumlarından dolayı onlara "gerici" demek en uygunudur.
Ehl-i dünyanın, şeytanın konuşturmasıyla hakkımızda söyledikleri bazı şeylerin kanaatimce bir mahmili olmalı. Evet, bizim içimizde biraz evvel arz ettiğim ölçüler çerçevesinde, Kitap'tan Sünnet'e, ondan müctehidîn-i izâmın safiyane içtihadlarına ve ondan da çağımızın rehberinin prensip ve düsturlarına uzanan çizgide sabit-kadem olma mahfuz, inkılâpçı olamayan ve bir kısım değişikliklere hazırlıklı bulunmayan bir hayli mürteci ruh var.
Ehl-i dünya, şeytanın iş'arıyla bunu hissediyor olmalı ki; durmadan, hakikî Müslümanlar'a olmasa bile, bize "gerici" deyip duruyor. Ölçüyü yine Bediüzzaman'dan alalım, diyor ki: "Ben, içimde çok az dahi olsa ihlâsa münafi bir şey hissedince, ehl-i dünya keşif ve keramet ölçüsünde bir duyarlılıkla beni ta'zir ediyorlar..." Evet, ehl-i dünya kendi anladığı mânâda bize "gerici ve yobaz" derken, tepeden tırnağa haksızdır ve bize zulmetmektedir. Ancak, meseleye bir de kendi gerçek kriterlerimizle bakınca, onların o ifadelerinde, bir doğruluk payının olduğu da muhakkaktır.
Aslında böyle bir detayla şunu arz etmek istiyorum: Kendimize sormalıyız. Çağımızda Kur'ân'ı ona yakışır şekilde temsil edebiliyor muyuz? En azından hicrî bir, iki, üç ve dördüncü asırları günümüzün şartlarına uygun şekilde hayata geçirebiliyor muyuz? Eğer bunlara müsbet cevap veremiyorsak, bir kısım küfür yobazlarının bize yönelttikleri sözleri "intâk-ı bi'l-hak" kabul edip, bunları Allah konuşturuyor demek doğru olmaz mı? Bu hususu, "İnsanların zulmettiği aynı şeyde kader adalet eder." ölçüsüyle de değerlendirebiliriz.
Düşünelim bir kere, bizde tercih planında bile değil, başkalarının tercih ettiği meseleleri bir araya getirerek yazılmış en son fıkıh kitabı, Fatih Sultan Mehmed döneminde yaşamış ve Fatih Camii'nde imamlık yapmış merhum Üstad Halepli İbrahim Efendi'nin yazdığı Mülteka'l-Ebhur ve yine aynı döneme ait Molla Hüsrev Hazretleri'nin yazdığı "Dürer ve Gurer"dir. Aradan bunca asır geçmiş ve elbette çok şey değişmiştir. Hâlbuki heyetler teşkil edilebilir ve bu sahada ehil insanlar yetiştirilerek çağ kucaklanabilirdi. Ve böylece geçen dört-beş asır da, daha öncekiler gibi bizim asrımız olurdu. Ama işin doğrusu şu ki, biz yedi-sekiz asırdır belli şeylere kilitlenip kalmışızdır.
Bizim bu söylediklerimiz uzak ve yakın selef-i salihîni hayırla yâd etmeye mâni değildir. Allah zerrât-ı kâinat adedince onlardan razı olsun! Ancak selef-i salihîni hayırla yâd etmek, bir yönüyle de onlar gibi davranmakla mümkündür. Nasıl ki onlar bulundukları dönemde, çağlarını kucaklamışlar, hatta aşmışlar; bizler de aynı şekilde davranmak ve onlara yetişmek mecburiyetindeyiz.
Sözün buraya kadar olan kısmını, bundan sonra söyleneceklere bir mukaddime, bir girizgâh kabul edebilirsiniz. Milletçe eğitim problemlerimizi çözmek ve topyekün insanlığın kültür hayatına kendi kültür zenginliğimiz ve medeniyet telakkimizle katkıda bulunma mecburiyetindeyiz. Bu arada üniversite ve ciddî araştırma merkezlerinin kurulması da çok önemlidir. Buralarda istihdam edilecek ilim adamları, ilim adına bugüne kadar söylenen her şeyi yeniden sorgulayacak ve ilmi bir kere daha yorumlayacaklardır ki bu yapılamadığı takdirde, düalizmden kurtulmamız mümkün değildir.
Bu son cümleyle bilhassa şuna işaret etmek istiyorum: Günümüzde mevcut pozitif ilimler hemen bütün şubeleriyle, Batı materyalizmine dayanır. Batılıya göre madde esastır. İlk patlama ve termodinamik prensipleri, tartışılmaz doğrulardır. Tabiî bu arada bizler, din adına bunları aşarak bir şeyler söylerken, meseleleri, tıpkı bir yamalı bohça gibi takdimden kendimizi kurtaramıyoruz. Sızıntı, Zafer, Sur gibi mecmualar bu mevzuda büyük hizmetler görmüşlerdir. –Allah sa'ylerini meşkûr ve arkalarındaki insanlara da sınırsız sevaplar lütfeylesin!–
Ne var ki şu realiteyi de görmezlikten gelmek doğru değildir. Yapılan değerlendirmeler Batılının ilim anlayışıyla senteze gidilerek yapılmakta ve bu da ister istemez sun'î olmaktadır. Oysaki beklenen gerçek değerlendirme bu değildir. Ve ne acıdır ki, henüz o seviyeye ulaşılamamıştır. Çünkü bizim okuduğumuz fen ilimleri henüz bizim kriterlerimiz açısından sağlam bir blokaja oturtulamadı.
Günümüzde, bazı Müslüman ilim tarihi yazarları çeşitli hipotezler ileri sürerek bu mevzuda bir neticeye ulaşmaya çalışıyorlar. Ancak ilmi Batı'dan alıp ona İslâmî bir buud kazandırma düşüncesine dayalı bu hipotezlerle de sağlam bir neticeye ulaşılması mümkün değildir. Zannediyorum ilim, bugün oturduğu aynı zeminde oturmasına devam ettiği sürece, onu Müslümanlaştırmak mümkün olmayacaktır. Ancak, bir gün, Müslümanların, Batılılara ait mevcut kriterleri, bütünüyle gözden geçirip keşfedilen her şeyi tekrar laboratuvara alıp incelemeye tâbi tutabildikleri ölçüde müsbet neticeye ulaşmaları söz konusu olabilir. Şu anda ilmin oturtulduğu zemin yanlıştır. Yanlışla doğruya varmak ise imkânsızdır. Doğru bir maksadın vesileleri de doğru olmalıdır.
Bu önemli misyon için de yine inkılâpçı ruh gerekiyor. Onlar, şu anda mevcut her türlü düşünce ve anlayışı, İslâmî meseleler dahil, yeniden kurcalayacak, Kitap ve Sünnet'le tespit edilmiş nassların dışında her şeyi bu yeni anlayışla değerlendirmeye tâbi tutacaklardır. İşte böyle yapıldığı takdirde, biz de ilim adına düal yaşamaktan kurtulmuş olacağız. Buna nasıl hayır denilebilir ki? Şu kâinat Allah'ın kudret, irade, meşîet ve ilmiyle meydana gelmiş kitaptır. Kur'ân-ı Kerim de bu kâinat kitabı adına bir beyandır. Bu iki kitap arasında, esas itibarıyla herhangi bir zıtlık söz konusu değildir. Bizim de yakalanmasını istediğimiz anlayış işte budur. Bu gerçekleştirildiğinde çağ aşılmış olacaktır.
Bugün artık, akademik çalışmalara girilmesi kaçınılmaz hâle gelmiştir. Bu çalışmaları sadece fen ve teknikle sınırlandırmak eksiklik olur. Hadis, fıkıh, tefsir, kelâm gibi İslâmî bütün ilim dalları da bu akademik çalışmalara dahil edilmelidir. Bunun için de, tekniğin en ileri seviyedeki imkânlarından mutlaka yararlanılmalı ve meselâ, konu hadis ise, rical kitapları bir daha gözden geçirilmeli, metin, metin kriterlerine göre kontrol edilmelidir. Zira ihtimal bazı şeyler gözden kaçmış olabilir. Nitekim kendilerinden sonra bazı âlimler onların gözünden kaçan ricalle alâkalı pek çok hususu tespit edip kitaplarına almışlardır. Bu konuda Darekutnî, Hâkim ve İmam Beyhâkî gibi zatlar hatırlanabilir. Böyle yapılması ne İmam Buhârî'nin ne de İmam Müslim'in büyüklüğüne zarar vermez. Fakat bugün bilgisayar ve kompüterlerle yapılacak tespitler zannederim geçmişteki tespitlerden daha sağlıklı olabilecektir.
Evet, mesele, sadece inananları Cennet'e yönlendirmek değildir. Cennet'e giderken dünyanın bütün kapılarını da Firdevslere açık hâle getirmektir ki, bence aslolan da budur. Bu da ilimle, irfanla ve arkada miras bırakılacak sağlam İslâmî anlayışla, hatta onu hayata hayat kılmakla ve onu herkesin hüsnükabul göstereceği bir imrendiricilik içinde takdim etmekle olacaktır. Bu ise ancak, bütün İslâmî meselelerin akademik seviyede ele alınmasıyla mümkündür. Avamca düşünce ve avamca görüşlerin bu vadide bir şey vaadedeceklerine ihtimal vermek ihtimallerin en zayıfıdır.
Kültürümüz, hakikî kültüre sahip insanlar tarafından diriltilip hayata geçirilecek ve yine onlar tarafından hayatiyeti devam ettirilecektir. Tabiî böyle bir misyonu yüklenecekleri yetiştirmek de yine bizlere düşmektedir.
- tarihinde hazırlandı.