İnsan, kendi kendine zulmeder
Kur'an-ı Kerim'de, yaklaşık iki sayfada, açıktan açığa Karun'un isyanı ve ona verilen ceza anlatılır. Bu ayet-i kerimelerde, o talihsizin, hazineleri ile ortaya çıkarak halka karşı çalım satması, caka yapması ve onun bu çalım ve cakalarına bazılarının imrenerek ona verilenlerin kendilerine de verilmesini temenni etmeleri dile getirilir. İşte yerin üstünde âdeta hindiler gibi kabara kabara dolaşan Karun'a verilen cezanın da, suçuna uygun olarak yerin dibine batırılma şeklinde tecellî ettiğini görüyoruz. Hz. Pîr'in ifade ettiği gibi tevazu, insanı yukarılara çıkarırken, tekebbür ve büyüklenme ise onu yerin dibine batırmaktadır.
Âyetin sonunda ise fezleke olarak şöyle buyrulur: “Onlara Allah zulmetmedi, fakat onlar kendi kendilerine zulmettiler.” Zulmetme; haddini bilmeme, hak, hukuk, sınır tanımama, küstahlıkta bulunma ve hakka karşı meydan okuma demektir.
Ankebût sûre-i celîlesinde, peygamberlerine karşı küstahlık yapan, haddini aşan, taşkınlıkta bulunan kavimler anlatılmış, başlarına gelen belalar zikredilmiştir. Ayet-i kerimenin sonunda ise, Cenâb-ı Hakk'ın –hâşâ– onlara zulmetmediği, onların ancak müstahak oldukları cezaya çarptırıldıkları ve aslında onların, yaptıkları zülüm ve işledikleri azim günahlarla, kendi kendilerine zulmedip bunu kendi kendilerine reva gördükleri ifade edilmektedir.
Günahları faş etmemek asıldır
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bir hadis-i şeriflerinde; “Bütün insanlar hata işleyebilirler. Ancak hata işleyenlerin en hayırlısı, tevbe ile yeniden Allah'a dönenlerdir.” (Tirmizî) buyurmuşlardır. Evet, insan hata ve günah işleyebilir. Ancak işlenen günahı setretmek ve kimseye faş etmemek esastır. Çünkü Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Buhari'de geçen bir hadis-i şerifte; “Günahı alenî işleyenlerin dışında ümmetimin hepsi affa mazhar olacaktır.” buyurmuşlar; daha sonra da kişinin geceleyin işlediği ve Allah'ın da affettiği bir günahı sabah olunca başkalarına anlatmasını alenî günah işlemenin bir çeşidi olarak saymışlardır. Böylece o kişi, Allah'ın örttüğü bir hatayı kendisi açmış, günahını halkın içinde anlatıp insanları o günaha şahit tutmakla, bir manada kendi elini kolunu bağlamıştır. Bunun neticesinde ise, o davranış, ahirette kendi aleyhine değerlendirilecek bir husus olarak karşısına çıkacaktır.
Bu sebeple diyoruz ki, evet, herkes düşebilir. Ancak düştükten sonra yeniden Allah'a teveccüh edip O'na dönmek yerine, kalkıp günahını başkalarına anlatmak, günah kabahatine daha büyük bir kabahat eklemek demektir. Hâlbuki Cenâb-ı Hak, Settaru'l-Uyûb'dur. Sadece O'na sığınmak ve: “Ey Settar u Gaffâr olan Allah'ım! Günahlarımızı bütünüyle yarlıga! Ayıplarımızı da bütünüyle setreyle!” diyerek Settar ve Gaffar ism-i mübarekleriyle O'na iltica edip el açmak ve O'na yalvarıp yakarmak gerekir.
Günahına göre tevbe et!
Günahın çeşidine göre tevbe edilmesi mevzuu da, hakikaten üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir husustur. Çünkü tevbe, mücerred bir pişmanlık duygusu olmadığı gibi sadece dille ifade edilen bir af talebi demek de değildir. Elbette ki, gönülden nedamet ve el açıp istiğfarda bulunmak tevbe adına çok önemlidir. Ancak, sahih bir tevbe için, aynı zamanda, ne tür bir günah işlenmişse, onun bir daha tekerrür etmemesi adına, fevt ve ihmal edilen şeylerin telafi edilmesi, o günahın yaptığı tahribatın giderilmeye çalışılması ve yeniden o günahı netice verebilecek hususlara karşı sağlam ve kararlı bir duruş ortaya konulması gerekir. Meselâ, bu coğrafyanın insanı, bir dönem, kendini gaflete salıp uyanık davranmadığından ötürü, yabancı duygu ve düşünceler tarafından ele geçirilmiş ve kuşatma altına alınmışsa, böyle bir gaflet günahının tevbesi, bir perşembe akşamında, merasim şeklinde dile getirilen istiğfar cümleleriyle gerçekleştirilemez. Bir bakın Allah aşkına, bugün milletimiz ve İslâm dünyasının üzerinde kaç çeşit vesayet var! Ekonomik vesayet, kültürel vesayet, üstü örtülü siyasî vesayet ve daha nice vesayet. Eğer bu çeşit çeşit vesayetler, bizim, şahsî çıkar ve menfaat peşinde koşmamız, egoistçe tavır ve davranışlar içine girmemiz, enaniyet ve benlik duygusuyla iftiraklara sebebiyet vermemiz… gibi azim günahların bir neticesi ise, o zaman yapmamız gereken vahdet-i ruhiyeyi temin için benlik ve enaniyetimizi ayaklar altına almak, şahsî menfaatlerimizi düşünmeyi bir kenara bırakıp milletimizi ve onun ikbal ve geleceğini düşünmek olmalıdır.
Evet, inanan insanlar olarak bu şekilde çeşit çeşit vesayet altında bulunmak öyle bir cinayet ve öyle bir günahtır ki, işlenen bu günahın vebalinden kurtulmak için “onurum, gururum” demeden, enaniyetimizi ayaklar altına almamız; alıp vifak ve ittifak adına ölesiye bir gayret sergilememiz gerekir. İşte bu duygu ve düşünceyle, muzdarip ve içten bir edayla, dilimizle de, “Allah'ım, ne olur, bahtına düştük. Bizi affeyle ve bizi kendimize getir. İhmal ettiğimiz sahalardaki boşlukları doldurmak için bize güç, kuvvet, irade ver; fırsat ve imkân lütfeyle!..” diye yalvarıp yakarmalıyız.
Ayrılık çıkaranlar cenneti göremez
Bilemezsiniz, bir Endülüs'ü düşündüğümde yüreğim nasıl burkulur, gönlüm nasıl hicranla dolar. Evet, bana hep hicran gelir; oradaki mü'minler, birbiriyle didişip uğraşırken, Ferdinand'ın gelip hepsinin tepesine binmesi ve o coğrafyada bir gül devrinin hazin bir şekilde son buluşu. Neticede sekiz asır sizin elinizde belli bir kıvama ulaşan ve aynı zamanda Batı Rönesans'ının iyi ve güzel unsurlarına kaynaklık eden bir coğrafya gözünüzün içine bakıla bakıla gasp edilmiştir.
O koskocaman Devlet-i Âliye'nin son hâli de esasen bundan farklı değildir. Evet, ne acıdır ki, yeryüzü muvazenesinde çok önemli bir konumu bulunan koskocaman bir Devlet-i Âliye iftiraklar neticesinde yıkılıp gitmiştir. Mehmet Âkif'in ifadeleri içinde o büyük devletten geriye, “harap eller, yıkılmış hanümanlar, kimsesiz çöller, başsız ümmetler, emek mahrumu günler ve fikri ferda bilmez akşamlar” kalmıştır.
Ancak biz, “Onlar bir ümmetti, geldi geçti. Onlara kendi kazandıkları, size de kendi kazandığınız.” (Bakara, 2/134) ferman-ı sübhanisini nazar-ı dikkate alıp kendi hâl-i pürmelâlimize bakmamız gerekir. Evet, onlar, kazandıklarıyla Allah'ın huzuruna gittiler. Biz de bugün bir ümmet, bir milletiz. Bizim de ihmallerimiz, birbirimizle yaka paça olmamız, anlaşma ve uzlaşmaya bir türlü yanaşmamamız ve ayrılıklara düşmemiz söz konusu. İşte bütün bunlar başımıza öyle gaileler açmaktadır ki, koskocaman bir millet iftiraklar sonucunda zayıf düşürülmüş, sonra da başkaları gelmiş, tokmakla tepesine inmiş ve onu sürüm sürüm süründürmüştür/süründürmektedir.
Bütün bu günahlar umumun hukukuna tecavüz olduğu için şahsî günahların kat be kat önüne geçer. Hukuk sistemi açısından amme hakkı aynı zamanda Allah hakkıdır. Bu açıdan milletin hukukuna tecavüz aynı zamanda Allah hakkını da ihtiva eder. Bu sebeple rahatlıkla denilebilir ki, iftiraklarla bir milleti paramparça hâle getirenler, namaz kılsa, oruç tutsa, zekât verse ve hacca gitse de umum millet, hakkını helâl etmedikçe, onların Cennet'e girmeleri mümkün değildir.
Haftanın Duası
Rabb'imiz! Ne olur, halimize merhamet et; et de nezdinde kurbet kahramanlığını ihraz etmiş seçkinlerin evsaf-ı hasenesiyle bizim ruhlarımızı da güzelleştir.. sevip hoşnut olduğun salih amelleri işlemeye bizleri de muvaffak kıl.. bu bendelerini de, sürekli Senin kapının önünde, o kapının aralanmasını bekleyen yüzü yerde, tevazu, mahviyet ve hacâlet kahramanlarından eyle.. bu marifete muhtaç kullarını da ulvî marifet tecellilerin ile doyur!.
Sözün Özü
Yapılması gereken şey, oturup kalkıp “sohbet-i Cânan” deme, bir araya gelip bu türlü meseleleri müzakere etme ve sürekli bir derinlik ve enginlik peşinde koşmak olmalıdır. Zira insan, iman ve marifette derinleşince; “Allah'ım Sen varsın ama bu insanlar Seni bilmiyorlar. Ben nasıl o kapının vefalı kuluyum ki onlar Seni tanımıyorlar fakat ben hâlâ bu mevzuda lâkaydım.” şeklinde bir muhasebe içine girecektir.
- tarihinde hazırlandı.