Efendimiz'e Selamı Yürekten Göndermek Gerek
Her şey Efendimiz'den hatıradır bizim için. Ezan, ikamet hatıra olduğu gibi, namazda "Subhaneke" okuyor yine O'nu hatırlıyoruz; "Fatiha"yı terennüm ederken bir kere daha O'nunla doluyoruz/dolmalıyız. Onlar da birer hatıra.. ve sonra tahiyyâta oturuyoruz. İki rekâtta bir Allah'a tahiyyâtımızı, tayyibâtımızı, mübârekâtımızı takdim ettikten sonra, Efendimiz'e de selam veriyoruz.
"Et-tahiyyâtu lillahi ve's-salavâtu ve't-tayyibâtu es-selâmu aleyke eyyuhen-nebiyyu ve rahmetullahi ve berekâtuhu... - Bütün dualar, senâlar, malî ve bedenî ibâdetler, mülk ve azamet Allah'a mahsustur. Ey şanı yüce Nebî! Selâm sana. Allah'ın rahmet ve bereketi senin üzerine olsun." diyoruz.
Bu tahiyyâtımızla, Mirac gecesini, o gecenin kutlu yolcusunu, Peygamber Efendimiz'in Cenab-ı Hakk'ın selamına mazhar oluşunu da hatırlıyor ve o muhteşem selamlaşmaya "Selam sana Yâ Resûlallah" diyerek biz de dâhil oluyoruz. Orada bir tefrikte de bulunuyor, salât ile selam arasını ayırıyoruz. "Et-tahiyyâtu lillahi ve's-salavâtu" diyerek salâtı Allah'a veriyor, Efendimiz'e de selam ediyoruz. Çünkü salât, Allah'tan rahmet, meleklerden istiğfar, müminlerden de dua demektir. "Melekler salât ediyor" deyince biz, istiğfar anlarız. "Allah salât ediyor" deyince, merhamet anlarız. Biz salât edince de, bizim yaptığımız dua olur. Dua ise, Efendimiz için olsa da Efendimiz'e olmaz, Allah'a olur. İşte, bundan dolayı, namazda Allah'a salâtın yanında, "Efendimiz'e de salât olsun" demiyoruz, Ona selam gönderiyoruz. Fakat kendi kendimize salât u selam okurken, madem Cenab-ı Allah bize "Ey mü'minler, siz de O'na salât edin ve samimiyetle selam verin." (Ahzab, 33/56) buyuruyor, biz de uyuyoruz o emre.
"Et-tahiyyâtu" dediği zaman Bediüzzaman Hazretleri kim bilir onu kaç defa tekrar ediyordu. Bütün zihin, his, şuur ve iradesiyle Allah'a yönelerek ve tam konsantrasyon içinde belki defalarca "et-Tahiyyâtu..." diyordu; onu söylerken adeta başı dönüyor, gözleri doluyordu. Çünkü Allah'ın huzurunda olduğunun tam şuuru içindeydi. Biz, Üstad'ın zevk enginliği ölçüsünde belki onu duyamayız ama kendi söz ve mülahazalarımızı da Sultan'a arz edilen bir hediye gibi düşünürüz ve kendimizi Üstad Hazretleri'nin Yirmi Dördüncü Söz'de misal olarak gösterdiği o insanın yerine koyarız: "Bir adam, beş kuruş kıymetinde bir hediye ile bir padişahın huzuruna girer. Ve görür ki, her biri milyonlara değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir: "Benim hediyem hiçtir, ne yapayım?" Sonra der: "Ey seyyidim! Bütün şu kıymettar hediyeleri kendi namıma sana takdim ediyorum. Çünkü sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir mislini daha sana hediye ederdim." Yani, "Ey padişahlar Padişahı! Ey Sultanlar Sultanı! Bu insanlar Sana şu kıymetli hediyeleri arz ediyorlar; benim elimde ise ancak bu pek az sermaye var. Eğer elimden gelseydi, gücüm yetseydi, bütün o hediyeler kadar bir hediye Sana takdim ederdim.." deriz.
Hakkını Veremesek de Kapından Ayrılmayız
Bu mülahaza, Rabb'imize karşı kulluk vazifelerimize hâkim olduğu gibi Efendimiz'e karşı hürmet ve vefa duygumuza da tesir etmelidir. Yani, dudaklarımızdan dökülen her salât ve her selam bin bir âh u eninle, acz ve zaaf hüznüyle, hakkını veremesek de kapıdan da ayrılmama azmiyle dökülmeli; dilimiz salât okurken gönlümüz de:
"Varıp bezmine âşıkân bin bir leâl ister,
Ben bir garîb-i nâlân u şeydâyım Efendim!
Geçerler candan, girenler nûr hâlene bir kez,
O dertten bin belâya müptelâyım Efendim..!
Olur Mecnûn görenler ruhsârını a cânân!
Kapında mülk-i serâp bir gedâyım Efendim!"
demeli.
Bazen, ben de kendimi Ravza-i Tahire'nin, muvâcehenin önündeymişim gibi hissederim. Hayalen o mübârek Merkâd'in önüne varınca, ümîd ve emel heyecanıyla çırpınıp duran yüzlerce âşık ruh arasında, bir-iki kadem ötede Sevgili'yle buluşacakmışım gibi bir his ve heyecanla köpürür ve dilimin döndüğü kadarıyla O'na salât u selam okurum. Sonra da O'nun meclisinden sızıp gelecek en mahrem fısıltıları duymaya çalışırım. Merak ederim, acaba ne dedi benim selamıma karşılık? Acaba nasıl mukabelede bulundu? İçimi derin bir merak sarar... Bir şey demiştir mutlaka. Zira salât u selamın kabul edileceği hususunda şüphe yoktur. Önemli olan onu daha içten, daha gönülden ve derinden söylemektir.
Evet, "tahiyyât"ta, kabul olmuş bir duaya bir ilavede daha bulunur ve "es-selamu aleynâ ve ala ibâdillahissalihîn - Allahım, Habibin hürmetine, bizim üzerimize ve salih kulların üzerine de selam olsun" deriz. Belki bazıları bu manayı yakalamak için o lafızları üç- dört defa tekrar ediyorlardır. Siz de vicdanınızda duyuncaya kadar "es-selamu aleynâ ve ala ibâdillahissalihîn" deyip tekrar edebilirsiniz. Bir defa demekle o manayı duyuyorsanız; o sözler, tepeden tırnağa kadar vücudunuzda bir karıncalanma hâsıl ediyorsa şayet, gerektiği gibi söylemiş ve gönlünüzde duymuşsunuz demektir. Yani, o kelimelere şuur derinliği, his derinliği de katmak lazım. O sözlerin içinde irademizle de bulunmak lazım. Vücudumuzun bütün zerratıyla da onları söylemek lazım. Bu da ibadet ü taati iradî olarak ele almaya, onları aynı zamanda tabiatımıza ait çok önemli bir ihtiyacı yerine getiriyor olma mülahazasıyla yapmaya, her şeyi mutlak duymaya, tezekkür ve tahayyül etmeye bağlıdır.
Özetle
- Her şey Efendimiz'den hatıradır bizim için. Ezan, ikamet hatıra olduğu gibi, namazda "Subhaneke" okuyor yine O'nu hatırlıyoruz; "Fatiha"yı terennüm ederken bir kere daha O'nunla doluyoruz/dolmalıyız.
- Dudaklarımızdan dökülen her salât ve her selam bin bir âh u eninle, acz ve zaaf hüznüyle, hakkını veremesek de kapıdan da ayrılmama azmiyle dökülmeli; dilimiz salât okurken gönlümüz de ona eşlik etmelidir.
- Efendiler Efendisi'ne salat ü selam okurken o kelimelere şuur derinliği, his derinliği de katmak lazım. O sözlerin içinde irademizle de bulunmak lazım. Vücudumuzun bütün zerratıyla da onları söylemek lazım.
Ben Tanırım Adamlarımı
İbadet ü taatte esas olan, Allah karşısında bulunma şuuru, Hazreti Resûlullah'a seslenme ve onun cevabî sesini hissediyor gibi olma duygusudur; görüyor ve görülüyor olma esprisine bağlı kalmadır.. ibadeti bütünüyle bu his, ihsas ve ihtisaslara bağlama ve gevşekliği affetmeme, esnemeyi ve gafleti affetmeme, kendi nefsine hesap sorma..
"Burada bu gevşeklik ve gaflet olmaz a dostum.. burası teyakkuzda olma yeri ve zamanıdır" deme.. İşte siz bu incelikleri duyuyor ve hissediyorsanız, Allah Resûlü'yle gelen armağanları şuurunuzla derinleştiriyorsunuz demektir. Ne biliyorsunuz, sizin şuurunda olarak ve gönülden hissederek okuduğunuz bir ezan duası, söylediğiniz bir salât u selam bir yönüyle Efendimiz'in oradaki makamının daha bir irtikasına, daha bir irtifasına, hatta şefaat dairesinin genişlemesine vesile oluyordur. Dolayısıyla, siz orada yine kendi kurtuluşunuz adına bir yatırım yapıyorsunuz, yine kâr sizin hesabınıza yazılıyor. Eğer Allah Resûlü'nün şefaat edeceği kimseler, burada kendisini Ona tanıtan, bir nevi adres bırakan, salât u selam referanslarıyla Ona müracaat eden kimselerse, Ona karşı ifade ettiğiniz her vefa sözünüzle yine kendi hesabınıza yatırım yapıyorsunuz demektir.
Mesela; Peygamber Efendimiz, "Şüphesiz ki, Benim ümmetim 'gurr-u muhaccel'dir; kıyamet gününde, abdest izlerinden dolayı yüzleri nurlu, elleri ve ayakları parlak olarak çağırılacaktır." buyuruyor ve şunu ilave ediyor: "Ben onları mahşerde tanırım, çünkü onlar alınlarındaki secde izlerinden bellidir; abdest uzuvları nuranidir." Hadisin metninde geçen 'gurr' kelimesinin dilimizdeki karşılığı, atın alnındaki beyazlıktır. İnsan için kullanıldığında 'nurlu yüz' anlamına gelir. 'Muhaccel' de atın ayaklarındaki seki yani beyazlıktır. Bu da insan için kullanıldığında 'el ve ayak gibi uzuvların parlaklığı' anlamındadır. Efendimiz kendi ümmetini iman ve ibadetin hâsıl ettiği nur ve parlaklıkla tanıyacağını hadisteki teşbihle ifade ediyor, "Ben tanırım adamlarımı" diyor. Demek ki, burada O'nun dini istikametinde, dinini yaşama yolunda yapacağınız her şey, bir yönüyle O'nun tarafından kabule, bilinmeye, aranmaya, hatta Allah korusun, Cehennem'e girseniz bile oradan alınıp çıkarılmaya vesiledir ve bunlar öyle normal bir borcu ödeme gibi şeyler de değildir. Allah'ın size imdadı, inayeti, raiyyeti ve Efendimiz'in şefaati, âleme diyet ödeme gibi değildir; onlar birer bahanedir. Allah ve Resûlü, sizi belli bahanelerle kendilerine döndürürler, size tevcihâtta bulunur ve kendilerine tevcih ederler. Niçin yaparlar bunu? Ahiretinizi kurtarmak için yaparlar; yoksa sizden bir şey bekleme, bir şey alma değildir maksatları. Siz vermeniz gerekli olan şeyleri ortaya koyun da, Onlar da daha büyüğünü size versinler diye yaparlar.
Haftanın Duası
Ey isteyenlere cevap veren ve dua dua yalvaranların dualarını kabul buyuran Yüceler Yücesi Rab! Sen her şeye gücü yeten, her istediğini gerçekleştiren ve yakarışlara mukabelede bulunmak şanına çok yakışan yegane Zat'sın; ne olur, bizim dualarımıza da icabet eyle ve gelebilecek bütün tehlikelerden ve Sen'in azabına uğramaktan; aynı zamanda bunların hasıl edeceği korku, gam ve kederden de sıyanet buyur!
Sözün Özü
Müslüman, bir hakka ulaşmak istiyorsa, o istikamette kullanacağı argümanlar mutlaka "caiz" veya "meşru" olmalıdır. Yoksa, "Nasıl olsa benim ikame etmeye çalıştığım bir hak abidesidir, bu mevzuda bazı bâtıl yolları da kullanabilirim" düşüncesine Kur'ân ve Sünnet asla cevaz vermez. Eğer Müslümanlar bugün bir kısım mağlubiyetler yaşıyorlarsa, bunun arka planında, hakkı doğru temsil edip-edemediklerini aramak gerekir.
- tarihinde hazırlandı.