Yürü ki Sohbet-i Sultan Senindir Bu Gece
Hakîkî mânâda kâinat ve onun gerçek yorumu Efendimiz'le (sallallahu aleyhi ve sellem) anlaşılmış ve O'nun tarafından anlatılmıştır. Eğer Allah Resûlü, kâinatın mânâsını ve kâinat gerçeğini anlatmasa, mânâlandırmasa ve yorumlamasaydı, kâinat mânâsız ve karışık bir kaostan ibaret kalacaktı.
Oysa kâinat, başlangıçtan sona kadar, belli bir gâyenin takip edildiği bir silsileden ibarettir ve insanlık, bu hakikati de Efendimiz'in mübarek beyanlarından öğrenmektedir.
Allah Resûlü, mübarek bir beyanında "Allah'ın ilk yarattığı şey benim nurumdur." buyurmuştur. Bu, tecellinin bir yanıdır. Tecellinin bir diğer yanı da, Kâbe'yle ilgili olanıdır. Zira Kâbe, insanların kalblerinin vahdetini sağlayacak bir binadır ve insanların yanlış yere yönelmemeleri için yapılmıştır. Fakat haddizatında Kâbe, arzın merkezinden Sidretü'l-Müntehâ'ya kadar, arz yaratıldığından beri etrafında meleklerin tavaf ettiği muallâ bir yerdir. Orası bir tecelligâh-ı ilâhî ve bir metâf-ı kudsiyândır. Bu, Kâbe'nin mülk yönüdür.
Mekke ise, Kâbe'nin zarfı gibidir. Mekke, böyle yüce bir mânâya zarf olması itibarıyla büyük bir kıymet kazanmış ve mübarek bir yer olmuştur. Kâbe'yi sînesinde barındıran Mekke'ye gelişigüzel "ana" denmemiştir. Kur'ân, onu doğrudan doğruya "Ümmü'l-kurâ- Bütün beldelerin anası" olarak isimlendirmiştir.[1] Çünkü, bütün beldelerin Kâbe ile bir göbek bağı vardır. Ve bütün beldelere hükmedebilecek evrensel bir peygamber ancak Kâbe'de doğabilir. Dolayısıyla Kâbe gibi, Mekke de metâf-ı kudsiyân olmuş, Hz. Âdem'den bu yana bütün kudsîler hep oraya koşmuş ve onun hariminde ölmek istemişlerdir. Ehl-i tahkikin keşif ve ifadelerine göre, insanların tavaf ettiği o yerde yüzlerce peygamberin medfeni (kabri) vardır.
Bütün bunları şunun için arz ediyorum: Peygamber Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) dünyayı teşriflerine mekân olarak başka herhangi bir yerin rahm-i mâder olabilmesi mümkün değildir. Eğer Allah, varlık arasında en kudsî yer olarak Kâbe'yi görmüşse ve Beytullah binası da buna bir işaret ise, ayrıca "Allah'ın baktığı yer orasıdır, Cenâb-ı Hakk'ın isim ve sıfatlarının halîtası buradadır." denmişse, şüphesiz Peygamber Efendimiz'in (aleyhi ekmelü't-tahaya) dünyayı şereflendireceği yer de, en mübarek "Buk'a" sayılan Kâbe olacaktır.
Semâda böyle bir şehrayin görülmemişti
Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Kâbe'yi görmüş, ondaki esrarı, âlem-i şehâdetteki bir insanın kabiliyet, istidat ve zâhir-bâtın bütün hisleri ve tecessüsleri ile alabildiği kadar almıştır. Oysaki Kâbe'nin hakikati, göklerin ötesinde, Sidretü'l-Müntehâ'dadır. Efendimiz'in miracı da Sidretü'l-Müntehâ ile noktalanmıştır. Bir taraftan Nebiler Serveri (sallallahu aleyhi ve sellem) Miraç'ta semaların eteklerini cevherlerle doldurmuş, onlar da O'nunla şeref kazanmışlardır. Çünkü onlara, o güne kadar bekledikleri O Dürr-i Yektâ'nın solukları ulaşmış ve onlara bir visal yaşatmıştır. Diğer taraftan Efendimiz, miraç esnasında değişik yerlere uğrayıp geçmiş, her yerde kendisine "Top senin, çevkân senin." denmiş ve O, bu muhteşem istikballe gidip tâ Sidretü'l-Müntehâ'ya kadar yükselmiştir. Sidretü'l-Müntehâ, O'nun için bile aşılmaz bir yerdir. Zira orası, insan ufkunu aşan bir hazîredir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de nihayetinde diğer varlıklar gibi yaratılmış biridir.
Evet, Sidretü'l-Müntehâ'ya kadar Efendimiz'in geçtiği yerler, O'nunla şereflendirilmişlerdir. Çünkü şimdiye kadar böylesine uzun bir yolculuk yapacak, Sidretü'l-Müntehâ'ya ulaşacak ve bizzat Mütekkellim-i Ezelî'den kelâm ahzedecek dereceye hiç kimse yükselememiştir.
Ayrıca Efendimiz, peygamberliğini sema ehline göstermek için bütün gökleri dolaşmış, başta diğer peygamberler olmak üzere bütün gök halkı, Medinelilerin hicret esnasında Allah Resûlü'nü "Üzerimize ay doğdu..." diyerek karşıladıkları gibi, O'nu büyük bir coşku ile istikbal etmişlerdir. Efendimiz, pek çok kapıdan geçmiş, kendisini karşılayanları, hattâ kendisine refakat eden Cibrîl'i bile belli bir noktadan sonra geride bırakmış ve her şeye perdesiz, engelsiz ulaştığı bir noktada Kâbe'nin Sidretü'l-Müntehâ'daki hakikati ile yüz yüze gelmiştir.
Allah Resûlü, mirâcı anlatırken, "Öyle bir noktaya ulaştım ki, kader kalemlerinin cızırtılarını duydum." buyurmuştur. Efendimiz'in Sidretü'l-Müntehâ'da Cenâb-ı Hakk'ın cemalini kemmiyetsiz, keyfiyetsiz, hâilsiz ve perdesiz bir şekilde müşahede etmesi de söz konusudur. Ayrıca O (sallallahu aleyhi ve sellem), enbiyâ-ı izâmı da ayniyet içinde müşahede etmiş, onlarla zaman üstü görüşüp konuşmuştur. İşte İnsanlığın İftihar Tablosu, böyle bir buudda seyahatini yaparken, Kâbe'nin hakikati ile de buluşmuş ve böylece kendisini besleyen anayı tanımış, onun elini öpmüş ve onunla denk hale gelmiş veya onu aşmıştır. Bu, O'nun için hem anasına karşı bir hasret giderme, hem de o terbiye ve edep insanına, terbiyesini ortaya koyma fırsatı, gök ehline de bu büyük vuslatı gösterme merasimi idi. Bu şehrayinde belki de, bizim bilemediğimiz âlemlerde binlerce, yüz binlerce şahaplar sağa sola saçılmıştır. Çünkü yeryüzü yaratıldığı günden itibaren gökteki yıldızlar böyle bir şehrâyine asla şahit olmamışlardır. Öyle ki o gece âdeta yıldızlar, kaldırım taşları gibi o Dürr-ü Yektâ'nın ayaklarının altına serilmiştir. Evet, O'nun ruhunun vüs'ati ile mesele ele alınınca, zaten bunu başka bir şekilde ifade etmek de mümkün değildir.
[1] Bkz. En'âm Sûresi, 6/92; Şuarâ Sûresi, 42/7
- tarihinde hazırlandı.