Varlığın Görülen ve Görülmeyen Yüzü

Esmâ-i hüsnâ, Allah'ın güzel isimleri demektir. Kur'an-ı Kerim'de 'En güzel isimler Allah'ındır.' (A'raf, 7/180) buyurulmaktadır. Her bir ismin ifade ettiği kendine has manalar vardır. Cenab-ı Hakk'ın bu yüce isimlerinden dört tanesi ayrı bir hususiyet arz eder ki, Üstad Hazretleri de değişik risalelerde farklı zâviyelerden o isimlere temas etmektedir. Bunlar 'Hüve'l-Evvelu ve'l-Âhiru ve'z-Zâhiru ve'l-Bâtın' beyanıyla ifade edilen Allah'ın dört ismidir. Hatta Bediüzzaman, Mesnevî-i Nûriye'de 'Arş-ı Rahman, bu dört ismin halîtasından ibarettir.' der.

Bu dört isimden Zâhir ve Bâtın bizim inanç ve ibâdet dünyamız adına daha fazla önem arz ederler. Biz de burada kısaca bu iki ismin üzerinde duracağız. 'ez-Zâhir', varlığı mahlukatın varlığından daha açık; her nesne kendini kendi cirmi kadar göstermesine mukabil, bütün hususiyetleriyle O'nu ruhlara ve gönüllere duyurup gösteren isim demektir. 'el-Bâtın' ise izzet, azamet ve şiddet-i zuhurundan ötürü ihata edilemeyen ve 'mâsivâ' gibi O'nun kavranamayışını ifade eden Zâhir'in zıddı demektir. el-Bâtın aynı zamanda bir hadis-i şerifte 'dûne' tabiri ile de ifade edildiği üzere 'her şeyin ötesinde' manasına gelmektedir. Âlimlerden mühim bir kısmı Cenab-ı Hakk'ın bu ismine 'her şeyin ötesinde' manası ile değil de, 'görünmeyen ve ulaşılmayan' mülahazasıyla yaklaşmışlardır. Fakat ben bu isme 'Her şeyin ötesinde, ötelerin de ötesinde' demenin daha uygun olacağı kanaatindeyim.

Meseleye bir de tasavvufî açıdan ve değişik vusûl meslekleri, yani Allah'a ulaşma yolları zâviyesinden bakmanın faydalı olacağına inanıyorum. İsm-i Zâhir yoluyla sürdürülen seyr-i sülûk olduğu gibi, ism-i Bâtın yoluyla sürdürülen seyr-i sülûk de vardır. Gerçi mutlak manada zikredildiğinde, ism-i Zâhir yoluyla sürdürülen seyr-i sülûk, tam bir seyr-i sülûk manasına gelmez. Ona, belki tetkik, tefekkür, okuma veya temâşâ demek daha uygun olur. İsm-i Zâhir'le alakalı bu şeylerin, ister enfüsün bir manasında, isterse âfâkın bütün manalarında cereyan etmesi arasında fark yoktur. Şu da unutulmamalıdır ki, bu şeyler genelde Cenab-ı Hakk'ın esmâsının tecellileri ile alakalıdır. Bunlar her şeyin dış yüzündeki renkler, güzellikler, armoni, nizam, intizam ve âhenktir. Bu yönüyle bakınca, insan istidlâllerde bulunarak güzelliklerden Güzel'e, nizamdan Nâzım'a, âhenkten âhengi vaz'edene, tenâsübden tenâsübü koyana yürür... Fakat bütün bunlar, eğer bir bâtınî beslenmeye açık değilse ve vicdan da o ölçüde işletilmiyorsa, insan sadece kitabın yapraklarıyla meşgul olur ki, bu da insanı kitabın yazılarının gösterdiği bilgi ve nisbî marifete ulaştırabilir. Bu mârifet ise, bizim anladığımız tasavvufî manada ve İslam'ın rûhî hayatını ihtivâ eden ve muhabbeti netice veren mârifet değildir. Muhabbeti netice veren mârifet, Allah'la münasebetten işe başlayarak, bir yönüyle O'nun güzelliğinin, vaz'ettiği nizam ve âhengin ruhunu ifade eden mârifettir. Evet! Aşağıdan yukarıya giderek, nizamdan Nâzım'a gitme yolu başka, yine temelde Allah'ı kabul ederek o nizamı Nâzım hesabına değerlendirme ve meselenin üzerine böyle gitme başkadır. İkinci yol, kişinin seyr-i sülûk-i rûhânîsinde her zaman yolunu aydınlatır ve onu ışığından faydalandırır.

Bu açıdan insan, sadece esbâbı değerlendirerek Allah'ı bulacağını zannetmemelidir. Risaleler'de, temelde Allah'a iman ele alınıyor, daha sonra Allah'a götüren deliller sıralanıyor. Eğer delillerden yola çıkılacak olursa, bazen yanlış anlama da söz konusu olabilir. 'Ben aklımla, pozitif neticelerle, vasatı değerlendirerek Allah'ı bulacağım' gibi sözler gerçeği yansıtmasa gerek. Böyle düşünen biri kâinat ve hadiseler içinde dolaşır durur da bir arpa boyu yol alamaz. Oysa iman, Allah'ın insan içinde yakacağı bir meşaledir. O meşale yanmadığı müddetçe insan her şeye hep 'min verâi hicâb' bakar; sürekli eşya arasında dolaşır ama ikilikten kurtulamaz. Dualizmden kurtulmanın yolu; Allah'ı eşyadan daha ayân görüp, 'Haktan ayân bir nesne yok, gözsüzlere pinhânmış.' ufkunda dolaşmaktır. Allah'ı eşyadan daha ayân görme, baştaki iki gözle olacak gibi değildir. İşin esası, insanın basîret ve vicdanı ile görüp hissetmesidir. Çünkü bu şekilde insan, görme adına tanınan hak dairesinde, kendisine ne kadar müşahede imkanı bahşedilmişse o çerçeve içinde görür. Oysaki Allah zamanlara ve mekanlara sığmaz. O ancak kenzen kalbde bilinebilir. Bilme yolunda olanlarca bilinince de öyle bir bilinir ki, o kimse 'Vallahi hissediyorum!' diye yemin edebilir ve 'Şu gördüğüm eşya ve insanlar yalan olabilirler, fakat ben Seni öyle bir duyuyorum ki, bunda katiyen yalan olmaz.' diye haykırabilir. İşte bu, vicdanın mârifetidir ve insan bu mertebeyi sadece amel ederek anlayabilir. Evet! Esbâp nazara alınmaz ve vicdan mârifeti ile meseleye yaklaşılırsa, işte o zaman hem eşya bir kitap gibi çok iyi değerlendirilebilir, hem de Allah'a şirk koşulmamış olur. Aksi takdirde eşya bir tabu olur ve Allah yolunda seyr-i sülûk yapıldığı zannedilebilir, ama hiç de öyle olmayabilir.

Meseleye şöyle de yaklaşılabilir. İsm-i Zâhir, eşyanın dış yüzünün -Allah tarafından- tanzim edilmesine, dengelenmesine, prensiplere bağlanmasına ve bir kısım mükellefiyetlerimizin ilahi kanunlar şeklinde vazedilmesine bakar. Bir insanın, namaz kılıp, oruç tutup, hacca gitmesi, ism-i Zâhir itibarıyla yapması mecburi olan şeylerdendir. Çünkü insana Allah yolunda olmayı tâlim eden Zât, bu türlü zâhirî şeyleri yerine getirmeyi aynı zamanda emretmiştir. Ne var ki, namaz kılmak, oruç tutmak ve Kâbe'yi tavaf etmek, mutlak manada insanın kurtulması manasına gelmemektedir. Zira bunlar yerine getirilirken, bâtın itibariyle bazı şeylere takılma ihtimali söz konusudur.

Evet! Hakikate ulaşılacağı ana kadar eşya denen tabuya takılıp kalma her zaman mukadderdir. Ancak, ism-i Zâhir'in gereklerini, ister tefekkür cihetiyle, isterse bizim amel ve muamelelerimize esas teşkil etmesi açısından, bütün bütün bırakıp 'Sadece Allah'a uyanacağım ve O'nu duyacağım' diye varlığı ve onun ifade ettiğini görmezlikten gelmek de doğru değildir. Zira o zaman da, yine muvâzene korunamamış olur. İhtimal böyleleri, bazen monist, bazen de panteist olabilir veya vahdet-i vücûda girebilirler. Bu itibarla da dinin ruhundaki denge korunamamış olur ki, bu da diğeri kadar tehlikelidir. Sırât-ı müstakim erbabı, bu ikisini de dengeli götürmüşlerdir. Diğer bir tabirle, ikisini birden dengeli götürmeye sırât-ı müstakim erbabı muvaffak olmuştur. Evet ne sadece o, ne de beriki; ikisi birden bir vâhidin iki yüzü olarak değerlendirilmelidir ki, doğru olan da budur. Yoksa, bazen ifrata girip hep 'delil, delil' demek ve delillerin delisi olmak ki, böyleleri sonucunda bazen asla medlûla ulaşamayabilir. Bu, namaz, zekât ve hac gibi ibâdet u taatle medlûla ulaşılmaz manasına gelmez. Bunları değerlendirmeye almayan insan muvâzeneyi yine bozar. 'İşlerin en hayırlısı orta olanıdır.' fehvâsınca ifrat ve tefrite girilmeden orta yolu bulmak en doğru olanıdır.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.