Kusurları Örten İksir: Vefa
'Vefa öyle bir şeydir ki bin kusur bile olsa örter' sözü nasıl anlaşılmalıdır?
Her şeyden evvel bu ifade, mücerred vefa ile alakalı söylenmiş bir söz. İkinci olarak, vefanın da sadakat ve emniyet gibi kendine göre belli kriterleri vardır ve onlarla vefa vefa olur.
Eğer vefa, Allah'a verilen söze bağlı kalma; insanlara verilen ahde riayet etme; dostluğun hakkını verme; Hak'tan halka kadar iyilik gördüğü herkese samimiyet ve sadakat içinde bulunma ise, ki öyledir; insan, Allah ve Rasulullah'a müteveccih, rıza mülahazasına kilitli, iman ve Kur'an'a hizmet aşkıyla başı sürekli Hak kapısının eşiğinde olmalı; her nefes alışverişinde: 'Henüz derinleşemedim.. gönlümce olamadım.. hâlâ sofada dolaşıyorum ve salona giremedim.. harem dairesi ise bana fersah fersah uzak..' demeli ve konumunun hakkını verememiş olma hissiyle inlemelidir. Evet, Hak'la halvet çok önemlidir. Halvet-i sahîha bir vuslat ve bir şeb-i arûs'tur. İşte böyle bir duyguyla meşbû bulunma Cenab-ı Hakk'a karşı bir vefa ifadesidir; sadece O'nu duyma, O'nu bilme, O'nun tecellîleri ile mest u mahmur yaşama ve başka şeyleri duymama veya O'ndan ötürü görme vefası... Sa'di; 'Ağyâra gözünü kapamadıktan sonra O'na mahrem olamazsın' der ki, ne kadar yerindedir. Gerçek vefalı olma ancak, harem odasına girme, O'ndan 'bî hurûf u lafz u savt' ses alma, O'nu dinleme, alemin duyamayacağı hususi bir buudda O'nunla konuşma ve bunu devam ettirme, devam ettirme yollarını araştırmayla mümkün olur.
Gerçek vefa, sarih ve zımnî olarak Allah'a karşı verilen sözlere sadık kalmaktır. Mesela, 'Ben Allah'ın kuluyum, O da benim Ma'budum.. Hazreti Muhammed aleyhisselam'ın ümmetiyim.. İslam'ın müntesibiyim..' gibi ifadeler söz verme demektir. İşte bütün bunlarda en derine ulaşma; yani, yukarıda da ifade edildiği gibi harem odasındaki şekli yakalama tam vefadır. Bu ölçüdeki vefanın tarifine girecek şekilde vefalı olabilen bir insandan da yer yer kusurlar sâdır olabilir. Nitekim, Efendimiz (sav), 'Adem hata etti, evlatları da hata etti'; başka bir hadislerinde de 'İnsanların bütünü hatakârdır. Hata edenlerin en hayırlısı ise tevbe edenlerdir.' şeklindeki beyanlarıyla bu tür vefazedelere çare ve reçete sunar. Evet, yanılmak ve hata etmek insanın tabiatında vardır. Bu açıdan bir insan, çok vefalı olmakla beraber yine de hata edebilir. Ancak, o insan eğer vefalı ise, bin kusuru da olsa kusurlarına bakılmaz ve ettiklerine göz yumulur.
Değişik münasebetlerle misal olarak arzettiğim, bir sahabî ile alakalı hususi bir durumu müsaadenizle hatırlatmak istiyorum. Hem Bedir, hem de Uhud'a iştirak etmiş olan -ismini tasrih etmeyeceğim- bu sahabî, nebiz içmeyi bir türlü bırakmaz. Bu sebeple de, pek çok defa tecziye ve te'dib edilir ve bir defasında -ihtimal- Halid b. Velid onun hakkında oldukça ağır konuşur. Bunu duyan Allah Rasulü'nün (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) canı sıkılır ve şöyle buyururlar: 'Ona öyle konuşma; zira o, Allah'ı ve Rasulullah'ı çok sever.'
Seviyeye Göre Vefa
Bu hadiseden şu hakikatleri çıkarmak mümkündür:
1) İnsan, Allah (cc) ve Rasulü'nü sevdiği halde zaman zaman hatalara girebilir.
2) O zatın nebiz tiryakiliği vardır; bu sebeple de, yer yer düşüp kalkmaktadır. İhtimal, ileride Allah lutfedecek, o da o işten kurtulacak ve bir daha da nefsine uymayacaktır. Burada esas vurgulanmak istenen ve Efendimiz'in (sav) üzerinde durduğu hususa gelince; o, bu sahabinin Allah'ı ve Rasulullah'ı sevmesi ve onlara karşı ciddi bir vefa hissi içinde bulunmasıdır. İntisabın hayâtî önem ifade ettiği bir dönemde o zat, Allah'a teslim olmuş, teslimiyetini devam ettirmiş ve Allah Rasulü de onun bütün kusurlarına göz yummuştur; hepsi o kadar.
Objektif olmayan, konuyla alakalı benim de bazı müşahedelerim olmuştur: İyi tanıyıp bildiğim, hizmeti çok erken tanımış bir şahıs vardı. Bu zat, hizmete ait yürekleri hoplatacak hakikatlere şahit olmuş ve hep bu işin içinde, hatta önünde bulunmuş; lâakal öyle bilinmişti. Ne var ki, ben bir türlü onu, gönlüme göre koyduğum yerde bulamıyordum. Bazen beklenen ölçüde uyanık olmayabiliyor, çok defa yaya kalıyor ve hatta bazen gaflet diyebileceğim durumlara bile düşebiliyordu. Bazen aklımdan, 'Onun ve benim gibi dikkatsizlerin Odetta gibi taş kesilmeleri gerekmez mi?' diye geçtiği de olurdu. Levsiyâtın her çeşidine açık böyleleri hep gayr-i ciddi davrandıkları, çarşıda-pazarda günaha açık durdukları, dahası onun ızdırabını ruhlarında duymadıkları halde nasıl oluyor da bu işin önünde görünebiliyor ve tokat yemiyorlardı?! Tokat yemeliydiler gibi geliyordu bana. Zira herkes idrak ve irfan seviyesine göre tokatlanır. Mukarrebîn, aklından geçen şeyden dolayı tokat yer; eğer, aklından, birinin kusuruyla alakalı bir şey geçse hemen ayağına bir iğne batar. Öyle ise bu insan, ön saflarda koştuğu halde nasıl oluyordu da tokat yemiyordu? Bu soru belki elli defa zihnime takılmıştır. Neden sonra aklıma geldi ki: Bu insanı tanıdığım günden beri o, onca kusur ve gafletinin yanında Allah'a karşı öyle vefalıydı ki, bütün zorluklara rağmen hiçbir zaman boyunduruğu yere bırakmıyor ve bir kuvvet-i zahr gibi her zaman Hakk'a sahip çıkıyordu. Demek ki, Allah, ellibin kusuru dahi olsa kulunun vefasından dolayı 'ma veddeake Rabbüke vemâ kalâ' (Duha, 93/3) ayetinin ifadesiyle o kulunu terk etmiyor ve onu yalnız bırakmıyordu. Zira Allah (cc), vefalıların en vefalısıydı. Evet, Hak kapısındaki vefa, koruyucu bir sütre ve kalkandır; işte bu hakikat, o şahıs hakkında da tecellî etmişti. Esasen bu değerlendirme objektif görünmeyebilir ve benim şahsi değerlendirmem de sayılabilir; ama öyle olmuştu.
Vefa, bir mümin vasfıdır. Bir hadis-i şerifte münafıkların özellikleri zikredilirken onların üç vasfından bahsedilir: 'İzâ haddese kezebe ve izâ vaade ahlefe ve iza'tümine hâne - Konuştuğu zaman yalan söyler. Söz verdiği zaman sözünü tutmaz. Emanete hıyanet eder.' Hadis-i şerifteki 've izâ vaade ahlefe'nin karşılığı 've izâ vaade vefâ - Söz verdiği zaman yerine getirir' ifadesidir. Yani, hulfu'l-va'd bir münafık sıfatı olduğu gibi, vaadinde vefa da kâmil mümin sıfatıdır. Vefa kelimesi aynı zamanda 'sıdk'ı ve kendisine bir şey emanet edildiği zaman emanete riayeti de tazammun eder. Bu itibarla o, hadis-i şerifte zikredilen üç hususun hemen hepsinde Allah ve Rasulü'nün bizden beklediği çok önemli durumu ihtiva eden şümullü bir kelimedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'in pek çok yerinde müminlerin Allah'a verdikleri söz, 'yûfûn' (Ra'd, 13/20; İnsan, 76/7) veya ism-i fâil sığasıyla 've'l mûfûne bi ahdihim izâ âhedû - Allah'a ahdettikleri zaman sürekli verdikleri sözü yerine getirme içindedirler.' (Bakara, 2/177) şeklinde zikredilmektedir.
Va'de vefanın, -yukarıda da bahsedildiği gibi- Hak kapısının düğmesine henüz dokunanın yöneliş vefası.. koridora adımını atan birinin vefası.. salona 'buyur' edilmeye karşı adım atmakla cevap verenin daha engin vefası.. salona girdikten sonra 'Acaba hareme nasıl kabul ediliriz?' şeklinde düşünenin vefası.. ve hareme girdikten sonra da oradan atılmama heyecanını yaşama vefası.. gibi kendine göre dereceleri vardır. Üstad buna benzer bir derecelendirmeyi 'ihdina's-sırata'l-müstakim' ifadesine bağlı olarak serdeder. Ona göre 'ihdina's-sırata'l-müstakim'de, 'bizi sırat-ı müstakime, yani şer-i şerifin yol olarak tayin buyurduğu şehrâha hidayet eyle.' 'Hidayet ettikten sonra o yolda bizi sabit kadem eyle ki, o yol bizim Hakk'a ulaşmamız için bir yol olsun.' gibi mânâlar ve daha sonrasına ait mertebeler vardır. Evet, herkes kendi seviyesine göre vefasının mükafatını mutlaka görecektir. 'Evfû bi ahdî ûfi bi ahdikum - Siz bana karşı va'de vefaya dair verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de va'dimi yerine getireyim.' (Bakara, 2/40) ayet-i kerimesi bu hakikati hatırlatır.
Esasen çok derinlemesine sezip sistemleştiremediğim bir hakikat yer yer vicdanıma aksediyor; ama, tam evirip çevirip ifade edemiyorum. Şöyle diyebilirim: Vefa öyle yüce bir vasıftır ki; kul, bir hamlede onunla Hakk'a muhatap olma seviyesine yükselir; yükselir de böyle birinin Cenab-ı Hakk'a karşı olumlu bir tavrı ne teveccühlere vesile olur ve ona, 'Sizin şartınız, Benim şartım..' 'Siz bir lâzımı ortaya koyun, Ben de koyayım..' denir. Allah (cc) ile kul arasında mukaveleye benzeyen böyle bir teveccühte Cenab-ı Hak, kuluyla adeta mükâleme ve muamelede bulunuyor gibi onu teşrîfen ve tekrîmen terakki ettirerek çok yüksek bir pâyeye ulaştırmaktadır. Tabir caizse, burada ilahî teveccühle kulun yönelişinin buluşması söz konusudur. Zira Allah, bunu 'evfû bi ahdî ûfi bi ahdikum' tabiriyle ifade etmektedir.
Söz buraya gelmişken vefayla alakalı bir şey daha arzetmek istiyorum: Vefa dosta ait bir sıfattır. Dost, dostunu asla terk etmez. Dostluğun devamı da ancak vefaya bağlıdır. Vefasızlıktan müştekî bir şair şöyle der:
'Dost bî-vefa, felek bî-rahm, devran bî-sükûn,
Dert çok, derman yok, düşman kavî, tali' zebûn.'
Şimdilerde ben bunu değiştirdim ve şöyle söylüyorum:
'Dert çok, derman daha çok; düşman şimdi zebûn, talih daha kavî..'
Mehmet Akif de başka olumsuzluklarla beraber vefasızlıktan şöyle dert yanar:
'Vefa yok, ahde hürmet hiç... Emanet lafz-ı bî-medlul;
Yalan râyiç, hıyanet mültezem her yerde, hak meçhûl!
Ne tüyler ürperir yâ Rab! Ne korkunç inkılâb olmuş:
Ne din kalmış, ne iman, din harâb iman serâb olmuş.'
M. Akif ilk satırda önemine binâen vefayı zikretmektedir. Şairlerin eserlerinde bazen vefayla beraber sıdkın da ifade edildiği görülür. Zira sıdk, vefanın bir buududur. Sadık, vefalı olur. Zaten vefalı olmayan da sadık ve dost olamaz.
Aslında, insanın göstermiş olduğu vefa, dönüp dolaşıp yine kendisine gelir. Mesela, her ezandan sonra müminler, 'Allahümme Rabbe hâzihî'd-daveti't-tâmmeh ves's-salâti'l-kâimeh' diye başlayan ezan duasını okurlar. Bu dua, 'Allahım! Efendimiz'in derecesini insanın ulaşabileceği noktaların en zirvesine ulaştır. Öyle ki, alttan bakanların takdirle başları dönsün. Yandan bakanlar oranının makam-ı hamd olduğunu görsün. Kendisi onun livaü'l-hamd olduğunun şuurunda olsun. Ve oraya koşanlar da 'elhamdüllillah' deyip kurtulsunlar.' demektir. Bu şekilde, her ezandan sonra bu duayı yapan ve her fırsatta salât u selam getiren bir mümine -inşaallah- Allah Rasulü de ötede gereken vefayı gösterecektir.
Sözlerimi şu duayla noktalamak istiyorum: Ya Rabbi! Pek çok günah işledim. Nihayet tasmalı boynumla Sana geldim. Eğer, elde olarak veya olmayarak yer yer günah işlemek bir düşmek ve çamura batmaksa, halimi öyle arzetme ve şefaat dileğimi halimle ortaya koyma yolunu seçtim. Vefalı olamasam da, vefana güvendim. Sıdk u emanet bilmesem de, rahmetinin enginliğine yürekten iman ettim. Sermayesiz bir müflisim.. 'ci'tü bi bidâatin müzcâtin feevfi lî ya Vefiyy' deyip vefana sığındım. Sen Yusuf değil, hem Onun hem de hepimizin Rabbisin; Yusuf, hallerini arzedip eşiğine baş koyanları boş çevirmemişti...
- tarihinde hazırlandı.