Osmanlı Neden Kâmil Hilâfeti Uygulamadı?
Osmanlı Devleti, güzîde bilim adamları yetiştirdiği ve İslâm'a son derece bağlı devlet başkanlarına sahip olduğu halde neden kâmil hilâfeti uygulamadı? Kâmil hilâfeti uygulamasına mâni haricî-dahilî stratejik ve jeopolitik sebepler var mıydı?
Zannediyorum kâmil hilâfet ifadesiyle, Kur'ân-ı Kerim'in ruhuna ve Resûl-i Ekrem'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tatbikatına uygun bir sîretin takip edilmesi, her şeyin esâsât-ı Kur'âniyeye göre ele alınması ve İslâm'ın tam tatbik edilmesi kastediliyor. Osmanlıların, bütün meziyetlerine rağmen biriki meselede ihmalleri söz konusudur. Günümüzde de onların ihmal ettiği bu hususlar bir kısım kimseler tarafından serrişte edilmektedir.
Ancak hemen şunu ifade etmeliyim ki, eğer Osmanlıların tatbikatında bir şer bahis mevzuu ise, biz bugün onların başvurdukları veya içine düştükleri şerrin de şerrini irtikâp etmekte, hem de hiçbir rahatsızlık duymamaktayız. Bu itibarla biz, nasıl bir sukut içinde bulunduğumuzu düşünerek Osmanlı'ya dil uzatmaktansa kendimizi sorgulamalıyız. Osmanlı'nın hayr-ı mahzı ikame edemediği doğrudur. Ancak ikame etmemesinde bir kısım haricî ve dahilî âmiller olabileceği gibi, saltanatla marz-ı ilâhînin aynı anda muhafazası zorluğundan da kaynaklanmış olabilir.
Evet, ayrıca Osmanlılar, Selçukî enkazı üzerinde kurulmuştur. Selçuklular, bin bir curcuna, fitne ve fesadın parçalamasıyla, Adana'da Ramazanoğulları, Denizli'de Menteşeoğulları, Manisa'da Saruhanoğulları, Çanakkale ve Balıkesir'de Karesioğulları.. gibi parça parça beylikler olarak bir enkaz hâline gelmişti. Tam o esnada Allah bu kuvvetli eli Müslüman dünyasının imdadına gönderiverdi. Böyle bir dönemde Osmanlıların çok itinalı, tedbirli ve hesaplı adım atmaları gerekiyordu. Bunun için de mesele âdeta bir aile mahremiyeti içinde ele alınıyordu. Vâkıa buna biraz da kabile anlayışları sebebiyet veriyordu. Kayı Beyleri meseleyi ele alacak, beyliği devlete götürebilecek bir ufku henüz tam yakalamış değillerdi. Osmanlı Beyliği, bir beylik olarak hareket ediyordu. Beyler arasında ise beylik babadan oğula intikal ediyordu. Böyle bir teamülün yararlarının yanında Emevi ve Abbasilerde olduğu gibi, İslâm'ın ruhunu daraltma türünden bir husus da söz konusudur.
İkinci âmil, Osmanlılar kendilerinin dışındaki kimselere çok fazla güven duymuyorlardı. Türk milletinin birliği-beraberliği, teâlî ve terakkisi için canla başla mücadele ediyorlardı; bu mücadelenin inkıtaa uğramadan devam etmesi, muhtemel problemlere karşı dahi tedbirli olmayı gerektiriyordu. Daha sonraları içe sızan yabancı unsurların tahribatı, onların bu konudaki tutumlarını haklı gösteriyor gibidir.
Evet, belli bir dönemden sonra, yabancı unsurlardan gördükleri ihanetlerden ötürü, ağyâra karşı Osmanlı'da bir güvensizlik hâsıl olmuştu. Hem kendilerinin her şeyi daha iyi bildiklerine ve daha iyi idare ettiklerine inançları tamdı.
Benzer bir mülâhazayı, Hz. Ömer'de de görürüz. Koca Halife bir defasında, şu mânâya gelen sözleri etmişti: "Eğer bu meseleyi benden daha iyi idare edecek birini bilseydim, rahatlıkla ona devrederdim. Fakat şu anda bu işi kemal-i emniyetle götürecek kişiler hakkında tereddütlerim var." Zayıf dahi olsa Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr'in Arş-ı A'zam'a yükselen kemâlât ve faziletlerinin yanı başında Hz. Ömer seviyesinde bilinen, ifade edilen veya edilmeyen bazı yanları vardı ki bunlar Hz. Ömer'i tereddüde sevk etmişti ve bu sebeple de o, yerine birini tavsiye edememişti. Vefat edeceği âna kadar -aşağı yukarı- on seneye yakın işi kendi omuzunda götürmüş, götüremeyeceğini anladığında da vazifeyi bırakmayı düşünmemiş, "Allah'ım! Eğer vakti geldiyse emanetini al, beni bu ağırlıktan kurtar!" demişti.
Bu durum Hz. Osman'da da aynıyla vâki olmuştu. Hz. Osman'ın çevresinde, büyük ölçüde kendi oymağından kimseler bulunuyordu. Bazıları bu meseleden dolayı Hz. Osman'a dil uzatıp onu ta'n etseler de, işin içinde şöyle bir husus söz konusuydu:
O gün Türklerden İranlılara, Romalılardan, Berberilere kadar pek çok insan fevç fevç İslâm'a giriyordu. Böyle muhtelif akvamın İslâm'a girmesi çeşitli düşünce akımlarının doğmasına sebebiyet veriyordu. Oysaki devlet bir âbide gibi öyle sağlam ve emin kaideler üzerinde olmalıydı ki hiçbir ihanet onu sarsmasın. Bu sebeple Hz. Osman, rahatlıkla sırtını dönebileceği ve Medine'den işi idare edebileceği kimseleri vali tayin ediyordu. İtimat etmediği kimselerden biri, günün birinde, vali bulunduğu yerden halkını toplar da Medine'ye kadar gelirse daha mı iyi olurdu?.. Her ne kadar bazıları, Hz. Osman için "Kendi yakınlarını kayırıyordu." dese de -hâşâ ve kellâ- o temiz halife hiçbir akrabasını kayırmamıştır. Memur olarak yakınlarından tayin ettiği kimselerin maaşlarını bizzat kendi şahsî servetinden ödediği ifade edilir. Hz. Osman, bir yönüyle siyasî davranmış ve hilâfetin teminat altında olması için yakınlarını çevresinde bulundurmakta zaruret görmüştür.
İşte insanın kendi soyunu sopunu düşünmesi, böyle bir içtihat ve kanaatle bazen mahzursuz, hatta faydalı olabilir. Ben tepeden tırnağa safvetlerine inandığım ve daima hürmet ve saygıyla andığım Osmanlıların İslâm'a ters gösterilen bazı icraatlarını böyle bir içtihada dayıyor ve öyle kabul etmek istiyorum. Bilmiyorum ki, bu hüsnü zannımdan dolayı beni muaheze ederler mi?
Vâkıa, Osmanlıların bu tercihi bir içtihattır, hata da bir içtihat hatasıdır ve bir yanlışlıktır. İhtimal onlar, "Ancak biz Osmanlılar olarak bu işi devam ettiririz." demişler. Bunda da yalan söylemiş sayılmazlar. Hiçbir Osmanlı, Türk milletine ihanet etmemiştir. Hatta bunların içinde sakalına boncuk dizdirdiği söylenen -deli mi değil mi?- Mustafa dahi ne Batılıya ne de Doğuluya bir parça toprağı bile peşkeş çekmeyi düşünmemiştir. Binaenaleyh ben, Osmanlı'nın bu mevzuda bir içtihada binaen böyle bir hükme vardıkları kanaatindeyim. Yanılıyorsam, Cenâb-ı Hakk'ın onları affetmesini dilediğim gibi beni de affetmesini dilerim.
Bir de yığın yığın şeririn, eşedd-i şeririn ortalığı işgal ve istilâ ettiği bir dönemde çok küçük, cüz'î -ve insafla bakılırsa- görülmeyecek kadar şer sayılan bir kısım meselelerden ötürü Osmanlı'yı sorgulamak doğru değildir. Böyle bir davranış şer güçlere koz vermek olur.
İkinci mesele, hilâfet mevzuunda niye din-i mübin-i İslâm'a uyulmadığıdır. Esasen Osmanlı devrinde dinin ruhuna aykırı ve ters bir hükmün ihzar edildiğini ve dine ters düşen icraatların yapıldığını bilmiyoruz. Gerçi bir iki insan, dinin ruhuna uymayan bir kısım kanunlar çıkarmıştı. Fransızlarla münasebetten, kapitülasyonların kabulü veya dış ticarete ait bir kısım meselelerden ötürü hazırlanan bu kanunlarda keyfilik ve dolayısıyla lâdinilik, veya en azından bir dalâlet fikri iddia edilmekte ve görülmektedir. Bu da bir ihtiyaç yorumu ve çaresi meselesidir. Bu itibarla, Kanuni'yi dahi kimsenin tadlil etmeye, hor ve hakir görmeye hakkı yoktur. Objektif olmamakla beraber bir mânevî ehl-i şuhud ve keşif, Kanuni'nin pek çok Osmanlı velilerinden önce geldiğini ifade etmektedir.
Dünyada Osmanlı İmparatorluğu'nun ömrü kadar uzun bir ömrü Cenâb-ı Hak hiçbir millete ve devlete vermemiştir. Bu işi altı asır Osmanlı'nın elinde tutan Allah'ın, mülk kendi elinde olduğuna göre, büyük bir haksızlık üzerine bunu devam ettireceğini zannediyor musunuz? Mâlikü'l-Mülk O'dur. Sözün burasında Mehmet Âkif'in Âl-i İmrân sûresinin 26. âyetinin münif mânâsını manzum olarak kaleme aldığı mısralara bırakalım:
İlâhî, "Mâlikü'l-Mülk'üm" diyorsun... Doğru, âmennâ.
Hakikî bir tasarruf var mıdır insan için? Asla!
Eğer almışsa bir millet, edip bir mülkü istîlâ;
Eğer vermişse bir millet bütün bir mülkü bî-pervâ;
Alan Sensin, veren Sensin, Senin hükmündedir dünya.
Evet, mülkü Allah alır, Allah verir. Öyle ise mü'minler de bu mevzuda şöyle düşünmelidirler: Yeryüzünde o gün en aslah cemaat onlar olduğu için Allah bu vazifeyi onlara vermiştir. Daha salihi bulunsaydı onlara verirdi.
- tarihinde hazırlandı.