Nasihat, Allah'ın Gayreti ve Kulun Hakkı
Nasihat hadisindeki "Allah için nasihat" ifadesinden ne anlamalıyız?
Cenâb-ı Hakk'a karşı sadık bir mü'minin en iyi davranışı, Allah adına hayırhâh olmasıdır ki, bu esas, "Nasihat hadis-i şerifi"nde de vardır. O hadiste, sahabe, nasihatin (hayırhâhlığın) kim adına olması gerektiğini sorunca Efendimiz:
"Allah, Resûlullah, Müslümanların imamları ve ümmet için." buyurur.
Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu sözünü değişik şekillerde anlamak mümkündür. Bu hadisi, bir Nur talebesinin, kâinat kitabını yorumlayarak, başkalarının keşif, müşâhede ve murâkabe yoluyla anlamak ve anlatmak istedikleri Zât-ı Ulûhiyet hakikatini âfâkî ve enfüsî istidlâllerle düşünmesi, bilmesi şeklinde anlamak mümkün olduğu gibi onu, mücerret bir bilmeden başlayarak mârifet mânâsında pratikleşmiş, oturaklaşmış bir bilmek, ondan tam bir vicdan kültürüne kadar devam eden bütün süreçteki bilmeler şeklinde de anlamak mümkündür ki, bu basamaktan sonra da bilgi, muhabbete inkılâp eder. Muhabbet ise aşk u şevkle derinleşir ve ruhanî zevklerle bir hayırlar "salih daire"sine dönüşür.
Bu zaviyeden Allah için nasihat, O'nu tanıtma ve sevdirme demektir ki, hadis-i şerif de buna delâlet etmektedir.
"Allah'ı kullarına sevdirin ki Allah da sizi sevsin." beyanı da buna işaret eder. Belki Kur'ân ve Sünnet'ten işarî yolla bu hususa delâlet eden daha pek çok delil çıkarılabilir. Bununla beraber hadise verdiğimiz bu mânâ, akla gelen mânâlardan sadece biri olsa gerek. Binaenaleyh insan bununla yetinmemeli, seviyesine göre meseleyi derinleştirmeli ve latîfe-i rabbâniyesi, sırrı, hafîsi, ahfâsı ve belki şimdiye kadar büyük zatların bile tespit edemedikleri keşfedilmemiş, adı konmamış letâifi, O'na ait hakâiki özümseyip aksettirecek bir prizma şeklinde süzmelidir; süzmeli ve meseleyi sürekli evirip çevirip O'na getirmelidir.
Değişik zamanlarda vâhid-i kıyasî olsun diye arz ettiğim bir husus var -ki bana çok önemli gelmektedir- tekrar arz etmek istiyorum. Afacan ve çok sevimli çocuğu olan bir insan düşünün ki, daha siz, "ço..." dediğiniz an o, "çocuk" diyeceğinizi zannederek kendi çocuğundan bahsetmeye başlar; belki de siz "çoban" diyecektiniz.. işte bunun gibi bir fırsat zuhur eder etmez, hemen her meseleyi değerlendirip Allah'a getirmek ve ağzını açan birinin "ab..." diyecekken ona, "ab...' deyip israf-ı kelâm ve zaman edeceğine Allah desene" demek, hiç olmazsa bu mülâhazalarla meşbû bulunmak çok önemlidir. Tabiî ki bunu bir misal olarak arz ediyorum. Bunu dedirtme şekli farklı olduğu gibi, vicdanında duyma ve duyurma şekli farklı olabilir.
Sözü evirip çevirip sürekli Cenâb-ı Hakk'ı hatıra getiren lâhûtî mülâhazaların etrafında dolaştırmak, aslında Cenâb-ı Hakk'a ait meselelere karşı kıskançlık ölçüsünde duyarlı olmaya işaret eden güzel bir bakış açısıdır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah'ın herkesten "ağyer" olduğunu ve gayretinden dolayı da kullarına fuhşiyatı haram kıldığını bildirmektedir. Allah'ın gayretinden bahseden başka bir hadiste de "Gayûr" tabiri kullanılmaktadır. Bu kelime, mübalâğa anlamını ifadede kullanılan bir kelimedir. Binaenaleyh insan, Cenâb-ı Hakk'ı mücerret anlatmanın ötesinde, O'nunla alâkalı hakikatleri âdeta kendi hayatî düşüncelerinin üzerinde örgüleyeceği bir atkı hâlinde kabul etmeli, hayat nakşını, sürekli lafz-i celâle ana nakış örgüsünün ortasına koyup her şeyi ona göre örgülemeli, daima O'nunla münasebeti gözetmeli ve ortaya koyacağı davranışların gerçek tenasübünü de bu nakış esprisine bağlamalıdır. O'nunla münasebet eksenine her şeyi bina etmek.. her şeyi O'na göre örgülemek.. sürekli O'nu nazara vermek...
İşte bu mülâhazalar içinde bulunup O'na göre davranmak, bir yönüyle kulun Allah'a karşı gayretini ifade eder. Allah'ın kula karşı gayreti de onun zayi olmasını istememesi, onu çok sevmesi ve tutması, pek çok şeye tercih etmesi ve bundan dolayı da onun fuhşiyata girmesini yasaklamasıdır. Çünkü fuhşiyat, kulun ruhî ve mânevî yapısını bozan bir gayri tabiîliktir. İşte gayret-i ilâhiye, kulu koruma ve onu çürütmeme, hatta onu bu fâni dünyada bir varlık olmaktan kurtarıp bekâya namzet kılma şeklinde tezahür edebileceği gibi ona yolunu gösterme ve onu "bekâ billâh maallâh" sırrına mazhar etme şeklinde de ortaya çıkabilir.
Allah'ın insana karşı olan gayretini İbn Teymiye mektebinin talebeleri gibi bazıları bu anlamda hatalı bulmuşlar ve Allah'a zaaf isnat ediliyor diyerek karşı çıkmışlardır. Ne var ki, mesele hiç de öyle değildir. Bizdeki gayretler birbirimize karşı ne mânâya geliyorsa, Allah'ın gayreti de mukaddesiyet, münezzehiyet ve ulvîlik keyfiyeti içinde, hatta keyfiyet ve kemmiyet üstü ve hedefi insan olan ilâhî bir gayrettir.
Müslim'de geçen ve Muaz b. Cebel'in rivayet ettiği bir hadiste, Muaz (radıyallâhu anh): "Peygamber Efendimiz'in terkisinde idim. Onunla aramızda semerin arka kâşından başka bir şey yoktu. Bana: "Yâ Muaz!" dedi. Ben "Lebbeyk yâ Resûlallah ve sa'deyk." dedim. Sonra biraz yürüdü ve yine: "Yâ Muaz!" dedi. "Lebbeyk yâ Resûlallah ve sa'deyk" dedim. Sonra biraz yürüdü ve tekrar: "Yâ Muaz!" buyurdu. Ben: "Lebbeyk yâ Resûlallah ve sa'deyk." dedim. "Allah'ın kulları üzerindeki hakkı nedir bilir misin?" diye sordu. Ben:
"Allah ve Resûlü bilir." dedim. "Gerçekten Allah'ın kulları üzerindeki hakkı, O'na ibadet etmeleri ve kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamalarıdır." buyurdu. Sonra biraz daha yürüdü. Ve yine: "Yâ Muaz!" dedi. "Lebbeyk yâ Resûlallah ve sa'deyk." dedim. "Bunu yaptıkları takdirde kulların Allah üzerinde hakkı nedir bilir misin?" dedi. Ben de, "Allah ve Resûlü bilir." dedim. "Onlara azap etmemesidir." buyurdu."
Bu hadiste ifade edildiği gibi Allah'ın kul üzerindeki hakkı, kulların O'na ibadet edip O'na hiçbir şeyi ortak koşmamalarıdır. Kalbin, tevhidin mertebeleri adına ulaşabileceği ölçüde en ileri noktaya ulaşması, tevhid karşısında ne kadar incelebiliyor ve ne kadar kesb-i zarafet edebiliyor ise o kadar incelmesi ve hassas olması -elverir ki meseleyi yaşanmaz hâle getirmesin- kulun Allah'a karşı gayretini ifade eder. (Bu meseleyi tenezzülât-ı ilâhiye zaviyesinden bakarak anlamak da mümkündür.)
Hadiste evvelâ, kula terettüp eden haklar, sonra da kul bunları yaparsa onun Allah üzerinde hakkı meselesi mevzuubahistir. Hanefî fıkıh âlimleri, Allah üzerinde "hak ve alâ" kelimelerinin kullanılmasını çok doğru ve sağlıklı bulmazlar. Ancak bu kelimeyi başka türlü yorumlamak da mümkündür: Şöyle ki, Allah (celle celâluhu): "Kulum Bana böyle davranırsa Ben onu yerine getiririm." dediğine göre, bu hakkı, vaadinde hulf etmeyen Cenâb-ı Hakk'ın -tabir caizsebizzat üstlenip üzerine alması şeklinde yorumlanabilir. Bizim anladığımız mânâda o hak bizim aczimizle, zaafımızla ve fakrımızla karşılaşınca böyle bir anlam kazanmaktadır. Her şeye Kadîr olan Allah Teâlâ, "Benim üzerime haktır." diyorsa -ki Efendimiz öyle buyuruyor- o zaman bu bir haktır. Ama bizim anladığımız mânâda bir hak değildir. Kulların Allah üzerindeki hakkı, Allah'ın kulları üzerindeki haklarına mukabelede bulunmak içindir. Yoksa kulların Allah Teâlâ üzerinde herhangi bir hak iddia etmeleri söz konusu olamaz.
Bu mütekabiliyet esasına istinaden, beyan edilecek hususun "hak" kelimesi ile ifade edilmesi mümkündür. Belki de "Hakkın bende mahfuzdur." dendiği gibi, vaad edilen şeyin bir hakmış gibi sonradan muhakkak surette yapılacağını ifade etmek için böyle bir ifade kullanılmış olabilir. Bununla beraber "Bu söz haktır." ifadesinde olduğu gibi, "Bu sözle haber verilen husus muhakkak olacaktır, bu mesele tereddüt götürmez." mânâsında kullanılmış olması da muhtemeldir. Aynı zamanda mebdede bir gayretin, neticede hak olması da söz konusu olabilir.
- tarihinde hazırlandı.