Şevk ve İştiyak
Tebliğ adamı, tebliğ işini bir aşk ve iştiyak zemzemesi içinde yerine getirmeli ve tebliğ onun için karşı konulmaz bir tutku olmalıdır. Bu özellik, tebliğ adamında uyarılması gereken en lüzumlu duygudur. Ancak görünen o ki, bu duygunun uyanması hem çok zor, hem de çok geç gerçekleşmektedir.
Eğer Efendimiz (s.a.s), kendi cemaati içinde evvela bu duyguyu uyarmasaydı, yani onları hak ve hakikati anlatma âşıkları hâline getirmeseydi, sebepler açısından ümmetinin bu büyük misyonu gerçekleştirmesi mümkün değildi. İşte Halid b. Velid (r.a). O, Bizans kumandanıyla karşı karşıya geldiğinde ilk defa ona İslâm'ı kabul etmesini teklif eder.[1] Kılıçlar konuşmadan önce böyle bir tebliğ keyfiyeti, tebliğ şevkinin her şeyi aşmasından başka ne ile izah edilebilir? Sahabenin hemen hepsinde, tebliğ için dünyanın dört bir yanına sefer ve hicrette bulunmalarında, bu aşk u şevkin tesiri çok büyüktür. İşte bunlardan biri;
Hubeyb (r.a) yakalanıp Mekke'ye sevkedilmişti. Günlerce zindanda bekletildikten sonra idam edilmek üzere Mekke'nin o günkü hezeyan dolu gürültüleri arasında meşhedine götürülüyordu. Mahzundu, mükedderdi; çünkü Allah Resûlü'nün (s.a.s) onlara tevdi ettiği irşâd vazifesini yapmaya fırsat bulamamıştı. Şimdi de eli ve dili bağlanmış idama sürükleniyordu. Durmadan gözlerini çevresinde gezdiriyor, dini tebliğ edebileceği bir insan arıyordu. Ama karşısındaki insanlar arasında öyle birisini görmüyordu. Gerçi, bunların içlerinde istikbalin sahabileri de vardı. Ancak o gün için henüz gönül gözleri açılmamıştı. Hubeyb iki rekat namaz kıldı ve, 'Eğer, ölümden korktu da onun için namazı uzattı demenizden çekinmeseydim şu kıldığım son namazı uzatmak isterdim' dedi. Sonra da idam sehpasına çıkarılıverdi. Beklenen son an gelip çatmıştı. Hareket eden mızrak temrenleri de bunu gösteriyordu. Hubeyb'in gözleri yine çevresinde dolaşıyordu ama, bu gözler kat'iyen kendisini ölümden kurtaracak bir insan aramıyordu. Son anda olsun acaba birinin ebedî hayatını kurtarabilir miyim, diye düşünüyor ve etrafını onun için süzüyordu. Aman Allah'ım, irşâd ve tebliğ adına hiçbir şey yapmadan ölmek, onların nazarında meğer ne pes şeymiş! İşte tam bu esnada beklemediği bir fırsat doğmuştu. Mekke müşriklerinin ileri gelenlerinden biri ona bir soru sormuştu ki, sorunun zahiri yönü hiç de mühim değildi. O, onlara hikmet yüklü bir cevap verecek, hem de bu son anında, irşâd ve tebliğde bulunmuş olacaktı. Orada atacağı bir düşünce kıvılcımı, kim bilir istikbalde kaç kişinin gönlünde îman ateşi tutuşturacaktı. Soru şuydu:
'Ya Hubeyb, şu anda senin kurtulman şartıyla, yerinde Muhammed'in idam edilmesini ister miydin?'
Elbette bir Müslümana, hem de Hubeyb gibi birine bu soru sorulamazdı. Ama o, bu soruyla yakaladığı son fırsatı değerlendirmeye bakıyordu. İçi içine sığmıyor, sevinç-keder arası bir hisle mutlaka bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Ve o biliyordu ki, bu soruya vereceği cevap, son kıldığı namaz gibi kısa olmalıydı. Tek cümlelik bir söze bütün bir hayatı sığdırmalıydı. Öyle konuşmalıydı ki, tarih lâl kesilip onu dinlesin ve zaman onu kulağına küpe yapsın. Evet o söyleyeceğini böyle söylemeli, son fırsatı tebliğ adına böyle değerlendirmeliydi. Ve:
'Hayır, vallahi. Değil benim kurtulmam pahasına O'nun idam edilmesi, benim kurtulmam karşılığında, şu anda Medine'de O'nun ayağına bir diken batmasına dahi gönlüm razı olamaz!'[2] deyiverdi -vefanla yüksel ey yüce ruh!-
Hubeyb (r.a) bunları söyleyince, herhalde içinde, biraz evvel tebliği yapamamaktan doğan sıkıntı da gidivermişti. Artık o, kendisini tüy kadar hafif hissediyordu. Ve yapacağı son bir vazife ile Allah Resûlü'ne (s.a.s) bir ayrılık selâmı verecek ve cennete yürüyecekti. Mekke'den tâ Medine'ye selâm gider mi, gitmez mi diye düşünmedi bile. Çünkü selâm göndereceği şahıs Allah'ın şanı yüce nebisiydi.
İdam sehpasında son sözü: 'Esselâmü aleyke ya Resûlallah' oldu. Allah Resûlü (s.a.s), Medine'de ashabıyla oturuyordu. Birden ayağa kalktı ve 'Ve aleyke's-selâm ya Hubeyb!' dedi.[3]
Evet her dâvâ adamı, tebliğ aşk ve şevkinde Hz. Hubeyb'in ufkunu yakalamalı ki, tarihin şu yanlış akışına bir dur diyebilsin ve zamanı gerçek yörüngesine oturtarak yeryüzü mirasçısı olmanın hakkını verebilsin.
[1] İbn-i Kesir, el-Bidâye, 7/13
[2] İbn-i Kesir, el-Bidâye, 4/65; İbn-i Hişam, Sîre, 3/181
[3] İbn-i Kesir, el-Bidâye, 4/66-69
- tarihinde hazırlandı.