Kalp Safveti-Ruh Duruluğu
Tebliğ adamı dâvâsını tebliğ ederken, fevkalâde bir ruh duruluğu ve kalb safveti içinde olmalıdır. Yani o, dâvâsının berraklığına denk bir gönül taşımalıdır. Aksi hâlde, ruh dünyasındaki bulanıklık nispetinde Hakk ile olan münasebetleri de kesik kesik olur; dolayısıyla da tesiri hiçe iniverir. Bunu şöyle de ifade edebiliriz:
Tebliğ adamı tebliğinde rıza-i İlâhî'den başka hiçbir şeyi esas maksat yapmamalıdır. O böyle davrandığı sürece hep arkasında Allah'ı, Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm'ın ruhâniyetini ve büyüklerin himmetini zahîr olarak bulur. Bunda hiç kimsenin şüphe ve tereddüdü olmamalıdır. Zaten toprağın bağrına atılan tohumların birinin bin olması arzu ediliyorsa, bunu bu hâle getirecek İlâhî güce dayanmak gerekir. Başka kapılara müracaat ise, sadece ve sadece hasaret getirir.
Esasen bizim tevhit anlayışımız da bunun böyle olmasını gerektirir. Cenâb-ı Hakk'ın zâtında şerîki olmadığı gibi, ef'alinde de O'nun şerîki yoktur. Hidâyet ve dalâleti yaratacak olan O'dur. O'dur ki istediğini aziz, istediğini zelil kılar ve ancak O'nun istediği mağlup olur ve yine ancak O'nun istediği muvaffakiyete erer.
Evet, duru yaşamanın kavgasını vermek elbet çok zordur; ancak bu aşılmaz tepenin verâsına kurulan otağ da çok kutludur. Bakın Ebu Hanife'ye.. o koca imam, kendisine teklif edilen kadılığı, sırf ruh duruluğunu ve kalb safvetini koruyabilmek için reddetmiştir. Kırbaç altında inim inim inlemiş ama, ruhuna tuzak saydığı teklifi kabul etmemişti.[1]
İmam Şafiî de, böyle bir teklifle karşılaşmamak için elinden gelen her gayreti göstermişti.[2] O, kendi insanı içinde parya gibi yaşamayı kabul etmiş ve bütün zorlamalara rağmen devlet eliyle verilecek her türlü makam ve mansıbı geri çevirmiştir. Onun için de hayatını sıkıntılar içinde geçirme zorunda kalmıştır. Sağa-sola gidip gelirken kimseye görünmeden ve mümkün mertebe bulunduğu yeri belli etmeden yaşamaya çalışmış ve bir ölçüde, İmam-ı Azam'ın başına gelenlere ma'ruz kalmamaya çalışmıştır.
İmam Ahmed b. Hanbel'in Kur'ân uğruna verdiği mücadele ise, tarihin hafızasından hiçbir zaman silinmeyecektir. O 'Kur'ân mahluk değildir' demiş ve bu sözünde ömür boyu direnmiştir.[3] İdare-i kelâm edip tariz denebilecek ifadeler kullansa, işin içinden çıkması gayet kolaydı ama, o bunlardan hiçbirine tenezzül etmemiştir.
O, bize bir hatırasını şöyle anlatır:
'İlk günlerde sırtıma kamçı vurulurken dayanamıyor ve bağırıyordum. Bir defasında hapishaneye bir şakî getirdiler. O şakî bana şöyle dedi: 'Yâ imam! Sen buraya, doğru bildiğin bir mesele için getirildin ve kırbaçlanırken bağırıyorsun. Halbuki ben, doğru olmayan bir suçla buraya getirildim. Ve en az sana vurdukları kadar bana da vurdular ve vuruyorlar. Ama ben hiç sesimi çıkarmıyorum.' Ondan sonra, ne zaman beni kırbaçlamaya başlasalar, hep o şakînin sözü aklıma gelirdi; gelirdi de dişimi sıkar ve kırbaç altında kaldığım en şiddetli zamanlarda dahi sesimi çıkarmamaya çalışırdım.' Evet, işte bu büyük imam, bu çile ve ızdırap içinde kim bilir nice günler ve aylar geçirdi! Çok defa en güçsüz ve takatsız anlarında bile iradesinin gücünü izhar etmeye çalışırdı. Ve ilk gün söylediği sözden tek kelimelik olsun taviz vermeden dâsitânî bir kahramanlık sergiledi. O günlerde İmam Şafiî de gizli bir hayat yaşamaktaydı. Bir gece rüyasında Efendimiz'i gördü. Allah Resûlü (s.a.s) ona: 'Ahmed b. Hanbel'e selâm söyle. Biraz daha dişini sıksın. Yakında bana gelecek'[4] demişti.
İmam Şafiî, hemen adamlarından birini hapishaneye gönderdi. Zira kendisinin gitmesi imkânsızdı. Giden zatla bir de gömlek yolladı. 'İmam bunu çıplak tenine giysin ve mübarek teni bu gömleğe değsin' dedi. Adam, Ahmed b. Hanbel'e geldi ve olanları bir bir anlattı. Allah Resûlü (s.a.s)'nün selâm gönderdiğini duyan Ahmed b. Hanbel, âdeta çektiklerinin hepsini unuttu ve sevinç gözyaşları dökmeye başladı. Bu arada gönderdiği gömlek geri kendisine gelen İmam Şafiî ise, onu yüzüne gözüne sürerek: 'İmam Ahmed b. Hanbel'in teninin değdiği bu gömleğe sürülen yüze, inşaallah cehennem ateşi dokunmaz'[5] diye konuştu.
[1] Zehebî, Tezkiratü'l-Huffaz, 1/168; İbn-i Hallikan, Vefeyâtü'l-Âyan, 5/407; Hatip El-Bağdadî, Tarih-i Bağdat, 13/326-328
[2] İbn-i Hacer, Tevâli't-Te'sis, 77-84; Abdu'l-Ğani, Ed-Dakr, İmam-ı Şafiî, 380,381
[3] Zehebî, Siyer, A'lâmü'n-Nübelâ, 11/239,240; Ebû Nuaym, Hılye, 9/206
[4] İbn-i Asâkir, Tarih-i Dımaşk, 3/250
[5] İbn-i Kesir, el-Bidâye, 10/331
- tarihinde hazırlandı.