Peygamber Efendimiz'in Her Alandaki İnkılâpları Nübüvvetinin Delilleridir
1. "Yeryüzünde en mühim, en lüzumlu, en zor ve en faydalı meslek hangisidir?" sorusuna verilecek cevap acaba ne olabilir? İdarecilik midir bu dört hususiyeti kendinde bulunduran meslek, yoksa siyaset midir; veya hâkimlik, savcılık, avukatlık ya da askerlik veya polislik midir? Çiftçilik, işçilik, esnaflık, ya da öğretmenlik, ilim adamlığı, mürşidlik veya hocalık mıdır..?
Bu soruyu hangi meslek sahibine sorsanız, hepsi de size mesleğinin lüzumundan, faydasından, zorluğundan ve öneminden bahsedecektir. Evet, mutlaka her mesleğin kendine göre faydası, önemi, zorluğu ve lüzumu vardır; fakat her bir meslek ve çalışma sahasının esası ve temeli hiç şüphesiz insan unsuru yani ferdin yetiştirilmesi ve yararlı hâle getirilmesidir.
2. İçtimaînin temel rüknü olan "müstesna insan"ı yetiştirmek için, her şeyden önce yetiştiricinin müstesna, mükemmel bir ahlâk ve kabiliyete sahip olması gerekir. Bundan başka, yetiştirici, ele aldığı ferdin yaratılış kanunlarını, fıtratını, psikolojik yanını, ruhî yapısını, istidat ve kabiliyetlerini, kültür ve anlayış durumunu, his dünyasını, duygularını, kafa ve düşünce hususiyetini, meyil ve ümniyelerini, zaaf ve zayıf taraflarını, sosyal mevkiini ve bütün bunlardan daha önemli olarak da istikbalde kazanacağı hususiyetleri, muvaffak ve verimli olabileceği sahaları, kısaca bütün yönleriyle insanı bir kitap gibi okumak ve anlamak mevkiindedir.
Sonra, bu tanıma ve tahlil de kâfi değildir. Muhatapların her birinin bütün bu yanlarını hem de karıştırmadan, unutmadan, zaman ve zemininde, muhataba ve durumuna göre en isabetli kararı vermek, gerekeni söylemek ve en uygun davranışta bulunmak, doğacak neticeleri hesaba katarak kararlar verip fertleri yönlendirmek de oldukça önemlidir.
Bundan da öte, tek tek her ferdi en iyi biçimde tanıdıktan ve her birine münasip davranış ve konuşma tarzını seçip tespit ettikten sonra, her bir fertte mevcut kötü ahlâk ve alışkanlıkları, en olumlu usullerle izale etmek, yan etkilerini ve doğabilecek reaksiyonları hesaba katarak her ferdi kafa ve kalb ameliyatından geçirip, her türlü habis ur ve mikroplardan temizlemek ve bütün bunlardan sonra, aşağılardan çekip aldığı talebesini, yukarılara yükseltmek için, grafik çizgisini sürekli müspet istikamette seyrettirecek tarzda, en ulvî, en yüce huylarla bezeyip, tefrite yani karşı aşırı uca terk etmemek; tıpkı çiftçinin zararlı otlardan temizlediği tarlasına en verimli tohumları saçıp, yeterli ısı ve ışıkla bu tohumlara sümbül açtırması gibi, o insanın görülüp gözetilmesi de hayatî ehemmiyeti haiz bir başka husustur.
3. Bir insanın inancı sağlam görülebilir; ama ibadetsizdir. Vatanperverlikten bahseder; fakat rüşvet hastalığından da kendini kurtaramaz. Naziktir, kibardır; ne var ki milletin malını korumada hassas değildir. Sonra, her türlü güzel ahlâkı nefsinde toplayabilir; ama bu ahlâk, kafa ve kalbine nakşedilip şahsiyetinin ayrılmaz bir parçası hâline gelememiştir. Böyle olunca da bugün kazandığını yarın kaybedebilir.. bugün sevilirken yarın nefret edilen bir insan olabilir.
Şimdi bir insan düşünün ki; inanıyor, inandırıyor; iman etmiş gönülleri ibadetin her çeşidiyle coşturuyor; "ahlâk" diyor yaşıyor, yaşatıyor; sonra da bütün bu şeylerin, ta mezara kadar hem de aynı şevk içinde devam ve temadisini sağlıyor. Acaba bu zâtın bir kuvve-i kudsiye taşıdığında şüphe edilebilir mi? Hâşâ!
İşte, insanlığın O en büyük Mürebbi'si (sallallâhu aleyhi ve sellem) bütün bu işleri yapmış ve en mükemmel fertler yetiştirmiş ve böyle fertlerden de insanlığın bir defa görüp, belki bir daha göremeyeceği en mükemmel bir toplum meydana getirmiştir. Bu durumda, O nebi olmaz da, başka kim olur ki?
4. Ferdi yetiştirmede önemli olan bir diğer husus da zora başvurmamaktır. Evet, cezaî müeyyideler, zorlayıcı tedbirler, askerî ve polisiye güçler ancak bir dereceye kadar etkili olabilir; olabilir ama sahip çıkılıp muhafazasına çalışılan sistem ve değerler adına da gönüllerde nefret hissinin doğmasına yol açabilirler. Bu yüzden, gönüllere girmek, meseleyi vicdanlara yudumlatmak, zihinlere ve kalblere nakşetmek ve mümkün olduğunca sevdirmek, fertleri yetiştirmede esaslı bir yere sahiptir.
Evet, zecrî tedbir ve müeyyideler belki meseleleri hazmettikten sonra geri kusmaya çalışanlara ve kabiliyetlerini köreltenlere tatbik edilebilir. Yoksa başta ve sonda davayı fertlere aşılayıcı ve zerkedici maya ve iksir, daima muhabbet, şefkat ve müsamaha olmalıdır.
5. Evet, yüzlerce dalıyla üniversitelerin ve binlerce mütehassısın mevzuu olan o en kompleks varlık insan unsurunu, Efendimiz'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) daha iyi anlayan, daha iyi yoğurup yetiştiren, zaman ve mekânlara mâl edip numune kılan ve yetiştirdiği kimseleri medenî milletlere mürşit ve muallimler hâline getiren ikinci bir insan göstermek mümkün değildir.
6. Kalbe ve kafaya yerleşmiş inançları ve hele saplantıları değiştirmenin ne derece zor olduğu ortadadır; hele, 40 yaşını aşmış insanlara yanlış ve bâtıl inançlarını terk ettirmek zorun da zorudur. Ama Nebiler Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu zorlardan zor işi başarmış, çölün vahşi, mütemerrit, muannit ve kendini beğenmiş insanlarından insanlığın en yüce rehberlerini çıkarmıştır.
7. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), hiçbir zaman tehdit, cebir, korkutma ve zorlamaya başvurmadan kalblere girmiş, gönüllerin en mutena yerlerinde taht kurmuş ve bütün şüpheleri izaleyle zihinleri ikna etmiştir. O'nun, hayatı boyunca hiçbir zaman herhangi bir zorlama ve tahakküme başvurduğu görülmemiştir. Kaldı ki, tehdit ve zorlamada bulunmuş olsaydı, getirdiği dinin asırları aşıp bugünlere gelmesi, hele hele tarihte eşine rastlanmaz bir hızla yayılıp medeniyetlere analık etmesi asla düşünülemezdi.
Kelleler koparıp, kalbler parçalayarak hiçbir inanç ve düşünce sistemi yerleştirilemez; yerleştirilse bile asla uzun ömürlü olamaz. Baskı ve zora başvuranlar, kurdukları düzenlerle birlikte yıkılıp gitmiş ve tarihin kara sayfalarında kalmışlardır. Rus ihtilali ve aynı dönemdeki kabakuvvet dayanaklı hareketler bunun en yakın ve en çarpıcı misallerindendir.
8. Herhangi bir dava ile ortaya çıkan kimseler, çoğu defa muhataplarına iktidar, saltanat, makam, mevki, mal, mülk gibi çeşitli dünyevî vaadlerde bulunurlar. Hayatı boyunca yokluk, açlık, çile ve ızdıraptan başka bir şey görmeyen Nebiler Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem), bırakın böyle vaadlerde bulunmayı, Mekke'de kendisine defalarca yapılan bu türlü vaadleri bizzat reddetmiş, sadece "Allah'ın rızası ve Cennet" demiştir.
Bakın çevresindeki hâleye; zekât ve sadakanın kendilerine yasak olduğu aile efradına; değirmen çeke çeke yorulan kollarıyla kendisine bir kolye bile takma izni verilmeyen kızı Fatıma'ya (radıyallâhu anhâ) ve yokluğu varlığa, hiçlik ve mahviyeti şöhrete, ahireti dünyaya ve fakirliği zenginliğe seve seve tercih eden hidayet yıldızları sahabilerine!
9. Davasında samimî ve gerçekten peygamber olmayan bir insanın, bırakın düşmanlarının bile gönlüne girip doğruluğuna onları inandırması, dostlarının kalblerini kazanıp desteklerini görmesi, hatta dost bir çevre edinmesi bile imkânsızdır. Hâlbuki, Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz, hiçbir zorlamaya başvurmadan şefkati, merhameti, muhabbeti, müsamahası ve affediciliği ile yalnızca dostlarının değil, Ebû Süfyan, İkrime, Halid, Vahşi, Hind, Amr ve Safvan gibi kendine kılıç çekmiş düşmanlarının bile kalblerini fethetmiştir.
10. Diyelim ki siz, insanların gönüllerine girmek, mesajınızı onların kafalarına, kalblerine nakşetmek, bu uğurda her türlü zorluğa katlanmak, her çeşit hakarete, maddî-mânevî zarar ve tehlikelere sabırla göğüs germek niyetindesiniz. Şimdi, kendinizi, kalbinizi ve hislerinizi şöyle bir yoklayın:
Muhataplarınız,
Yanınızdan geçerken yüzünüze bir tükürük atsalar,
Siz secdedeyken başınıza işkembe geçirseler,
Zaman zaman tokat aşketseler,
Yollarınıza dikenler koyup, taşlar dökseler,
Köşe başlarında ellerinde kamalar sizi bekleseler,
Halkın içinde sizinle alay edip, küçük düşürseler,
Ailenize en büyük iftirayı etseler,
En yakınlarınızı paramparça doğrayıp, ciğerlerini çiğneseler,
Defalarca üzerinize asker gönderip, arkadaşlarınızı öldürseler ve sizi değişik yerlerinizden yaralasalar,
Sizi öz yurdunuzdan çıkmaya mecbur etseler... Acaba ne yaparsınız? Dayanıp, sabır ve tahammül gösterebilir misiniz? En ufak bir tereddüte düşmeden yolunuza devam edebilir misiniz? Af ve müsamaha ile karşılık verip, muhabbet, şefkat ve merhametinizi sürdürebilir misiniz? "Yâ Rab, bilmiyorlar, onları afv ve hidayet et." diye duada bulunabilir misiniz? Hatta gökleri ve Cennet'i seyran edip, en büyük nimetleri tattıktan sonra yine onların arasına dönebilir misiniz?
Evet, her türlü hakaret ve işkencelere karşı hiç sarsılmayan ve hiç eksilmeyen o merhamet, muhabbet, şefkat ve müsamahasıyla en vahşi insanları örnek insanlar hâline getiren O Zât'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliğini kabul etmemek bin defa körlük ve sağırlıktır.
11. Sahabenin hayatını incelediğinizde, O Zât (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve getirdiği dinin uğrunda nasıl ölüm aradıklarını, muharebe meydanlarında nasıl ölümü gülerek karşıladıklarını ve dünya hayatını nasıl istihkar ettiklerini görür ve 80'lik ihtiyarından çocuğuna, erkeğinden kadınına şehit olma yolunda nasıl yarıştıklarını müşâhede edersiniz. Ölümü bu ölçüde sevdirecek, arattıracak ve peşinden bir mecnun gibi koşturacak bir meselede sahtelik düşünmek, ancak doğruluğun ne demek olduğunu bilmemek demektir.
12. Bir düşünceyi sürükleyip götürmede, onu omuzlayacak elemanları yetiştirmek elbette çok mühimdir. Ancak en az onun kadar mühim olan bir başka mesele de, bu elemanların her türlü sıkıntı, bela, ızdırap ve çilenin sel olup üzerlerine geldiği bir zamanda sabır, sebat ve tahammülle yerlerinde kalmalarını temin edebilmektir. Tarih, bu gibi durumlarda meydana gelen nice çözülme ve dağılmadan bahseder. Hâlbuki aynı tarih, sahabenin sadece sabır ve sebatlarını kaydetmektedir.
13. Doğru ve dürüst insanlar; sevgi, saygı ve hürmetlerinde gayet samimî ve yürektendirler. Bunların sevdiği insan hakikaten o sevgi ve hürmete bizzat lâyık insandır. Ve eğer bu sevgi hâlesi devamlı ve ebediyete namzetse, sevilen şahsın büyüklük derecesi de o kadar fazladır. Milyonlarca ve milyarlarca insanın sevgisinin odak noktası hâline gelen Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelmiş ve gelecek bütün insanlar arasında en çok sevilendir. Bu da ancak O'nun nübüvvetindendir. Şayet peygamber olmasaydı O yine sevilecekti ve sevilmektedir. Fakat o zaman bu sevgi ebediyet mührüyle mühürlenmeyecekti.
14. Her millet, düşünürlerinin empoze ve telkin ettiği belirli fikir ve idealleri, muayyen hedefleri benimser. Bu noktalar, o milletin düşünce dünyasında, basınında, içtimaî ve siyasî hayatında zayıf ya da kuvvetli, basit ya da aktif, açık veya gizli kendini belli eder. Fakat keyfî olduğu kadar, kemmî olarak da topyekün millet çapında bir ideal ve düşünce birliği temin etmek, tarihte bir parmağın sayısı kadar az millete ya nasip olmuş ya da olmamıştır. Bundan da önemlisi, bu inanç ve ideal birliğini asırları kucaklayıp kıtaları içine alacak derecede ömürlü ve geniş tutabilme ve onu pratikte gösterebilme ise ancak, O Zât'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) on dört asır önce meydana getirdiği kutlu cemaate nasip olmuş ve o cemaatin Allah'ın adını "kalb taşıyan"[1] bütün insanlara duyurma ve bu insanları ebedî hakikatler ve ebedî âlemlere doyurma ideal ve cehdiyledir ki, tarih tarih olmuş ve sinesini bu ideal fatihlerinin nakışlarıyla doldurabildiği kadar doldurmuştur.
Şimdi, keyfî buudlarıyla olduğu kadar, kemmî buudlarıyla da böyle bir ideali sinelerde tutuşturan Zât'a (sallallâhu aleyhi ve sellem) nübüvvet nurunu lâyık görmeyecek de ya kime göreceksiniz?
15. Bir muallim, bir hoca, bir idareci veya bir baba olarak, küçüklerimizin ve çocuklarımızın zaman zaman sorduğu zekice sorular karşısında bocaladığımız olmuştur. Ayrıca, değişik kültür ve anlayıştaki kimselere vereceğimiz cevapların, o şahsın durumuna göre değişeceği de açıktır. Böyle durumlarda çok defa karşımızdakini ikna edemez ve gidip araştırma, kaynaklara bakma lüzumunu duyarız, fakat yine de her suale gerektiği cevabı veremeyiz. Sonra, cevabını verebildiğimiz sorular da genellikle kendi sahamızı ilgilendiren konulara aittir.
Hâlbuki, Allah'ın Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), okuma-yazması olmadığı hâlde Yahudilerin bütün sorularına cevap veriyor, ayrıca bedevîlerin ve her seviyeden ashabının sorularını da zihinlerini ikna edecek ve kalblerini doyuracak şekilde cevaplandırıyordu. Bu öyle bir cevaplandırmaydı ki, aynı konuda, gelecek asırlarda da her seviyede hâsıl olacak şüpheleri gideriyordu.
Söz gelimi, altı ay gece, altı ay gündüzün hüküm sürdüğü kutuplarda nasıl namaz kılınacağı, daha o zamanın insanına verilen cevapla halledilmiş oluyordu.[2] Bu şekilde, hem bugüne, hem yarına ve daha da yarınlara ve hem de her seviyeye göre cevap vermek, ancak peygamber olan bir Zât'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) başarabileceği bir iştir.. ve O, bunu lâyıkıyla başarmıştır.
16. Basiret ve firaset, çok az insanda bulunan vasıflardır. İleriyi görme, çevresindeki kişileri bütün hususiyetleriyle çok iyi tanıyıp keşfetme, sahip oldukları kabiliyetleri sezerek, her birini karakter ve kabiliyetine en uygun ve en verimli olabileceği sahada çalıştırma ve "olmadı, tutmadı" diyerek değiştirme ihtiyacı duymama, son derece derin ve isabetli bir kavrayış, seziş ve tanıyışın ifadesidir. Hele bu seziş ve kavrayış bütün ömür boyunca hiçbir falso göstermeden hep devam edebilmişse, o şahıs deha derecesinde bir fetanete sahip demektir. Ve hele bu meziyet bütün bir hayatı ihtiva edecek çapta şümullü ise, artık o bütün bütün harika olur. İşte Allah Resûlü'nün firaset, kiyaset ve dirayeti bu sonuncu kısma dahildir. O'ndaki bu hasletler bütünüyle harikulâdedir.
17. Asırlara ışık saçan, ilmî, fikrî, idarî, siyasî, içtimaî, iktisadî.. kısaca hayatın her alanında tüm milletlere muallimlik yapan ve medeniyetler kuran sahabe cemaatiyle birlikte, her biri Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) bahçesinin bir gülü olan Ebû Hanifeler, Şafiîler, Bistamîler, Geylanîler, Gazzâlîler, Rabbanîler, tâbiîn, tebe-i tâbiîn ve daha sonra gelen nurlu nesiller bütünüyle O Zât'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) nübüvvetinin en reddedilmez şahitleri değil midir?
18. Bir insana, bir toplumda yerleşmiş olan âdet ve alışkanlıkları terk ettirmek oldukça zordur. Bırakın içki, kumar, fuhuş, rüşvet, dolandırıcılık, hırsızlık ve cinayet gibi kötü alışkanlıkları, bugün bir sigarayı bile insanlara bıraktırmak çok büyük bir başarı addedilmektedir. Vaizler şiddetle üzerinde durduğu ve ilim adamları zararlarını anlata anlata bitiremedikleri hâlde, sigara gibi içki de, kumar da bıraktırılamamaktadır. Öteye gitmeye ne lüzum var; bizzat kendimiz, yerine göre üç öğün yemeği ikiye indirebiliyor, lüks meşrubatı, hatta çay ve kahveyi ve giyeceklerimizdeki çeşitliliği terk edebiliyor muyuz?
Bir de o Nur Asrı'na gidelim: Kendisi hâkim ve hükümdar olmadığı, hiçbir tahakküm ve zorlamaya başvurmadığı ve zaten tahakküm ve zora başvurma imkânına da sahip bulunmadığı hâlde, âdet ve alışkanlıkları damarlarına kadar işlemiş, inatçı, mutaassıp, vahşi ve geleneklerine son derece bağlı büyük ve çok çeşitli kavim ve kabilelerden, küçük bir kuvvet, az bir himmet ve çalışma ile ve gayet kısa bir zamanda bir değil, beş değil, belki onlarca, hatta yüzlerce âdet ve alışkanlığı O Zât'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) nasıl kaldırdığına şahit oluruz.
Bunun da ötesinde, kaldırmakla kalmayıp, âdeta serum verme rahatlığı içinde bunların yerine her türlü güzel ahlâkı nasıl zerkettiğini görürüz. Bundan sonra bize, O'nun karşısında elpençe divan durup, "Eşhedü enneke Resûlullah" demek düşmez mi?
Evet, yukarıda zikredilen icraatın sahibi olan O Zât (sallallâhu aleyhi ve sellem), tarihin bir kere daha eşini kaydetmediği tek simadır.
19. Üç yıl birbiriyle küs iki kardeşi barıştırmak istiyorsunuz. Veya birbiriyle kavga etmiş iki komşunuz var; aralarını bulacaksınız. Yahut siyasî ve ideolojik sebeplerle fertleri birbirine kurşun sıkmış bir cemiyetle karşı karşıyasınız. Yahut da, yıllarca süren kan davalarının paramparça ettiği bir cemiyetin içindesiniz... Evet, bütün bu durumlar karşısında barış, kardeşlik ve insanca bir arada yaşama nasıl temin edilebilir?
On dört asır öncesine, O'nun asrına bakacak olursak: Vahşi çölde karşımıza bitmez kabile kavgaları, oymak çatışmaları, sülâle rekabetleri, kan davalarının ikiye böldüğü kardeş boyları ve bir an evvel haram ayları çıksın da kavgayı başlatsınlar diyen haramî çekişmeler çıkacaktır. Yine, kadınların âdi bir mal gibi pazarlarda satıldığını, birer şehvet oyuncağı hâline getirildiğini ve kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğünü göreceğiz. Bundan başka, zayıfların ve fakirlerin alabildiğine ezildiğini, piyasayı faiz, ihtikâr ve karaborsanın preslediğini, kan, soy ve kabilesine göre insanlara değer biçildiğini, her türlü suistimalin alabildiğine yaygınlaştığını ve kuvvetin kanun hâline geldiğini müşâhede edeceğiz.
Şimdi bir de o ümmî Zât'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle bir ortamda, yirmi üç yıl gibi kısa bir zamanda, o vahşi kabileleri nasıl medenîleştirdiğine, o canavarlardan, nasıl karıncayı öldürmekten çekinen merhamet ve şefkat timsalleri çıkardığına; birbirlerinin malını talan eden insanları, nasıl malının yarısını kardeşine seve seve veren ve kendisi açken kardeşini doyurmak için kaşığını çorba kâsesine boş getirip götüren melekmisal insanlar hâline getirdiğine dikkat edelim... Acaba, bu müthiş inkılâplar karşısında bir kere daha "Muhammedün Resûlullah" demeyecek miyiz..?
20. Her zaman ve her mekânı içine alacak, her ferdin her meselesini halledecek, çeşitli kesimlerin her türlü problemini çözecek ve bütün hayatı bütün yönleriyle kucaklayabilecek solma, sönme, pörsüme, zaman aşımına uğrama, yetersiz kalma ve yeniden düzenlenme gibi noksanlıklardan uzak, âlemşümul bir nizamı; bir adam, bir çocuk, bir köle ve bir kadınla başlatıp 23 yıl gibi çok kısa bir zamanda yerleştiren bir Zât'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) nebi olması niye yadırganır ki!
21. Kur'ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyyesiyle milyonlarcanın hayatına modellik yapan; binlerce kitapla anlatılıp, hafızalarda, gönüllerde silinmemecesine yer eden; zâtında, inkılâplarında ve getirdiği prensiplerin hiçbirinde, en ufak bir eksiklik, yanlışlık ve isabetsizlik gösterilemeyen, günde beş defa yeryüzünün dört bir yanında ismi bütün cihanlara ilan edilen ikinci bir insan göstermek mümkün değilse -ki değildir- o zaman kalkıp, elpençe divan durup bir kere daha "Ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlühû" dememiz gerekmez mi?
22. İleride temas edileceği üzere, O'nun nübüvvetine ve doğruluğuna en büyük şahitlerden biri de zamandır. Geçmiş, bu şehadeti güneş parlaklığında ifa ettiği gibi, gelecek de güneşler parlaklığında gösterecek ve ilan edecektir. Bu gelecek baharın şafakları sökmeye yüz tuttu bile.
Evet 21. asra doğru giderken Avrupa'da ve dünyanın daha başka bölgelerinde her gün çığ gibi artan ihtidalar, yeni tekevvünler ve maddeciliğe dayalı her türlü "izm"lerin birer birer yıkılışı bu yeni baharın yeni yeni müjdecileri değil midir?
23. Yerli-yabancı, dost-düşman, ölmüş-sağ çok sayıda ilim adamı ve düşünürün kitapları O'nun şahsı, ahlâkı, müşkilleri çözmedeki başarısı, getirdiği nizamın mükemmelliği ve günümüz insanının O'na olan ihtiyacı gibi konularda takdir ve hayranlıklarla doludur.
[1] Bkz.: Kâf sûresi, 50/37.
[2] Bkz.: Müslim, fiten 110; Tirmizî, fiten 59; Ebû Davud, melâhim 14; İbn Mâce, fiten 33; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/181.
- tarihinde hazırlandı.