Fert ve Cemaat Gururu
İnsanın kendi tabiatındaki gurur ve bencillik gibi hâller, bazen cemaat içinde o cemaatin de parlak ve cazip yanlarına dayanarak -buna aidiyet mülâhazası da diyebilirsiniz- ferdî olmaktan çıkar ve bir cemaat gururu, cemaat bencilliği hâline gelebilir.
Bunu biraz daha açmak gerekirse; bizler, Yüce Allah'ın, birlik hâlinde hareket eden insanlara iyi işler gördüreceğine inanırız; zira birlik ve beraberlik ruhu içinde hareket edenlere O'nun inayet edeceğine dair garanti ifade eden nasslar vardır.. ve bu garanti kat'iyen ferdî hareket edenler içiz söz konusu değildir. Bu yüzden ferdî sürçmeler, ferdî kaymalar, cemaate göre her zaman daha fazla olur. Meselâ Cenâb-ı Hak değişik alanlarda hizmet eden mü'minlere değişik başarılar ihsan eyledi; bunu inkâr etmeye imkân yoktur. Ancak bazen bir kısım kimseler yanlışlıkla bu başarıları, kendinden bilerek, "Şu kadar zamandan beri bu işin içindeyim." gibi enaniyet kokan lâflar edebilir. Yine yerinde bir reca, bir ideal, bir ümit olarak düşünülmesi ve öyle kabul edilmesi gereken, bazı kimselerin bizler hakkında "Dünyayı kurtaran kahramanlar, âleme yeniden bir çehre kazandıracak insanlar, geleceği kuracak fikir işçileri" vb. iltifatkâr ifadelerine kapılıp kendimizi bir şey zannedebiliriz. Bazen de bu düşünceler, bütün bir cemaatin duygu ve düşüncesi hâline gelir de, "Allah (celle celâluhu) bizleri el ele, omuz omuza, diz dize verdirdi, bizi başarılı kıldı, sa'yimize semere lütfeyledi." deyip gurura girebiliriz. İşte bunlardan biri ferdî gurur, ferdî çalım; öbürü de cemaat gururu olur ki, bunların ikisi de mahvedici birer maraz ve bütün kazanımları yok eden bir virüstür.
Oysaki, böyle iltifatlara muhatap olanlar; "Bizler mü'miniz; Ehl-i Sünnet anlayışı içerisinde, sa'yeder, cüz'î irademizi sonuna kadar kullanırız ama inanırız ki, bütün başarıları, muvaffakiyetleri Allah yaratır. Bizim yaptığımız şeyler sadece esbaba tevessülden ibarettir. Dolayısıyla, Allah'ın bize ihsan ettiği bu lütuflar, bizim cehdimizle elde edilebilecek gibi şeyler değildir; aksine tamamen O'nun inayetinin neticesidir. Öyle ise netice itibarıyla bunları O'na vermemiz icap eder." demeleri gerekir. İşte böyle hareket edildiği takdirde, ne başkalarına karşı bir üstünlük iddiası, bir fahirlenme, ne de başarısız kalındığı zaman ümitsizliğe düşüp üzülme söz konusu olur.
Evet, insan neticeye dilbeste olunca, sanki çalışmalarının karşılığını mutlaka alması gerekiyor gibi bir tavır içine girebilir ve alamayınca da ümitsizliğe düşebilir. İman ve Kur'ân hizmeti açısından meseleyi değerlendirecek olursak; meselâ, ev açtık bir şey olmadı, okul açtık bir şey olmadı, Asya'ya gittik, Pasifiklere açıldık yine bir şey olmadı.. diyerek yeislere düşülebilir. Hâlbuki bu şeylerin olması Allah'a aittir; siz bütün şartları haiz olabilirsiniz ama Allah dilemezse olmaz. Sadeddin Teftâzânî'nin iman tarifinde olduğu gibi iman, sizin gayretleriniz sonucu Allah'ın içinizde yaktığı bir meş'aledir. Siz iradenizi ortaya koyar gayret edersiniz, o meş'aleyi Allah ya yakar ya da yakmaz; o, O'nun bileceği bir iştir. Nitekim dünya kadar insan, şu kâinat fenleri arasında dolaşıp durduğu hâlde, "Vermeyince Mâbud, neylesin Mahmud." misali, gözü açılmaz ve bir ümmî insanın elde ettiği mârifeti dahi elde edemez ve Allah'la münasebetin en küçüğünü dahi temine muvaffak olamaz.
Bu yüzden insan evvelâ kendi vazifesini yapmalı, "Ben çalışacağım, belki şimdi vermedi ama O verecek olduğuna göre elbet bir gün verecektir." deyip şe'n-i Rubûbiyet'in gereğine karışmamalı. Zamanı gelince O (celle celâluhu), kendi şe'ninin gereğini yaratır ve hiç beklenmedik şekilde onu bir sürprizle karşı karşıya getirebilir.
Ancak bu anlayış mârifet adına bir seviye işidir; belli bir seviyeye ulaşmamış insanlar için bu şekilde düşünmek fazla olabilir. Çünkü yapılan bu vazife, bir dönemde peygamberlerle gerçekleştirilen vazifedir. Dolayısıyla Zât-ı Ulûhiyet hakikati, haşrüneşr hakikati, Allah'a kulluk ve tevhid-i Rububiyet hakikatleri gibi esas peygamberlikle hedeflenen şeylere talip olan insanların duyguda, düşüncede belli bir seviyeye ulaşmış olmaları gerekir ki, çevrelerinde hiç kimse olmadığı zaman bile, tıpkı peygamberler gibi asla ümitsizliğe düşmesinler; düşmeyip yollarına devam etsinler. Nitekim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), enbiyâ-i izâma ait hususiyetleri câmî, makam-ı cem'in sahibi olması hasebiyle, geçmiş ümmetlere ait bütün hususiyetler, başka bir ifadeyle Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. Salih, Hz. Lut, Hz. Musa kavimlerine ait, ölçünün tartının alt-üst olması, ihtikarın, ihtilasın, spekülasyonların toplum hayatına yön vermesi, ticari emniyet ve güvenin sarsılması gibi daha nice mesâvî, bugün bu ümmet içinde yaşanmaktadır. Ve bu problemler sadece bir yere, bir bölgeye has da değil, dünyanın çeşitli yerlerine yayılmış durumda. Yine onları ıslah edecek bir Nuh, bir Hud, bir Salih, bir Şuayb, bir Musa da yok. Dolayısıyla onların işi daha da zor görünmektedir.
Bu açıdan Muhammedî ruh ve mânâyı dünyanın dört bir yanına taşımak suretiyle bütün bu mesâvîyi yok etmeye azmetmiş hizmet erleri, muvaffakiyetleri Allah'tan bilerek yollarına devam etmelidirler ki, gurur-kibir gibi öldürücü duyguların altında kalıp ezilmesinler ve takılıp yollarda kalmasınlar.
- tarihinde hazırlandı.