Zerreden Kâinata ve Allah'a
Tek bir şuada güneşi, damlada deryayı, cümlede kitapları, zerrede bütün kâinatı ve tabiî bunların verasında Hz. Hakikatı görebilme, kadimden beri birçok İslâm mütefekkirinin beyan buyurduğu gibi, mârifet ufkuna ulaşabilme adına önemli bir hamledir. Evet, fıtratın gâyesi, hilkatın neticesi Allah'a inanmak, mârifetullah ufkunda her gün biraz daha derinleşmek, zevk-i rûhâniye ermek, Yunus'un diliyle ballar balını' bulmak demektir. Ben öyle inanıyorum ki, insan önce bu hakikatlar hakikatini, hem de aksine ihtimal vermeyecek ölçüde kendi nefsine kabullendirebilirse, ardından bakış açısını ayarlayarak şuada güneşi, damlada deryayı, cümlede kitapları, zerrede bütün kâinatı görebilir. Evet, böyle biri, rahatlıkla kesretten sıyrılarak vahdete erebilir. Zira böyle bir insan, kâinata hangi yandan bakarsa baksın, bir yolunu bulur ve kendi mârifet peteğine ballar akıtabilir ve böyle biri, kudretin eşyaya -büyük olsun, küçük olsun- taallukunda, esmâ, sıfat ve zât dairelerini mülâhazaya alarak, önce mârifetullah, sonra muhabbetullah ve en sonra da zevk-i rûhânî ummanına erebilir.
Bediüzzaman Hazretleri de Risalelerinde sık sık bu hususu vurgular. O, bazen pirenin göz bebeği ile güneş, bazen zerre ile gergedan arasında münasebetler kurarak, Allah'ın Sanî, Halık ve Musavvir isimlerinin tecellilerine dikkat çeker.. çeker ve bu yolla ülfet ve ünsiyet perdelerini paramparça ederek, bizleri, perdesiz, hâilsiz hakikatlarla yüz yüze getirir. Bu anlayıştan hareketle, bir misal de ben vermek isterim: İnsan ihtiva ettiği pek çok lâtife ile Allah'ın varlık ve birliğini ilân eden çok önemli bir menşurdur. Kaldı ki, Allah'ın insanda tecelli eden isim ve sıfatları da O'nun kendi azametine uygun bir şekilde değildir. Öyle olsaydı, insanın varlığı da düşünce sınırlarını aşardı. Bu açıdan, o tecellilerde bile bir ilâhî tenezzülden bahsetmek mümkündür. İşte, bu zâviyedendir ki, vicdanında varlığının gâyesine uyanmış, ona ulaşmak için yol arayan insanlar, kendi mahiyetlerine bakarak her zaman Allah'a ulaşabilirler. Yalnız bu, herkes için aynı seviye ve derecede olmayabilir.
Bir misalle, bu hususu biraz daha açalım meselâ, konuşma, görme, duyma tatma vb. gibi melekelerin insanda farklı bir yanı vardır ki, insan onunla her şeyin üstündedir. Gerçi Aristo, insana 'hayvan-ı nâtık=konuşan canlı' demiştir. Bunun doğruluğu veya yanlışlığı tartışılabilir. Ancak şurası bir gerçek ki, nutk/konuşma, düşünmeyi de tazammum eder. Düşünmeyen bir varlığın konuşması tahayyül edilemez. O açıdan daha sonra gelen mantıkçılar, insana konuşan değil de, 'tefekkür eden canlı' demişlerdir. Şimdi bunlar bir tarafa, konuşma, insanı insan yapan, kültür ve medeniyetlerin devamını sağlayan, dolayısıyla da atalarımızdan devraldığımız, şu kurulu düzenin temelini oluşturan unsurlardan biri, belki de en önemlisidir. Zira insan dünden bugüne inançlarını, duygularını, düşüncelerini hep konuşarak beyan ve ifade etmiştir. Eline kalemi alıp, o beyanları yazıya dökmeseydi bugün bize ne kalırdı ki! Zaten 'ikra -oku' emri ile 'Halaka'l-insan, allemehü'l-beyan -İnsanı yarattı, ona beyanı öğretti.' âyetleri de gayet sarih bir şekilde bu hakikatı ortaya koymaktadırlar.
İşte yukarıda ifade etmeye çalıştığımız gibi, insan, sadece sahip olduğu konuşma melekesinin, insanlık tarihi boyunca ortaya koyduğu zengin mirasa bakarak, Allah'a vasıl olabilir. Yeter ki, vicdanında bu işe uyanmış olsun.
- tarihinde hazırlandı.