Kur’ân kültürü
Sahabeden bu yana, büyük ölçüde usûl‑i tefsir çerçevesi dahilinde, Kur’ân, yorum ve tefsire tâbi tutulmuştur. Tabi, tefsir derken onun da bir sürü şartı ve usûlü vardır. Bu arada re’y ile tefsiri küfür sayanlar olmuştur.
Tefsirde ilk misal Efendimiz’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem). Bu itibarla, önce O’nun hayatına bakılıp, model çıkarılmalı, sonra sahabeye müracaat edilmeli.. sonra da, insan aklı, insan düşüncesi ve insan muhakemesinin bir hikmet‑i vücudu olabileceği mülâhazasıyla Kitap ve Sünnet atkıları arasında re’y örgülerine gidilmelidir.
Ancak, her ne olursa olsun mutlaka Kur’ân dili ortaya çıkarılmalı ve İslâm dünyasındaki bütün eserler mutlaka yeniden gözden geçirilmelidir. Kur’ân, beşer için nazil olmuş ve Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından da namazda okunması talim edilmiştir.[1] Ne var ki böylesine hayatımızı şekillendirmek için nazil olan Kur’ân’ı, bugün insanımız gerektiği gibi bilemiyor, hatta bilme gayreti de göstermiyor. Onu, sadece namazda ve namaz sûreleri olarak okunan kadarıyla biliyor. Hâlbuki Kur’ân okunurken o, insanın içine sinmeli, okuyan onu düşünmeli ve ondan bir kısım esintiler duymaya çalışmalıdır. Aksi hâlde onu anlamış sayılmayız.
Kur’ân‑ı Kerim, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifadesiyle, en az ayda bir defa hatmedilmelidir.[2] Evet, hatim, üç‑beş güne sıkıştırılmamalıdır. Zira o zaman, düşünmeden okunmuş olur. Kur’ân, baştan sona mülâhaza edilmeli ve bir bütün olarak ele alınmalıdır. O, bir âyet oradan bir âyet buradan bölük pörçük anlaşılamaz. Kur’ân’ı anlamak için bir o kadar da Sünnet’in bilinmesi lazımdır. Yoksa Muhammed İkbal’in ifadesiyle, çok defa “Kalbler mü’min, kafalar da kâfir” olur. Sünnet, Kur’ân’ın tertibi ve hayata geçirilişini ifade eder. Bu yüzden o bilinmezse, Kur’ân kültürü anlaşılmaz. Anlaşılmadığı için de tabiî olarak hayata geçirilemez.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Onlar bir vadide, Kur’ân ayrı bir vadidedir.”[3] buyurarak, ümmetine ait negatif görüntülerden birini dile getirir. Bu hadisten bizim anladığımız ve aldığımız, ümmetin Kur’ân kültüründen uzaklaşacağı şeklindedir ki, en az beş asırdır Müslümanların böyle bir mahrumiyetin cenderesi içinde oldukları söylense hata yapılmış olmaz.
Son iki asır itibarıyla ise, Kur’ân kültürüne vâkıf insan sayısı yok denecek kadar azdır. Daha önceki üç asırda bu nispet, mevcudun üçte birine ulaşıyor olduğu söylenebilir.
Bununla beraber günümüzde Kur’ân’a ciddi bir yöneliş var. Daha önceleri yaşanmış mahrumiyet, sanki içlerde sadece hasret mayalamış da, şimdilerde insanımız, önü alınmaz bir hasretin sevkiyle ve olabildiğince bir coşku ve heyecanla Kur’ân ruhuna ve Kur’ân kültürüne yönelmektedir.
Gerçek Kur’ân kültürü; Kur’ân’ın dünya ve ukbâyı kucaklayan derinliğiyle alınıp hayata mâl edilmesiyle mümkündür. Eşya ve hâdiseleri Kur’ân perspektifinde yorumlama, Kur’ân kültürüne ait ayrı bir televvündür. Şimdilerde dünyamız pek çok yanı itibarıyla, bu kültür televvünüyle âdeta renk renk açmış çiçeklerle dolu bir bahçeye benziyor...
Ondaki güzellik ve rayiha, her istidat sahibini kendinden geçirecek kadar büyüleyicidir. Evet, sanki şimdiler, büyük istidatların Kur’ân dünyasına dehalet mevsimi gibi. Gelecekte, bu anlayış daha bir gelişecek ve –inşâallah– hayatı bütün üniteleriyle tesir sahasına çekecektir.
Kim bilir belki de o, yarınki dünya hayatının bizzat kendisi olacaktır!
[1] Bkz.: Müzzemmil sûresi, 73/20.
[2] Bkz.: Buhârî, savm 58, fezâilü’l-Kur’ân 34 (1978); Müslim, sıyâm 181.
[3] el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl 4/98.
- tarihinde hazırlandı.