Esbab ı nüzul hakkında kısa bir değerlendirme
Bazı Kur’ân âyetlerinin belli sebeplere iktiran ederek nazil olduğu bir gerçektir. Ancak bu, o sebepler olmasaydı bu âyetler nazil olmayacaktı mânâsına da gelmez. Kelimeleri bizzat seçerek kullanmaya çalıştığımız bu tespitten sonra meseleyi biraz daha açmaya çalışalım:
Bütün tefsirciler “esbab‑ı nüzul” tabirini kullanmayı tercih etmişlerdir. Ancak, temel esaslar açısından bu tabirde bazı eksik yönler olduğu da bir gerçek. Bir kere eğer meseleyi sebep‑müsebbep çerçevesinde değerlendirecek olursak, sebep olmadığında müsebbebin de olamayacağı tabiîdir. Bu da, “O sebepler olmasaydı bu âyetler nazil olmazdı.” mânâsına gelir ki, böyle bir hükmü kabul etmek kat’iyen doğru değildir. Zannediyorum meseleye “iktiran” kelimesiyle yaklaşmak daha yerinde olur.
Böyle bir yaklaşım üzerinde az duralım. Herhangi bir sebeple alâkalı âyeti, Allah (celle celâluhu) ezelî hikmetiyle inzal edecekti ama, bu âyet belli bir hikmete mebni, herhangi bir sebeple irtibatlandırılmış ve öyle nazil olmuştur. Evet, meseleyi bu şekilde yorumlamak da kâbildir.
İçlerinde Ahmed İbn Hanbel’in de bulunduğu bazı otoriteler, esbab‑ı nüzul mevzuunda ihtiyatlı davranırlar.[1] Zannediyorum, onları böyle bir hükme sevk eden de, bizim sezemediğimiz, onların sezdikleri bir kısım suistimalleri önlemek düşüncesidir. Zaten ciltler dolusu “esbab‑ı nüzul” nakilleri de konunun ne derece spekülatif olduğunu açıkça ispat etmektedir. Bu arada sağlam rivayetlerle bize kadar gelip ulaşan esbab‑ı nüzulü de bütün bütün görmezlikten gelmek bir ifrat olsa gerek. Onun için biz, bir taraftan Ahmed İbn Hanbel gibi düşünenlere, meselenin suistimalini önlemek açısından hak verirken, diğer taraftan da bir realite olarak, vak’ayı rapor adına esbab‑ı nüzulün varlığını kabul edenlere de hak veriyor ve her iki grubun buluştukları haklılık çizgisini onlarla paylaşmak istiyoruz.
Konuyu böyle kısa bir tahlille takdimden sonra, bazı âyetlerin, bazı sebeplere iktiran ile inmesinin bazı hikmetlerini arz etmeye çalışalım:
1. Hükümlerin, hâdise destekli olmasının, o hükmün kabullenilmesinde tesiri büyüktür. Mesela Kur’ân, iffetli insanlara iftira atan müfterilere seksen değnek vurulmasını hükme bağlamıştır.[2] Böyle bir hüküm ilk duyulduğunda, biraz ağır gibi mütalâa edilebilir. Hâlbuki bu hükmü bildiren âyet öyle bir atmosfer içinde nazil olmuştur ki, bu yönüyle onu duyanlar âdeta teskin edilmiş olurlar. Bilindiği gibi, Abdullah İbn Übey İbn Selûl’ün başını çektiği bir grup münafık, Âişe Validemiz’e (radıyallâhu anhâ) iftira atmışlardı. Böyle bir iftira, günlerce hem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), hem Âişe Validemiz’in (radıyallâhu anhâ) hem de onu uzaktan yakından tanıyan bütün Müslümanların ızdırap içinde kıvranmalarına sebep olmuştu. Bu hususta Âişe Validemiz (radıyallâhu anhâ), o denli ızdırap içindeydi ki, ağlaya ağlaya âdeta göz pınarları kurumuştu. Bu meş’um günlerde Mescit hüzünlü, hane‑i saadet hüzünlü ve Medine’de bu iftirayı duyan her hane hüzünlüydü. Ancak hiç kimse nasıl bir reaksiyon göstermesi gerektiğini de bilemiyordu. Bu da ayrıca inanan insanların elini‑kolunu bağlayan ve onların hüzünlerine hüzün ekleyen ayrı bir sebepti.
İşte bu atmosfer içinde birden Âişe Validemiz’i tebrie eden âyetler nazil oldu ve Validemiz’in pak, nezih oluşu âyetlerle tescil edildi. Ardından da ona bu iftirayı atanların lâyık oldukları ceza bildirildi. İşte burada hem zamanlama hem de kullanılan üslup o kadar birbiriyle irtibatlıdır ki, bu psikolojik hava içinde verilen ceza âdeta alkışlanarak karşılanmış ve böyle bir ceza, o hüzünle kıvrananların yüreğine su serpmişti. Esasen konuyla ilgili misalleri çoğaltmak ve ta başta arz ettiğimiz hususu, pek çok misalleriyle müşahhaslaştırmak mümkündür. Ancak biz sadece bir fikir vermesi bakımından, bu tek misalle iktifa edeceğiz.
2. Meselenin bir diğer yanı da, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), tebliğ ettiği her meseleyi aynı zamanda temsil de etmiştir. Yani, İslâm doğrudan doğruya her meselesiyle pratik hayat içinde gelişmiştir. Hâlbuki diğer dinlerde, aynı ölçüde bu hususiyeti görmek mümkün değildir. Mesela, bugün bir kısım din mensuplarının kitapları hayata tatbik edilmek istense pek çok boşluk ve eksiklikle karşılaşılacağı muhakkaktır. Onlar, âdeta vicdanlarda mahpus bir kitap hâline getirilmiştir. İslâm ise, hayat içinde yorumlana yorumlana gelişmiştir. Yani nazarî şeyler bir ölçüde pratiğe iktiran etmiş, hayatla içli dışlı olmuş ve böylece ayrı bir kuvvet kazanmıştır. Zira sistemler, pratiğe dökülebildiği ölçüde oturur ve âdeta yaşantıyla bütünleşir.
3. Esbab‑ı nüzul bir yönüyle vak’aları kavramada “bilgimatik” vazifesi görmüştür. Dikkat edilirse âyetlerin nüzulüne sebep olan vak’alar ekseriyetle şok tesiri meydana getiren vak’alardır. Dolayısıyla bu vak’alara bağlı olarak gelen hükümler de aynen hükmün gelmesine iktiran eden vak’alar gibi kolay kolay unutulmazlar. Bu da esbab‑ı nüzulün hikmetlerinden biri olsa gerek.
[1] Bkz.: ez-Zerkeşî, el-Burhân 2/156.
[2] Bkz.: Nûr sûresi, 24/4.
- tarihinde hazırlandı.