Bediüzzaman’ın Mesnevî’si üzerine
Bediüzzaman’ın Mesnevî’siyle alâkalı bir tanıtma yazısı yazma fırsatını elde ettiğimden dolayı kendimi bahtiyar sayarım. Bediüzzaman, üzerinde titizlikle durulup düşünülmesi, araştırılıp insanlığa tanıtılması gerekli olan bir simadır. O, İslâm âleminin, inanç, moral ve vicdanî enginliğini hem de en katıksız ve müessir şekilde ortaya koyan çağın bir numaralı insanıdır. Ona, onun düşüncelerine, hissî mülâhazalarla yaklaşmak, onu ve eserini anmak sayılmaz. Duygusallık, onun her zaman uğrunda yiğitçe tavır ortaya koyduğu ve gürül gürül anlattığı meselelerin ciddiyetiyle telif edilemez. O, bütün ömrünü, Kitap ve Sünnet’in gölgesinde, tecrübe ve mantığın kanatları altında, derin bir aşk ve heyecanla beraber hep bir muhakeme insanı olarak sürdürmüştür.
Bediüzzaman’ın, yüksek mefkûresi, yaşadığı çağı düşünüp söylemesi, sadeliği, insanî enginliği, vefası, dostlarına bağlılığı, iffeti, tevazuu, mahviyeti ve istiğnâsı üzerine şimdiye kadar pek çok şey yazıldı ve söylendi. Aslında, her biri başlı başına birer kitaba mevzu teşkil edecek olan yukarıdaki vasıflar, onun kitaplarında da sıkça üzerinde durduğu konulardır. Ayrıca, hâlâ aramızda, hayatta iken onun yakınında bulunma bahtiyarlığına ermiş ve onu, ruhî enginliği, fikrî zenginliği ile tanımış dünya kadar insan var ki, bunlar da canlı birer kitap gibi bu konunun en sadık şahitleri.
Dış görünüş itibarıyla sade ve basit görünen Bediüzzaman, gerek düşünce hayatında, gerek aksiyonunda hemen her zaman başkalarında bulunmayan engin bir karakter sergilemiştir. Onun, insanlık için en hayatî meselelerde bütün insanlığı kucaklayışı, küfür, zulüm ve dalâlete karşı tiksinti duyuşu, her yerde istibdatla savaşı, hatta bu uğurda hayatını istihkâr edercesine vefası ve civanmertliği ve ölümü gülerek karşılaması, onun için normal davranışlardı. O, engin bir his insanı olmanın yanında, misyonuyla alâkalı meselelerde, hep Kitap-Sünnet yörüngeli; muhakeme ve mantık televvünlü yaşamıştı. O hemen her zaman, davranışları itibarıyla, masum bir ikili görünüm sergilerdi: Biri, engin bir vicdan eri, derin bir aşk ve heyecan timsali ve olabildiğince mert bir insan görünümü; diğeri de fevkalâde dengeli, çağdaşlarının çok önünde ileri görüşlü, büyük plân ve projeler üretebilen sağlam bir kafa yapısına sahip mütefekkir görünümü. Bediüzzaman ve onun davasına bu zaviyeden yaklaşmak, onun, İslâm büyüklerinin bir devamı olarak, içinde bulunduğumuz çağda bizim için ifade ettiği mânâyı anlamamız bakımından çok önemlidir.
Bazı kimseler görmezlikten gelseler de gerçek şu ki; Bediüzzaman çağdaşlarınca, kendi kuşağının en ciddi düşünürü ve yazarı kabul edilmiş, kitlelere hem bir sözcü hem de önder olabilmiş, ama kat’iyen kendini beğenmemiş, gösterişe girmemiş ve hep âlâyişten uzak kalmaya çalışmıştır. “Şöhret ayn-ı riyâdır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır...”[1] sözü, onun bu konudaki altın beyanlarından sadece bir tanesi. O, yirminci asırda İslâm dünyasında, şimdilerde dünyanın dört bir yanında, her zaman listenin başında birkaç yazardan biri olarak tanınmış, her kesimce sevilerek okunmuş ve zamanın eskitemediği simalardan biri olarak da tarihe mâl olmuştur.
Bediüzzaman’ın hemen bütün eserleri, içinde doğmuş olduğu çağ zaviyesinden, yorumlanmaya açık bazı meseleleri yorumlama açısından o uğurda harcanmış ciddi bir gayretin sonucudur. Onun eserlerinde önce Anadolu, sonra da bütün İslâm dünyasının hem âh u efgânı hem de ümit ve şevk u tarabını duyup dinlemek mümkündür. Gerçi o, doğunun ücra bir kasabasında doğmuştur ama, kendini hep bir Anadolulu olarak hissetmiş, bizim duygularımızı bir İstanbul efendisi gibi soluklamış ve her zaman topyekün bir ülkeyi engin bir şefkat ve dupduru bir samimiyetle kucaklamıştır.
Bediüzzaman, materyalist düşüncenin, fikir hayatımızı hercümerç ettiği, komünizmin en çılgın dönemini yaşadığı, dünyanın en bunalımlı, en karanlık, en sıkıntılı günlerden geçtiği çok tâli’siz bir zaman diliminde, iman ve ümit tüten eserleriyle, sarsıntı üstüne sarsıntı yaşayan insanımıza Hızır çeşmesine giden yolları gösterdi ve gezdiği her yerde yığınlara hep “ba’sü ba’de’l-mevt” üfledi. Onun, hepimizden ve herkesten evvel görüp sezdiği ve ele alıp çözmeye çalıştığı en büyük problem, küfür ve ilhad kaynaklı anarşi problemiydi. O, bütün hayatı boyunca, insanımıza, çağın bu hastalığının mutlaka aşılması lazım geldiğini salıkladı. Ve bu hususta insanüstü bir gayret sarfetti. Böylesine buhranlar içinde inim inim bir dünya ile karşılaşan Bediüzzaman, kendini bekleyen sorumlulukların farkındaydı.. ve Kafdağı’ndan ağır böyle bir yükün altına girerken, fevkalâde mütevazi, mahviyet içinde ve hacâletle iki büklümdü; iki büklümdü ama, Cenab-ı Hakk’ın sonsuz kudret ve nâmütenâhî gınâsına karşı da olabildiğine bir güven içindeydi.
Evet, bütün insanların fen ve felsefe alet edilerek ilhada sürüklendiği, komünizmle beyinlerin yıkandığı, bu menfi oluşumlara “Dur!” diyenlerin memleket memleket sürgüne gönderildiği, ülkenin her köşesinde en utandırıcı tehcirlerin yaşandığı ve daha garibi de bütün bunların medeniyet ve çağdaşlaşma hesabına yapıldığı, hatta nihilizmin, asrın en yaygın büyüsü hâline getirildiği o kapkara günlerde Bediüzzaman, hâzık bir hekim edasıyla hepimizin, içlerimizdeki zindanları, ruhlarımızdaki çeşit çeşit mahkûmiyetleri, kendi cinayetlerimizi ve kendi kendimize esaretlerimizi hatırlattı, ruh dünyalarımızda ve vicdanî hayatlarımızda uyuyan insanî yanlarımızı harekete geçirerek, maâliyâta müştak gönüllerimize üst üste nefesler aldırdı, ötelerle alâkalı derinliklerimizi gözler önüne serdi, tekye, zaviye, mektep ve medresenin bütün vâridâtını birden başımıza boşalttı.
Evet, Bediüzzaman milletin fikrî seviyesizliklerle sürüm sürüm yaşadığı ve içtimaî dertlerin birer buhran hâlini aldığı, ülkenin hemen her yanında ürperten yüzlerce hâdise ile yüz yüze kalındığı, her tarafta İslâmî ve millî değerlerin enkaz enkaz üstüne yıkılıp gittiği ifritten bir dönemin, düşünen, çareler arayan, teşhis ve tespitlerde bulunan sonra da bu rahatsızlıklara reçeteler sunan bir hekimi olmuştu. O, upuzun ve karanlık yılların hazırlayıp sahneye sürdüğü dünya kadar felâket altında didinip duran tâli’siz nesillerin, imansızlık, dalâlet ve şüphe vadilerinde bocaladığını, kurtulmak istedikçe daha derin buhranlara gömüldüğünü gören, hisseden, görüp hissettiklerini vicdanının derinliklerinde duyan bir insan olarak, ilk günden itibaren hep müteheyyiç yaşadı.. sürekli düşündü.. devlet ve topluma alternatif tedaviler teklif etti.. ve bu şanlı fakat tâli’siz millete, muhteşem fakat bahtsız ülkeye eski enginlik ve zenginliğini duyurmaya çalıştı.
Bediüzzaman, ta Devlet-i Âliye döneminden başlayarak ülkenin pek çok yöresini dolaştı; en büyük şehirlerden en ücra kasabalara, nüfusu yoğun beldelerden, en tenha mıntıkalara kadar her yere uğradı.. uğradığı her yerde cehaletin hükümfermâ olduğunu, yığınların fakr u zaruretle kıvrandığını, insanımızın değişik buudlardaki iftiraklarla birbirini yiyip bitirdiğini gördü, ürperdi.. ve yaşadığı çağı çok iyi idrak etmiş bir mütefekkir olarak, o günkü perişan yığınlara ilim ruhu aşılamak istedi. Fakr u zaruret ve iktisadî problemlerimiz üzerinde durdu. İftiraklarımıza çareler aradı ve hemen her zaman birlik ve beraberliğimizi solukladı.. solukladı ve milletimizi, bu bunalımlı günlerinde bir an bile yalnız bırakmadı. O, gezdiği her yerde âvâzı çıktığı kadar bağırıyor ve: “Bu iç içe dertler eğer şimdi tedavi edilmez, yaralarımız, mahir ve mütehassıs eller tarafından sarılmazsa, hastalıklarımız müzminleşir, yaralarımız da kangren hâlini alır. İlmî, içtimaî, idarî dertlerimiz mutlaka teşhis edilmeli, maddî-mânevî bütün problemlerimiz çözüme alınmalı ki, mevcudiyetimizi kemiren, varlığımızı temelinden sarsan ve bizi her gün daha feci çukurlara sürükleyen sıkıntılara maruz kalmayalım.” diyordu.
Bediüzzaman’a göre, bugün olduğu gibi o gün de, bütün fenalıkların menbaı, cehalet, fakr u zaruret ve iftiraktı.[2] Evet, içtimaî sıkıntılarımızın en birinci sebebi, millî sefaletlerimizin en önemli sâiki cehalettir. Allah bilmeme, peygamber tanımama, dine karşı lâkayt kalma, maddî-mânevî tarihî dinamiklerimizi görmeme mânâsına gelen cehalet, hiç şüphesiz o gün-bugün başımızın en büyük belâsıdır.. ve Bediüzzaman da ömrünü bu öldürücü mikropla savaşa vakfetmişti. Ona göre kitleler, ilimle, irfanla aydınlatılmadıkça, toplum sistemli düşünmeye alıştırılmadıkça ve yanlış, sapık düşünce akımlarının önü alınmadıkça, milletimiz için kurtuluş ümidi beslemek abestir. Evet, o cehalet yüzünden değil midir ki; kâinat Kur’ân’dan, Kur’ân da kâinattan koparıldı.. koparıldı ve biri, varlığın sırlarını bilmeyen, eşya ve hâdiselere kapalı, bağnaz ruhların hayal zindanlarında yetim kaldı; diğeri de her şeyi maddede arayan ve mânâya karşı bütün bütün kör, mük’ab cahillerin elinde bir kaos hâlini aldı. Yine bu cehalet sebebiyle değil midir ki; bu mübarek dünya, en münbit ovaları, en feyyaz obaları ve en bereketli ırmaklarına rağmen, zaruret ve sefaletlerin pençesinde inim inim inlemekte ve eski kapıkullarına dilencilik etmekte.
Bu korkunç cehalet ve zaruret yüzünden değil midir ki; ülkenin dört bir yanında, toprağın altında sessiz sessiz yatan onca kıymettar madenlerimiz, haddi hesabı bilinmeyen yer altı, yer üstü zenginliklerimiz başkalarının hazinelerine akarken biz, perişan, derbeder ve korkunç bir borç şoku altında iki büklümüz.
Evet, yıllardan beri milletimizi zebun eden bu belâ yüzündendir ki, bîçare işçi ve köylümüz, sürekli didinip durdukları, yıpranıp ezildikleri hâlde emeklerinin karşılığını tam olarak elde edememekte, elde ettiklerinin de bereketini bulamamakta, mutlu olamamakta ve taksit taksit kahrolup gitmektedir.
Yine bu cehalet ve cehalet kaynaklı tefrika sebebiyledir ki; cihanın dört bir yanında bizimle alâkalı bir dünyada “tegallüpler, esaretler, tahakkümler, mezelletler, türlü iptilâlar, türlü türlü illetler” yaşandığı, hatta kan gövdeyi götürdüğü, ırzlar çiğnenip namuslar pâyimâl olduğu, dünya dengesizlikler ağında bir oraya, bir buraya kayıp durduğu hâlde, bir türlü tefrikadan sıyrılıp bu fecayi ve bu fezayie “Dur!” diyemiyor; İslâm âleminin her gün daha korkunç, daha vahim uçurumlara yuvarlanması karşısında onun sıkıntılarına çare olamıyor, vahdet ruhuyla gerilemiyor ve çağımızla hesaplaşamıyoruz.
Biz, milletçe, bu kahredici hastalıklar ağında kıvranırken, Batı’nın sûrî ve maddî terakkisi karşısında bir kısım kamaşan gözler, bulanan bakışlar ve dönen başlar, dimağlarını müspet fenlerle, gönüllerini dinî hakikatlerle donatıp, maddî-mânevî zenginliklere ereceklerine bütün bütün ruhsuz ve köksüz davranarak, millî ve dinî en hayatî dinamiklerimizi görmezlikten gelerek, kör bir taklit ve şablonculukla, kitleleri millî seciyeden tecrit, tarih şuurundan mahrum, ahlâk ve faziletten de yoksun bıraktılar. Bence, milleti kurtarma mülâhazasıyla sapılan bu ikinci yol ve gerçekleştirilen bu ikinci hareket daha zararlı oldu ve toplumun ruhunda onulmaz yaralar açtı.
Birinci durum itibarıyla insanımız, seneler ve seneler boyu boğucu bir kâbus altında kıvranıp durmasına karşılık, ikinci hâl itibarıyla de millî faziletlerimiz, ruhî necâbetimiz, cihanpesendâne aksiyonumuz bütün bütün yıkılıp gitti.
Bediüzzaman, bu her iki cephedeki yanlış mualeceler ve bu yanlış mualecelerin meydana getirdiği toplum çapındaki komplikasyonları göğüslemiş, asırlık yaralarımıza neşter vurmuş ve bu cerîhaların sebebiyet verdiği felâketleri teşrih ve teşhis edip çarelerini göstermek, ülke ve insanımızı yıkılıp gitmekten kurtarmak için ta bidâyet-i hayatından Urfa’da Mevlâsına kavuşacağı âna kadar, hep yürekten ve samimi, hep tok sesli ve tok sözlü bu vatan evladı, ülkesine vefa hisleriyle dopdolu olarak, hep aynı şeyleri söylemiş, aynı ölçüde dertlerimizin üzerine yürümüş ve tedavi adına da aynı şeyleri takdim etmiştir. Toplumun kafasına birtakım yeni düşünceleri yerleştirmek ne kadar zor ise, seneler ve seneler boyu, onların dem ve damarlarına işlemiş anlayışları, telâkkileri, geçmişten tevârüs edilen –yanlış, doğru– âdet ve an’aneleri söküp atmak da o kadar çetin ve o kadar zordur. Dünden bugüne yığınlar, her zaman –yararlı veya zararlı– bu kabîl metrukatın tesirinde kalmış, ferdî ve içtimaî hayatlarını böyle bir teessür atmosferi içinde örgülemiş; alışılagelen şeylere uymayan ve umumi hissi okşamayan hususlara karşı da nefret duymuş ve onlardan uzak kalmaya çalışmıştır. Bu his, bu duyuş ve kabullenişler bazen yanlış da olabilir. Eğer bu yanlış düşünce ve kanaatler kitleler tarafından hüsnükabul görmüş, yaşana yaşana toplumun her kesimine mâl olmuş, hayatın her yanında dal budak salarak kökleşmiş, güç kazanmış ise, bütün bu yanlış kanaatlerin yıkılması, toplum çapındaki inhirafların giderilmesi, varsa, küflü kanaatlerin temizlenip, düşünce ve vicdanların iyiden iyiye tahliye (تخلية: fena şeylerden arındırma) ve tahliyelerden (تحلية: iyi şeylerle donatma) geçirilmesi lazımdır ki, milletçe geleceğe yürünebilsin.
İşte Bediüzzaman, gençlik günlerinden itibaren hep bu duygu ve bu düşünce içinde oldu. O, bu mevzuda, en küçük bir hakikati dahi gizlemeyi ülkesine ve insanına vefasızlık saydı; milletini de felâkete sürükleyen yanlış düşünce ve yanlış kararlar karşısında, kollarını makas gibi açtı ve avazı çıktığı kadar “Burası çıkmaz sokak!” diye haykırdı. Onun fıtratı, yanlış ve dinî değerlere ters şeyler karşısında fevkalâde müteheyyiç, ufku âlî ve himmeti de olabildiğince “ulü’l-azmâne” idi. Koskoca bir milletin mahv u izmihlâline göz yumup lâkayt kalmak, bu aslan yürekli insanın tabiatına zıttı. O, milletçe kusurlarımızı ve felâket sebeplerimizi, hem de en derin, en gizli noktalarına kadar açarak, millete kendini sorgulama yollarını gösterdi. Sık sık ona inkıraz sebeplerini hatırlattı ve kurtuluş reçeteleri sundu.. sundu ve en acı hakikatleri hiç tereddüt etmeden haykırdı.. yanlış kanaatlerin, küflü düşüncelerin, küfür ve ilhadın üzerine at sürdü.. ve hayatı boyunca da, hakikat nurlarının inkişafına mâni bütün engellere karşı sürekli mücadele etti.
Hiç kimsenin dinî hakikatler adına bir şey söylemeye cesaret edemediği en kâbuslu dönemlerde o, uyutulmak istenen yığınlara teyakkuzlar çekti.. cehalet, fakr u zaruret ve iftiraka karşı savaş ilan etti.. toplumu saran çeşit çeşit vehimleri temelinden sarstı.. ateizm ve inkâr-ı ulûhiyete karşı bir sath-ı mücadele oluşturduğu gibi, bâtıl ve hurafeleri de kendi çıkmazları içinde boğdu. Her zaman, şâyân-ı hayret bir medenî cesaretle asırlık dertlerimizi teşrih etti ve tedavi yollarını gösterdi. Araplar: “En son ilâç dağlamadır.”[3] derler. O, bir-iki asırlık riya, gösteriş ve âlâyiş üzerine âdeta bir kızgın demir bastı; saray ricalinden doğudaki aşiret reislerine, meşîhattan askerî erkâna kadar herkesin ruhunda mâkes bulacak çok yeni şeyler söyledi.. söyledi ve her kesimiyle milletin dikkatini kendi üzerine çekti. O, tabiatı icabı hep bu türlü şeylere karşı olsa da, yapılan şeylerin tabiatının gereği de böyle icap ettiriyordu.
O, hemen her kesime, sürekli cihad için kınından sıyrılacak kılıçtan evvel, fikir ve ruhlarımıza vurulan zincirlerin kırılması lazım geldiğini ihtar etti.. ve bir “ba’sü ba’de’l-mevt” müjdesiyle, genç nesillere İslâmî düşünceye giden yolları gösterdi. O, coğrafî olarak ülkenin bölünmesinden, parçalanmasından, küçülmesinden korkuyor ve titriyordu ama, daha çok bu tür tersliklere sebebiyet verecek olan fikirlerin daralmasından, ruhların sefilleşmesinden, Batı taklitçiliğinden ve şablonculuktan ürperiyordu.
Bediüzzaman, hep okuma, düşünme, çalışma diyor ve millet fertlerini mütekabil yalnızlıktan kurtarmak, mükemmel bir toplum ve mamur bir millet hâline getirmek için durmadan çırpınıyordu. Ülke ve insanımızı böyle bir zirveye taşımak için de sürekli “maarif” diyor, talim ve terbiyeden dem vuruyordu. Her tarafta neşr-i maarif ve her şekilde talim ve terbiye.. mescidler, medreseler, kışlalar, sokaklar, parklar, hatta hapishaneler bile bu eğitim seferberliğine katılmalıydı ona göre... Katılmalıydı; zira ancak maarif sayesinde, aklî ve mantıkî vahdet gerçekleşebilirdi. Önce, dimağ dimağa birleşip bütünleşemeyenler, bir yolda uzun zaman, beraberliklerini sürdüremezler. Evvela vicdanlar birleşmelidir ki, daha sonra gönüller ve eller de birleşebilsin. Böyle bir birleşmenin yolu da, hayatın dinî disiplinlere göre ele alınmasına, –Kitap, Sünnet ve selef-i sâlihînin sâfiyâne içtihadları mahfuz– zamanla mukayyet şeylerin çağın idrakine göre yorumlanmasına vâbestedir.
Evet, insanımız bu asır ve bu asrın vâridât, mânâ ve yorumlarıyla mutlaka tanışmalı, barışmalı ve uzlaşmalıydı. Dünya başını almış bir yerlere giderken, kendi dar kabuğumuza çekilip, inzivaya dalmak bizi öldürürdü. Bugünü yaşamak isteyenler mutlaka, hayatın çağlayanlarıyla, kendi irade, sa’y ve gayretleri arasındaki âhengi, uyumu ve desteği yakalama mecburiyetindedirler. Aksine, kâinattaki umumi cereyana karşı direnmeleri, onların mahvolup gitmelerini netice verir.
Eğer Bediüzzaman soluk soluğa ülkenin dört bir yanına mesajlarını sunduğu zaman, onu anlayacak birkaç yüz aydın, düşüncelerinde ona destek olabilseydi, ihtimal bugün en zengin ülkelerden daha zengin, en medenî milletlerden daha medenî hâle gelmiş ve daha sonraları karşımıza çıkan her engeli aşabilecek güce ulaşarak, şimdilerde girilmiş gibi görülen bu nurlu yola ta asrın başında girmiş ve bugünkü problemlerin pek çoğuyla karşılaşmamış olacaktık.. yine de her şeye rağmen ümitvarız. Ben, milletimizin, bütün bütün mânâ köklerinin kuruduğunu iddia edenlerin gaflet ve zühullerine inanırım. Gerçi başka milletler gibi biz de düştük; bunu inkâr etmemize imkân yok. Ne var ki, doğrulup kendimize gelemeyeceğimizi de kimse iddia edemez. Şimdilerde, milletçe, eski rahat düşkünlüğü yerinde intibah nurları parıldıyor.. harem hisleriyle titrek ruhlarımızda taptaze bir canlılık ve bir dirilme sıcaklığı var… Bu gelişmeleri, masmavi bahar günlerinin takip edeceği kuşkusuz. Ancak, dolaşıp yamaçlarımızda seccade serecek Hızırlar ve korkmadan enginlere yelken açacak İlyaslar bekliyoruz. Bu konuda Bediüzzaman önemli bir işarettir...
“Dehâ için intihap yoktur.” derler; yani dehâ sahibi “Şunu yapayım, şunu yapmayayım.” demez; “Şunu yapmak yararlı, şu da zararlı.” diyerek, bir şeyin yapılacağına veya terk edileceğine hüküm vermez. O, ilâhî bir mevhibe, ledünnî bir sâika ve şâika ile, çevresinin en derin, en şümullü ve zâhirî, bâtınî, ruhî, içtimaî ihtiyaçlarını kucaklayacak çok üniteli bir güç kaynağı gibi pek çok şeyi omuzlayabilecek kuvvetleri ruhunda toplamış bir fıtrat harikasıdır. Bediüzzaman ve onun arkada bıraktığı eserlerini tetkik edenler onda dehânın bütün hususlarının var olduğunu görürler. O, gençlik döneminde, çevresine sunduğu ilk dehâ solukları sayılan eserlerinden, mahkemeler, zindanlar ve sürgünlerle geçen çileli bir hayat içinde inkişaf edip gelişen olgunluk dönemi kitaplarına kadar hep o seviyeler üstü seviyesini korumuş ve her zaman dâhiyâne konuşmuştur.
Mesnevî onun ilk eserlerindendir. Bu kitapta birer rüşeym, birer katre, birer tomurcuk hâlinde kendini gösteren onun altın düşüncelerinden her damla, her yaprak, her filiz, ileride birer ırmak olmuş çağlamış, birer gül bahçesi gibi tüllenip çevresine kokular salmış, birer orman gibi mehip mehip uğuldamış, dostlarının, mü’minâne, mütefekkirâne, şairâne hislerini gıdıklamış ve onları coşturmuş; düşmanlarının da ruhlarına korkular ve velveleler salmıştır.
İşte onun ilk dönemden itibaren gönül gözlerimize renk renk, çizgi çizgi çalıp geçtiği mânâlar ve duygularımıza diriliş üfleyip ruhlarımızı coşturduğu nağmelerden bazı soluklar! Deryadan damla, güneşten zerre, varlıktan sönük bir çizgi, hissedip söyleyememe, duyup değerlendirememe, dalga kıranlarıma çarpıp kırıldıktan sonraki hâlleriyle birkaç damla:
Bütün İslâm müfekkirleri gibi Bediüzzaman’a göre de, dünyada en büyük hakikat iman ve tevhid hakikatidir. Onun düşünce ikliminde varlık, atomlardan en büyük sistemlere kadar tevhid gerçeğini işleyen bir mekik ve her yanda O’na ait mânâları, nakış nakış bir dantelâ gibi ören, örgüleyen bir ibrişim ve bir tığ gibidir. Bu hakikatin, ilâhî maksadı kucaklayıcı mahiyette duyulup hissedilmesi ve en küçük teferruatına kadar sezilip mârifet hesabına yorumlanması hakiki tevhidin tezahürü; yakîne ulaştıracak tafsile girilemeden icmalde kalınışı da avamca bir vahdet anlayışı.. evet “Arkadaş! Tevhid iki çeşittir: Biri âmice tevhiddir ki; ‘Allah’ın şeriki yoktur ve bu kâinat O’nun mülküdür.’ şeklinde inanılır ve ifade edilir. Bu kısımdaki tevhid erbâbının, fikren gaflet ve dalâlete düşmelerinden korkulmalıdır.
İkincisi, hakiki tevhiddir ki, ‘Allah birdir.. mülk O’nundur, vücut da her şey de.’ şeklindedir.. ve böyle iman eden kimseler sarsılmaz bir itikada sahiptirler. Bunlar, her şeyin üzerinde Cenab‑ı Hakk’ın sikkesini görür ve her şeyin alnında O’nun mührünü okurlar.”[4]
Bu hususlar, daha sonraları, Yirmi İkinci Söz’ün İkinci Makamı’nda teferruatlandırılmış ve her seviyedeki insana yeterli bir tevhid dersi kalıbına ifrağ edilmiştir.[5]
Bediüzzaman’ın ısrarla üzerinde durduğu konulardan biri de, imanın, varlık ve insan mahiyetinin gerçek buudlarını ortaya koyan bir menşur olduğu şeklindedir. Ona göre; kâinat iman sayesinde okunan bir kitap, temâşâ edilen bir meşher, insan da bir fihrist bir ilannâme hâline gelmiştir. Evet, “İman nuruyla bu âlem terakki eder ve bir ‘hikmet‑i samedâniye kitabı’ namını alır. Bu sayede insan, zelil, fakir ve âciz hayvanlar seviyesinde kalmaktan kurtulur; zaafının kuvvetiyle, aczinin kudretiyle, ubûdiyetinin şevketiyle, kalbinin şualarıyla, aklının haşmet‑i imaniyesiyle hilâfet ve hâkimiyetin zirvesine yükselir. Hatta, acz, fakr, ihtiyaç bir mânâda onun sukûtuna sebep iken, onun suûd ve yükselmesine vesile olurlar.”[6]
Bu mevzu da yine, inkişaf dönemi itibarıyla, Nur Risaleleri’nden, Yirmi Üçüncü Söz’ün Bir ve İkinci Mebhaslarında tafsil edilerek her seviyedeki insanın ses ve soluğu olmuşlardır.[7]
Yine Bediüzzaman’a göre; iman gerçeğinin birbirinden ayrı gibi görünen bütün meseleleri, farklı zaviyelerden farklı duyulup; farklı hissedilse de, aslında birbiriyle sımsıkı irtibatlı ve bir vâhidin değişik yüzlerinden ibarettir. Evet, “Arkadaş! Ulûhiyet, risalet, ahiret ve kâinat arasında bir telâzum ve birbirini gerektirme vardır. Bunlardan birinin vücut ve sübûtu, ötekinin de vücut ve sübûtunu iltizam eder. Birisine iman, ötekisine de imanı icap ettirir.”[8]
Risale‑i Nur’un gelişme döneminde, On Birinci Şuâ’nın Dokuzuncu Meselesi, iman rükünleri arasındaki bu telâzumu ifade etmesi bakımından fevkalâde orijinaldir...[9]
Bediüzzaman’ın enfes tespitlerinden biri de; kalbî ve ruhî hayata yelken açamamış kimselerin, aklî ve felsefî meselelerle iştigal etmesinin, hem bir hastalık emaresi hem de hastalık yapan bir virüs olduğu gerçeğidir. “Arkadaş! Kalb ile ruhun hastalığı nispetinde felsefe ilimlerine meyl ü muhabbet ziyade olur. O hastalık da, ulûm‑u akliyeye tevağğul etmek nispetindedir. Demek ki, mânevî hastalıklar insanları aklî ilimlere sevk etmekte.. ve akliyat ile iştigal edenler de emrâz‑ı kalbiyeye müptelâ olmaktadır.”[10]
Nur Külliyatı’ndan Otuzuncu Söz ve Lemaât enteresan bir üslupla bu muvazeneleri ortaya koyar...[11]
İşte, Üstad’dan bir orijinal tespit daha! Sebeplere riayet bir sorumluluk olsa da, onlara tesir‑i hakiki vermek apaçık bir dalâlet ve inhiraf, onlara riayet etmenin yanında neticeyi Allah’tan bilmekse bir istikamettir. “Arkadaş! İnsan esbap ve şeraiti kucağına alıp ona yapışırsa, zillet ve hakarete maruz kalır. Mesela, kelp, hayvanlar arasında birkaç sıfat‑ı hasene ile muttasıftır ve onlarla iştihar etmiştir. Hatta onun sadakat ve vefadarlığı darb‑ı mesel olmuştur. O, bu güzel evsâfına binaen insanlar arasında mübarek bir hayvan kabul edilmesi gerekirken maalesef mübarekiyet şöyle dursun ‘necisü’l‑ayn’ addedilmiştir. Tavuk, inek, kedi gibi hayvanlarda ise, insanların onlara ettikleri ihsanlara karşı şükran hisleri olmadığı hâlde, insanlarca aziz ve mübarek sayılmışlardır. Evet, kelpte hırs marazı fazla olduğundan zâhirî sebeplere öyle bir ihtimam ile yapışır ki, bu onun, Mün’im‑i Hakiki’den bütün bütün gafil olduğunu gösterir. Evet, kelp, vasıtayı müessir bilerek, Mün’im‑i Hakiki’ye karşı gafletine ceza olarak ‘necis’ hükmünü almıştır ki, tahir olsun. Zira hükümler, hadler günahlara keffaret olmak için vaz’ edilmişlerdir.. ve kelp insanlar arasında tahkir damgasını gafletine keffaret olarak yemiştir. Öteki hayvanlar ise, vesaiti bilmiyorlar ve esbaba da o kadar kıymet vermiyorlar. Mesela, kedi, seni sever, tazarru eder; ihsanını alıncaya kadar.. aldıktan sonra, sanki aranızda hiçbir muârefe olmamış gibi bir tavra girer.. evet, onun ancak Mün’im‑i Hakiki’ye şükran hissi vardır; çünkü fıtratı, Sâni’i bilir.. ve şuuru olsun olmasın, lisan‑ı hâliyle ibadetini eda eder. Evet, kedinin mırmırları ‘Yâ Rahîm! Yâ Rahîm! Yâ Rahîm’dir.”[12]
Yirmi Dördüncü Söz’ün Birinci Dalı bu gerçeği daha değişik bir zaviyeden ele alarak ayrı bir letafetle, duygu ve düşüncelerimize çok enfes mülâhazalar sunar.[13]
Üstad’ın titizlikle üzerinde durduğu konulardan biri de “Sünnet‑i Seniyye” yörüngeli yaşamaktır. Bütün Ehl‑i Sünnet ve’l‑Cemaat uleması gibi o da, ısrarla, Peygamber’in yanılmayan, yanıltmayan bir rehber, Sünnet’in de dünya ve ukbâ saadetine ulaştıran biricik yol olduğunu hatırlatır ve bizleri Sünnet’le bütünleşmeye çağırır. Evet, peygamber rehberliğine iktiran etmeyen hayat yolculuğu, daha çok bir girdap etrafında dönmeye benzer ki, zâhiren yüzme ve mesafe alma gibi görünse de, gerçekte bir ölüm çukuruna doğru kaymaktan başka bir şey değildir. “Arkadaş! Vesvese ve evham zulmetleri içinde yürürken, Resûl‑i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sünnetlerini birer yıldız, birer lamba vazifesi gördüklerini müşahede ettim. Her sünnet veya her hadd‑i şer’î, o zulmetli dalâlet yollarında bir güneş gibi parlıyordu. O yollarda insan, zerre kadar o sünnetlerden inhiraf etse, şeytanlara mel’ab, evhama merkeb, ehvâl ve korkulara mârez ve dağlar kadar ağır yüklere matıyye olacaktır. Ve keza, o sünnetleri semadan tedellî ve tenezzül eden ipler gibi gördüm ki, onlara temessük eden yükselir ve saadetlere nâil olur, muhalefet edip akla dayananlar ise, uzun kulelerle semaya yükselme hamakatinde bulunan Firavun gibi bir Firavun olur.”[14]
Bu konu da Nur Külliyatı’nda sık sık hatırlatılır.. ve bilhassa, On Birinci Lem’a’nın Üçüncü Nüktesi bu mevzua tahsis edilerek, Sünnet yolunun Allah yolu olduğu vurgulanır.[15]
Üstad orijinal bir düşüncesini de, dünya ile münasebetlerimiz ve dünyaya bakış zaviyemiz açısından ortaya koyar ve dünyanın sevilmeyecek gibi bir nesne olmadığını, aksine onun sevilmesi lazım geldiğini vurgular ve bu sevgiye esas teşkil edecek olan hususları hatırlatır:
“Arkadaş dünyanın üç vechi vardır:
Birincisi; ahirete bakar; çünkü onun mezrasıdır.
İkincisi; esmâ‑i ilâhiyeye bakar; zira onların mektep ve tezgâhlarıdır.
Üçüncüsü; kasden ve bizzat kendi kendine bakar ki; bu vechiyle insanların hevesatına, keyiflerine ve bu fânî hayatın tekâlifine medar olur. Nur‑u iman ile dünyanın ilk iki vechine bakmak, mânevî bir Cennet gibidir. Üçüncü vechi ise, onun fenâ yüzüdür ki, ehemmiyetli bir kıymeti yoktur.”[16]
Bu mevzu ile alâkalı ayrı bir yaklaşım da, birkaç sahife sonra şu ifadelerle bizi selâmlar: “Şu dünya hayatının faideleri pek çoktur. O faidelerden hayat sahibine –tasarruf ve hizmeti nisbetinde– bir hisse ayrıldıktan sonra, bâkî kalan gayeler, semereler Fâtır‑ı Hakîm’e râcidir. Evet, insan ve insanın hayatı; esmâ‑i ilâhiyenin tecelliyâtına bir tarla, Cennet de rahmet‑i ilâhiye envâının cilvelerine birer meşher ve hayat‑ı uhreviyenin harika ve gayr‑i mütenâhî semereleri için bir fidanlıktır. Demek ki insan, bir sefine kaptanı gibi, sefinenin pek çok faidelerinden, onun alâka ve hizmeti nispetinde kendine verilir; bâkî kalan kısmı ise Sultan’a aittir.”[17]
Ve Üstad’dan ayrı bir tespit.. insanları, olduğundan fazla büyük görüp büyük kabul etmek, hem bir zulüm hem de putperestlik istikametinde atılmış bir adımdır. Böyle bir ilk adımı atan insan, bazı durumlarda geriye dönemeyebilir de. Evet, “İnsanların en büyük zulümlerinden biri de, büyük bir cemaatin mesaisine terettüp eden bir hasenatı netice veren semeratı, bir şahsa isnat ve ona mâl etmektir. Böyle bir zulümde, aynı zamanda bir şirk‑i hafî vardır. Çünkü bir cemaatin cüz’î ihtiyariyle kesbettiği mahsulâtı bir şahsa isnat etmek, o şahsın icat derecesinde, harikulâde bir kuvvete malik olduğunu iddia etmek gibidir. Eski Yunanîler ve diğer vesenîlerin âliheleri, işte böyle zalimane bir tasavvurat‑ı şeytaniyenin mahsulüdür.”[18]
Sonra değişik bahislerde şu mütalâalara yer verilir: İman sırlı bir güç kaynağıdır. Bu kaynağı elinde bulunduran dünyaları peyleyebilir.. ve imanıyla gerçekleştirdiği intisabı sayesinde, her şeyi teshir edebilir. Evet, “Allah’a abd ve hizmetkâr olana her şey hizmetkâr olur. Bu da, her şeyin Allah’ın mülkü ve malı olduğunu iz’anla tahakkuk eder. Evet, Kudret, insanı çok dairelerle alâkalı bir vaziyette yaratmıştır.. ve en küçük, en hakir bir dairede onun eli yetişebilecek kadar ona bir ihtiyar ve bir iktidar vermiştir. Bu itibarla, ferşten Arş’a, ezelden ebede kadar pek çok dairelerle alâkalı işlerde insana düşen sadece ve sadece duadır. Evet, ‘De ki, duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var.’[19] mealindeki âyet‑i kerime, bu hakikati tenvir ve ispata kâfidir. Öyle ise, çocuk, eli yetişemediği bir şeyi peder ve validesinden istediği gibi, kul da, acz u fakriyle Rabbine iltica edip her şeyi O’ndan istemelidir.”[20]
Yirmi Üçüncü Söz’ün Dört ve Beşinci Noktaları bu meseleyi daha rengin bir televvünle gözler önüne serer.[21]
Hazret‑i Ruh‑u Seyyidi’l‑Enâm, varlığın esası, özü ve mâyesi mesabesindedir. Kâinatta O’nun nur‑u hakikatinden hâlî bir nokta yok gibidir. Tıpkı bir ağaç ve bir filizin bünyesinde, çekirdekteki ruh ve mânânın bulunması gibi, O da, nurunun varlığa esas teşkil etmesi açısından Hazreti Evvel ve Âhir’in bir mir’ât‑ i mücellâsıdır. Evet, “Şu görülen büyük âleme, büyük bir kitap nazarıyla bakılacak olursa, Nur‑u Muhammedî (sallallâhu aleyhi ve sellem) o kitabın Kâtibi’nin kaleminin mürekkebidir. Eğer o âlem‑i kebir bir şecere tahayyül edilecek olsa, dünya mücessem bir zîhayat farz edilse, o nur onun aklı olur.. eğer pek güzel, şâşaalı bir Cennet bahçesi tahayyül edilse, Nur‑u Muhammedî onun andelîbi olur.. şayet pek büyük bir saray farz edilse, Nur‑u Muhammedî, O Sultan‑ı Ezel’in, makarr‑ı saltanat ve haşmeti ve tecelliyât‑ı cemaliyesiyle âsâr‑ı sanatını hâvi olan o yüksek saraya nâzır, münâdi ve teşrifatçı olur.”[22]
Otuz Birinci Söz’ün Üçüncü Esas’ı[23] ve Onuncu Söz’ün İkinci Zeyl’i[24] bu enfes mevzuu ayrı bir derinlik ve zenginlikle gönül gözlerimizin önüne serer.
Hazret‑i Üstad’a göre tabiat ve insanın mahiyeti, hem aldatan birer put hem de sanatkârlarını ve sonsuz hakikati gösteren sırlı birer menşurdur. Evet, ruhen hazırlıklı ve bakış zaviyesini yakalayabilmiş kimseler için, hem nakış nakış tabiat hem de bir billûr prizma olan insan yanıltmayan birer kitap, talâkatli birer hatip ve eşyanın perde arkasını aydınlatan birer ışık kaynağıdırlar. Üstad bu mülâhazasını: “Benim otuz seneden beri iki tağutla mücadelem var: Biri insan, diğeri de âlemdir. Biri ene, diğeri de tabiattır. Birinci tağutu, gayr‑i kasdî, gölgevarî bir âyine gibi gördüm. Bu tağutu, kasden ve bizzat ehemmiyet verip nazara alanlar, Nemrut ve Firavun olurlar. İkinci tağut ise, onu ilâhî bir sanat ve rahmanî bir sıbğa şeklinde gördüm. Ancak bu ilâhî sanata, gaflet nazarıyla bakıldığında tabiat zannedebilir ve maddiyyûnca âdeta bir ilâh olur. Maahaza, o tabiat zannedilen şey ilâhî bir sanattır. Cenab‑ı Hakk’a hamd ve şükürler olsun ki, Kur’ân’ın feyziyle, mezkûr mücadelem her iki tağutun ölümü ve her iki sanemin kırılmasıyla netice buldu.”[25] sözleriyle bir zafer neşidesi şeklinde dile getirir ki, Nurlar’ın tekâmül dönemi itibarıyla Otuzuncu Söz’ün Birinci Maksad’ı ayrı bir enginlik ve zenginlikle yaklaşır bu sırlı mevzua..[26] ve yine, Külliyat’tan Yirmi Üçüncü Lem’a, hem de her seviyedeki insanın anlayabileceği bir dille zîr ü zeber eder tabiatperestlik düşüncesini...[27]
Üstad’ın düşünce dünyasında günahlar küfrün keşif kolları gibi resmedilirler. Onların sık sık görüldükleri yerlerde düşünce, fıska yelken açar ve iman hep tehlikelerle burun burunadır. Evet, “Mâsiyetin mahiyetinde, bilhassa devam ederse küfür tohumu saklıdır; zira mâsiyete devam eden ülfet peyda eder. Sonra da ona âşık ve müptelâ olur. Nihayet terkine imkân bulamayacak hâle gelir. Derken, o mâsiyetin ikaba mucib olmadığını temenniye başlar.. ve sonunda gerek ikabı ve gerek dârü’l‑ikabı inkâra sebep olur.”[28]
Gelişme dönemi eserlerinden İkinci Lem’a’nın Birinci Nüktesi, günahların küfür yolunda birer ağ durumunda olduklarını ifade bakımından sahasında orijinal bir eserdir.[29]
Kur’ân’la iştigal, bu aydınlık düşüncenin vazgeçilmez bir tutkusudur. İşârâtü’l‑İ’câz’dan Mesnevî’ye, Mesnevî’den değişik Sözler ve hususiyle Yirmi Beşinci Söz’e uzanan çizgide, o hemen her zaman Kur’ân soluklamış, çok yeni ve orijinal yorumlarla, sık sık onun büyülü derinliklerini gözler önüne sermiş ve ona susamış gönüllerle, lâhûtun beşer idraki seviyesine tenezzülü ve nâsutun rahmetleşme ufku sayacağımız ledünnî çiy noktasına tereffuunu aksettiren altın düşüncelerle coşturmuştur sinelerimizi:
– Kur’ân’ın okunuşunda yüksek bir selâset vardır ki, lisana hiç ağır gelmez.
– Fevkalâde bir selâmet vardır ki, lafzen ve mânen her türlü hatadan sâlimdir.
– Âyetler arasında öyle bir tesanüt vardır ki, kârgir binalar gibi birbirine dayanır ve Kur’ânî yapıyı sarsılmaktan vikaye eder.
– Parçalar arasında öylesine bir tenasüp, tecavüb ve teavün vardır ki, âyetler birbirini destekler, birbirinin vuzuhuna yardım ve istîzahına cevap verir.
– Parça parça ve ayrı ayrı zamanlarda nazil olduğu halde, parçalar arasındaki sımsıkı münasebetten ötürü sanki bir defada nazil olmuş gibidir.
– Ayrı ayrı ve birbirinden farklı suallere cevap olduğu hâlde, kemal‑i intizamından, tek bir hâdise münasebetiyle inmiş ve tek bir suale cevapmış gibi bir vahdet gösterir.
– “Tenezzülât‑ı İlâhiye” tabir edilen, muhatapların anlayışlarına göre münasip bir üslup üzere nazil olmuştur.
– Değişik zaman ve mekânlarda yaşayan insanlara tevcih‑i kelâm ettiği hâlde, sühûlet‑i beyanından ötürü, bir tek muhataba konuşuyor gibidir.
– Kur’ân, irşad gayeli olduğu için tekrarları tahkik ve takrir ifade eder. Maahaza, bu tekrarlar zevke kat’iyen halel vermezler; hatta tekerrür ettikçe misk gibi kokar.
– Kur’ân kalblere kût ve gıda, ruhlara da saadettir. Gıdanın tekrarı kuvveti artırır.. ve tekerrür etmekle daha me’lûf ve me’nûs hâle geldiğinden lezzeti daha da artar.
Yirmi Beşinci Söz’de harika bir sihre ulaşan bu tahlil buradaki icmalin bir tafsili, buradaki damlanın deryası ve buradaki fidelerin ormanlığı gibidir. Ayrıca, Mesnevî’deki bu kısa hatırlatmadan sonra birkaç sahife henüz geçip geçmemiştir ki, yine Kur’ân’a ait çok enfes bir mevzu kapı aralığından bizlere şunları fısıldar geçer:
“İ’lem Eyyühel‑Azîz! Kur’ân‑ı Kerim okunurken onu muhtelif şekillerde dinleyebilirsin:
1. Resûl‑i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm), nübüvvet kürsüsüne çıkıp nev’‑ i beşere hitaben, Kur’ân’ın âyetlerini tebliğ ederken, O’nun kıraatini kalben ve hayalen dinlemek için, kulağını o zamana gönderip O’nun fem‑i mübarekinden çıkıyor gibi dinleyebilirsin.
2. Veya Cebrail (aleyhisselâm), Hazreti Muhammed’e (aleyhissalâtu vesselâm) tebliğ ederken, her iki Hazret arasındaki tebliğ ve tebellüğ vaziyetini dinler gibi ol!
3. Veya “Kâb‑ı Kavseyn” makamında, yetmiş bin perde arkasında, Mütekellim‑i Ezelî’nin, Resûl‑i Ekrem’le (aleyhissalâtu vesselâm) olan konuşmasını dinler gibi hayalî bir vaziyete gir![30]
Nurlar’ın değişik parçalarında ayrı birer vuzûh ve zenginlikle ele alınan; her biri ayrı bir kitaba mevzu teşkil edecek olan dünya kadar meselenin hem birer meşheri hem de birer fihristi gibidir Mesnevî‑i Nuriye.
“Zühre” unvanıyla ele alınıp, daha sonra olduğu gibi Nur Külliyatı’nın içine taşınan notaların her biri ne önemli hakikatleri icmal eder![31]
“Zerre” takva ve amel‑i salihin ilk mini meşcereliği gibidir. Orada dünyevî duygularımız sorgulanır.. düşüncelerimize bir kere daha tevhid soluklatılır.. ve imanın enginlikleri gösterilir.[32]
“Şemme” bir tayf gibi dokunur gönüllere ve gözlerimizin önüne, âyetlerin derinlik ve zenginliğinin şiirle kâbil‑i kıyas olmadığını hatırlatır, geçer, insan uzuvlarının yaratılış gayeleri üzerinde durur.. ve gözlerine bir cilâ çalar, basiretin çapağı sayılan ülfeti siler, süpürür, götürür.[33]
“Onuncu Risale” başlığı altında bizi, kaza‑kader‑atâ yamaçlarında dolaştırır, atlar, gönüllerimize âyetlerin fezlekelerindeki sırları duyurur. Arkadan hemen bir girizgâh bulur, günümüzün hakikat yolcusuna, geçmişteki yollardan farklı olarak, onu Hakk’a ulaştıracak ayrı bir yol teklif eder.. teklif eder ve dikkatlerimizi acz u fakr ufkuna çevirir. İki adım ötede ayrı bir başlıkla, insanın diğer bütün canlılardan farklı yaratılışına dikkati çeker ve onun, topyekün varlığın fihristi olduğu gerçeğini hatırlatır geçer. Hemen ardından bakarsın, daha sonra Risale‑i Nur Külliyatı’nda defaatle ele alınıp tahlil edilen dualara döner, dualara icabetin esrarlı kapılarını aralar ve gönüllerimizde münâcât arzularını coşturur. Bir aralık “tahdis‑i nimet” ve “gurur” mevzuundaki muvazeneyi hatırlatır.. sonra yine Dördüncü Reşha başlığı altında Nur Risaleleri’nde mihver mevzuu sayılan Kur’ân’ın temel meseleleri ve makâsıd‑ı esasiyesi üzerinde durur.[34]
“Şûle” başlığı ile ism‑i Zât olan Lafz‑ı Celâle’nin enginliklerinde dolaştırır bizleri ve ayrı bir mârifet heyecanıyla hoplatır gönüllerimizi.[35]
Hemen dualarla alâkalı bir paragraf daha açar, birer fiilî dua sayılan himmetlerle, şefaatlerle tanıştırır okuyucularını.. ve döner toprak unsurunun önemini verir nazara ve arzın âlemin kalbi olduğunu hatırlatır. Sonra da bu mülâhazalarını “Kul, Rabbine en çok secdede yakındır.”[36] ile pekiştirir ve derinleştirir.[37]
“Nokta” başlığı altında, risalelerinde sık sık üzerinde durduğu Zât‑ı Ulûhiyet adına üç önemli küllî delile, âlem‑i gayb ve şehadetin nokta‑i iltisâkı ve berzahı sayılan vicdanı da ilâve eder.. ve pek çok mütefekkirin fikrî ve ruhanî sülûklerinde üzerinde durdukları bir kapıyı da aralamış olur.
Evolüsyonun imkânsızlığını vurgular ve çok erken dönemde, çoklarına kapalı da olsa, mutasyonlarla bir yere varılamayacağını, neviden neviye geçilemeyeceğini net bir dille ifade eder. Mutlak, mücmel fakat sağlam bir düşünce ve ifade yapısıyla “Hayır!” der çıkar işin içinden.[38]
Risale‑i Nur’un diğer parçaları gibi Mesnevî‑i Nuriye’yi de, Arapça baskıya hazırlayan müdakkik Üstad İhsan Kasım Bey’in meşkûr hizmeti, bizim burada sunmaya çalıştığımız ölçüde yarım yamalak takdimlerden vâreste ve sa’y‑i mübeccelleri her türlü takdirin üstündedir.
Aslında, Üstad İhsan Kasım Bey’in bu mübarek çalışmaları, bizim yaptığımız gibi sadece Külliyat’ın bir parçasına, hem de kuşbakışı değil de; ayrı ayrı Nur’un her meselesi, Batı standartlarına göre birer doktora mevzuu olarak ele alınıp desteklenmeliydi.. bu, hem Nur’un gerçek değerinin, akademisyenler seviyesinde bir kere daha ortaya çıkması, hem de İhsan Kasım Bey’in gayretleri ölçüsünde bir çalışma olması bakımından oldukça önemliydi. Gerçi, şimdiye kadar bir hayli genç arkadaşımız, Nurlar etrafında doktora veya master seviyesinde oldukça yoğun çalışmalar yaptılar ama, bunların hiçbiri, o Kâmet‑i Bâlâ’yı büyük eseriyle aksettirecek mahiyette değildi.
Bütün temennimiz, bu hususla alâkalı bir enstitü bünyesinde, böyle bir çalışmanın çok yakın bir zamanda gerçekleştirilmesidir.
[1] Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s.73 (Katrenin Zeyli).
[2] Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.61 (İlk Hayatı).
[3] el-Meydânî, Mecmeu’l-emsâl 1/97, 292; el-Hamevî, Hızânetü’l-edeb 5/120.
[4] Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s.6-7 (Lem’alar).
[5] Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.310-328.
[6] Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s.20 (Reşhalar, Beşinci Reşha).
[7] Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.331-352.
[8] Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s.31 (Lâsiyyemalar).
[9] Bkz.: Bediüzzaman, Şuâlar s.223-228.
[10] Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s.61 (Katre, Hâtime).
[11] Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.583-608, 752-815.
[12] Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s.63 (Katre, Hâtime).
[13] Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.355.
[14] Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s.67-68 (Katrenin Zeyli).
[15] Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar s.65.
[16] Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s.70 (Katrenin Zeyli).
[17] Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s.93 (Hubab).
[18] Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s.77 (Hubab).
[19] Furkân sûresi, 25/77.
[20] Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s.100 (Zeylü’l-Hubab).
[21] Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.336-339.
[22] Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s.105 (Habbe).
[23] Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.624-633.
[24] Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.113-118.
[25] Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s.107 (Habbe).
[26] Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.583-595.
[27] Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar s.220-240.
[28] Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s.114 (Habbe).
[29] Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar s.9-10.
[30] Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s.127-128 (Zeylü’l-Habbe).
[31] Bkz.: Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s.135-166.
[32] Bkz.: Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s.167-176.
[33] Bkz.: Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s.177-188.
[34] Bkz.: Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s.189-212.
[35] Bkz.: Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s.219-226.
[36] Müslim, salât 215; Ebû Dâvûd, salât 148; Nesâî, tatbîk 78.
[37] Bkz.: Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s.223-224.
[38] Bkz.: Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s.227-238.
Bu yazı, İhsan Kasım Beyefendi’nin Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin –aslı Arapça olan– Mesnevî i Nuriye adlı eserine yapmış olduğu tahkikli yeni baskıya yazılan takdimidir.
- tarihinde hazırlandı.