Varlığın Metafizik Boyutuna Geçiş
Soru: Hint fakirlerinin anlattıklarına göre yoga yapan insanlarda olağanüstü haller meydana geldiği söyleniyor. Bu konuda ne dersiniz?
Cevap: Bu ve benzer meseleler üzerinde Varlığın Metafizik Boyutu[1] isimli kitapta uzunca durulmuştu. Ancak soruya ve soru sahibine hürmeten özet mahiyetinde bir şeyler söylemeye çalışayım.
Bir insanın uzun süre aç kalabilmesi, ateşi eline alabilmesi, vücuduna şiş saplaması gibi hâller değişik mahfillerde değişik şekillerde ele alınmıştır. Mesela Spritüalistler bunu tamamen ruhun gücü olarak kabul ederler. Zira ruh, maddiyat, cismaniyât ve hayvaniyâttan alâkasını kestiği nispette fevkalâde bir güç kazanır. Bazıları da bu hâlleri, insanın cismaniyetine rağmen bir hayat yaşadığı takdirde Allah (celle celâluhu) tarafından kendisine verilmiş bir mevhibe olarak kabul eder. Tasavvufçular ise meseleyi şöyle ele alırlar: İnsanın hem melekiyet hem de şeytaniyet tarafları vardır ve bunlar birbirinin rağmına gelişir. Mesela ibadet ü taat, Allah’a gönül vermek ve uhrevi âlemlerle münasebete geçmekle, insanın ruhî ve ledünnî cephesi gelişir. Ledünnî cephesi geliştiği nispette de cismanî, maddî ve hayvanî hayatla alâkası azalmış olur.
Bu tecrübeler sadece yoginin yaptığı ve yogada görülen şeyler değildir. Bu ve buna benzer hâlleri mistiklerde de görürüz. Ancak bu durum tasavvufta bizim İslâmî ölçülerimize uygun şekilde cereyan eder. Hususiyle Ahmed Rifaî Hazretlerinin tarikatında, bir yoginin yaptıklarına benzer, kişinin nefsine yaptığı eza ve cefalar vardır. Meselâ şişi alıp vücutlarının bir tarafına batırırlar. Şiş diğer taraftan çıkar ve herhangi bir kanama ve acı duyma gerçekleşmez. Yine ateşi ellerine alır, ağızlarına koyar, yüzlerine sürerler ama herhangi bir yanma hâdisesi görülmez. Normalde tabiatında yakma olan ateşin yakması gerekir ancak ateş böyle bir vücudu yakmamaktadır. Bu durum tamamen insanın belli bir âlemle rezonans olmasına bağlıdır. Haddizatında bu bir hâldir. Hâl ise o istikametteki tecrübelerle elde edilir ve bilinir.
Sözün burasında bir misal arz etmek istiyorum. Ateş içinde yanmama keyfiyeti, Seyyidina Hazreti İbrahim’in (aleyhisselâm) mazhar olduğu bir hâldir. “Biz ateşe şöyle ferman ettik: ‘Dokunma İbrahim’e! Serin ve selâmet ol ona!’”[2] âyet-i kerimesinin ifadesiyle ateş, Hazreti İbrahim’e dokunmamıştır. Cenâb-ı Hak, ateşe emir vermiş ve ateş, Hazreti İbrahim’i yakmamıştır. Ancak burada Rabbin himayesi altında olan Hazreti İbrahim’in aldığı tavır ve vaziyet çok önemlidir. Onun, ateşin içine atılacağı ve ateşin yakmayacağı safhaya kadar geçirdiği süreç, hayvaniyet ve cismaniyetten sıyrılma sürecidir.
O (aleyhisselâm) mancınığa konulmuş ve ateşe atılmayı beklemektedir. Bu sırada gökten bir melek iner ve şöyle der: “Rabbin sana selâmı var. Ferman etti, eğer istersen ateşi toz duman edeyim.” Hazreti İbrahim meleğin bu sözlerine karşılık şöyle der: “Şüphesiz ki, Rabbimin bu durumdan haberi var. O hâlde ben ne diye başkasına arzuhâlde ve şekvâda bulunayım.”
Bir müddet sonra başka bir melek gelir ve “Ey İbrahim! Ben, Rabbin tarafından rüzgârlara tayin edilen meleğim. Arzu edersen bu ateşi rüzgârla hemen kaldırıp götürebilirim.” der. Hazreti İbrahim’in (aleyhisselâm) cevabı yine aynı olur. Tam ateşe atılacağı an bu sefer Cebrail (aleyhisselâm) gelir ve ona bir ihtiyacının olup olmadığını sorar. Halilullah ona da şunları söyler: “Rabbim benim ihtiyacımı benden iyi biliyor. حَسْبِيَ اللهِ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ ‘Allah bana kâfidir, O bana yeter.”[3]
Bu, Rable çok ciddi bir yakınlığın ifadesidir. Hazreti İbrahim, ateşin bağrına düşeceği âna kadar sebepleri ayağının altına alıp çiğnemiş ve o noktada nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyet zuhur etmiştir.
Bu keyfiyeti ifade için ehl-i tasavvuf, Hallac’a ait şu menkıbeyi anlatırlar: Dostları, idamına karar verilen Hallac’ı ziyaret için hapishaneye gelirler, bakarlar ki kapılar kilitli ama Hallac ortada yok. Ertesi gün geldiklerinde bu sefer hapishanenin ortadan kaybolduğuna şahit olurlar. Üçüncü gün ise Hallac da hapishane de yerindedir. Bu hâlin sebebini sorduklarında Hallac onlara şu cevabı verir:
Birinci gün O’nu ziyarete gitmiştim. (Nesimî’nin ifadesiyle, “Mekânım lâ-mekân oldu.”) İkinci gün O, buraya tecellî etti ve hapishane yok oldu. Bugün ise ikimiz de buradayız ve ben, şeriata göre yaptığım kabahatin cezasını çekeceğim.
Evet, Hazreti İbrahim (aleyhisselâm), nefis ve enaniyet cihetiyle hayvaniyet ve cismaniyetten sıyrılmıştı ve böyle bir insana ateş dokunmamıştı. İnsanı süründüren şey hayvaniyet ve cismaniyettir. Onu sırtından atınca orada fiziğin ve kimyanın kanunları alt-üst olur. Bu, zaman akışı içinde şuna benzer: Eviniz, barkınız, yurdunuz ve yuvanızla bir sele maruz kaldığınızı düşünün. Selin kendine göre bir akış buudu, eni, uzunluğu ve derinliği vardır. Ancak birdenbire sizi bir kuvvet alsın ve selin üstüne çıkarıversin. Artık o noktada selin size hiçbir zararı dokunmayacaktır.
Aynen bunun gibi ateş, insanı belli buudlar/boyutlar içinde yakar, su da belli buudlar içinde boğar. Yine havasızlık, insanı belli buudlar içinde öldürür. Meselâ Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm), atmosferin dışına çıkarak cismaniyeti ile miraç yapar fakat havasızlığa meydan okur. Çünkü O, artık bizim buudlarımız içinde değildir. Binaenaleyh az önce ifade ettiğim gibi nasıl ki insan, ateşin yakıcılığından ve suyun boğuculuğundan korunabiliyor ise, aynen öyle de bizim buudlarımızın dışına çıkarak, Rabbiyle münasebeti veya mukaddes bildiği güç ve kuvvetle münasebeti nispetinde maddesine tesir edebilecek şeylerden kurtulmuş olur.
Bir kısım insanî latîfelerini geliştiren herkes, gayb âlemine muttali olabilir. Cenâb-ı Hakk’ın müsaade ettiği çerçeve içinde bazı şeyleri bilir ve müşâhede eder. Bu, tamamen kalbe söz dinletme ile alâkalı bir meseledir. Ve bu hususun dinle, dinsizlikle, Müslüman, Hıristiyan veya Yahudi olmakla hiçbir alâkası yoktur. Ruhun güç ve kuvvetiyle zuhurunu temin eden, onu ten kaydından kurtararak sınırsızlığa çıkaran kim olursa olsun, Cenâb-ı Hak ona bu mazhariyeti lütfeder. Ancak bir kere daha hatırlatmak isterim ki, bunlar zatında hiçbir kıymet ifade etmezler, asıl olan Cenâb-ı Hakk’ın rızasıdır.
Evet, başta da ifade ettiğim gibi bu konunun detaylarını Varlığın Metafizik Boyutu isimli kitapta dile getirmiş, tasavvuf dünyasından misaller vermiş ve hususiyle vücud-u mevhibe-i Rabbânî veya ilâhî üzerinde durmuştum. Ancak şunu tekrar ederek bu faslı da noktalamak istiyorum: Bu bir hâldir ve bu hâli tatmayan bilmez. Bu hâli yaşamayan, bast-ı zaman ve tayy-i mekân nedir bilmeyen nâdânlara gelince, onlar sadece meselenin sözünü ederler.
[1] Bkz. M. Fethullah Gülen, Varlığın Metafizik Boyutu, Nil Yayınları, İstanbul 2011.
[2] Enbiyâ sûresi, 21/69.
[3] el-Begavî, Meâlimü’t-Tenzîl 3/294.
- tarihinde hazırlandı.