Kibir İmana Engeldir
Soru: Kibrin imana engel ve ilerlemeye mâni olduğu söyleniyor. Kibirden nasıl kurtulabiliriz?
Cevap: Kibir, insanın, kendisini üstün ve büyük görmesi; hakkı olmayan yerlere kendisini lâyık görmesi demektir. İnsan ancak imanın güçlendirilmesi sayesinde kibirden kurtulabilir. Çünkü imanı güçlenen insanın gözü hakikate açılır ve o insan, ululuğun sadece Cenâb-ı Hakk’a ait olduğunu görür.
Allah Teâlâ, kudsî bir hadiste, “Kibriya ridâm, azamet ise izârımdır.”[1] buyurmaktadır. Bu mânâda kibir sahibi bir insan, Cenâb-ı Hak’la kendi hesabına nizâa giriyor, ilâhî sıfatta hak iddia ediyor demektir. Bu itibarla Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Kalbinde zerre kadar kibir olan Cennet’e giremez.”[2] buyurmaktadır. Kibir en başta imana girme hususunda inhiraf ettirici ve saptırıcı bir hastalıktır. O, iman ettikten sonra da insanın ilerlemesine mâni bir virüstür. Kibir, imanla beraber aynı yerde bulunamaz. Kibirli hiçbir insandan şimdiye kadar ehlullah çıkmamıştır. İman sahibi de olsa kibirli bir insan terakki edemez ve kendi gururunun kurbanı olur.
Bazen bir kısım meziyetlerinden dolayı halk tarafından makam-mansıp verilmiş, ancak kendisini aşamamış, hazm-ı nefs edememiş kimseler hüsnüzannın verdiği makamlara dilbeste olabilirler. Onlar, gerçekten sırtlarına giydirilen urbanın kendilerine ait olduğunu zannederler. Bu tip kimseler –hafizanallah– kayıp gidebilirler. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Kim tevazu gösterirse Allah onu yüceltir.”[3] buyurarak insanın terakkisi adına bir ölçü koymuştur. Bir kimse kendisini herkesten aşağı görüyorsa, yükselmeye namzet demektir. Üstad Hazretleri bu hakikati, “Ey enesi çifteli, kafası da kibirli! Şu mizanı bilmeli: Her adam için elbet cemiyet-i beşerde, içtimaî binada, görmek görünmek için şu mertebe denilen bir penceresi vardır. Eğer pencere kâmet-i himmetinden yüksekse, tekebbürle tetâvül edecek, uzanacak. Eğer pencere kâmet-i himmetinden alçaksa, tevazuyla tekavvüs edecek, eğilecek. Kâmillerde, büyüklük mikyasıdır küçüklük. Nâkıslarda, küçüklüğün mizanıdır büyüklük.”[4] ifadeleriyle dile getirmektedir.
Az önce ifade ettiğimiz hadisin devamında ise Allah Resûlü, “Kim de kibirlenirse Allah onu yerin dibine batırır.” buyurmaktadır.[5] Haddizatında hiç kimse kendi olarak büyük değildir. İnsan, başlangıcı itibariyle bir damla pis sudan yaratılmıştır. Sonu itibariyle ise içinde kurtların cirit attığı bir kemik yığınıdır. İnsan bu iki necaset arasında muvakkaten Cenâb-ı Hak’tan gelen tecellîlere mâkes olunca ahsen-i takvîm sırrına mazhar olmaktadır. Hadis-i şerifte geçen “tekebbür” ifadesi, sunî (kendini zorlayarak) büyük görünme demektir. Yani büyüklenen kişi zatında küçüktür. Şayet insanda bir büyüklük varsa o ancak Allah’a intisabın ve O’nunla irtibatın kuvveti ölçüsünde olur. Nitekim bir âyette, اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللهِ اَتْقٰيكُمْۜ “Allah’ın ikram ve ihsanına en çok mazhar olanınız, Allah indinde en çok takvalı olanınızdır.” buyrulmaktadır.[6]
Âyette, “Sizin en büyüğünüz” denilmeyip, “Allah’ın ikram ve ihsanına en çok mazhar olanınız” buyruluyor. İnsan, takvalı olduğu ölçüde büyüklük kazanır. Fakat bu, insanın kendine ait şahsî bir büyüklük değildir. Belki kendisini Allah kapısında bir kıtmir olarak görmesi neticesinde yine Allah’tan (celle celâluhu) gelen bir iltifattır. İnsan, bir kıtmir gibi başını Hakk’ın eşiğine koyup, –Alvar İmamı’nın tabiriyle– orada sular gibi çağlayacak, Eyyüb gibi ağlayacak ve ciğergâhı dağlayacak ki Cenâb-ı Hak da başından tutup onu kaldırsın, “Hayır, sen o değilsin, sen Benim için Beni gösteren bir mir’ât-ı mücellâsın” diyerek tekrim ve teşrifte bulunsun. Demek ki mahiyeti böyle olduğu hâlde insan yine de kibre giriyorsa onda herhangi bir dengenin varlığından söz edilemez.
Tekebbür, –az önce de ifade ettiğimiz gibi– büyük olmadığı hâlde büyüklük taslama, diğer insanları hakir görme demektir. Bir insan sunîliğe girer de yapmacık büyüklüklere talip olursa –hadisteki ifadeyle– Allah onu yerin dibine batırır. Böyle bir insan, iman sahibi olsa bile terakki edemez. Terakki edemediği gibi ötede de sürüm sürüm olur. Bu zaviyedendir ki kibir, küfrün sebeplerinden biri sayılmıştır. İçindeki büyüklük duygusunu atamayan bir insan, iman dairesi içinde değilse o daireye girme bahtiyarlığına eremez. Nitekim münafıkların lideri Abdullah İbn Übey İbn Selûl mü’min olamamıştı. O, Yahudilerle oturup-kalkan, Tevrat ve İncil’i bilen zeki bir insandı. Bütün bu özelliklerinden dolayı Medine’ye emir olmayı bekliyordu. Tam o esnada, ateş böceğine mukabil Hakiki Güneş, Medine-i Münevvere’de birdenbire doğunca yalancının mumu da sönüvermişti. İşte Abdullah İbn Übey’in hazmedememe problemi böyle başlamıştı. O, hayatının sonuna kadar da içindeki kibri yenemeyecek ve Allah Resûlü’ne karşı içten içe hep düşmanlık besleyecekti. Kibirli insan, belli bir zirveye ulaşsa bile orada kalması düşünülemez, zamanla baş aşağı gider.
Bediüzzaman Hazretleri, “Tevazua niyet onu ifsat eder, tekebbüre niyet onu izale eder…”[7] demektedir. Tekebbür, niyetle olmaz; kibir, insanın kendi ruhunda vardır ve onda huy hâline gelmiştir. O, mütekebbirdir ve büyüklük duygusuyla zehirlenmiştir. Tevazu da insanın ruhunda, fıtratında vardır ve o insan, neye malik olursa olsun mütevazidir. İnsan, kendi içinde hesabını görmüş, muhasebesini yapmış, kendi kendine karar vermiş ve “Ben, insanların en küçüğüyüm” diyebilmişse, değerini korumuş demektir. Bir gün, rastladıkları köpek yavrularının kendi aralarında güzel güzel oynaştıklarını gören talebeleri, Mevlâna’ya, “Şunlara bakın ne kadar da cana yakınlar, oynaşıyorlar” derler. Mevlâna ise bu söze şöyle mukabele eder, “Bir kemik atın da o zaman görün siz onları!” Evet, bir insanın gerçek durumunu da benliğine bir iğne saplandığında görmek lâzımdır. O bakımdan göstermelik, yapmacık bir ahlâk ile doğrudan doğruya fıtrat hâline gelmiş ahlâk birbirinden çok farklıdır.
Bu mevzuda iki insan tipi karşımıza çıkıyor. Bu insanlardan biri, iffetli değildir. Tenhada kaldığı zaman gözleriyle her tarafı tarar ve herkese bakar. Ancak yanında arkadaşları olduğunda iffetli görünüp başını öne eğer. Bu durum sunîdir, yapmacıktır. Diğer insan ise günah manzaralarına gözü kaysa bile ciddi bir pişmanlıkla kıvranıp iki büklüm olur ve “Aman ya Rabbi, hata ettim” der. Bu ise samimidir ve tabiîdir. İnsan, günaha girmiş de olabilir. Ancak suniliğe girmek, o günahtan daha büyük bir günahtır.
Evet, bir insan tekebbüre niyet etse (içinde kibir olmadığı halde büyük görünmeye çalışsa), onun yaptığı sunî, yapmacık bir tekebbür olur. Sunî olarak yapılan tekebbür (büyük görünme çabası) ise vakar kabul edilir. Yani o kimse, bir mevkinin hakkını vermek için öyle görünme mecburiyetinde kalmıştır. Meselâ bir hoca, dersini takrir ederken; bir hâkim, mahkemede hüküm verirken; bir subay, erlerin başında gerekli olan disiplini temine matuf bir tavır alırken kibir göstermiş sayılmaz, belki o meslek, o hâl ve o vaziyetin gerektirdiği vakarı izhar etmiş demektir. Bu gereklidir ve günah da değildir. Tevazu da öyledir. İnsan tevazu yapmaya niyet ederse tevazuu ihlal eder. Tevazu böyle bir insanla bütünleşmemiş demektir. Böyle bir insan hakikatte tevazu değil, kendini küçük göstererek riyakârlık yapıyor demektir.
[1] Müslim, birr 136; Ebû Dâvûd, libâs 26.
[2] Müslim, îmân 147-149; Tirmizî, birr 61; Ebû Dâvûd, libâs 26.
[3] Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/76; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, 5/140.
[4] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler s. 790-791 (Lemaât).
[5] Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/76; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, 5/140.
[6] Hucurât sûresi, 49/13.
[7] Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nuriye s. 185 (Şemme).
- tarihinde hazırlandı.