Üç Kavram: Tevekkül, Zühd ve Tevazu
Soru: Tevekkül, zühd ve tevazu kavramlarını izah edip bunların bir Müslüman için önemini açıklar mısınız?
Cevap: Tevekkül, vekil, müvekkil, aynı kökten gelen Arapça kelimelerdir. Vekil, bir işin kendisine havale edildiği kimse demektir. Mesela meclise milletvekili seçerken, bizi orada temsil etmek üzere vekil seçip işimizi ona havale ederiz. Eski ifadesiyle avukatın adı da vekildir ve ona iş ısmarlayan kişiye de müvekkil denir. Biz, vekile iş havale ederiz, o da mahkemede bizim adımıza konuşur, sair işlerimizde bize vekâlet eder, müvekkili adına tasarrufta bulunur.
Tevekkül ise iradî olarak işini Allah’a tefviz etme, O’na havale etme demektir. Ancak burada bir tekellüf mevzu bahistir. Diğer bir ifade ile tevekkül, menfaat-ı şahsiyenin yanında, menfaat-i mâneviye ve menfaat-i uhreviyeyi elde etmek için kendini biraz zorlayıp tedrici olarak işini Allah’a havale etme cehd ve gayretidir denebilir. Avukat tutan veya milletvekili seçen bir insan, işini o kişilere havale eder. Mü’min ise dünyevî ve uhrevî işlerinde her şeyi Allah’a havale eder, O’na tevekkül eder. Tevekkülün bir mânâsı da budur. İnsan kendini zorlamalı ve peyderpey o ufku elde ederek Allah’a tevekkül etmelidir. Yani bir tevekkül olduktan sonra bir daha, sonra bir daha tevekkülde bulunmalıdır. Biz bunu kelimenin karakteristik yapısından anlamaktayız.
Şer’î mânâsına gelince; tevekkül, Allah’a güvenme, takatinin fevkinde işlerin altına girerken o işleri Allah’ın yürüteceğine itimat etme demektir. Nasıl ki lokmayı ağzımıza koyarken çiğneme ve hazmetme mevzuunda işin yüzde doksan dokuzunun Allah’a ait olduğunu bilir, sadece lokmayı ağzımıza götürmekle iktifa eder ve gerisini Allah’a bırakırız, aynen öyle de takatimizin ve irademizin yettiği işleri yaptıktan sonra ötesinde Allah’a tevekkül ederiz. Evet, insan, Allah Resûlü’nün, “Deveni önce bağla sonra Allah’a tevekkül et”[1] ifadesinden hareketle öncelikle bineğini sağlam olarak bağlamalı, sonra hırsızların çalmaması için Allah’a tevekkül etmelidir. Böylece o, dünyada üzerine gelen ve belini kıran pek çok şeyden kurtulmuş olur.
Bediüzzaman hazretleri bu mevzuyu misallendirirken şöyle der: Tevekkül edenle etmeyenin misali şuna benzer ki, iki şahıs sırtlarında yükleri olduğu halde vapura binerler. Bunlardan biri, “Ben yükümü sırtımda taşıyacağım. Yere koyarsam çalarlar ve heder olur.” diyerek yükünü sırtından indirmez. Diğeri ise tevekkül ve teslimiyetinin ifadesi olarak yükünü vapura bırakır, vapuru idare eden kaptana itimat eder. Biraz sonra yükünü sırtında taşıyan kişinin takati kesilir, yorulur ve ayakları titremeye başlar. Bu durumda arkadaşı onu şöyle ikaz eder: “Yükünü sırtından indirip yere koy. Vapur senden daha kuvvetlidir, seni de, sırtındaki yükünü de götürür. Hem vapurun içinde sırtında yükünü taşımakla safdillik ediyorsun. Zaten seni de, yükünü de vapur taşıyor. Hem böyle maskara bir durumda kaptan seni görürse cezalandırabilir. En iyisi, yükünü vapura bırak ve kaptana teslim ol.”[2]
Evet, tevekkül sahibi insanla, tevekkülsüz insanın durumu bu çerçevede değerlendirmeli. Cenâb-ı Hak bizi dünyaya göndermiş ve hayata ait birçok mükellefiyeti sırtımıza yüklemiş, rızkımızı da taahhüd buyurmuştur. Bu durumda bir insan, “Benim ve çoluk çocuğumun hali ne olacak?” diyerek rızık endişesi taşırsa, hayat onun için bütünüyle bir ıstırap haline gelir ve bu kişi, Allah’a karşı cezaya sebep olabilecek bir davranışa girmiş olur.
Dinde tevekkülün mânâsı budur. Ancak tevekkül, sebepleri bütünüyle terketme değildir. Önce sebeplere riayet, daha sonra tevekkül... Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Bedir’de, bütün savaş hazırlıklarını yapmış, ashab-ı kiramı arkasına almış, harb etmeye müsait ve hazır vaziyette düşmanın karşısına çıktığı yerde ellerini açıp içini şu ifadelerle Allah’a dökmüştür: “Allah’ım! İşte ordun, işte ben, eğer bu orduyu mağlup edersen, kıyamete kadar Sen’in adını anacak kalmayacaktır.”[3] İşte bu hal, Allah›a teslim ve tevekkülün ifadesidir. Mü’min, bütün maddi şartları yerine getirdikten sonra, Allah’ın, rububiyetinde ve ulûhiyetinde “bir” olduğunu ilan mânâsında hâlis bir tevhidin ve her şeyi yaratanın Allah olduğunu itirafın ifadesi olarak Allah’a tevekkül etmelidir.
Zühde gelince; onu değişik şekillerde tarif etmişlerdir. Bu tariflerden bazıları şunlardır:
- Zühd, dünyayı tamamen terk etmektir.
- Zühd, dünyayı terk etmekle beraber, ukba arzusunu da terk etmektir.
- Zühd, dünya ve ukba arzusunu terk etmekle beraber benlikten de vazgeçmektir.
- Zühd, bir insanın, çalışıp kazanarak elde ettiği şeylerin bir anda elinden gitmesi karşısında en ufak bir teessür duymamasıdır. Bu hakikati Hz. Eyyub şöyle dile getirmektedir: “Allah’a hamd ederim ki bana vermişti, şimdi de benden aldı.”[4] Yani emanet olarak vermişti, emanet sahibi şimdi emanetini aldı. Verdiği zaman güzeldir; aldığı zaman da güzeldir.
- Zühd, insanın, dünyada elde ettiği şeylerden memnun ve kaybettiği şeylerden de mahzun olmamasıdır.
- Zühd, hem malını, hem de canını her an Allah yolunda harcayabilmektir.
Tarifleri çoğaltmak mümkündür. Ancak meseleye külli bir bakış açısıyla yaklaştığımızda zühdü şöyle de tarif edebiliriz: Zühd, dünyayı dünya cihetiyle terk etmek, ukbaya bakar cihetiyle bir mekanizma gibi işletip ahireti kazanmaktır. Yani zühd, dünyanın, insanın heveslerine bakan tarafını terk edip, ahirete tarla olma ve esmâ-i ilâhîyeye tecelligâh olma yönlerini alma demektir. Herhalde bu tarif, şimdiye kadar zühdle alakalı yapılan tariflerin hepsini içine almaktadır.
Tevazu ise; insanın yüzünün yerde olması demektir. Kelime, “وضع” fiilinden gelmektedir. Bu fiil, bir şeyi bir yere koymak, düşük, alçak, hor, hakir olmak demektir. Tevazu, şer’i mânâsıyla insanın alçak gönüllü olması, kanatlarını yerlere kadar indirmesidir. Tevazu, ruhun yüksekliğinin ifadesidir. Ruhen yüce kimseler mütevazı, ruhen denî ve aşağı kimseler mütekebbir ve mağrur olurlar. Çok defa iç âlemindeki çöküntü, yıkık-dökük olma, insanı mağrur ve mütekebbir hale getirir. Böyle bir insan, tiz perdeden konuşur ve herkesi hafife alır. Aksine ruhen yüce olan kimseler kim olursa olsun yanına gelenler için kıyam eder ve onları da insan bilirler. Bu, o kimsenin ruhundaki yüceliğin ifadesidir. Onun için Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), alçakgönüllü olma mevzuunda, “Tevazu edeni Allah yükseltir. Tekebbür edeni de Allah alçaltır.” buyurmuşlardır.[5]
Allah karşısında kendisini herkesten düşük görmeyen kimse, bir anlamda ruhen yıkık ve dökük bir insandır. Mağrur ve mütekebbir olma, aşağılık duygusunun ifadesidir. Kendisinde bir eziklik, ruh perişaniyeti, ruh sönüklüğü ve kalbsizlik olan bir kimse hep büyük görünmeye çalışır ve ellerini arkasına koyarak, mevcudiyetini hissettirme mânâsında öksürerek, gerinerek hep “Ben varım” der durur. Bu tür davranışlar hadislerde firavuna izafe edilir. Onun için, yüce duygulara ve fevkalâde hislere sahip olan kimseler herkese karşı son derece mütevazidirler. Başkalarına da söz hakkı tanırlar. Kendilerini insanlardan bir insan olarak görürler.
Bediüzzaman, hem bu mânâyı hem de hadisin mânâsını ifade ederken şöyle der: “Ey enesi çifteli, kafası da kibirli! Şu mizanı bilmeli: Her adam için elbette cemiyet-i beşerde, içtimaî binada, görmek görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. Eğer pencere, kâmet-i kıymetinden yüksekse, tekebbürle tetâvül edecek, uzanacak. Eğer pencere, kâmet-i himmetinden alçaksa, tevazuyla tekavvüs edecek, eğilecek. Kâmillerde, büyüklük mikyasıdır küçüklük. Nâkıslarda, küçüklük mizanıdır büyüklük...”[6] Zannediyorum yukarıda zikrettiğimiz hadisin mânâsının böylesine derin anlatılmış olması, asrımıza kadar çok az kimseye nasip ve müyesser olmuştur.
Hadisten ve meselenin ruhundan anlıyoruz ki, mü’minin hem Hak, hem de halk karşısındaki durumu tevazu ile ortaya çıkmaktadır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Cibril-i Emin ile otururken, hayattaki mazlûmiyet, mağduriyet ve yokluklardan içine şikâyet gibi bir şey gelir ve Cibril’e şöyle der: “Ya Cibril! İki-üç gün var ki peygamber hanesinde bir çorba pişmedi.” Efendimiz böyle der demez hemen İsrafil (aleyhisselam) iner ve şöyle der: “Allah’ın selamı var Ya Resulallah! Buyurdular ki, melik bir peygamber mi, yoksa fakir, mütevazı hayat yaşayan bir peygamber mi olmak istiyorsunuz?”
Hakikatlere aşina olan Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönlü bunlara alışıktı ve diyeceği sözü biliyordu. Bu sırada hayat-ı içtimaiyede kendisi için faydalı olabilecek şeyi seçmede melekût âleminin sultanı Cibril’in yüzüne baktı. Cibril-i Emin “Tevazu Ya Muhammed!” diyordu. Efendimiz de, “Kul bir peygamber olmayı isterim.” buyurdular.[7]
Allah Resûlü, sofrada bağdaş kurup otururlar, köle ve hizmetçilerle beraber yemek yerlerdi. O’nu daha önce görmemiş olanlar, ashabıyla otururken diğerlerinden ayırt edemezlerdi. O kadar ki, Kuba’da Efendimiz’le Hz. Ebû Bekir yanyana oturmuşlardı da, gelen bazı kimseler peygamber diye Hz. Ebû Bekir’e tazim etmişlerdi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, böyle bir yanlışlığa meydan vermemek için eline aldığı bir şeyi yelpaze yapmış ve Efendimiz’in başında sallamaya başlamıştı.[8]
Biz ise çok defa Cenâb-ı Hakk’ın kereminden lütfettiği bazı şeyleri, kendi meziyetimizmiş gibi firavunlukla sahiplenme yolunu seçebiliyoruz. Burada alçak gönüllü olan, tevazu kanatlarını yerlere kadar indirenler orada kuşlar gibi kanat çırpıp pervaz ederek cennetlere uçacaklardır. Burada bir kısım kimseleri hor ve hakir görenler, meclislerde sözü başkalarına vermeyenler ve başkalarına hakk-ı hayat tanımayanlar, orada çok rahatsız ve derbeder olacaklardır. Allah muhafaza buyursun!
Tevazu ve tekebbürle alakalı bir tabir daha vardır: Ucb. Ucb, insanın kendini, amelini beğenme manasınadır. Çok defa insan meseleye aksinden bakabilir. Bazen olur ki, kişi, hayatında çok büyük günah işlememiş, hep hasenat yapmıştır. Böyle biri amelini beğenme bataklığına düşebilir. Allah korusun, amelini beğenme, insanı baş aşağı götürür. Allah’ın kimsenin ameline ihtiyacı yoktur ve asla ucbu sevmez.
Bazen de şöyle olur: İnsan çoğu zaman salih ameller yapamadığından dolayı ümitsizliğe düşer. Tam ye’se kapılacağı anda bir kısım hasenatını düşünür. Ümitsizliği atmak için onlara bakar ve “Bunlar bana yeter” der, dolayısıyla yanlış bir yola girmiş olur. Yani tefritten, ifrata geçer. Ümitsizlik, neseb-i gayr-i sahih olarak ucbu doğurur. Mesela bir kimse, “Ne olacak benim halim, perişan ve sergerdanım” der. Sonra ya vicdanının duyması veya birinin, “Arkadaş, sen düşündüğün gibi değilsin. Maşaallah seni tanıdığımdan bu yana hep salih amel işliyorsun” demesi onu ucb çukuruna sürükleyebilir.
Tâbiûnun büyüklerinden Muhammed İbn Münkedir, sabahlara kadar ah u vah edip ağlayan bir insandır. Bir gün annesi dayanamayıp şöyle der: “A be evladım! Eğer seni kucağımda büyütmeseydim ve çocukluğundan beri seni bilmeseydim, belki bir günahı vardır da ona ağlıyor derdim. Niçin hep ağlıyor hiç gülmüyorsun?”[9] Günümüzde de böyle insanlar vardır. İşte bu kimseler de hiç günaha girmemiş olmalarına rağmen ucbe girebilirler ki o da ayrı bir hastalıktır.
Ucub, hastalıklı bir ruh hâletidir ve insanı baş aşağı götüren, amellerini yiyip tüketen bir virüstür. İnsan böyle bir hastalığa düçar olur ise, yaptığı güzel şeylerde kendisine düşen bir şey olmadığını düşünmelidir. Mesela ben şöyle düşünmeliyim: Nice akıllı kimseler görüyorum ki, Eflatun kadar zeki, Sokrates kadar sistemci, Bergson kadar iç aydınlığına sahip, Paskal kadar aşk ve vecd insanı.. benim ne liyakatim vardı ki Cenâb-ı Hak onu değil de beni Müslüman kıldı? Evvelde Allah’a ne takdim etmiştim ki karşılığında Cenâb-ı Hak bana iman nimetini verdi? Hiçbir liyakat izhar etmediğim halde Cenâb-ı Hak beni halka bir şey anlatma mevkiine yükseltti. Dereden tepeden söz ederken, halk dinledi ve sonra da bir şeyler oluyor ümidine kapıldılar?!
Bu meseleyi büyük müceddidin şu yaklaşımıyla noktalayalım: Sen kendini bir kuru üzüm çubuğu bilmelisin. Nasıl ki o şerbet tulumbacıkları üzümler, kuru bir üzüm çubuğundan beslenirler ve üzüm çubuğu o üzümlere bakıp da gururlanmaz, bunları ben taktım diyemez. Çünkü kuru bir üzüm çubuğu bu üzüm salkımına medar olamaz. Öyle de hiç ender hiç olan nefsin, kendisine takılan meziyetlerle fahirlenmeye ve kendisini beğenmeye hakkı yoktur.[10] Liyakatim vardı da benimle gösterildi demeye de hakkı yoktur. Belki şöyle demelidir: Çok fazla liyâkatliler vardı. Benim de sadece ihtiyacım vardı. Aczim ve fakrım bir dua halinde Rabbime yükseldi. O, bu dua ve ilticayı aczimin ve fakrımın ifadesi olarak kabul buyurdu da emsâlim içinde liyâkatım olmadığı halde beni de ehl-i secde kıldı, deyip nefsini hor görmeli, gururunu kırmalı ve ucbe düşmemek için elinden geleni yapmalıdır. Evet, her mü’min kendisini böyle bilmelidir.
[1] Tirmizî, sıfatü’l-kıyâme 59.
[2] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler 23. Söz, 1. Mebhas.
[3] Müslim, cihad 58; Tirmizî, tefsîru’l-Kur’ân, tefsîru sûreti’l-Enfâl.
[4] eş-Şirbînî, es-Sirâcü’l-münîr 2/519; es-Saffûrî, Nüzhetü’l-mecâlis 1/73.
[5] İbn Mâce, zühd 16; Ahmed b. Hanbel, Müsned 18/250.
[6] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Lemaât.
[7] et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 7/88.
[8] İbn Kesîr, el-Fusûl fi’s-sîre s. 117.
[9] et-Taberî, el-Müntehab s. 134.
[10] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 22. Söz, 2. Makam.
- tarihinde hazırlandı.