• Anasayfa
  • Kırık Testi - Fethullah Gülen Web Sitesi

Takvanın iki buudu

Soru: Üstad Hazretlerinin “Sanmayın ki Müslümanlar dünyayı bilmiyorlar” ifadesini ve bazı insanların bunu böyle zannetmelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Cevap: Evet, Üstad Hazretleri, “Onyedinci Lem’a”da “Ey divane baş ve bozuk kalb! Zannedermisin ki, Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki fakr-ı hale düşmüşler ve ikaza muhtaçtırlar, tâ ki dünyadan hisselerini unutmasınlar?” buyuruyor.

Müslümanların dünyayı bilmediği söylenemez. Ne var ki, onlar, dünyayı kendi akîdelerine ve Kur’ân’ın ölçülerine göre değerlendirirler. Dünya ve ahiret arasında bir denge gözetirler. Ellerindeki imkânları ahireti kazanmaya sarf ederlerken dünyadan nasiplerini de unutmazlar. Dünyanın “Esmâ-i İlâhiye”ye bakan yönünü ve ahiretin bir mezrası olması vechesini çok sever, onu sadece insanın nefsine ve şehvetine bakan yönüyle kerih görürler. Ben malûmunuz olan bu meselede uzun boylu durmayacak, başka bir hususa dikkatlerinizi çekeceğim.

Bizim dünyamızda, belli bir dönemde, tekvinî emirlerin okunması ve onların da dikkate alınması ihmal edilmiş. Takvanın çok önemli bir buudu saydığımız “tekvinî emirleri gözetme” ve “Kur’ân’dan istifade etmede de mühim bir faktör olan kâinat kitabını okuma” esaslarını iptal edince, onlara gereken değeri vermeyince kaybetmiş ve ezilmişiz. Dahası, Batı’nın muvaffakiyetini dünyayı çok iyi okumalarında ve hatta her şeyden kat-ı nazar ederek onun üzerine yoğunlaşmalarında görmüşüz. Batı’nın ilerlemesini ve başarısını, dünyaya im’ân-ı nazar etmelerine bağlamışız. Bu defa da, “Kevnî kanunları okuyacak, değerlendirecek ve onlara yetişeceğiz” demiş; ama çok garip bir şekilde, kendi elimizdeki mukaddes bildiğimiz değerleri bir kenara atarak işe başlamışız.

Geçenlerde bir tanesi –hâşâ- “Allah fay may işine karışmaz ki” diyor. Bakıyorsunuz, baştan dalâlete gidilmiş. Bir başkası, felâketli günlerimizde yazdığı bir kitapta, “Meseleleri dua ile falan halledeceğinizi zannetmeyin” diyerek ibadetle, iyi mü’min olmakla problemlerin hallolmayacağını söylüyor ve manevî dinamiklerimizi bütün bütün gözardı ediyor.

Oysa, iyi mü’min olmak çok önemli bir şeydir ve kâinat kitabını doğruca okumak ve tekvinî emirleri gözetmek de iyi mü’min olmanın bir gereğidir. Siz tekvinî emirleri okumayı, ilmî ve teknolojik gelişmeleri ele alırken, o mevzudaki ihmali giderme iddiasına girerken, beri tarafın ne kusuru var da kendi değerlerimizi tamamıyla bir kenara atıyorsunuz? Zannediyorum, karşı tarafın hokkabazlığı ve illüzyonu bizim insanımızı da tuhaf tuhaf konuşmaya sevk ediyor, çok farklı düşündürüyor.

İnanan insanlar söz ve ifadelerine dikkat etmeli. Mesela, bir onkoloğun bir hastası kansere yakalanmış, metastas olmayan yeri kalmamış. O doktora düşen, yine de kestirip atmamak, tedbirli konuşmaktır. Demelidir ki, “Esbab açısından şöyle görünüyor. Ama eskiden beri en kötü durumlarda bile söyleyegeldiğimiz üzere, Allah’tan ümit kesilmez” Evet, öyle bir durum olur ki, her şeyin bittiğini zannetiğimiz bir anda adam döner, elini kolunu sallaya sallaya geriye gelir. Temkinli, dikkatli konuşmak lâzım. Yoksa hiç farkına varmadan sebeplere te’sir-i hakikî vermiş oluruz. Müsebbibü’l-Esbab’ın güç ve kudretini her yerde ve her vesileyle hatırda tutmamız lâzım geldiği gibi, orada da hatırlamalı ve zikretmeliyiz.

Bu konuda, Cenâb-ı Hak için “müdahale” sözünü kullanmak yanlıştır; “müdahale” demek beni çok rahatsız ediyor. Çünkü, müdahale, ara sıra bir şeye el uzatma, parmak sokma demektir. Oysa, biz her zaman her şeyimizle Cenâb-ı Hakk’ın kudret elindeyiz. Hatta bu hususa iyi uyanmış bir şuur, “Biz var mıyız, yok muyuz?” meselesinin münakaşasını yapar. Mustafa Sabri Efendi, cebr-i mutavassıta dönmeden önce bile bir kitabında, Haşim Nahit’in Musa Bigiyef’i göklere çıkardığı Türkiyedeki İ’tila Yolları adlı kitabına verdiği cevapta diyor ki; “Bir mübtedînin Kaderî, Mutezilî olmaması ve bir müntehînin de Cebrî olmaması mümkün değildir,”

Evet, eğer kalbinizin atışlarında bile Cenâb-ı Hakk’ın elini görüyorsanız nasıl “ben” diyebilirsiniz ki? O kalb atışını, damarlara, adelelere nasıl bağlarsınız ki? Şimdilerde, maalesef, naturalizm ve rasyonalizm öylesine öne çıktı ki; pek çokları bir mânâda, bir ölçüde tam bir determinist gibi düşünüyor ve konuşuyor.

Az önce de ifade ettiğim gibi, tekvinî emirlerin iyi okunmaması, yani takvanın o yanının ihmal edilmesi, Müslümanların zillete maruz kalmasını netice veriyor. Bu defa da, bir taraftan Müslümanlar aşağılık duygusu içine giriyor ve başkalarını taklide başlıyorlar. Bir fasit daire oluşuyor. Bir diğer taraftan da, başkalarına söz dinletmek zor oluyor. Batılı, bize tepeden bakıyor. Sanki ilmî ve teknolojik başarı, konuşmanın minberi, mihrabıymış gibi davranıyor. O minberde değilsen kimseye bir şey anlatamazsın. Aşağıdan bağırdığın sürece, söylediğin sözler Hz. Mesih’in solukları bile olsa yukarıda kimseye tesir etmez. Bu açıdan tekvinî emirlerin iyi okunmasının zaruret ve lüzumuna inananlardanım. Bu meselede ısrar ediyorum ve Üstad’ın işaretine de fevkalâde itimadım var.

Ancak unutulan bir şey daha var ki, her şey bu dünya demek değildir. Yenik olsanız ne olur? Ömrünüz zindanda geçse ne olur? Hiç başarılı olmasanız ne olur? Hz. Zekeriyya (aleyhisselam) başarılı mı olmuş! Hz. Yahya (aleyhisselam) başarılı mı olmuş! Meseleyi sadece dünyevî başarı ve muvaffakiyete bağlamak doğru değildir. O, Allah’ın bileceği bir husustur. Biz bir imtihan dünyasındayız. Burada seni ezer, öbür tarafta cennetine kor. Ölçü, şu kısacık dünya hayatındaki üstünlük, başarı ve rahat bir hayat değildir; burayı bir tarla gibi değerlendirip ahirette cennet meyveleri dermektir.

Bu mevzuyu da, daha önce arz ettiğim bir lâtifeyle bitireyim. Yahyâ Efendi, Niyazî-i Mısrî’yi devrin padişahına şikayet edince, Niyazî-i Mısrî bir adaya sürgüne gönderilir. Belli bir süre sonra Yahya Efendi de aynı adaya sürgün edilir ve üstelik, altlı üstlü aynı binaya düşerler. Şu kadar ki, Yahya Efendi üstte, Niyazî-i Mısrî alttadır. Niyazî-i Mısrî, Yahya Efendiye, “Ne haber, sen de sürgüne geldin” deyince, beriki, “Öyle; ama ben üst kattayım” der. Bunun üzerine, Niyazî-i Mısrî de şu cevabı verir: “Ne fark eder? Tebbet de İhlâs’ın üstünde!”

Takvânın iki yönü

Allah Teâlâ'ya göre her şey çok kolaydır. Biz, esbap planında düşünmeye kalkınca her şeyi zor ve çetin görüyoruz. Bizim, özellikle de bu devirde, kalb ve ruhun dereceyi hayatına çıkmamız da ulaşılması imkansız bir hedef gibi görünüyor. Fakat, kalpler O'nun elinde. O murad buyurursa, bizi de salih kulları arasına dahil eder.

Ne var ki, bu yol çok fedakarlık istiyor, bu uğurda sabırla çalışıp çabalamak gerekiyor. Rezzâkı Hakîkî'nin bize verdiği bütün nimetleri yine O'nun rızası istikametinde sarfetmek iktiza ediyor.

Bir de bu yolun yolcusu, her zaman takvayı esas almalıdır. Tekvinî emirlere bakmada da takvadan sapmamalıdır. Takvanın bu iki yönü de ihmale gelmez. Takvanın iki yönü:

1) Teşriî emir ve nehiylere riayet; yani, dinin "yap" veya "yapma" dediği hususlarda emre imtisal etmek.

2) Tekvinî emirlere riayet; yani, Allah'ın (cc) kainatta cari sünnetine (kanunlarına) uygun hareket etmektir.

Efendimiz Aleyhissalâtü vesselâm'ın hayatı seniyyelerine baktığımızda, O'nun sebepleri gözardı etmeden, âyatı tekvîniyeyi çok iyi okuyarak, hep takva yörüngeli yaşadığını görürüz. Mesela; O, ashabına "Gece yatarken, evinizde yanan ateşi söndürünüz." buyurmuşlardır. İşte, burada ve benzeri sözlerinde sebeplere riayet edilmesini ve ateşten dolayı evde herhangi bir kazaya sebebiyet verilmemesini ifade etmişlerdir.

Allah için yemeiçme, Allah için çolukçocuk sahibi olma, Allah için işleme, Allah için başlama.. bunları ardı ardına sıralayın ve çoğaltın çoğaltabildiğiniz kadar. İşte bunların hepsini, Allah için yaptığınız; Allah adına hareket ettiğiniz zaman takva dairesine girmiş ve her yaptığınız amelde ibadet sevabı kazanmış olursunuz. Fakat "Hele bir namaz kılayım da görsünler!" "Hele bir konuşayım da nasıl konuşulurmuş öğrensinler." "Herkesten daha çok vereyim de vermek, civanmertlik nasıl oluyormuş bilsinler." dediğiniz an pek çok şeyi kaybedersiniz.

Talebin Kadar İnsansın

Soru: "Haşyet" talebi, dualarınız arasında önemli bir yer teşkil ediyor. Sizi, Cenâb-ı Hak'tan "haşyet" istemeye sevkeden mülahazalar nelerdir?

Tâlût Ordusu ve Sabır Duası

Kur'an-ı Kerim'de, Tâlût'un ve onunla beraber olan inananların Câlût ve ordusuyla karşılaştıklarında Cenâb-ı Allah'tan sabır, sebat ve nusret istedikleri anlatılmaktadır. Onların bu isteklerini içinde bulunduğumuz zaman ve şartlar açısından değerlendirir misiniz?

Tarihte ve Günümüzde Mütekebbirler

Soru: Kur’ân’da anlatılan bazı kavimlerin, kendilerine gönderilen peygamberlere her türlü eza ve cefayı reva görmelerinin önemli sebeplerinden birisinin de onların kibir ve temerrütleri olduğu anlaşılıyor. Günümüzde maruz kalınan zulümlerde kibrin rolü nedir?

Cevap: Bütün hayırların anahtarı tevazu olduğu gibi bütün şerlerin anahtarı da kibirdir. Kibir, Allah’ın yeryüzünde yarattığı aciz ve fakir bir varlık olan insanın, kendisini olduğundan büyük görmesi veya Allah’ın kendisine ihsan ettiği bir kısım kabiliyetleri sahiplenmesi ve kendinden bilmesi demektir. Gerçekte bizim var olmamız, hayata mazhar olmamız, insan olarak yaratılmamız ve bir kısım istidat ve kabiliyetlerle donatılmamız tamamıyla Allah’ın lütfudur. Şeklimiz, rengimiz, cinsiyetimiz, aklımız ve sahip olduğumuz daha başka özelliklerin hiçbiri üzerinde bizim bir dahlimiz yoktur. Bunların tamamı bize Allah tarafından ekstradan ve bidayeten verilen nimetlerdir. Pekâlâ başka türlü de yaratılabilirdik.

Kibrin Çirkin Yüzü

İşte insanın kendisine ait olmayan, kendi iradesi ve cehdiyle elde etmediği bu tür hususiyetleri sahiplenmesi ve onlarla başkalarına üstünlük iddiasında bulunması, hem Allah’a ait hakların gasp edilmesi demektir hem de O’na karşı işlenen büyük bir saygısızlıktır. Bundan daha büyük bir ayıp olamaz. Böyle bir kişinin durumunu şöyle bir misalle anlamaya çalışabiliriz: Biri size çok güzel bir elbise giydiriyor, sizi süslüyor, donatıyor. Siz de kalkıyor âleme karşı size ait olmayan bu elbiseyle caka yapıyorsunuz. İşte bu, kibirdir.

Kur’ân ve Sünnet, bir taraftan tevazu ve mahviyeti öne çıkarırken, diğer yandan da kibri ve kibirlileri kınamış, ayıplamıştır. Kibrin takdir edildiğine dair ne Kur’ân’da ne Sünnet’te ne de selef-i salihinin sözleri arasında bir şey bulamazsınız. Bunun tek istisnası, hadis diye de nakledilen bir sözde[1] geçen, mütekebbire karşı aynıyla muamele etmenin sadaka olması meselesidir. Zira burnunu dikip çalım satan bir insana karşı tevazu ve hacaletle muamele etmek, zillet olur. Böyle bir kişiye karşı konumun hakkını vermek ve izzetli olmak asıldır.

Bunun dışında kibir, sürekli kınanmıştır. Çünkü o, hem mü’min olmaya mâni hem de iman dairesinden çıkmaya sebep olabilecek büyük bir hastalıktır. Kibirli bir insanın nazarında hak ve hakikatler önemini yitirir. O, hakkı gördüğü hâlde yüz çevirir veya bir kısım mugalatalarla onu başka şekilde göstermeye çalışır. Kibirli insanın hâdiselere insafla ve hakperestçe yaklaşması mümkün değildir. Hangi gerekçeyle olursa olsun kendisini başkalarından üstün gören ve çevresine küçümseyerek bakan insanlar çoğu kez makul davranamaz ve hakikatleri olduğu gibi göremezler.

Bu tür kişiler muhataplarını yakından tanımadan, onlar hakkında yeterince araştırma yapmadan önyargılarına göre hareket ederler. Her şeyi bildiğini zanneden mütekebbirler, kolayca insanları etiketler, onları kendi düşünceleriyle tanıma yerine kendilerine göre tanımlama yoluna giderler. Bu tür insanlar bir kere zihinlerinde birilerini olumsuz bir yere koyduktan sonra da artık kolay kolay onların fikirlerini değiştirmek mümkün olmaz. Sizi hiç görmese ve sahip olduğunuz düşüncelere vâkıf olmasa bile kolayca hakkınızda yorum yapabilir ve sizi eleştirebilirler.

Onlar ister şahsi enaniyetlerinden isterse aidiyet mülahazalarından kaynaklanan kibirle, eğer size karşı koymaya karar vermiş ve sizi tenkide kilitlenmişlerse artık bundan sonra ne derseniz deyiniz, ne yaparsanız yapınız onların bu temerrüdüne mâni olamazsınız. En masum davranışlarınızı bile sorgulamaya kalkarlar. Hiç olmayacak şeylerden malzeme üretir ve bunu da aleyhinizde kullanırlar. Eleştirilerine vermiş olduğunuz cevapları bile çarpıtır, onların da içinden bir şeyler bulur ve aleyhinize kullanırlar.

Geçmişin Mütekebbirleri

Esasında Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan peygamberlerin hayat sergüzeştlerine bakılacak olursa bu tür kibir abidelerinin tarihin her döneminde yer aldıkları ve bırakalım bizim gibi sıradan Müslümanlarla uğraşmayı, kendilerine gönderilen peygamberlerle bile amansız bir mücadeleye giriştikleri görülür. Peygamberlerin, ne sahip oldukları üstün ahlâkî vasıflar, ne Allah’tan getirdikleri vahiy, ne de gösterdikleri mucizeler mütekebbirleri yola getirmeye yetmemiştir.

Mesela Hz. Nuh, kavmini Allah’a iman etmeye ve sadece Ona kullukta bulunmaya çağırdığında, kavminin elebaşları bu ulu’l-azm Peygambere şu mukabelede bulunmuşlardır: “Bize göre, sen sadece bizim gibi bir insansın, bizden farkın yoktur. Hem sonra senin peşinden gidenler toplumumuzun en düşük kimseleri, bu da gözler önünde! Ayrıca sizin bize karşı bir meziyetiniz olduğunu da görmüyoruz. Bilâkis sizin yalancı olduğunuzu düşünüyoruz.” (Hûd sûresi, 11/27) O dönemin kâfirleri, bir taraftan inananları küçük görmüş diğer yandan da Hz. Nuh’u yalancılıkla itham etmişlerdir. Söylediklerinin çehresine bakacak olursanız üzerinde “kibir” yazıldığını görürsünüz.

Aynı şekilde Hz. Hûd’un kavmi de onun çağrısına şu şekilde mukabele etmiştir: “Ey Hûd! Sen bize seni tasdik edecek açık bir delil, bir mûcize getirmedin. Senin sözüne bakarak tanrılarımızı bırakacak değiliz. Sana inanacak da değiliz. Senin için denecek tek şey şu: ‘Galiba tanrılarımızdan biri seni pek fena çarpmış!’” (Hûd sûresi, 11/53-54) Bunlar dünyanın en mantıklı ve muhakemeli insanları olan peygamberlere söylenilecek sözler midir? Sıdk (doğruluk), emanet (güvenilirlik), ismet (masumiyet, günahsızlık), fetanet (üstün bir akla ve yüksek bir mantığa sahip olma) gibi kâmil sıfatlara sahip olan, semalar ötesi âlemlerle münasebet hâlinde bulunan ve hayatlarını ilham sağanakları altında sürdüren peygamberlere, bizim naklederken bile zorlandığımız bayağı sözler söyleyen bu insanların korkunç bir kibir ve temerrüt içinde bulunduklarında şüphe yoktur.

Diğer peygamberlerin, kavimlerinin elebaşları tarafından maruz kaldıkları muameleler de bunlardan farklı olmamıştır. Onların genel tavırları, kendilerini hak ve hakikate davet eden nebilerden yüz çevirme, onlarla alay etme, onları yalanlama, hafife alma veya tehdit etme şeklinde olmuştur. Bu saygısızlık ve cüretleri sadece sözden ibaret de kalmamış, peygamberlerden kimisini taşlamış, kimisine uyguladıkları tazyiklerle normal yaşama imkânı bırakmamış, kimisini vatanından sürgün etmiş, kimisini ise öldürmüşlerdir.

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem), kavminin önde gelen inkârcıları tarafından maruz bırakıldığı eziyetler ise hepsinden daha fazla olmuştur. Mekke hayatı boyunca Efendimiz’e çektirmedikleri eziyet kalmamıştır. Bir mucize olarak bir parmak işaretiyle Kamer’i ikiye ayırması bile kavminin inadını kırmaya yetmemiştir. Onlar, bu açık mucize karşısında dahi kibirlerini devam ettirmiş ve bunun bir sihirden ibaret olduğunu söylemişlerdir. Kur’ân, onların bu mucize karşısındaki temerrütlerini şu şekilde resmetmiştir: وَإِن يَرَوْاْ ءَايَةً يُعْرِضُواْ وَيَقُولُواْ سِحْرٌ مُّسْتَمِرٌّ “Onlar her ne zaman bir mucize görseler hemen yüz çevirir ve ‘Bu, kuvvetli ve devamlı bir büyüdür!’ derler.” (Kamer sûresi, 54/2)

Müşrikler, Kur’ân âyetlerini de kabul etmemiş ve onlar için “eskilerin masalları” demişlerdi. Allah Teâlâ, onların bu temerrütlerini de şu âyetiyle bizlere anlatmaktadır: وَإِن يَرَوْاْ كُلَّ آيَةٍ لاَّ يُؤْمِنُواْ بِهَا حَتَّى إِذَا جَآؤُوكَ يُجَادِلُونَكَ يَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُواْ إِنْ هَذَآ إِلاَّ أَسَاطِيرُ الأَوَّلِينَ “Artık onlar her türlü mucizeyi görseler, yine de iman etmezler. O kadar ki yanına geldikleri zaman Seninle münakaşaya girişerek, ‘Bu (Kur’ân), eskilerin masallarından başka bir şey değildir.’ derler.” (En’âm sûresi, 6/25)

Kur’ân âyetleri, Mekke ortamında neş’et eden ümmî bir insanın bilmesi mümkün olmayan haberlerden bahsediyordu; geçmiş peygamberlerin hayatını anlatıyor, gelecekle ilgili bir kısım hâdiseleri haber veriyor, ahirete ait tabloları resmediyor ve kâinatta cereyan eden bir kısım tekvînî emirleri açıklıyordu. Fakat bütün bunlar, atalarından tevarüs ettikleri itikatlarında inat eden kibirzede kâfirler için hiçbir şey ifade etmiyordu. Dolayısıyla onlar, her hakikate bir kılıf buluyorlardı. Kur’ân’ın harikulade şeylerden bahsetmesi üzerine de küfür ve inatlarını şu sözlerle dile getirmişlerdi: أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ اكْتَتَبَهَا فَهِيَ تُمْلَى عَلَيْهِ بُكْرَةً وَأَصِيلًا “Onun söyledikleri, kendisi için yazdırtmış olduğu ve sabah akşam kendisine dikte ettirilen önceki nesillerin efsanelerinden başka bir şey değildir.” (Furkân sûresi, 25/5)

Bütün bunlar, tekebbürün, kendini büyük görme psikozunun, insanı nasıl bir temerrüde sürüklediğini gösteriyor. Hele bir de böyle bir kişi güçlü kuvvetli bir oluşuma dayanıyor ve bu da onda aidiyet mülahazası oluşturuyorsa, artık onun kibri yenilmez ve başa çıkılmaz bir hâl alır. Böyle biri öyle bir cinnet psikolojisine girer ki dışarıdan kendisine telkin edilen hiçbir hakikati kabule yanaşmaz. Bu kibriyle şeytanın çekim alanına giren birisi, her türlü maiyetten kaçar. O, ne Allah’a ne de Resûlullah’a yaklaşmak istemez.

Günümüzün Mütekebbirleri

Kibirli insanların, hak ve hakikat karşısındaki tavırları dünden bugüne böyle olmuşsa, bundan sonra da aynı şekilde olmaya devam edecektir. Bunu değiştirmeye sizin gücünüz de yetmeyecektir. Günümüzde ilhad düşüncesinin temsilcileriyle kibrine yenik düşmüş zavallılar, i’lâ-i kelimetullah yolunda koşturan adanmış gönüllere tepeden bakacak ve onların yürüdükleri yolu yürünmez hale getirebilme adına ellerinden geleni yapacak, asılsız suçlama ve karalamalarıyla onlara olmadık ithamlarda bulunacaklardır. Peygamberlere bile ağza alınmayacak iftiralar atan bu mantık, peygamber yolunun temsilcilerine ne demez ki!

İlhad, inkâr ve nifakın mantığı hep aynı olmuştur. Kendilerini başkalarından üstün ve akıllı gören bu mantıkzedeler, herkese tepeden bakmış ve kendileri gibi olmayan mü’minlere her fırsatta düşmanlık yapmayı meslek edinmişlerdir. Onlar, demagoji, diyalektik, yalan ve iftira ile saf yığınları da aldatmaktan geri durmamış ve onları sürekli kendi yanlarına çekmeye çalışmışlardır. Fakat onların bu asılsız sözlerinin ve çarpık fikirlerinin tesirinin de bir yere kadar olacağını unutmamak lazım. “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.” diye latif bir Türk atasözü vardır. Bütün söylem ve eylemlerini yalan ve iftira üzerine kuran bu tür şer şebekelerinin gerçek yüzleri de bir gün görülecektir.

Günümüzün adanmış ruhları, eğitim faaliyetlerinde bulunma, diyalog köprüleri kurma ve muhtaçlara el uzatma gibi düşüncelerle dünyanın dört bir tarafına dağılmakta ve açtıkları okullar, üniversiteler, diyalog merkezleri ve kültür lokalleriyle bu düşüncelerini gerçekleştirmeye çalışmaktalar. Bunu yaparken de kimseye ilişmeme ve kimseyi incitmeme adına olabildiğince hassas hareket ediyorlar. Kimseden herhangi bir çıkar beklentisine girmiyor, kimsenin aleyhinde faaliyette bulunmuyor, dünyevî bir kısım makamlara göz dikmiyor ve siyasete karşı hep mesafeli duruyorlar.

Hizmet gönüllülerinin genel ahlâk ve tavırları böyle olsa da maalesef onların insanlığa hizmet yolundaki bu en masumane gayretleri dahi birilerini rahatsız ediyor. Onlar, akla hayale gelmeyecek bir kısım hile ve desiseleriyle, yapılan hizmetleri engellemeye çalışıyorlar. Hâlbuki bugüne kadar yapılan bütün hizmetler ortada. Eğer bir şüphe ve tereddüt söz konusuysa, bir endişe taşınıyorsa gidilir ve yapılan hizmetler yerinde görülür; bu hizmetlere sahip çıkan insanlar yakından tanınır. Azıcık insaf ve iz’anı olan bir insanın yapacağı şey, gidip görmek, yerinde tetkik etmektir. Ne var ki mütemerrit ve mütekebbirler asla buna yanaşmaz.

Peygamber Yolunun Cilveleri

Bütün bunları niye söylüyorum? Şunun için: Bazılarının aklından, “Bizler, insanlığın hayır ve selameti adına bu kadar güzel işler yapmamıza rağmen, niçin bir kısım eza ve cefaya maruz kalıyoruz?” şeklinde bir kısım düşünceler geçebilir. Peki, Enbiya-i izam güzel şeyler yapmamış mıydı? İnsanlığın İftihar Tablosu’nun yaptıkları nelerdi? Onlar bütün hayatlarını dinî hakikatlerin tebliğ ve temsiline hasretmişlerdi. Fakat buna rağmen en yakın çevreleri tarafından tahkir edilmiş ve eziyet görmüşlerdi.

Mesela Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyelerine baktığımızda, bu şefkat ve re’fet abidesinin hayatı boyunca bilerek bir karıncaya dahi basmadığı görülür. O, hep fakir ve muhtaçların yanında durmuş, yetimlerin başını okşamış, açların karnını doyurmuş ve bütün insanlığı sevgiyle kucaklamaya çalışmıştı. Fakat buna rağmen -haşa ve kella- O’na sihirbaz, O’nun getirdiği mesaja da “geçmişlerin masalı” denilmişti. Mekke’nin elebaşları her fırsatta karşısına çıkmış ve O’nu yürüdüğü yoldan çevirebilmek için ellerinden geleni yapmışlardı. Allah’ın en sevgili kulları olan nebilere bunlar yapıldıktan sonra, bizim gibi sıradan insanlara yapılmasına şaşırmamak gerek.

Hatta, أَشَدُّ النَّاسِ بَلَاءً الْأَنْبِيَاءُ، ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ، ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ “Belânın en şiddetlisi Peygamberlere, sonra da derecesine göre diğer mü’minlere gelir.” (Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, 24/245) hadis-i şerifi, Allah yolunda yürüyen insanların bir kısım belâ ve musibetlere maruz kalmalarının kaçınılmaz olduğuna işaret etmektedir. Peygamberler bundan kurtulamadıklarına göre peygamberlerin yolunda olan ve adım adım onları takip eden sadıklar da derecelerine göre ırgalanacak, sarsılacaklardır. Peygamberlerle uğraşıldığı gibi onlarla da uğraşılacaktır. Onlardan kimi yurtlarından yuvalarından edilecek, kimi memleket memleket sürgüne gönderilecek, kimine de hapishanelerde yer hazırlanacaktır. Hatta yapılan müzakerelerde onların idam edilmeleri konuşulacak ve onların kökten kazınması adına komplolar kurulacaktır.

Bu açıdan yapılıp edilenlere bakınca bir yönüyle günümüzün mütekebbirlerinin geçmiş dönemlerdekilere nispetle daha azgın ve daha taşkın olduğu söylenebilir. Zira bunlar hiç utanıp sıkılmadan çok rahatlıkla yalan söyleyebiliyor, yerine göre takıyyeye başvurabiliyorlar. Düşmanlaştırdıkları insanları bitirme adına öyle şeytanî komplo ve planlar tertip ediyorlar ki zannediyorum bunlar ne Ebu Cehil’in ne İbn Ebî Muayt’ın ne Utbe’nin ne Şeybe’nin ne de Velid’in aklına gelmiştir. Hizmet adına ortaya konulan en masum faaliyetler karşısında dahi öyle ifratkâr bir tavır takınılıyor ki belki cahiliye asrının mütemerritleri bile günümüzdekiler ölçüsünde bir paranoya yaşamamışlardır.

Adanmışların Yolu

Fakat bütün bunlara rağmen Peygamber yolunun yolcularının, yürüdükleri yolda kararlı olmaları ve hiç duraksamadan yürümeye devam etmeleri çok önemlidir. Onlar, kendilerine yapılıp edilenlerin hiçbirine takılmamalıdırlar. Zira herkes kendi karakterinin gereğini sergiler. Akrep sokar, yılan ısırır, gül kokar, bülbül de öter. Herkes karakterinde ne varsa onu ortaya koyar. Bunun farkında olduktan sonra âlemin yapıp ettiğine küsmeye, darılmaya gerek yoktur.

Bu açıdan onlar sadece cehalete, iftiraka ve kötülüklere savaş ilan etmelidirler; yolunu sapıtmışlara, kötülere ve mütekebbirlere değil. Onların amacı kötü insanlarla uğraşmak yerine onlardaki ilhad, dalâlet, temerrüt ve kibir gibi kötü sıfatları izale etmeye çalışmak olmalıdır. Demelidirler ki, “Acaba ahsen-i takvime mazhar olarak yaratılan bu nezih ve abide varlığı dalaletten, fısk u fücurdan, kibir u gururdan nasıl sıyırabilir, onu aslî hüviyetine nasıl yönlendirebilir, ruh ve mana kökleriyle irtibatını nasıl sağlayabiliriz?” Onlar kişilere değil sadece onlardaki olumsuz sıfatlara karşı tavır belirlemeli ve bu olumsuzlukları ortadan kaldırma adına stratejiler oluşturmalıdırlar. İlim ve irfanı kullanarak, sevgi ve muhabbeti esas alarak, insanî ve evrensel değerleri öne çıkararak olumsuzluklara karşı seferberlik ilân etmelidirler.

Hizmet gönüllülerinin bütün mücadelesi bundan ibarettir. Onlar ne yapıyorlarsa bunun için yapmalılar. Asıl misyonları, Hz. Pir’in ta Meşrutiyet yıllarında dile getirdiği üzere, günün şartlarına uygun bir şekilde fakirlikle, ihtilaf ve iftirakla, cehaletle mücadele etmektir. Mâniler ne kadar güçlü olursa olsun, asla bundan geri durmamalıdırlar. Mâniaları aşma ve kandan irinden deryaları geçme mevzuunda kararlı olmalıdırlar.

Kaldı ki günümüz insanlığının çoğu itibarıyla doğruya uyanmaya başladığı, yapılan hayırlı faaliyetleri takdir ettiği de bir gerçektir. Bu açıdan ümitsizliğe düşmeye, yılmaya, sarsılmaya gerek yoktur. İnsanî değerleri yeryüzüne ikame etmek ve onlarla bir değerler abidesi oluşturmak için uyarabildiğimiz kadar vicdanı uyarmaya çalışmalıyız. Belli ölçüde bile olsa kavgasız ve çatışmasız bir dünyanın inşasıyla uğraşmalı, öldürücü korkunç silahları susturmaya ve böylece ütopyalardakine denk bir sulh ortamı oluşturmaya çalışmalıyız. Bunu gerçekleştirme adına da ciddi bir azm ü ikdamla hiçbir şeye takılmadan yürümeli, bir küheylan gibi çatlayıncaya kadar koşmalıyız.


 

[1] Zeyneddin Irakî, Tahrîcü Ehâdîsi’l-İhyâ, 5/2032; Ali el-Kari, el-Esrâru’l-Merfûa, s. 163.

Taşlaşan kalbler ve gözyaşları

Taşlaşan kalbler ve gözyaşları

Soru: Kur'an hakikatleriyle ilk tanıştığımız günlere nispeten gözyaşlarımızın kuruduğunu hissediyoruz. Bu halimiz mutlak manada kalblerimizin katılaştığının emaresi midir? Kalblerimizin yumuşaması ve gönül pınarlarımızın yeniden coşkun akması için neler tavsiye edersiniz?

Tatlı Dil ve Firavunlar

Soru: Kur'an-ı Kerim'de anlatıldığı üzere, Firavun'un bile Hakk'a çağrılması ve bu çağrının çok yumuşak bir üslupla yapılması günümüz Müslümanlarına neler ifade etmektedir?

Cenâb-ı Hak, Hazreti Musa ve Hazreti Harun'a hitaben, "Ona tatlı, yumuşak bir tarzda hitab edin. Olur ki aklını başına alıp düşünür, öğüt dinler yahut hiç değilse biraz çekinir." (Tâ Hâ, 20/44) buyurarak her şeyden önce peygamberâne bir üslubu nazara vermiş; muhatap, Firavun gibi kalb ve kafası imana kapalı bir insan bile olsa, yine de hak ve hakikati "kavl-i leyyin" ile anlatmak gerektiğine işaret etmiştir.

O günkü Mısır'ın idarecisi olan Firavun, halkını sınıflara ayıran ve İsrailoğullarını ikinci sınıf insanlar gören azgın bir zorba ve iflah olmaz bir mütekebbirdi. Kibri o seviyedeydi ki, fütursuzca " Sizin en yüce rabbiniz benim! " (Nâziat, 79/24) diyebiliyordu. Hazreti Musa'nın kavmini köleler topluluğu olarak görüyor; onları iyice zayıflatmak ve ezmek için erkeklerini boğazlıyor; kadınlarını ise diri bırakıyor ve hem kendisi hem de adamları onların iffetlerine dokunuyorlardı.

Hazreti Musa böyle bir atmosferde, ezilen zümrenin bir ferdi olarak dünyaya gelmiş; Allah'ın hususi inayet ve riayetiyle Firavun sarayında neş'et etmiş; olgunluk çağına ulaştığı dönemde bir kıptînin ölümüne sebep olduğu için Mısır'dan kaçarak Medyen'e gitmiş ve on yıl sonra Allah'ın elçisi olarak geri dönmüştü.

Hazreti Musa, vazifesi icabı ihkâk-ı hakta çok hassas bir peygamberdi. O sert ve haşin değildi; her hak sahibine hakkını vermede ve haksıza haddini bildirerek haklıyı tutup kaldırmada fevkalâde duyarlı bir nebiydi. Kuran-ı Kerim'in naklettiğine göre, Kardeşi Hazreti Harun'un yakasından tutup onu hırpalaması ve Ahd-i Atik'te anlatıldığı üzere, bir meseleden dolayı kızkardeşi Meryem'e çok acı sözler söyleyip onu sarsması, Musa aleyhisselamın hak karşısındaki hassasiyetinden dolayıydı. Genel tavrı, Firavun karşısındaki hâli, İsrailoğullarına karşı duruşu ve nübüvvet vazifesi itibarıyla donanımı tamdı; bu açıdan da, hiçbir davranışı rastgele değildi. O, yanına kardeşini alarak Firavun'un sarayına giderken davasını kime tebliğ edeceğini ve muhatabının nasıl bir zalim olduğunu da çok iyi biliyordu. Kuran-ı Kerim, " Ve lemma beleğa eşüddehü vestevâ âteynâhü hukmen ve ılmâ - Mûsâ yiğitlik çağına erip olgunlaşınca Biz ona hikmet ve ilim verdik." dediğine ve "vestevâ" kaydını da düştüğüne göre, demek ki, Hazreti Musa sadece rüşde ermemiş, aynı zamanda, tam kıvamını bulmuş ve Allah'a muhatap olabilme seviyesine ulaşmıştı.

Tatlı Dil ve Yumuşak Üslup

İşte, Hazreti Musa ve kardeşi Hazreti Harun, kendilerine senelerce tepeden bakan, İsrailoğullarına Mısır'ı dar eden ve Yüce Yaratıcı'ya açıkça şirk koşacak kadar mütekebbir olan Firavun'a giderlerken, Cenâb-ı Hak "Ona tatlı, yumuşak bir tarzda hitab edin. Umulur ki aklını başına alıp düşünür, öğüt dinler yahut hiç değilse biraz çekinir." (Tâ Hâ, 20/44) demiş; yumuşak bir üslup kullanmalarını, güzel sözler söylemelerini ve tatlı tatlı konuşmalarını emretmişti.

Cenâb-ı Allah, onları Firavun'un karşısına gönderirken "Umulur ki tezekkür eder; yani, derin derin düşünür, aklını başına alır ve öğüt dinler." diyerek, bir manada onların gönüllerine Firavun'un dahi hidayete erebileceği ümidini ekmişti. Onlara, temenni ifade eden "leyte" gibi bir edatla seslenme yerine, Arapça'da terecci edatı olarak kullanılan "lealle" kelimesiyle hitap etmişti. Yani, nefsin olmasını arzu ettiği ama daha çok imkânsız istekler ve yakınmalar için istimal edilen "leyte" gibi bir temenni edatı yerine, korkulan veya umulan bir işin, bir durumun beklendiğini ve o işin mümkün olduğunu ifade eden "lealle" edatını kullanmıştı. İlahi beyandaki bu üslup, muhatap Firavun bile olsa, yumuşak bir tavrın karşıdaki insanı yumuşatacağı ve onu da tezekküre sevk edeceği manasına geliyordu.

Tezekkür kelimesi, tefa'ul babındandır; dolayısıyla, burada bir tekellüf söz konusudur. Yani, Firavun belki hemen hak ve hakikati kabul etmeye yanaşmayacaktı ama Hazreti Musa'nın anlattıklarını mutlaka düşünecek; onu tanıdığı ilk günden itibaren o güne kadarki bütün hâl ve tavırlarını tahayyül edecek; onun doğru sözlülüğünü, iffetini ve hakperestliğini aklından geçirecekti. Firavun, tezekkürde derinleştikçe derinleşecek, hayalen gerilere doğru gidecek ve bir kere daha Musa aleyhisselamın sergüzeşt-i hayatına bakacaktı.. bakacak ve onun, hakkı olmayan bir arpaya bile el uzatmadığını, çirkin sayılabilecek hiçbir işe kalkışmadığını ve hep bir fazilet örneği olarak yaşadığını hatırlayacaktı. Dahası, üçüncü sınıf saydığı, hafife aldığı ve hep ezdiği İsrailoğullarından biri olan Hazret-i Musa'da, ezilen insanlarda genellikle var olan intikam alma hissini hiç görmediğini ve sarayda da olsa o psikolojiyle büyümesine, hep Firavun'un tafralarına, yukarıdan bakmalarına maruz kalmasına rağmen hakkaniyetten hiç ayrılmadığını farkedecekti.. Hazreti Musa'nın hayatında mutlaka kendi vicdanına da tesir edecek bir şey görecek.. ve nihayet onu karşısında bir nümune-i imtisal olarak bulacaktı. Böylece, zikir üstüne zikir, anmadan sonra bir kere daha anma, meselenin üzerinde durma, düşüncede derinleşme, hatıraları değerlendirme ve bütün bunlardan bir neticeye yürüme... onun içine de bir nevi haşyet duygusu salacaktı.

Firavun, şeytanın uşağıydı.. Firavun, ervâh-ı habîsenin çocuğuydu.. Firavun, ilk kâtil Kâbil'in torunuydu.. ve Firavun açıktan açığa Allah'a şirk koşan bir müşrikti. Fakat, Cenab-ı Allah, ona dahi yumuşak bir üslupla ve tatlı bir dille hitap edilmesini emir buyurmuştu. Kibrine rağmen muhatap alınması onun içini az da olsa haşyetle dolduracak ve Firavun, meseleleri muhavere etme zemini araştırmaya mecbur kalacaktı.

Diğer taraftan, azgın bir insan karşısında bile yumuşak bir üslup tavsiye edilmesi; mübelliğin tabiatıyla bütünleşmesi gereken o üslubun ârizi sebeplerle değiştirilmeyeceğini tembih ve muhatapları da o nezih üsluba fiilen çağrı manasına gelmekteydi. Ayrıca, Hazreti Musa'nın, bir zamanlar kendilerinden iyilikler gördüğü kimselere karşı yumuşak davranması, kavl-i leyyinle konuşması ve hususiyle onları Hakk'a çağırıp ebediyete uyarması, risalet vazifesinin yanında, hiç olmazsa ilk mülâkatta onun kadirşinaslığının da bir gereğiydi.

Hazreti Harun'un Beraberliği

Bu hadisede üzerinde durulması gereken diğer bir husus da, Firavun'a sadece Hazreti Musa'nın gitmemesi, kardeşi Hazreti Harun'u da beraber götürmesidir. Bu davranış, bazı işlerin kollektif yapılmasının daha müessir ve yararlı olacağına da bir işarettir. Hususiyle de büyüklerin ya da büyüklük taslayanların ayağına gidecek olan tebliğ erlerinin birbirlerine manevi destek olmaları ve zâhiri yalnızlığın endişelerinden kurtulmaları bakımından çok önemlidir.

İsrail kaynaklarına göre, Hazreti Harun, Hazreti Musa'dan on-onbeş yaş daha büyüktü. İnsanların psikolojilerini iyi okuyan, s öz söylemesini bilen ve duygularını rahatça ifade eden bir insandı. Hazreti Musa da onu takdir ediyor; kendisine bir yardımcı verilmesini isteyeceği zaman hemen onun adını anıyor ve Harun aleyhisselamla takviye edilmeyi diliyordu. Bazıları, onun bu isteğini ve " Kardeşim Harun'un ifadesi benimkinden daha düzgündür, onu da benimle beraber yardımcı olarak görevlendir ki beni tasdik etsin; doğrusu beni yalancı saymalarından endişe ediyorum." (Kasas, 28/34) deyişini bir kısım sebeplere bağlarlar. Bu hususla alâkalı, aslı İsrailiyâta dayalı olsa bile bizim kitaplarımıza da girmiş hikayeler anlatırlar. Mesela; bir gün Firavun'un gazabından kurtulmak için, sınanmak üzere önüne konan ateşi alıp ağzına koyduğundan dolayı Hazreti Musa'nın dilinin yandığını ve bu sebeple kısmen kekeme kaldığını naklederler ki, kanaatimce, bu kat'iyen doğru değildir. Çünkü, peygamberliğe ait vasıflardan biri de, her türlü ayıptan münezzehiyettir. Peygamberler masum, iffetli, sadık, emin ve firaset sahibi insanlar oldukları gibi, her türlü ayıptan da münezzehtirler. Onların hastalıkları bile geçici bir imtihandır, kalıcı değildir. Onlar, kendi toplumları ve çevreleri tarafından asla tiksinti duyulmayan, görenlere Allah'ı hatırlatan, herkese emniyet vaad eden ve hallerine imrenilen insanlardır. Söz, tavır ve davranışlarıyla ortaya bir beyan zemzemesi salarak muhataplarını alıp kendi ufuklarına doğru sürükleyen ve ötelere yönlendiren seçkin kullardır. Bu açıdan, Hazreti Musa'nın kekeme olması kat'iyen söz konusu değildir. Firavun'un karşısına çıkacak olan bir peygamberin, "Rabbim! Gönlüme inşirah, yüreğime genişlik ver; işimi kolaylaştır. Dilimden şu ukdeyi çöz ki sözümü anlasınlar." (Tâ Hâ, 20/25-27 ) şeklinde yakarışta bulunması ise gayet tabiidir. Nitekim, dilinde kekemelik bulunmadığından emin olduğumuz binlerce vaiz ve hatip de kürsüde ya da minberde sözlerine başlarken aynı duayı tekrar etmektedirler.

Hazreti Musa'nın, kardeşi Hazreti Harun'un belâgatını nazara vermesi ve onunla teyit edilmeyi istemesi meselesinde başka sebep ve hikmetler vardır. Mesela, Musa aleyhisselam sadece vahiy ile konuşmaya dikkat ediyor ve alışageldiği bu temkin sebebiyle vahiy haricinde konuşurken yavaş yavaş, tane tane konuşuyor olabilir. Şayet öyle ise, Efendimiz'in ümmiyeti gibi, onun bu temkini de kendisine ayrı bir derinlik kazandırıyordur. Ayrıca, Hazreti Musa bir nevi kast sisteminin hakim olduğu Firavun sarayında, Firavun'un ve çevresindekilerin tafralarıyla büyümüş olduğundan dolayı, onlara karşı konuşurken psikolojik bir ruh hâletiyle daha temkinli davranmak zorunda kalacağını, bunun da bir takım sürçmelere sebebiyet verebileceğini hesaplayarak, öyle bir psikoloji yaşamamış, Firavun'a hiç muhatap olmamış, onun tesirine hiç girmemiş, ama ona karşı sürekli bilenmiş olan kardeşini kendisine yardımcı istemesi, onun hitabetini nazara vermesi çok yerindedir ve pek hikmetlidir.

İşte, Allah'ın iki elçisi, içinde bulundukları şartları tebliğ istikametinde en iyi şekilde değerlendirince ve özellikle yumuşak bir tavırla, kavl-i leyyinle hitap edince karşı tarafı yumuşatmış ve tezekküre sevketmişlerdi. Her şeyden önce, gönül diliyle ve hal şivesiyle seslenince muhataplarının içine bir haşyet salmışlardı. O andan itibaren, Firavun onlara farklı bakmaya ve onları farklı görmeye başlamıştı. Artık onlar, Firavun'un ve çevresinin nazarlarında düne kadar kapıkulları olarak kabul edilen, hor-hakir görülen ve ezilen insanlar değillerdi. O samimi, sıcak ve tatlı başlangıçtan sonra müzakere masasının bir tarafında Firavun varsa, diğer tarafında da Hazreti Musa ve Hazreti Harun yer almıştı.

Zaten, İsrail kaynaklarında, Seyyidina Hazreti Musa Tur'dan döndüğü zaman, mübarek yüzünün bambaşka bir hâl aldığı rivayet edilir. Bir manada sübuhat-ı veche mazhar olunca, vech-i zülcemali bir insanın bakamayacağı kadar nurlanır. Onun için, Hazreti Musa, yüzüne peçe çeker. İşte Firavun, siması çok güzel, gönlü sımsıcak ve dili pek tatlı olan Hazreti Musa'ya ilk kez şartlanmışlıklarından kurtularak bakınca, onu daha başka görür ve hakkında daha farklı düşünür. Dolayısıyla, Hazreti Musa'ya en azından müzakere hakkı verir; "Seninle konuşalım, anlaşalım!" der.

Sihirbazlarla Müsabaka

Aslında, güç ve kuvvet olarak Firavun'un pes etmesini gerektirecek bir durum söz konusu değildi. O emir verse, sadece saray muhafızlarıyla bütün İsrailoğullarını kılıçtan geçirebilecek kadar kuvvetli bir orduya sahipti. Fakat, Seyyidina Hazreti Musa, Allah'tan aldığı o güçle inşiraha kavuşup azıcık mülayim davranınca, Firavun ilahi rahmetin genişliğini görmüş; başkaldırdığı ve "Tanrı benim" dediği halde Allah'ın onu da hidayete çağırması karşısında ne yapacağını şaşırmıştı. Hazreti Musa, nerede durduğunu yüzüne vururcasına konuşmamıştı onunla. Onun kibrine ve bazı çirkinliklerine muvakkaten göz yummuştu. Ahsen-i takvim üzere yaratılan her insan gibi onun cibilliyetinde de potansiyel bir fazilet ve kemal nüvesi bulunduğunu nazar-ı itibara alarak ona bir değer atfetmişti. Böylece de onu kendi zeminine çekmiş ve tesir edebileceği bir alanda karşılıklı münazaraya sevk etmişti. Diyalog kapısını aralayarak, onu insafa çağırmış; kendi duygu ve düşüncelerini ifade etme fırsatı yakalamıştı. Firavun, son bir çare olarak, Hazreti Musa'yı kendi sihirbazlarıyla müsabakaya davet etmişti.

Evet, o kadarcık bir kavl-i leyyin Firavun'u yumuşatmış, onu diyaloğa hazır hale getirmişti. Artık, stratejiyi belirleyen ve müzakerenin yönünü tayin eden Hazreti Musa olmuştu. Daha önce s ırlı bir Tûr hadisesi yaşayan, asâsının yılan olduğunu ve elinin ışık saçan bir yed-i beyzâ halini aldığını gören Musa aleyhisselam, Allah'ın inayetiyle, Firavun'un sihirbazlarını mağlup edeceğinden emindi. Bundan dolayı da, hemen bazı şartlar ileri sürdü: Yapacakları müsabaka herkesin serbestçe gelip rahatça görebileceği düz ve açık bir zeminde gerçekleşmeli ve bütün Mısır halkı olup biteni seyretmeliydi. Herkesin katılmasını temin etmek için, milletin işinin gücünün olmadığı bir bayram günü seçilmeliydi. Ayrıca, müsabaka herkesin kendini dinç hissettiği ve dipdiri olduğu bir vakitte, kuşluk vaktinde başlamalıydı; zira, düşünmek, muhakeme etmek ve isabetli karar vermek için en iyi zaman kuşluk vaktiydi.

Hasılı, bir tatil gününde, kuşluk vaktinde ve bütün halkın hazır bulunduğu bir buluşma zemininde Hazreti Musa'nın eliyle zuhur eden harikaların sihir olmadığını anlayan sihirbazlar Firavun'un tehditlerine rağmen iman etmişlerdi. Hemen herkesin hüsn-ü teveccühünü kazanan sihirbazların iman edişi, halkın çoğunluğunu da imana sevkedince "küfr-ü mutlak" kırılmış, diğerleri de en azından küfürlerinde şüpheye düşmüşlerdi. İşte, sebepler planında, böyle büyük bir muvaffakiyetin arkasında Hazreti Musa ve Hazreti Harun Efendilerimizin kavl-i leyyinle ve yumuşak bir üslupla tebliğde bulunmaları vardı.

Kendi Değerlerinize Güveniyorsanız...

Günümüzde de, inanan her insan, İslâmî edeble esasları belirlenen mü'mince üslubunu, en imânsız adamlar ve en amansız hâdiseler karşısında dahi değiştirmeden devam ettirmek zorundadır. Evet, "Tatlı dil, yılanı deliğinden çıkarır." Bu itibarla da, şayet bir kötülük karşısında öfkelenecekse, o öfkeyi dışarı vururken kullanacağı üslup da yine mü'mine yaraşır şekilde olmalıdır. Gerçi, bazı âyet-i kerimelerde inançsızlara karşı sert bir üslup kullanılmıştır. Fakat, dikkat edilirse görülecektir ki, o sert üslubun muhatabı, şahıslardan ziyade bir kısım çarpık duygu ve düşüncelerdir. Evet, Kur'an, ihkâk-ı hak gereği sesini yükseltirken, münkirlerden ve mülhidlerden ziyade, onların dile getirdikleri kâfirce düşünceleri ve mülhidce anlayışları hedef almıştır. Öyleyse, Kur'ân'dan bu dersi alan mü'minlerin de farklı davranması düşünülemez.

Dolayısıyla, bazen hoşgörü ve diyalog, bazen insanî değerleri öne çıkarma ya da evrensel değerler etrafında kümelenme, bazen de farklı anlayış, farklı inanış ve farklı düşüncelere sahip kimselerin konumuna saygılı olma unvanıyla ortaya konan faaliyetler, kat'iyen kendi değerlerimizden vazgeçme ve başkalarının değer ölçülerini aynıyla kabullenme demek değildir. Belli ölçüde saygı başka meseledir, kabullenme daha başka bir meseledir. Diyalog ve kavl-i leyyin yoluyla meseleleri müzakere sahasına çekme, başkalarını olduğu gibi kabullenmenin değil, onların konumlarına da saygılı olmanın gereğidir ve Hazreti Musa misalinde olduğu gibi, kendi duygu ve düşüncelerimizi anlatabilmenin bir vesilesidir.

Bu açıdan, öyle inanıyorum ki, başka kültürlerin temsilcileriyle bir araya gelmekten ve meseleleri müzakere etmekten çekinenler, ancak kendi değerlerinden şüphe eden mütereddidlerdir. Hazret-i Musa gibi Allah'a itimat edip elindeki mübarek asâya ve mazhar olduğu yed-i beyzâya güvenenler, karşılarına Firavun'un sihirbazları da çıksa, onların el ve ayak oyunlarıyla mağlup olmayacaklarından emin; hak ve hakikati onların ruhlarına da duyurma heyecanıyla dopdoludurlar. Şayet, siz de kendi güzelliklerinizden ve öz değerlerinizden eminseniz, onları her panayırda ortaya çıkarın ve her fuarda sergileyin.. sergileyin, zira, bazı kadirşinas insanlar arasından bunları görecek, beğenecek, çok takdir edecek ve benimseyecek kimseler mutlaka çıkacaktır.

Soru: Kur'an-ı Kerim'de Firavun anlatılırken, "O halkını küçümsedi, onlar da ona itaat ettiler. Doğrusu onlar yoldan iyice çıkmış bir toplum idi." (Zuhruf, 43/54) buyuruluyor. Bu ayeti, nâzil olduğu tarihî dönemi de gözönünde bulundurarak, hem Firavun ve kavmi arasındaki münasebetler, hem de oligarşiye dayalı dikta yönetimleri ve halk ilişkileri açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bizans hükümdarlarına Kayser, İran idarecilerine Kisra ve ilk Türk devletlerindeki yöneticilere Hakan denildiği gibi, eski Mısır'da da baştaki insana Firavun denilmiştir. Kur'an-ı Kerim'de söz konusu olan Firavun, ister modern araştırmacıların iddia ettikleri gibi, Hazreti Musa'nın doğduğu sırada Mısır'ı yöneten ve Musa aleyhisselamı sarayında büyüten II. Ramses, ister risâletle görevlendirildiği dönemde iş başında bulunan Mineftah, isterse de Mehmed Akif'in "Firavun İle Yüzyüze" şiirinde zikrettiği İkinci Amnofis olsun, o, bir ya da birkaç şahıstan ziyade, bir tipi, bir karakteri resmetmektedir. Kur'an, bize Firavun'un bahsi geçen ayetlerle Firavunî şahıs ya da toplumların en belirgin özelliklerini anlatmaktadır.

Bugüne kadar insanlık bir sürü firavuna şahit olmuştur; kendini ilâh sananlardan metafizikle alakalı her şeyi inkâr edenlere, insanları köle gibi kullananlardan onları hayvan şeklinde görenlere, din ve diyaneti hafife alanlardan düşünce ve söz hürriyetine yasak koyanlara kadar bir sürü firavun... Böyleleri, iddialarının hiçbir mantığı olmasa da, kaba kuvvet sayesinde şuursuz kitlelere pek çok isteklerini kabul ettirebilmişlerdir. Yapmayı düşündükleri işler hakkında mantık ve muhakemeye asla lüzum hissetmemiş; kuvveti hakkın önünde görmüş, her fırsatta kaba kuvvete başvurmuş ve hayallerini hep kelle alarak gerçekleştirmeyi düşünmüşlerdir.

Zorbalığın Simgesi: Firavun

Evet, Firavun, zulüm, baskı, zorbalık ve despotizmin simgesidir. O yeryüzünde kendinden başka kanun koyacak ve itaat edilecek hiçbir güç, sözü dinlenecek hiçbir kimse kabul etmez. Tarih boyunca, bazı dönemlerde tek bir şahıs, bazı devirlerde de bir topluluk, bir sınıf ya da bir klik tarafından temsil edilen Firavunluk, mutlak hâkimiyet iddiasındadır. Bu mutlak hâkimiyeti tek insanın devam ettirmesi mümkün değildir. Dolayısıyla da, Kur'an, Firavun ile birlikte "mele" adını verdiği işbirlikçilere dikkat çeker. "Mele", Firavun'un etrafındaki aristokrat sınıf, büyük sermaye sahipleri, kaba kuvvet temsilcileri, üst düzey bürokratlar, halkı idlal eden aydın görünümlü fikir adamları, heva ve heveslerinin esiri bazı sanatçılar, sözde din erbabı ve onlarla çıkar ilişkilerine girmiş kimselerden müteşekkil bir topluluktur.

İşte, "O halkını küçümsedi, onlar da ona itaat ettiler. Doğrusu onlar yoldan iyice çıkmış bir toplum idi." (Zuhruf, 43/54) mealindeki ayet de evvelen ve bizzat Hazreti Musa devrindeki Firavun'u anlatmakla beraber, ikinci dereceden bütün firavunların ruh haletlerini ve düşünce yapılarını da yansıtmaktadır. Bu ayetin metnindeki "Festehaffe kavmehu feetâûhu" beyanında "hafife aldı, küçümsedi" demek olan "istehaffe" kelimesi Arapça'daki "istif'al" bâbından seçilmiştir. Bu bâb, umumiyetle, telakki etmek, saymak ve istemek manalarını ifade etmektedir. Dolayısıyla, burada öncelikle "Firavun, kavmini küçümsedi, onları sıradan insanlar yığını ve basit halk kitlesi saydı, herbirini birer köle gibi telakki etti" manaları söz konusudur.

Bununla beraber, "istif'al" babı aynı zamanda bir tahavvülü, bir değiştirmeyi ve bir dönüştürmeyi de akla getirmektedir. Yani, Firavun, kavmini öyle ezmiş, o derece sindirmişti ki, artık hiç kimsede kendi ayakları üzerinde doğrulma ve kendi olarak isbat-ı vücut etme gücü kalmamıştı. O toplumda insana saygıdan, vicdan hürriyetinden ve evrensel insanî değerlere hürmetten bahsedilemezdi. Firavun ve çevresindekiler belli alanlar belirlemişlerdi; o alanlara göre de özel hukuk vaz' etmişlerdi. Onların koydukları kurallara –o kurallar mantık ve muhakemenin meyveleri olmasa da– herkes uymak zorundaydı. Mü'minlerin, "Allah neylerse güzel eyler" demelerine bedel, o toplum fertleri de adeta "Firavun ne yaparsa güzel yapar, ne emrederse doğruyu emreder" diyor ve Firavun'un emirlerine harfiyyen uyuyorlardı. Evet, Firavun hem onları hafife alıyor ve küçük görüyordu hem de bu küçüklük duygusunu çeşitli zorbalıklarıyla onların ruhlarına da içiriyordu. Bundan dolayıdır ki, ayet "fe etâûh" ifadesiyle devam etmektedir. Buradaki "fe" harfi, "fa-i sebebiye"dir; yani onların, küçük görülmeleri, hafife alınmaları ve küçüklüğe alışıp kölelik ruh haletine bürünmeleri sebebiyle Firavun'a inkıyad ettiklerini belirtmektedir.

Soylular ve Köleler

Haddizatında, kendini üstün görme ve başkalarını hafife alma duygusu belki çok daha eski medeniyetlere dayanmaktadır. Hint dinlerinden kaynaklandığı ve Hindistan'da doğduğu söylenen "kast sistemi" inancı, aslında, Enbiyâ-i izâmın mesajıyla iyi bir terbiyeden geçmeyen bütün insanların tabiatında vardır. Vahyin ışığına sırt dönen bütün toplumlarda havas ve avam, zenginler tabakası ve ayaktakımı sınıfı ya da soylular ve köleler şeklindeki ayırımlar mutlaka olmuştur/olmaktadır. İlahi mesajın gölgesinde nefsini dizginleyememiş kimseler bazen soya-sopa, bazen mala-mülke, bazen de şana-şöhrete bağlı olarak kendilerine bir nevi kudsiyet, bir fevkalâdelik ve bir farklılık atfetmişlerdir. Kendilerinin dışındakileri de hep ikinci ya da üçüncü sınıf vatandaş olarak görmüşlerdir. Tabiat-ı beşerde bir virüs olarak saklı bulunan farklılık ve üstünlük mülahazası, hemen her fırsatta ortaya çıkmıştır ve dolayısıyla, her dönemde bazıları kendilerini Firavun tahtına oturtmuşlardır.

Malumunuz olduğu üzere, bir dönemde "proletarya diktatörlüğü" adı altında, çalışanların oluşturduğu sosyal sınıfı hakim kılma iddialarıyla ortaya çıkanlar oldu. İnsanları bu sisteme itaat ettirmek isteyenler, sistemi oturtma bahanesiyle en korkunç silahları kullandı ve milyonlarca insan öldürdüler. Diktatörlüklerini adeta insan cesetleri üzerine kurdular. Güya, işçiler arasından gelen ve elinin emeğiyle ekmeğini kazanan kimseler idareci olacak ve böylece halk kendi temsilcileriyle yönetilecekti. Evet, belki başa geçenlerin bazıları işçilerin arasında neş'et etmişti; fakat, çok geçmeden o sistem içinde de oligarşik bir azınlık doğmuştu. Öyle ki, bunlar, daha dün beraber mücadele ettikleri yoldaşlarını bile beğenmemeye, onları istihfaf etmeye ve "Sizin payınıza düşen dinlemek ve itaat etmektir; bizi dinleyin ve itaat edin!" demeye başlamışlardı. Zamanla, o derece tekebbüre girmişlerdi ki, Allah'a inanmadıklarından dolayı kendilerini uluhiyet hakikatı yerine koyacak ya da ancak bir Peygamberin çıkabileceği mevkiyi sahiplenecek kadar haddi aşmışlardı. Aslında, denebilir ki, Allah'a ve Peygamber'e isyanlarının altında da bu farklılık ve üstünlük psikolojisi vardı. Çünkü, onların sapık düşüncelerine göre, söz konusu melekler, Peygamberler ve hatta Allah bile olsa kendilerinin üstünde hiçkimse bulunamazdı. Nitekim, "Allah'ın kulu" tabirinden dahi rahatsızlık duyan insan biliyorum ki, "Bu ifade, insanlarda emir kulu olma duygusunu gıdıklıyor" diyerek, kendisine "Allah'ın kulu" denmesine isyan eden o insanın genel duygu ve düşüncesi de diğerlerininkinden farklı olmasa gerektir.

Maalesef, günümüzde de hemen her toplumun içinde sorgulanamaz zümreler mevcuttur. Bunlar da bir nevi kast sistemine inanmakta, -hâşâ ve kellâ- kendilerini Zât-ı Ulûhiyet'in ağzından, gözünden varedilmiş gibi görmekte ve kendileri dışındakileri de tırnaktan yaratılan kimseler olarak kabul etmektedirler. Onların inançlarına göre; menşe ve mahiyeti tırnak olanlar değil, kendileri gibi gözden kulaktan yaratılmış kimseler (!) her zaman önde bulunmalı, hep onlara serfüru edilmelidir. Onlara, ister marjinal bir kesim, ister oligarşik bir azınlık, isterseniz de Kur'an'ın ifadesiyle bir "şirzime-i kalîl" deyin, nasıl anarsanız anın, onların dokunulmazlığı vardır. Bütün m ütegallipler, aldatmayı akıllılık sayanlar, teşriî masûniyete sığınan ahlâkzedeler.. tekvînî masûniyet (!) gücünü "Hak kuvvettedir." deyip sonuna kadar kullanan zorbalar.. rüşvetçiler, silah kaçakçıları, uyuşturucu satıcıları... hep onların arasındadır ama onlardan herhangi birinin suç işlediğini telaffuz edebilmek mümkün değildir. Öyle ki, hırsızlığı mârifet sayan hortumculardan birisi, şayet bu asiller (!) sınıfın üyesi ise, elinde hortum milletin kanını emerken yakalansa da, mutlaka ona mâkul bir mazeret bulur ve yiyeceklerini yine yer, yutacaklarını yine yutar.

Firavun'un Halefleri

Ne kadar acıdır ki, Firavun döneminden bugüne dek belki dört bin sene geçmiş olmasına rağmen, Enbiyâ-ı İzâm'ın nuruyla aydınlanan bazı dönemler istisna edilecek olursa, insanlığa doğru yürüme istikametinde dört adım dahi atılamamıştır.. atılamamıştır, zira, aynı Firavun düşüncesi ve benzer kast sistemi bugün de her yerde hükümfermâdır. Dahası, günümüzün tiranları Hazreti Musa dönemindeki Firavun kadar dahi müsamahalı ve demokrat değillerdir. Firavun'un diyaloğa ve müzakereye yanaştığı kadar olsun, onlarla bir meseleyi konuşmak ve kendini ifade etmek adeta imkansızdır. Bugünün despotları, kendilerini hiç olmazsa "kavl-i leyyin" karşısında azıcık yumuşak davranmaya sevkedecek insanî duygulardan dahi uzaktırlar. Doğudan batıya kadar hemen her yerde zorbalık yapan bu gaddarların gözlerinin önünde semadan kitap alsanız, ona da "illüzyon" der ve inanmaya asla yanaşmazlar. Hak ve hakikati anlatmaya ya da bir meseleyi akl-ı selimle müzakere etmeye çalışsanız, sözlerinizi hiç dinlemedikleri gibi, bir de sizi derdest edip hapse atarlar. Bu açıdan da, şahsen, günümüzün tiranlarını ilk Firavunlardan daha insafsız, daha acımasız, daha müsamahasız, daha kaba ve daha zalim görüyorum.

Gerçi, Allah'ın ipine sımsıkı sarılan, dosdoğru yürüyen ve hadiseleri iman ölçüleriyle değerlendiren hakiki mü'minler, zalim diktatörlerin hafife almaları karşısında bile çoğu zaman izzet ve iffetlerini korurlar. Çünkü, Firavun'un hükmü ancak fasık bir kavim içinde geçerliliğini sürdürebilir. Hakiki mü'minlere, haksızlık karşısında boyun eğdirmek, onları kandırmak ve sindirmek adeta imkansızdır.

Ne var ki, kaba kuvvet temsilcisi zorbalar, halk kitlelerinin aklını çelmek ve onları sindirmek için her yola başvururlar. Onların işi istihfaf ve istiz'aftır; yani, ezmek, zayıflatmak, tesirsiz kılmak, sonra da ezikliği kabul ettirerek kitleleri küçük olmaya ve küçük kalmaya alıştırmaktır. Bunu yapabilmek için her yolu dener ve her vesileyi kullanırlar; bir yandan demokrasi havariliği yaparlar, diğer taraftan tam bir diktatör gibi davranırlar; hem özgürlüklerden dem vururlar hem de herkesi köle gibi kullanırlar; işlerine gelirse din urbasına bürünürler, bunu yararlı bulmazlarsa bilim kisvesine sığınırlar; bazen başlarına bir beyaz külah geçirir, bazen de bellerine zünnar bağlarlar; kimi zaman minarelerin başında tevhidi ilan ediyor görünürler, kimi zaman da şürekâya selam dururlar... felsefe veya tasavvuf, din adamlığı veya entellektüellik, barbarlık veya uygarlık... bunlardan hangisi çıkarlarına uygun geliyorsa ona yanaşır ama mutlaka üstün ve seçkin insan olmanın nimetlerinden yararlanmaya bakarlar. Bilgi edinme yollarını ve haber ağlarını hep elde tutmaya çalışır ve onları kimseyle paylaşmaya razı olmazlar. Çoğu zaman, objektif bir araştırmaya ve doğru bir habere bile izin vermezler; gerçekleri örtbas edip kitleleri diledikleri gibi şartlandırırlar. Böylece, halkı istedikleri yönlere sürükler dururlar.

Sözün özü; psikolojik baskılar, aleyhte propagandalar, mesnedsiz isnadlar, iftiralar, hapis ve öldürme tehditleri, komplolar, türlü türlü entrikalar, çeşitli işkenceler, cinayetler ve hatta katliamlar... kendi düzenlerini sürdürebilimeleri için bütün Firavunların devamlı baş vurdukları yöntemlerdir. Adâlet, eşitlik, insan hak ve özgürlükleri onlar için hiçbir anlam taşımaz. Özellikle de günümüzde, bazı samimi insanlar tarafından adâlet, hürriyet, evrensel değerler ve insanca yaşama adına yapılan her çağrı, Firavun ve mele'i için kendi mülklerine, saltanatlarına ve hakimiyetlerine yönelik bir tehdit manasına gelir; dolayısıyla da, savunulan ve ardına düşülen onların hakları değilse, yükselen ses kime ait olursa olsun hemen boğulmalıdır. Bu açıdan, Hazreti Musa ve İsrailoğulları karşısında o dönemin firavununun tavır ve davranışları, haleflerinin yolunu da resmetmektedir. Fakat, ne hazindir ki, asırlardır içlerinde taşıdıkları hırsı ve hıncı büyüte büyüte bugünlere gelen Firavun'un torunları, hak ve hakikat karşısında ilk dedeleri kadar dahi müsamahalı değiller.

Tebliğ vazifesi ve Allah’ın koruması

Soru: Peygamber Efendimiz'e tebliğ emri verilen ayeti kerimede Allah'ın korumasından da bahsediliyor. Bu ayeti nasıl anlamalıyız?

Cevap: Ayetin meâli şöyledir: "Ey Peygamber! Rabb'inden sana indirilen buyrukları tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun. Allah seni, zarar vermek isteyenlerin şerlerinden koruyacaktır. Allah kâfirleri muradlarına erdirmez." (Mâide, 5/67)

Tebliğ pek ağır bir sorumluluktur

Her şeyden önce, tebliğ vazifesi çok ciddî bir mesuliyet ve pek ağır bir sorumluluktur. Denebilir ki, peygamberlik pâyesine yükseltilmiş ve o pâyeye uygun bir donanımla yaratılmış bir insanın varlığının gayesi tebliğdir. Bu açıdan, bir peygamber “Ben başka işler de yapayım, bu arada risalet vazifesini de yerine getireyim.” demez/diyemez. Cenâb-ı Hak, bir insana iffet, fetânet, sıdk ve sadâkat, emniyet, güzel örnek olma, istikâmet, rabbânîlik, hasbîlik, ihlâs, çok aşkın bir tebliğ kabiliyeti gibi üstün kabiliyet ve istidatlar bahşetmiş, sonra da onu peygamberlikle şereflendirmişse, bu özel bir vazife için donanmış olmayı ve o peygamberin hususiyle o iş için yaratıldığını gösterir. Her peygamber bu özel donanımın farkında olarak yaşamıştır. Belki başlangıçta az da olsa, kuşku, endişe, korku ve telaş hissi duymuşlardır. Fakat işin içine girince artık görmüşlerdir ki, -tabiri caizse- bu işten kurtulma, bir kenara çekilme imkânı yoktur. Onlar için mecburî istikamet, risalet yolunda yürümektir.

İşte âyet-i kerimede “Ey Peygamber! Rabb’inden sana indirilen buyrukları tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun.” Yani, “Senin konumun risalet konumudur. Peygamberlikle alâkalı hususların gereğini tam edâ etmediğin takdirde konumunun hakkını vermemiş olursun.” deniliyor. Âyeti böyle anlamazsak, hâşâ Kur’ân’ın kelimelerinde haşiv (lüzumsuz ve fazlalık söz) var zannederiz. Her ne kadar meâl verirken meseleyi belli kısaltma ve tasarruflarla ifade ediyorsak da âyetten asıl anlaşılması gereken “Eğer tebliğ vazifesinde bulunmazsan, tebliğini yapmamış olursun.” demek değildir; “Tebliğ vazifesinin bütün gereklerini yerine getirmezsen, konumunun hakkını, peygamberlikle donanmış olmanın hakkını vermemiş olursun.” demektir. Yani, “Sen bazı endişelerden tam tecerrüd etme ve bazı şeylere de im’an-ı nazarda bulunma konumundasın. Öyleyse, “Rabb’inin yüce adını zikret, fânilere bel bağlamaktan kurtul ve bütün gönlünle yalnız ona yönel.” (Müzzemmil, 73/8). Bu, “Seçimini her şeyi terk etmeye ve sadece Allah’a yönelmeye bağla” demektir.

Vazife mahallinin şartları

Bütün peygamberler gibi Resûl-i Ekrem (aleyhi ekmelüttehâyâ) da konumunun farkındadır. Farkındadır; ama vazife mahalli olan dünya pek müthiştir. İçinde yaşadığı toplumda ahlâk öyle bozulmuş, çirkin huylar öyle yerleşmiş, kötü tavır ve davranışlar öyle tabiat ve âdet haline gelmiştir ki, Üstad’ın tabiriyle, bu menfîlikler o toplum fertlerinin kan ve damarlarına işlemiştir. Hz. Bediüzzaman, Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) büyüklüğünü meydan okurcasına nazara verdiği bir yerde şöyle der, “Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde, büyük bir hâkim, büyük bir himmetle, ancak daimî kaldırabilir. Hâlbuki, bak; bu zat, büyük ve çok âdetleri, hem inatçı, mutaassıp, büyük kavimlerden, zahirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref edip, yerlerine öyle secâyâ-yı âliyeyi ki dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak vaz ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek çok harika icraatı yapıyor. İşte, şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere, Ceziretü’l-Arabı gözlerine sokuyoruz. Haydi, yüzer filozofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar! O zâtın o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini acaba yapabilirler mi?”

İşte o devrin alışkanlıkları sigara tiryakiliği gibi de değildi. O insanların hepsi belli kötülüklerin morfinmanı, eroinmanı, alkoliği gibi olmuşlardı. Hastalık, ayrıldıkları zaman muvazeneleri bozulacak kadar bütün bünyelerini sarmıştı. Hani uyuşturucu müptelası insanları tutuyorlar; ellerini ayaklarını bağlıyorlar; o da başlıyor çığlıklar atmaya, yırtınmaya, dövünmeye... O devirde her fert öyleydi. Alışageldikleri çirkinliklerden ayrılmak onları deli ediyordu. Allah Teâlâ, böyle bir ortamda bulunan Peygamber Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) “Sen her şeye rağmen, sana sunulan mesajları tebliğ et.” diyordu. “Bu senin konumunun gereği... Her konum kendine göre bir duruş ister. Duruşunu çok iyi ayarlayamazsan, seni o yüce konumdan mahrum ederiz.” mesajı veriyordu.

Diğer taraftan, getirdiği mesajlardan dolayı kendi kavmi, kabilesi ve en yakın akrabası bile Allah Resûlü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) düşman olmuştu. Mesela, Resûl-i Ekrem küçük yaşlarında Ebû Leheb’in evine gitmiş, hem Ebû Leheb hem de eşi Ümmü Cemil, Efendimizi kucaklarına almış, sevmiş, omuzlarına koymuş, cariyeleri Süveybe’den süt emzirtmişlerdi. Fakat peygamberliğini ilan ettiği zaman Ebû Leheb ve eşi “eleddi hisam (en azgın düşmanlar)”dan olmuşlardı. Fert planında böyle olduğu gibi, kabile ve ülke planında da Efendimizin etrafı düşmanlarla çevrilmişti. Dünyanın en güçlü devletleri bile meseleyi sezdikçe o işin karşısına çıkmışlardı. Çok erken bir dönemde, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) daha hayattayken, Bizans ordusu Medine’nin kapılarına kadar gelmişti.

Evet, içten ve dıştan mütedahil daireler halinde, çok korkunç düşman halkaları vardı onun etrafında. Bunların hepsinin stratejileri farklı, düşmanlıkları farklı, komploları farklıydı. Bir yerde Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) mübarek başına taş atıyorlar, bir yerde yemeğine zehir koyuyorlar, bir başka yerde kılıçları onu öldürmek için biliyorlar, akla hayale gelmeyecek komplo ve suikastlar hazırlıyorlardı. İşte, etrafı düşmanlar ve düşmanlıklarla çevrilmiş bir insan için asıl kaynağından bir teminat yerinde olacaktı. “O, teminata ihtiyaç duyuyordu.” demedim, bunu özellikle ve kasden söylemedim. “Böyle bir teminat zaruretti.” de demedim. Çünkü Efendimizin mübarek yapısı bunları aşmaya müsaitti. Allah’ın izin ve inayetiyle, Allah’a (celle celâluhû) tevekkül ve teslimiyetiyle o bütün menfîlikleri aşabilirdi. Fakat Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) bir iltifat ve tesliye olarak “Allah seni, zarar vermek isteyenlerin şerlerinden koruyacaktır.” (Maide, 5/67) buyurulmuştu.

Ve âyetin müjdesi

Bu âyet müjde ediyordu ki, “Sen vazifeni yap, başkaları endişe duyabilirler, ama sen endişe etmemelisin. Allah’ın, seni koruyacağına dair vaadi var. Sana el uzatmak, kötülük yapmak isteyenlere karşı Allah bütün yolları tıkar. Sana ulaşamaz düşmanların. Sana kötülük niyetiyle gelenler düz yollarda şaşırırlar. Allah seni ins u cinnin şerlerinden koruyacaktır.” Evet, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) zaten tevekkül içindeydi. Onun teslimiyeti tamdı. Hatta o tefviz ufkunda dolaşıyordu. Cenâb-ı Hak sika adına ona, “Sen esbâbın bütün bütün geçersiz kaldığı yerde bile Rabb’inin seni yalnız bırakmayacağı mülâhazasına sımsıkı sarıl” dedi ve onda sika duygusunu tetikledi. Ve “sika kahramanı” olan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bu âyetin nüzulünden sonra, daha önce geceleri çadırını bekleyen sahabe efendilerimizi dahi aramaz oldu.

Rabb’ine karşı itimat ve güveni o kadar tamdı ki… Hicret sırasında mağaradan çıkıp Medine tarafına gittikleri vakit, Kureyş’in reisleri, mühim bir ücret mukabilinde, Sürâka isminde gayet cesur bir adamı göndermişler; takip edip Efendimizi (sallallahu aleyhi ve sellem) ve yanındakileri öldürmeye çalışmasını istemişlerdi. Resûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, Ebû Bekr-i Sıddık ile beraber mağaradan çıkıp giderken Sürâka’nın geldiğini görmüşlerdi. Hz. Ebû Bekir, Peygamberimize (sallallahu aleyhi ve sellem) zarar gelmesinden endişe etmişti. İşte o anda Resûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm mağarada, kendisini takip edenler girişe kadar gelip az eğilseler görebilecek kadar yaklaştıkları anda dediği gibi, “Tasalanma! Allah, bizimle beraberdir’ ” (Tevbe, 9/40) demişti. Sürâka’ya bir bakmış; o anda Sürâka’nın atının ayakları yere saplanıp kalmıştı. Sürâka, tekrar kurtulmuş, yine takip etmiş; ama atının ayakları yine saplanmış ve saplandığı yerden de duman gibi bir şey çıkmaya başlamıştı. O vakit anlamıştı ki, ne onun elinden ve ne de kimsenin elinden gelmez ki ona ilişsin. “El-aman!” demiş; Resûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm da aman vermiş ve “Git, öyle bir şey yap ki başkası bizi takip etmesin” demişti:

Efendimiz (sas) ve peygamberlik davasının vârisleri

Aslında Cenâb-ı Hakk’ın Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatında gösterdiği her şey, kıyamete kadar dava-yı nübüvvetin vârisleri için de birer örnek ve daima müracaat edilecek bir misaldir. Kur’ân-ı Kerim’de diğer enbiya-i izamın hayatlarından değişik tablolar birer örnek olarak gösterilmiştir. Meselâ, Mümtehine Sûresi’nin dördüncü âyetinde meâlen şöyle denilmektedir: “İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda size güzel bir örnek vardır. Hani onlar hemşehrilerine şöyle demişlerdi: ‘Bizim, ne sizinle, ne de Allah’tan (celle celâluhû) başka ibadet ettiğiniz şeriklerinizle hiçbir ilişiğimiz kalmamıştır. Siz Allah’ın (celle celâluhû) tek İlâh olduğuna inanmadıkça, biz sizi reddediyor, bizimle sizin aranızda ebedî olarak düşmanlık ve nefret meydana geldiğini ilan ediyoruz’ Ne var ki İbrahim’in babasına ‘Senin için Rabb’imden mağfiret dileyeceğim. Bununla beraber, Allah’ın senin hakkında dilediği hiçbir şeyi önlemem mümkün değildir’ demesi başka. Onun ve beraberinde olanların duası şudur: ‘Ey Yüce Rabb’imiz, yalnız sana güvenip dayandık, sana yöneldik ve sonunda da senin huzuruna varacağız!’ ” (Mümtehine, 60/4) Hz. İbrahim ve ashabının hali, Ashab-ı Kehf’inki gibi bir baş kaldırma, küfre karşı bir tavır ortaya koymadır. Daha pek çok âyette bu türden örnekler vardır ve onlar sayesinde mü’minlere belli yol işaretleri gösterilmektedir.

Fakat o peygamberlerin sergüzeşt-i hayatlarını isabetli anlayabilmek ve onları doğru değerlendirebilmek için Hakikat-ı Ahmediye çok iyi bilinmelidir. Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) temsili “gez-göz-arpacık” gibi kabul edilip meseleye o zaviyeden bakılmazsa diğer peygamberlerin hayatları vesilesiyle verilen örnekler de doğru anlaşılamaz. Mesela, Hz. Musa’nın kaçması çok farklı yorumlanabilir. Fakat Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) ve onun mübarek temsili “gez-göz-arpacık” gibi kullanılır ve ancak bir hicret penceresinden o kaçışa bakılırsa mesele doğru anlaşılır. Seyyidinâ Hz. Davûd’u doğru yorumlama da, Seyyidinâ Hz. Mesih’i yanlışsız okuma da o sayede olur.

Öyleyse bizim için Hz. İbrahim, Hz. Nuh, Hz. Salih (aleyhimüsselâm) efendilerimizin hayatında çok önemli dersler vardır. Fakat bizim, bu derslerin âdeta bir dantela gibi işlenmiş olmasını, ruhumuz, vicdanımız, hissimiz, bütün zâhir ve bâtın lâtifelerimizle kabul etmemiz ve onları doğru değerlendirmemiz Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) kaneviçesini bir model olarak kullanmamıza bağlıdır. Bu açıdan bizim için, isterseniz eski mantıkçıların sözüyle diyeyim, evvelen ve bizzat, birinci dereceden örnek, muktedâ bih ve rehber-i ekmel Hz. Muhammed’dir. Ondan sonra diğer peygamberlerden de dersimizi alırız; ama onun vasıtasıyla alırız. Yani, aramızda o vardır. Onun yorumuna, onun seslendirmesine göre onları değerlendirir ve onlardan istifade ederiz.

Evet, sözü tekrar esas mevzumuza getirecek olursak, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bizim için bir örnektir. Tebliğ vazifesini yaparken Allah’ın korumasına mazhar olması yönüyle de bizim için bir misaldir. Eğer biz de kendimizi bazı kimselere bir şeyler anlatma konumunda hissediyorsak, belli ölçüde de olsa bize verilmiş bir kısım nimetlerin farkındaysak, işte bu farkındalığın hakkını vermemiz lâzımdır. Mesela, siz güzel konuşuyorsunuz. Yani, maksadınızı din-i mübini seslendirme adına çok rahatlıkla ifade edebiliyorsunuz. Bir arkadaşınız da kalemi eline aldığı zaman, makâsıd-ı ilâhîyeye uygun şekilde, duygu ve düşüncelerini kelimelere dökebiliyor; çok rahatlıkla yazabiliyor ve hüsn-ü kabul de görüyor yazdıkları. Şimdi bunlar birer ilk mevhibedir. İlk mevhibeler, Allah’ın lütfu ve ihsanıdır. Bu ilk mevhibeler kendi nev’inden şükür ister; bu şükür de anlatma, yazma, ifade etme ve böylece nimetleri sergileme şeklinde olacaktır. Ve dolayısıyla şöyle böyle donanımınız varsa, o donanımınızla siz de kendi konumunuzun hakkını vermeye çalışıyorsanız, sizin de bazı kimselerden kötülük görmeniz her zaman mümkün ve muhtemeldir.

İşte, Üstad’ın “Kardeşlerim, biz inayet altındayız; Allah’ın izni ve keremiyle onların elleri bize ulaşamayacaktır” dediği gibi, siz vazifenizi hâlisâne yapmaya çalışırsanız Allah (celle celâluhû) sizi de eşrârın şerrinden, kötü niyetlilerin entrikalarından siyanet edecektir. Bu koruma vaadi, Efendimizi (sallallahu aleyhi ve sellem) “sika”ya ulaştıran bir iltifat olarak telakki edilmesine karşılık, bizim için tam bir teselli kaynağıdır, çünkü bizim ona ihtiyacımız var. Biz öyle bir teselli ve koruma sözüne muhtacız. Ne ölçüde muhtacız? Tam tevekkülü elde etme, teslimiyete ulaşma adına muhtacız. Çünkü biz zayıfız. Donanımımız, Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) katlandığı o büyük sıkıntılara, dert ve çilelere katlanmaya müsait değil.

Bakın o hususî donanımlı “İnsanlığın İftihar Tablosu”na... Gavres isminde cesur bir kabile reisi, kimse görmeden, tâ onun yanına kadar gelerek, elinde kılıç, Resûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma, “Şimdi seni elimden kim kurtaracak?” diyor. Âdeta kâinatı ihtizaza getiren bir ses duyuluyor: “Allah!...” Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem), cesareti ve mehîb sesi karşısında Gavres, iki omzu ortasına gaibden bir darbe yemiş gibi kılıç elinden düşüyor, yere yuvarlanıyor. Allah Resûlü, kılıcı eline alıyor ve “Ya şimdi seni benden kim kurtaracak?” diyor. Ama onu cezalandırmıyor, affediyor. O adam kabilesinin yanına gidince herkes hayrette kalıyor. “Ne oldu sana? Niçin bir şey yapamadın?” diyorlar. O şöyle cevap veriyor: “Ben şimdi insanların en hayırlısının yanından geliyorum” Evet, bir insanın güçlü olduğu zaman affedici olması çok mühimdir. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) güçlü olduğu anın hakkını da veriyor. Elinde güç ve güce ait imkânlar olmadığı zaman da “Asıl Güç Kaynağı”na dayanıyor. Hemen “Lâ havle velâ kuvvete illâ billah” cephanesini harekete geçiriyor.

İşte bu hâdise de gösteriyor ki, onda tevekkülün çok çok üstünde bir sika ufku vardı ve söz konusu âyet onun için sika ufkunda bir beyandı. Ama onu, bizim için tevekküle bir çağrı sayabilirsiniz. “Allah’a tevekkül edin, korkmayın. Allah kefil olarak size yeter. Yardımcı arıyorsanız Allah size yeter. Dost isterseniz Allah yeter” demektir. Evet, biz de Allah’ın (celle celâluhû) ihsan ettiği ilk mevhibeleri iyi değerlendirir, sorumluğumuzu yerine getirirsek mutlaka bizim önümüze de engeller konacaktır. Dert, sıkıntı, çile ve mukaddes ıstırap bu yolun kaderidir. Fakat unutmamalıyız ki, biz Allah’ın görüp gözetmesi altındayız; onun inayet, riayet ve kilaeti altındayız. Elverir ki biz, ona karşı itimadımızı tam tutalım. Bir de, o riayet çerçevesi içine girme konumunu koruyalım. Yani, eğer özel bazı kimseler oraya alınıyorlarsa; mesela vefalılar, sadıklar, tebliğe kilitlenmiş ve adanmış insanlar, günaha karşı tavır koymuş babayiğitler o daire içine alınıyor, onlara siyanet, inayet, riayet ve kilaet vadediliyorsa; biz de o vasıfları üzerimizde bulunduralım. Eğer o mevzuda başımıza bir şey geliyorsa; hıfz-ı ilâhîyi görmüyor, hissetmiyorsak; o bizim kusurumlarımızdan, olmamız lâzım geldiği gibi olamayışımızdandır. Zırhımızda bir delik açıldığından, temrenimiz kırıldığından, sadağımızda ilâhî inayeti avlayacak bir ok kalmadığındandır.

Bu açıdan iki şeye çok dikkat etmemiz lâzımdır: Birincisi, o daire-i kudsiye içine girebilmek, yani, ihlâs dairesi içinde ihlâslılar, sadıklar, vefalılar ve adanmışlarla beraber olmak; ikincisi, Allah’a (celle celâluhû) çok güvenmek, çok itimat etmek ve üzerimize düşen vazifeyi mutlaka yapmak.

Bediüzzaman Hazretleri, sohbetimize mevzu olan ayet-i kerimenin Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Kur’ân’ın mucizelerinde olduğunu ifade eder. Bu faslı da şimdilik, onun sözlerine kulak vererek bitirelim: “Evet, Resûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm çıktığı vakit, değil yalnız bir taifeye, bir kavme, bir kısım ehl-i siyasete veya bir dine, belki umum padişahlara ve umum ehl-i dine tek başıyla meydan okudu. Hâlbuki onun amcası en büyük düşman ve kavim ve kabilesi düşman iken, yirmi üç sene nöbettarsız, tekellüfsüz, muhafazasız ve pek çok defa suikaste maruz kaldığı halde, kemâl-i saadetle, rahat döşeğinde vefat edip Mele-i Âlâya çıkmasına kadar hıfz ve ismeti, “Allah seni, zarar vermek isteyenlerin şerlerinden koruyacaktır” (Maide, 5/67) âyetinin ne kadar kuvvetli bir hakikati ifade ettiğini ve ne kadar metin bir nokta-i istinad olduğunu, güneş gibi gösterdi.”

Tecdit–teceddüt ya da yenilenme ve yenileşme fantezisi

Tecdit ve teceddüt hakkında değişik zamanlar değişik vesilelerle düşüncelerimi dile getirmiştim. Her şeyden önce tecdit/yenileme ameliyesi tarihi geçmişimizde mevcut olan bir şeydir. Tecdit hareketleri, tecdit dönemleri bu süreci ifade için kullanılan terimlerdir. Tecdit, yenileme işini gerçekleştiren müceddidin hem kendini hem de toplumu yenileme hamlesine verilen isimdir ve bu tecedütten yani yenilenmeden hatta yenileniyor görünmeden -ki ben buna yenilenme fantezisi diyorum- bütün bütün farklıdır.

Ebu Davudun Süneninde Allah Rasulü (sav) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor: "İnnallâhe yeb'asü li hâzihi'l-ümmeti alâ ra'si külli mieti senetin men yüceddidü lehâ dînehâ - Her yüz senede bir, bu dini tecdid edecek bir insanı Allah gönderir." (Ebu Davud, Melâhim, 3740) İslam alimleri hemen her asırda bu hadisin mana ve muhtevası üzerinde ısrarla durmuşlardır. Hatırladığım kadarıyla en ciddi ve en geniş duran İmam Suyuti, ondan sonra da İmam Rabbani Hazretleridir.

Hadiste geçen ba's tabirini hadisin umumi muhtevasını nazara alarak şöyle yorumlamak uygun olur zannediyorum: Allah dipdiri bir insanı ölü bir toplum içinde neş'et ettirir ve onun eliyle o toplumu yeni bir dirilişe mazhar kılar. Bu diriliş bazen geniş bazen de dar alanlı olur. Nitekim İnsanlığın İftihar Tablosu'nun irtihal-i dâr-i bekâ buyurmasından günümüze kadar bütün tecdit hareketlerine bakıldığında bazılarının dar, bazılarının çok geniş olduğunu görürsünüz.

İlk müceddid kimilerine göre Hazreti Ebu Bekir'dir. Ben şahsen bu görüşe katılmıyorum. Hatta bu yaklaşımın gereksiz bir inat uğruna, başka birine müceddid dememek için ortaya konduğunu zannediyorum. Esasen Hazreti Ebu Bekir'in vazife yaptığı dönem Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem'in yeni vefat ettiği bir dönemdir. Sahabe aynı sahabe, toplum aynı toplumdur. Bu açıdan Hazreti Ebu Bekir'in yenileyeceği bir şey yoktur. Onun için Hazreti Ebu Bekir'e müceddit demek yerine "Allah Rasulü'nün (sav) getirdiği dinî esasları bütün yeniliği, taraveti, halaveti ve canlılığı ile korumuştur; eskilerin ifadesiyle, çok iyi derpiş etmiş birisidir." dense daha doğru olur. Hulefa-yi raşidin arasında illâ birine müceddit denecekse bence o Seyyidinâ Hazreti Ömer olmalıdır. Fakat genel kabul ilk müceddidin Ömer bin Abdülaziz olduğudur. O, iki buçuk sene süren iktidarında, kendinden önceki, Haşimilere ve Efendimiz'in ehl-i beytine karşı olan Emevi hıncını, kinini, nefretini durdurmaya calışmış, dinin haysiyet ve onuru için mücadele etmiş bir insandır. Minberlerde Hazreti Ali dahil Raşid Halifelerin adlarının okunmaz hale geldiği o dönemde her Cuma minberden "İnnallâhe ye'müru bi'l-adli ve'l-ihsani..." ayetini okuyup adalet, istikamet ve ihsanla hareket etmiş ve devlete bütün suiistimallerin önünü tıkayan bir yapı kazandırmıştır. Öyle ki Velid döneminde onbin dinar alan halasının tahsisatını bile kesmişti Ömer b. Abdulaziz. "Yeğenim, onbin dinar alıyordum, sen kestin bunu!" diyen halasına, "Halacığım!" diyor, "Nereden bulup vereyim? Hazinenin –ki milletin malı- durumu ortada. Bu durumda iken ben sana on bin dinar veremem ki!" Sonra da her zaman yaptığı gibi kalkıp biraz zeytin yağı getiriyor biraz da ekmek ve "Halacığım biraz yemek istemez misin?" diyor ve ekmeği yağa banıp yiyor. Tefessüh etmiş bir devlete zühd, yeniden Muhammedî bir ruh kazanma düşüncesini getiriyor. Onun döneminde insanlar ilk defa resmen "hadis tedvin"ine açılıyorlar.

Daha sonraları sırasıyla olmasa da müceddit olarak İbn Süreyc, İbn Dakiku'l-Îd, İmam Gazzali, Fahruddin Razi, İmam Nablusi, İmami Rabbani sıralanıyor. Bunların umumiyet itibariyle mücedditlikleri İslam alimleri tarafından kabullenilen insanlar. Yoksa mücedditler elbette bunlarla sınırlı değil. Evet bu isimlerin hepsi çeşitli zamanlarda dar ya da geniş alanlı tecdit hareketlerinin öncülüğünü, temsilciliğini yapıyorlar. Bu faaliyetlerle insanlar dini yeniden, bir kere daha taptaze semadan inmiş gibi bütün taravetiyle duyuyor ve hayata taşıyorlar.

Değişik zamanlarda ifade ettiğim gibi aslında herkes hem de her sabah gözlerini açarken yeni bir günün idrakiyle, dinini yeniden bir kere daha duyması lazım. Bugünkü ruhta, kalpte, histe duyulan din dünkü olmamalı. Yarın da bugünkü olmamalı. Öbür gün de yarınki olmamalı. Her gün ama her gün farklı olmalı. Böylece Zat-ı Uluhiyeti farklı delillerle vicdanınızda duymalısınız. Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellemin: "İki günü müsavi olan aldanmıştır." beyanı bu açıdan çok önemlidir. Buna göre iki günü eşit olan inanç mevzuunda da, İslam mevzuunda da, ihsan mevzuunda da aldanmıştır.

Bir misalle açalım: insan hayatı boyunca bir minareye tırmanıyor gibidir ve öyle olmalıdır. Minarenin şerefesine ulaştığı an ise onun ölüm anıdır. Onun için insan şerefeye ulaşıncaya kadar sürekli hep bir basamak merdiven atlamaya bakmalıdır. Hep daha yukarı, daha yukarı, daha yukarı demelidir. Bir başka tabirle o bir "hel min mezid" kahramanı, devamlı araştıran, ilerleyen, tahkikatta bulunan, ilimde, fikirde, marifette derinleşen, ama bir türlü doyma bilmeyen bir yolcu gibi olmalıdır. Tıpkı Ayetü'l-Kübra'daki seyyah gibi. Çünkü bizim bu tür yenilenmeye ihtiyacımız var. Herkesin, ilim erbabının da, erbab-ı tarikatın da ihtiyacı var.

Burada bir hakikatin unutulmaması lazım: dini duygu, düşünce ve pratiklerimiz de her şeyin aslına yani dinin temel kaynaklarına, edille-i şer'iyyenin esaslarına dayansa da -ki bunlar Kitab, Sünnet, bir manada icma, bir manada fukahanın hâlisane yaptığı içtihatlardır- şartların ve konjönktürün meseleyi sunma açısından müessiriyeti de inkar edilmemeli. Zira şartlar ve konjönktür insanın üslubuna aksettiği gibi insanın karakteri, tabiatı ulaşılan sonuçlarda ciddi rol oynar. Mesela teknolojik gelişmeler müceddidin dimağını etkiler. Dolayısıyla müceddit kendi çağının davetçisi, ya da bir "nezir-i üryan"ın her çağdaki izdüşümüdür.

Teceddüte gelince; yenilenme fantezisi, yenilenme havası içinde bulunma tekellüflü tevillerle bir farklılık ortaya koyma, kendini alemden farklı olarak ifade etme çabasıdır. Yabancı bir kelimeyle ifade edilecekse "reform" ya da "reformasyon"dur teceddüt. Asıl-fasıl ayırd etmeksizin dinin bütün meselelerini yeniden gözden geçirme, çağa uydurma gayretidir. Problemleri çağa ve insanlara değil de Kur'an'a yükleme, Efendimiz'e izafe etme söz konusudur. Güya temel nasslarda yapılacak oynamalar ile problemler ortadan kalkacaktır. Mesela, Kur'an'ın asıl hedefi güzel ahlak, insan ve toplum hayatının disipline edilmesidir. Namaz, neden ve niçin demeden insanların Allah'a yaptığı kulluğun adıdır. Hayatı disipline eder, insanın güzel ahlaka ulaşmasını sağlar. Ama bu çağda farklı şekillerde de kulluk yapılarak aynı sonuca ulaşılabilir, illâ namaz olması şart değil. Oruç yerine farklı bir diyet ikame edilebilir. Zekat ve hacca bedel başka şeyler devreye girebilir. Ve daha nice ipe sapa gelmez, hiçbir akli ve dini temele dayanmayan düşünceler...

Şimdi bu tür fantastik şeyleri ortaya atanlara müceddit değil müteceddid denilir. Reformist demek daha uygun. Aslında bunların yaptıkları dinin ruhunu hırpalamaktır. Diğerleri ise dinin esasına, usulüne, ümmehatına dokunmadan, muhkemata sadık kalarak onu yeniden, ter ü taze duyurma peşindedirler. Yani aradaki mesafeleri aşarak, -Üstad'ın Reşahatta dediği gibi- Asr-ı Saadet'e gidip, O Zat'ı vazife başında görerek, icraatına bakarak, onu yeniden hissetme. Çünkü yenilenme ihtiyacı olan din değil insanlardır.

Evet, fertler her gün farklı bir menfezden dinî hakikatları temaşa etmeliler; etmeliler ve her gün ayrı bir neşve duymalı, ayrı bir huzur soluklamalılar. Sofilerin de, Üstad'ın da yaptığı ve yapmak istediği şey budur. Ama onların halefleri yenilenme vetiresini gerektiği gibi yakın takibe almış mıdır, bunun her zaman münakaşası yapılabilir.

Tefekkür - Hüzün ve Dua

Tefekkür nedir? Hakikî tefekkürü nasıl anlamalıyız? Tefekkür, hüzün ve dua arasında nasıl bir irtibat vardır?

Tefekkür-zikir münasebeti

Soru: Efendim, bir yazınızda, tefekkürdeki tıkanıklıkların zikirle açılabileceğini söylüyorsunuz. Bu konuyu biraz açar mısınız?

Temkin

Soru: Temkin, tasavvufta zirve kabul ediliyor. Temkinin içtimaî hayatımıza bakan yönleri nelerdir? İzah eder misiniz?

Temsil keyfiyeti

Soru: Temsil vasfımızı devam ettirememe korkusunu nasıl gideririz?

Cevap: O korkunun hiç gitmemesi ve temsil edememe endişesinin ruhlarımızda hep yaşaması lâzımdır. Fakat bu korku ve endişe, bizi “Daha iyi temsil için neler yapmalıyız?” sorusuna cevap arama ve bulmaya sevk etmelidir.

Temsil vazifemizi daha iyi yapabilmek için birbirimize destek olmalıyız. Enaniyetleri de nazara alarak, vicâhî (yüz yüze) konuşulduğunda gösterilebilecek tepkileri hesaba katarak, rahatsızlığa sebebiyet vermeden birbirimize hatırlatmalarda bulunmalıyız. Mü’minler arasından örnek olacak bazı kimseler öne çıkmalı, onlar hüsn-ü misal olmalı ve diğerleri de onları örnek almalı... Bazılarımız kendi ayaklarımızla yürüyemeyecek olursak hemen arkadaşlarımıza takılmalı ve onların arkasından gitmeliyiz. Yani, her zaman hepimiz birden bast hali yaşıyor gibi içimizden gelerek, gönlümüzün inşirahlarına müsâvî bir tavır ve davranış ortaya koyamayabiliriz. Ancak o bast halini yaşayabilenlerle beraber oturur kalkarsak, kendi kendimize yetmediğimiz zaman, onların desteğiyle ayakta dururuz.

Kur’ân-ı Kerim, tevbe ve istiğfar sayesinde kabzın basta dönüşmesine ve tekrar sadıkların arasına dönüp onların ayağıyla yürümeye misal olarak, Kâ’b b. Malik, Hilal b. Ümeyye ve Mürâre b. Rebî adlı sahabileri nazara veriyor. Onlar hakkında şöyle buyuruyor: “Allah, savaştan geri kalan ve haklarındaki hüküm ertelenen o üç kişinin de tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü onlar öylesine bunaldılar ki, dünya bütün genişliğine rağmen başlarına dar geldi. Vicdanları da kendilerini sıktıkça sıktı. Nihayet, Allah’ın hışmından, yine Allah’ın kapısından başka sığınacak hiçbir yer olmadığını anladılar da, bundan sonra, önceki iyi hallerine dönsünler diye, Allah onları tevbeye muvaffak kıldı. Çünkü Allah Tevvabdır, Rahimdir: Tevbeleri çok kabul eder, tevbe edenleri sever ve pek merhametlidir” (Tevbe, 9/118).

Kendilerine elli bin sene gibi gelen elli gün boyunca çok büyük bir imtihan geçiren, tevbelerinin kabulü için sürekli dua eden ve sadâkatlerini ispatladıklarından dolayı tevbeleri kabul edilen bu üç sahabiyi anlatan âyetten hemen sonra “Ey iman edenler! Allahın emirlerine karşı gelmekten sakının ve dürüst insanlarla, sadıklarla beraber olun” (Tevbe, 9/119) deniliyor.

Evet, yaşadığımız ortam, dost ve arkadaş çevremiz doğruluğu yaşamaya bizi zorluyorsa; bulunduğumuz vasat itibarıyla iyi olmaya zorlanıyorsak; bazen içimizden gelmeyerek de olsa, günah ve masiyet adına bir fasit dairenin içine düşmekten korunmuş oluruz. Öyle bir çevre sayesinde yolumuza kolay devam eder ve kolay yaşarız. Yoksa insan bir kere düşerse, bir kere daha… Ve sonra bir kere daha... Derken yüzüstü kapaklanır ve sürüm sürüm sürünerek bir hayat geçirir. İşte, bundan dolayı Kur’ân, “Sadıklarla beraber olun” (Tevbe, 9/119) diyor.

Tebuk Seferi’ne katılanlar sadıklardı. O sefere iştirak etmeyip sadıklardan ayrı düşenler de vardı. Kendilerine de cihad terettüp ettiği halde sefer çağrısına uymayan ve Medine’de kalanlardan üç tanesi hakikî mü’min, diğerleri ise bir sürü münafıktı. O üç tane hakikî mü’min, münafıklarla, yalancılarla beraber olmuştu. Bundan dolayı da elli günlük çok müthiş bir imtihana maruz kalmışlar ve sadâkatlerini isbat ettikten sonra tekrar sadıklar cemaatine dâhil olabilmişlerdi. Ve bir tebrik, bir tebcil olarak da Kur’ân onların bu sadâkatini az önce zikrettiğim âyetlerle destanlaştırmıştı.

Öyleyse, meseleyi sürekli önde götüren, her defasında ipi ilk göğüsleyen insanları kollamak ve onları örnek almak bizim için de bir imtihanı kazanma vesilesi olacaktır. Onların temsildeki tavır ve davranışlarını hüsn-ü misal kabul etmek ve onlarla beraber olmak, bizi, vazifeyi hakkıyla edâ etmeye götürecektir. Bazen onlarla kıyasladığımızda halimizden utansak da, kendi ayaklarımız üzerinde duramadığımız anlarda öyle insanlara tutunup onlarla beraber olursak, Kabe’yi tavaf edenlerin kimi zaman oradaki insan seliyle sürüklenip istese de tavafın dışına çıkamaması ve cebren tavafa devam etmesi gibi, inşaallah biz de topluluğun bereketiyle cebren de olsa yolumuza devam eder ve kulluk ipini göğüsleriz.

Tenkit Hastalığı ve Sevgi Okulları

Soru: Özellikle de bazı yerlerde yıllanan insanların hemen herkesi ve yapılan her işi tenkit etmeleri bir hastalık mıdır? Tenkitte ölçü ne olmalıdır?

Cevap: Sorunuzda, bir yerde uzun zaman kalanlar manasına "yıllanan insanlar" tabirini kullandınız. Aslında, yıllanmışlık, bulunulan yer ve yapılan iş itibariyle bir mümârese (alışma, uzmanlaşma) vesilesidir; daha arızasız, verimli ve becerikli çalışma hesabına bir şanstır. Çünkü, tecrübe yıllanmışlıktan çıkar; uzun süre aynı vazifeyi yapan bir insanın, hem gözü hem eli ve hem de dimağı o işe alışır. Evet, yıllanmışlığın, çevreyi iyi tanıma, işi tam öğrenme, o sahada alternatifli düşünebilme ve daha isabetli kararlar verme gibi avantajlı yanları vardır. Fakat insan, bulunduğu yerde ve işte geçen senelerin getirdiği bu türlü avantajları ve yararlı mümâreseleri elde edeceğine kıdem mülahazasına takılır kalırsa, arkadan gelenleri küçük görme ve herkese tepeden bakma gibi bir hastalığa yakalanır. Dahası, ülfet ve ünsiyete mübtela olur; kendini yenileyemez, yeni hamleler yapamaz. İşin aslına ve özüne bağlı kalmanın yanı başında, şartları, konjonktürü ve içinde bulunulan zamanı hesaba katarak meselelere farklı bakış açılarıyla yaklaşma şeklindeki yenilenme cehdinde bulunmayınca da ülfet ve ünsiyete yenik düşer.

Öyle bir insanın hâli yorgun bir memuru hatırlatır; o, her gün aynı şartlar, aynı ortam ve aynı işlerle karşı karşıyadır; kendisi de bezgin, tedirgin ve hâlsizdir. Hatta, dairesinin kapısını açtığı zaman ellerini ters tarafından ağzına kapatır, bir kapalı esneme geçirir, saçını karıştırır, yüzünü ovalar ve "Ooof be, bu hayat da bir türlü bitmiyor!.." der gibi masanın başına gider. Sandalyesini çekerken hâlâ tereddütlü bir hâli vardır; otursa mı, oturmasa mı diye düşünüyordur. Sonunda oturur, evrakları karıştırır, sonra kalkar gibi yapar, gayr-i irâdî tekrar oturur. Neden bu kadar bezgin ve yorgundur o? Çünkü, her gün karşısında bulduğu aynı mekan, aynı aksesuar, aynı masa, aynı dosyalar, aynı evrak, aynı iş.. ve kendisi de vazife aşkından mahrumdur. O işi hakkıyla eda etme, yeni bir ufka götürme ve daha faydalı olma aşkı yoktur gönlünde.. mensup olduğu millete bir şeyler kazandırma sevdasını hiç tatmamıştır. Dolayısıyla da, ülfet ve ünsiyet onu çökertmiş ve bir enkaz haline getirmiştir. Artık onun ruhunda bir bıkkınlık, bir bezginlik ve bir yorgunluk hâli hükümfermâ olmuştur.

İşte öyle insanlar, her sene biraz daha eskir ve zamanla çürür giderler. Hatta çürümekle de kalmaz, kokuşmuşluktan hasıl olan kerih kokularını etrafa yaymak suretiyle başkalarını da rahatsız ederler. Evet, çürümenin de bazı kötü neticeleri vardır. Çürüyen bir insan, âlemi de kendisi gibi görür, kendi ruh adesesiyle bakar herkese. Kendisi tembeldir, miskindir, işleri başkasından beklemektedir. Halk ifadesiyle, işlerin tıkırında yürümesini arzu etmektedir ama tıkır-tıkır yürüme adına kendisinin hiçbir gayreti yoktur. Fakat, o işlerin aksamasında bazı kimselerin kusurlarının olduğunu düşünerek atf-ı cürümlere girer, şunu-bunu suçlar ve herkeste kusur araştırır.

Tenkit hastalığı bazen çok çalışkan ve işkolik insanlarda da olabilir. Onların mesâi anlayışlarında belli bir takvim ve saat hesabı yoktur, gece-gündüz çalışırlar; başkalarının da kendileri gibi ölesiye çalışmalarını isterler. Ne var ki, bayılıncaya kadar çalışan bu tür insanlar azdır; eğitim gönüllüleri arasında çok çalışan insanların sayısı azımsanmayacak kadardır ama yine de azdır. Dolayısıyla, herkesin kendisi gibi çalışmasını isteyen kimselerden de tenkitçi insanlar çıksa bile münekkidlerin büyük çoğunluğunu yıllanmış insanlar oluşturur.

Ayrıca, tenkitçilerin çoğunda, herkesle aynı hızda koşamamanın ezikliği vardır ve bu eziklik onları şikayet ve tenkitlere itiyordur. Bazı özel menfaatleri, şahsî çıkarları ve hususî mülahazaları ayağına takıldığından dolayı, münekkid diğerleriyle aynı hızda koşamıyor, yol arkadaşlarından ayrılmak zorunda kalıyor; bu inhiraflarını, daireden çıkışını ve arkadaşlarından ayrılışını bir ma'kûliyete bağlama cehd ve gayretiyle değişik komplekslere giriyordur. Onlarla beraber yürüyemeyince, günahı o yola yüklüyor, "Koştuğunuz yeri beğenmiyorum" diyordur. Bunların bir kısmı da, kendini dışlanmış gibi hissediyordur. Nedense arkadaşlarının mizaçlarıyla uyuşamamış, kendi gönlünce beklediği ölçüde işin içinde olamamış ve dolayısıyla hafif bir küskünlüğe girmiştir. Bundan dolayı da, içinde kendi payının bulunmadığı bir işi –o iş çok hayırlı bile olsa– tenkit etmektedir.

Yılanların Hücumu ve Sinek Isırıkları

Aslında, bir kimsenin ya da bir şeyin iyi veya kötü taraflarını, menfi veya müsbet yanlarını bulup meydana çıkarmak, ortada olanla olması gereken arasında mukayese yapmak demek olan "tenkit", ideale yürümede bir yoldur. Müspet manada tenkit etmek ve tenkide açık olmak ilmî esas­lardan birisidir. Ne var ki, onun da bir üslûbu, uygun bir şekli vardır. Her şeyden önce, tenkit eden kimse insaflı olmalı, söyleyeceklerini nefsi hesabına değil, Hak rızası adına söylemeli ve hayır mülâhazasından başka bir garazı bulunmamalıdır. Münekkid, gerçekten iyi bildiği hususlarda fikirlerini usûlünce ortaya koyarken, sahası olmayan mevzularda da susmasını ve dinlemesini bilmelidir. Ayrıca, bir tenkidi kimin yaptığı da çok önem­lidir. Damara dokundurmayacak ve muhatabını rencide etmeyecek kimseler konuşmalı; diğerleri şahıslarına karşı tepkiden dolayı kıymetli fikirlerinin de heder olma­ması için sözü onlara bırakmalıdır ki bu da bir hakperestliktir.

Bir meseleyi tenkit eden insan perdeyi yırtacak şekilde konuşmamalı, muhataplarının kuvve-i maneviyelerini kırmamalıdır. Bildiğiniz gibi, İhlas Risalesi'nde serdedilen düsturlardan birisi de, " Bu hizmet-i Kur'âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfüruşluk nev'inden gıpta damarını tahrik etmemek" esasıdır. Evet, Bediüzzaman Hazretleri'nin ifade ettiği gibi, insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalp ruhun ayıbını görmez. Belki bunlar, birbirinin noksanını tamamlar, kusurunu örter. Bir fabrikanın çarkları da birbiriyle rekabetkârâne uğraşmaz, birbirinin önüne geçip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkit edip, sa'ye şevkini kırıp atâlete uğratmaz. Aksine, birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler; hakikî bir tesanüd, tam bir ittifakla gaye-i hilkatlerine yürürler. Zaten, birbirine karşı zerre kadar bir sataşma ve bir zorbalık varsa, o fabrika karışır ve ürün veremez hâle gelir. Fabrika sahibi de kuruluş gayesine hizmet etmeyen o fabrikayı bütün bütün yıkıp dağıtır.

Bu güzel misallerle tenkit kapısını kapatmaya ve talebelerini birbirlerinin faziletlerine naşir olmaya çağıran Üstad Hazretleri bir başka yerde de şöyle der: "Binler teessüf ki, şimdi müthiş yılanların hücumuna mâruz biçare ehl-i ilim ve ehl-i diyanet, sineklerin ısırması gibi cüz'î kusuratı bahane ederek, birbirini tenkitle, yılanların ve zındık münafıkların tahribatlarına yardım ediyorlar."

Evet, özellikle de yıllanan ve tecrübe kazanan insanlar, diğerlerinin sa'ye şevkini kırmamalı, bilakis, onları aşk u şevkle kanatlandırmaya çalışmalı. Belki her gün, onların çalışma isteklerini şahlandıracak ve vazifeye karşı heyecanlarını coşturacak farklı bir üslup geliştirmeli; tenkit edeceği hususlar varsa onlarda da gayet yumuşak ve yapıcı olmalı. Bir vazifede yıllanan ve kıdem sahibi olan insanların geçen yıllara ve tecrübelerine rağmen büyüklük hisleri artmamalı, tahakküm duyguları şişmemeli, enaniyetleri büyümemeli, ağabeylik mülahazaları genişlememeli; aksine millete hizmet aşk u şevkleri daha fazla coşmalı. Yapılacak bir iş varsa en önde o tecrübeli insanlardan biri çatlayasıya koşmalı ve gerekirse arkadakiler demeli ki, "Yaşına göre biraz fazla değil mi bu hız ve gayret?" Başkaları onlara biraz nefes aldırmaya çalışmalı ama onlar örnek olma konumunda bulundukları için hep önde koşmaya devam etmeli.

Koşarken Ölme Arzusu

Bizden önceki vazife adamları hep öyle yapmışlar.. güçlerini yitirecekleri, tâkatten kesilecekleri ve yatağa düşecekleri ana kadar hep koşmuşlar.. artık ayağa kalkamaz hâle gelince de arkadaşlarının yanında yer alamadıklarından dolayı üzüntü duymuş, çok mütessir olmuş ve ağlamışlar. Hazreti Halid'in ölüm döşeğindeki son anlarını ve ızdıraplarının en büyüğünün bu istikamette olduğunu hepiniz hatırlarsınız. "Ey Yermük, ey Mute, ey Halid'in günleri.. geçin gözümün önünden birer birer!.." dediğini, bir fırtına gibi arkasından koşup durduğu ölümü yatakta karşılıyor olmaktan dolayı nasıl bir inkisarla kıvrandığını bilirsiniz. Hıçkıra hıçkıra ağlayışını gören birinin "Neden ağlıyorsun?" demesi üzerine Hazreti Halid, "Vücudumda bir para kadar yara almadık yer kalmadı. Senelerce i'la-yı kelimetullah yollarında ölüm kovaladım. Fakat, işin acayibine bakın ki, şimdi burada, yatakta ölüyorum." der ve rahat döşeğinde ölmeyi kendi adına bir utanma sebebi sayar. Evet, yatakta ölmek, dini ve milleti hesabına koşmaya alışmış bir insan için ayıptır, ârdır. Mesuliyet duygusuyla dolu bir insan yatakta ölmemeli, ölüm anında bir yatakta olsa bile o yatağı da "vazife" deyip yürüdüğü sırada, son anda bulmalı.. yıllanan insan durmamalı, o koşarken ölme aşk u iştiyakı içinde olmalı. Zannediyorum, senelere yenik düşen insanlarda ve yorgunlarda yeni bir aşk u şevk uyaracak olan da bu duygudur.

Diğer taraftan, ister devlet dairelerinde, isterse de özel teşebbüslerde, hem yıllanmış insanlara, hem de yıllanmanın bir yorgunluk ve ölüm getirmesi karşısında teyakkuz ve temkine çok ihtiyaç var. Eğer, bir yerde yıllanmışlık menfi yönleriyle işliyorsa, bir şahsın ruhunu alıp götürüyor, onu kadavralaştırıyor ve Kemal Tahir'in ifadesiyle, "yorgun asker" haline getiriyorsa, o insana bazı mükellefiyetler yüklemek lazım. Bu konuda, onlara göre daha yeni olanlara düşen vazife, saygıda hiç kusur etmemek, atıl bırakıp çürümelerine meydan vermemek, yaşlarına ve durumlarına uygun bir şekilde istihdamlarına zemin hazırlamak ve onları her zaman iştiyakla çalışabilecekleri bir ortamda bulundurmaktır. Mümareselerini ve bilgi birikimlerini başka bir alanda değerlendirmeleri için, onları yeni vazife sahalarıyla tanıştırmaları gerekir. Özellikle idareciler, kendi çevrelerindeki insanların aşk, şevk ve iştiyakla vazife yapmaları için onları büyük bir hassasiyetle yakın takibe almalı.. yani, kimler kıvamını koruyor, konumunun hakkını veriyor, bulunduğu yerde sürekli iş ve semere çıkarıyor, başkalarının aklına hiç gelmeyecek şeylerde adeta icadlar ortaya koyuyor, keşiflerde bulunuyor.. ve kimler ülfete yakalanmış, ünsiyete yenilmiş, eski şeyleri tekrar edip duruyor.. bunları iyi ayırt etmeli ve herkesi özel durumuna göre değerlendirerek onların muvaffakiyeti için gayret göstermeli. Bunu yaparken de çok müsamahalı ve sabırlı olmalı, hata ve kusurları hemen cezalandırmamalı, problemleri mülayemetle çözme yolları aramalı. Fakat, eğer bir insan bir problemi kendi başına halledemiyorsa ve onun üstünde bir şikayet mercii de varsa, gidip meseleyi ona açmalı, problemi çözmesini ondan istemeli, gıybete ve mübalağaya da girmeden "Böyle bir problem var; ben ne zamandan beri sabrediyorum, fakat sabredemeyecek insanlar da çıkabilir; bu meseleyi nasıl çözebileceğimize dair bir yol gösterseniz? Biz mi üslup hatası yaptık? Yoksa damara mı dokundurduk? Ya da o arkadaşımızın bildiği bir şey var da onu biz bilmiyor muyuz? Bu işin çaresi nedir?" demeli; demeli ve problemi samimiyetle çözme peşinde olmalı. Fakat, tenkitte gıybet, iftira ve bühtanlara asla girmemeli.. hele kat'iyen ehli dünya gibi davranmamalı...

Azıcık İnsaf!..

Duyuyor ve görüyorsunuz, bazı önyargılı insanlar "Gönüllüler Hareketi"ni tenkit etme sadedinde sürekli aynı iddiaları tekrar ediyorlar. "Organize faaliyet" diyorlar, "şuna tâlipler, niyetlerinde şu var" gibi iftiralarda bulunuyorlar. Hatta, bir milletin yüce meclisini aslı-astarı olmayan, sadece garaz, kin ve nefrete dayanan hilâf-ı vâki isnadlarla oyalayabiliyorlar. Bir meselenin araştırılmasını isterken, çoğu zaman, o meselede olumsuz bir yan bulunduğundan dolayı değil, aslında küfrün îmana düşmanlığından ve hazımsızlıktan dolayı, havayı bulandırmak için bunu yapıyorlar. Bazı kimseler, kendileri doğrudan doğruya bir müdahalede bulunamıyor; bağışlayın, karakter bakımından zayıf, alet olmaya açık kimseler buluyor ve menfaat düşkünü, çıkar sevdalısı bu karaktersizliğin çocuklarını kullanıyorlar. Bu türlü çocuk meşrep insanları zaman zaman ortaya çıkarıyor ve tekrar ber tekrar kullanıyorlar. Maalesef, bazı meseleler hakkında sordukları sorulara onlarca defa cevap aldıkları halde yine de iftira etmekten utanmayan, hep aynı şeyleri yazıp duran bir Türkiye pravdası var ülkemizde. Bunlar elli defa tekzib edilirler; iftiralarından dolayı mahkemeler tarafından cezalandırılırlar. Fakat, kaçar, adres değiştirir ve mürekkep balığı gibi izlerini kaybettirirler ama çok geçmeden başka bir yerde zuhur edip iftiralarını tekrarlarlar. Siz kalkıp en son "araştırılsın" dedikleri hususları da açık açık anlatsanız ve devletin yetkili birimleri iddiaların geçersiz olduğunu beyan etse de, onlar çok geçmeden aynı iftiraları bir kere daha ama bu defa başka insanların dilinden ifşâ ederler. "Öncekilerden netice alamadık, bari bunların kafasını bozalım; öbürlerine yaptıramadık, bari bunlara yaptıralım." der ve kendilerine yeni piyonlar bulurlar.

Bu ifadeleri kendime de size de yakıştıramıyorum, sizin huzurunuzda bu tür sözler söylemekten rahatsızlık duyuyorum. Fakat, bu haksızlıklar karşısında kendi adıma değil, karalanmak istenen eğitim gönüllüleri hesabına bu kadarcık konuşmazsam vefasızlık etmiş olacağıma inanıyorum. Düşünün; hiç görmedikleri, gezmedikleri, bilmedikleri eğitim müesseselerine karşı oluyor, aleyhte yazıp çiziyor, zihinlerde tereddütler hasıl etmeye çalışıyorlar. Kaç defa tekrar ettik; geçenlerde bir röportaj vesilesiyle bir kere daha bütün detayıyla anlattık, "Okullar bir şahsa ait değildir; bu eğitim müesseseleri bu milletindir" dedik. Okulların açıldığı Rusya Federasyonu gibi ülkelerde KGB birikimine sahip istihbarat örgütleri gibi teşkilatların olduğunu; bu örgütlerin, 12 senedir okulları adeta mercek altında tuttuklarını ama menfi bir şey görmedikleri için bu müesseselere dokunmadıklarını, fakat maalesef, Türkiye'den bazılarının el altından o servislere düzmece haberler ulaştırdığını söyledik. Neylersiniz ki, okumuyor, işin hakikatini anlamaya gayret etmiyor ve sadece şüpheler üretmeye çalışıyorlar.

Doğrusu, bu mevzuda kuşku duyanlar, kendi devletimizi de zan altında bırakıyorlar. Çünkü, bu okullar, kaç senedir normalin çok üstünde teftişler geçirdi ve menfi hiçbir şey olmadığı defalarca hem de devlet birimleri tarafından dile getirildi. Aslında, onlar da biliyorlar, bütün insaf dünyası ve hatta insafsızlar dünyası da biliyor ki; o okullar, o yurtlar, o pansiyonlar, değişik devirlerde, Şubat Soğuğu’nun bütün şiddetiyle yaşandığı dönemde, saatsiz, vakitsiz, üst üste teftişlere maruz kaldı. Hatta bizim terbiye anlayışımıza yakışmamasına rağmen gece saat 1'de, 2'de, 3'te kız okullarına ve yurtlarına bile baskın teftişler düzenlendi; kızların yatakhanelerine girildi ve özel eşyaları, çamaşırları karıştırıldı. Fakat, senelerdir bu müesseselerde hiçbir suça rastlanmadı, hiçbiri hakkında hukuki bir kovuşturma açılmadı. O devlet aynı devletti; müfettişler de o devletin müfettişleriydi. Evet, yapılanlar da teftiş değil, bir manada baskındı. Bütün bunlar neticesinde bu müesseselerin temiz olduğu, hukukî çerçeveye uygun olarak faaliyet gösterdiği devlet kayıtlarına defalarca yazılmasına ve bu raporların halen mevcut olmasına rağmen dedikodular bitmemişse bu işte bir kin ve haset var demektir ve bu insafsızlıktır. Hâlâ bir insanın, utanma hissini yitirmişlikle kalkıp bu mevzuuda bir tereddüt ortaya atması ve araştırma istemesi Lenin dünyasında, Stalin ülkesinde dahi olmamış bir şenaattir.

Yine Gelecekler...

Onlar ne derse desin, niyetimizi Allah biliyor, otuz seneden beri bu millet de biliyor. Allah'ın rızasını kazanmak ve tarihî birikimlerimizi dünya insanlarıyla paylaşarak kanlı bir coğrafyada sulh adacıkları oluşturmaktan başka bir sevdamız yok bizim. Biz, millet olarak, kendimizde çok güzel şeylerin bulunduğuna inanıyoruz. Allah (cc) iyi şeyleri tecrübe etme ve adeta bir dantela gibi tabiatımıza işleme imkanını vermiş bize. El-âlem, bir tuval üzerinde karaladığı çizgileri, resim sergisi diyerek neşrediyor. Bizim bir yönüyle dört bin senelik, bir yönüyle de altın çağımız diyeceğimiz bin senelik şanlı bir tarihimiz var. Pek çok meselede mümârese sahibi olmuşuz; mesela, ciddi bir estetik anlayışı geliştirmişiz. Bu güzellikleri teşhir etmemiz ve bu iş için sergiler açmamız hem hakkımız hem de vazifemizdir bizim. İşte günümüzde bu türlü sergilerin açıldığı yerler de eğitim yuvalarıdır, okullardır, kültür lokalleridir, hatta ticaret mülahazasıyla yurtdışına giden insanımızın açtığı iş yerleridir. Çünkü, onların tavır ve davranışlarından dökülen şeyler de yine bizim mazimiz, bediî zevklerimiz, dinî telakkilerimiz ve ahlakî mülahazalarımız olacaktır ve bizim bu değerlerimiz başka medeniyetlerin insanlarına çok mana ifade edecektir.

Hâlâ şüpheniz varsa, gidin bakın, işin içindeki insanlara sorun. Değirmenin suyunun nereden geldiğini samimi olarak öğrenmek istiyorsanız, suyu çıktığı yerden itibaren takip edin; kanalında, çarkları döndürdüğü yerde izleyin. Eğer önyargılı değilseniz, siz de göreceksiniz; "Bir dönemde milletimize yeniden istiklalini kazandıran güç ne ise, bu eğitim faaliyetlerinin arkasındaki güç de odur." Bunlar, İstiklâl Harbi'ndeki fedâkarlığı, bugün bir başka şekilde ortaya koyan milletimizin hizmetleridir ve kaynağı da onların yürekleridir.

Evet ben, bu müesseselerin bir şahsa ait olmadığını, milletin malı olduğunu, ‘değirmenin suyu'nun da Anadolu'nun tertemiz bağrından geldiğini bir kere daha anlatsam da fedakarlığın manasını ve almadan vermesini bilmeyenler yine de insanlığa hizmet için fedâkarlık yapma duygusunu idrak edemeyecek, manasız bir kıskançlık, haset ve kinle onu kurutmaya çalışacak ve bundan sonra da tekrar tekrar araştırma önergeleri verecekler.

Mü'mince Tenkit

İşte inanan insanlar, tenkit hususunda da ehl-i dünya gibi davranmamalı. Mü'min hep kendi karakterinin gereğini sergilemeli. Onun tenkitleri bile müsbet olmalı ve elden geldiğince insanların sa'ye şevklerini artırmalı, onları şahlandırmalı. O, yanında çalışanları yol arkadaşı olarak görmeli; onların gayretlerini de arkasına aldığı zaman iki kat semereli olacağına inanmalı. Bir insanı bir yerden alıp başka bir yere koyarken bile mülahazalarını terfî esasına bağlamalı. Meseleyi sunarken bir terfî esprisi içerisinde sunmalı. Yani, "Sen bu konudaki uzmanlığın, onca tecrüben, şu kadar mümaresenle şu çarkların daha iyi işlemesine vesile olacaksın." düşüncesiyle onu hem terfî ettirmeli, hem de terfîh etmeli; ona daha mutlu bir hayat ortamı hazırlamalı.

Burada istidradî olarak son bir meseleyi daha arz edeyim: Bazı hususları tenkit ederken, kusur ve kabahatları söylerken bazı kimselerin, memnuniyetsizliklerinden dolayı yavaş yavaş kenara çekilmelerine de sebebiyet vermemeli. Gayr-ı memnunlar bir tane, iki tane, üç tane diye azımsanmamalı. Bildiğiniz gibi, gayr-ı memnunların kurdukları küçük bir köy bile yoktur; fakat yıktıkları çok büyük devletler vardır. Kocaman cihan devleti Roma İmparatorluğu'nu Spartaküs gibi bir köle, etrafına topladığı kölelerle sarsmış ve yıkılacak hale getirmiştir. Neticede Roma'yı gayr-ı memnunlar yıkmışlardır. Bundan dolayı, bir, iki, üç.. kişi deyip onları azımsamayın. Onların yaptığı tahriptir; Üstad'ın ifadesiyle, tahrip esheldir, kolaydır; zayıf tahripçi olur. Bir binayı tamamlamak bazen yıllar alır, dünya kadar insanın emeğini gerektirir. Fakat, bir serseri çocuk tek kibritle yakıp kül edebilir o koca binayı. Öyleyse, serseri çocukların kibrit kullanmasına meydan vermemeli, tenkitlerini dinleyip çözüm üretmeli.

Hasılı, tenkit ideale yürümede bir yoldur. Yıllanmış insanlar senelerin getirdiği tecrübe ve mümareselerini insanları hayra teşvik etme ve onlara örnek olma yolunda kullanmalıdır. Bununla beraber, h atırı sayılan ve sözleri yara yapmayan bir kimse gördüğü eksik ve hataları da üslubunca söylemelidir. Fakat, bunu yaparken, gurur ve çalımdan, el-ayak hareketleri ve sevimsiz mimikler gibi Allah'ın sevmediği şeylerden kaçınmaya çalışmalı, kalblerin tepki göstermesine meydan vermemelidir. Eğer doğrudan söyleyemeyecekse bir topluluk içinde ortaya konuşmalı, herkesin kendi payını almasını ummalı ama kat'iyen hiç kimsenin gıybetini yapmamalıdır.

Tercih Hatası Yapmayın!..

Haşyet talebi, dualarınız arasında önemli bir yer teşkil ediyor. Sizi, Cenâb-ı Hak'tan haşyet istemeye sevkeden mülahazalar nelerdir?

Tertipli ve Düzenli Yaşamanın Gönül İntizamıyla Bir Münasebeti Var mıdır?

Soru: Tertipli ve düzenli yaşamanın gönül intizamıyla bir münasebeti var mıdır? Özellikle birkaç talebenin beraber kaldığı bazı evlerde, özel ya da resmi pansiyonlarda ve kredi yurtların bazı odalarında görülen dağınıklık oralarda kalb ve ruh hayatının istenen seviyede olmamasından mı kaynaklanmaktadır?

Cevap: Tertip; sıralama, tanzim etme, usûl, nizâm, tarz ve düzen gibi manalara gelmektedir. İnsanların ölçülü, dengeli ve düzenli bir hayat sürmeleri için en uygun kural ve kaideleri vaz' eden İslam adeta bir tertip dinidir. Her işi sırasına göre ve bazı kâidelere bağlı olarak yapma disiplini de diyebileceğimiz tertip, hemen bütün ibadetlerin içine de sinmiş ve onların önemli bir rüknü olmuştur. Abdest esnasında uzuvları Kur'an-ı Kerîm'de belirtilen sıraya göre yıkamaktan ezan ve kâmet cümlelerini bir usûlle söylemeye, tekbir almadan rükua gitmemek ve rükua varmadan da secde yapmamak gibi namazdaki hareketlerde bir sıra takip etmekten namaz kıraatinde sureleri Kur'an'daki dizilişlerine uygun şekilde okumaya ve Hac'da Safa ile Merve arasında sa'y ederken önce Safa'dan başlayıp Merve'de bitirmekten Akabe Cemresini taşlamanın akabinde önce kurban kesip daha sonra tıraş olarak ihramdan çıkmaya kadar ibadetlerin hemen hepsinde bir tertip söz konusudur.

İnsan Mahiyetindeki Nizâm Çekirdeği

Düzen kelimesi de, bir usûle tâbî tutmak, dağınıklıktan kurtarmak, sistem, uyum ve nizâm manalarını ifade etmektedir. Aslında, bütün bu manaları birden ihtiva eden "nizâm" tabiri daha şumüllüdür; "düzen" sözü, "nizâm" kelimesini tam karşılamaz ama bugün bunlar birbirinin müteradifi (yazılışı ayrı, fakat mânası aynı olan kelime) olarak kullanılmaktadır.

İster tertip ve düzen diyelim istersek de daha kuşatıcı olan nizâm kelimesiyle ifade edelim, kainata baktığımızda bir ahenk, uyum ve intizam görürüz. Her varlık kendi azalarıyla bir âhenk ve bütünlük içinde olduğu gibi, bütün kâinat da kendini meydana getiren parçalarla mükemmel bir âhenk ve bütünlük içindedir. Kâinatı bir nizâm ve intizama göre var eden Allah Teala insanın tabiatına da düzen ve nizâm ruhu koymuş; onu mahiyet itibarıyla çok düzenli ve çok mükemmel yaratmıştır. İnsana, kendini okuduğunda, mahiyetine yerleştirilen nizâm ruhunu görebilecek ve dolayısıyla çevresini de kendine benzeterek düzenli bir hayat sürebilecek bir istidad bahşetmiştir.

Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) "Her çocuk, İslam'a yatkın olarak, selim fıtrat üzere dünyaya gelir." buyurmaktadır. Demek ki, Allah Teala insana, iyilik ve kötülüklerle dolu dünya hayatında iyilikten yana tercih yapabilecek bir kabiliyet (vicdan) vermiştir. Fıtratını korumuş ve bozulmamış her insan iyiden yana tavır almaya ve Allah'ın ayetlerini akıl ve kalb yoluyla kavramaya meyillidir. Şeytanların hücumlarına maruz kalarak onlara yenik düşmeyen her insan İslam üzere yaşayacaktır. Zira, İslam bir manada intizamın, düzgünlüğün ve ahengin adıdır; insan da düzgünlüğe ve istikamete açık yaratıldığından dolayı, İslam onun fıtratındaki icmâlin tafsîli manasına gelmektedir.

Bu zaviyeden, düzen duygusu ve intizam ruhu insanın mahiyetinde mündemiçtir. O duygu ve ruh bazı kimselerde çabucak inkişaf eder. Bazen, daha yedi-sekiz yaşındaki bir çocuk yatağını düzeltir, elbiselerini toplar ve odasına çeki düzen verir. Çünkü, o çocuk, tabiatında var olan nizâm çekirdeğinin inkişafı için uygun bir zemin bulmuştur. Düzenli ve tertipli bir ailede yetişmiş ve annesinden bir kere görünce o da intizam düşüncesini beslemiştir. Neticede, kendinden beklenmese bile, şayet mutfakta dağınık duran kap kaçak varsa onları düzenlemeye, elinden geldiği kadar etrafı derleyip toplamaya alışmıştır.

Ailede Tertip ve Düzen

Evet, nizâm ruhunun inkişaf etmesi için insanın neşet ettiği çevre çok önemlidir; çünkü her insan kendi yetiştiği kültür ortamının çocuğudur. Bazen bir insanın ruh yapısı itibarıyla düzene açık bulunması, onun bir nizâm insanı olması için kâfî gelmeyebilir. Onun az da olsa bir terbiyeden geçmesi, mahiyetinde mündemiç bulunan o mevzuyla alakalı sistemlerin inkişaf etmesi, yani tabiatındaki icmâlin bir tafsîl görmesi gerekir. Diğer bir ifadeyle, bir insanın özünde düzen duygusu olsa da, o duygunun hal, tavır ve hareketlere yansıması bir düzen ortamında büyümesine, görgülü bir aile veya aileler topluluğu içinde, düzenli bir pederşâhî veya cedşâhî yuvada neş'et etmesine bağlıdır. Bir insanın, çocukluktan itibaren düzenli bir hayata alıştırılması, gelecekte yükleneceği vazifeleri eksiksiz olarak yerine getirmesi bakımından çok mühimdir. Ailenin, yeme-içme ve yatıp-kalkma hususlarında, tatbîk ettiği ve uyageldiği bir düzeni varsa ve insan, büyüklerinde bir nizâm ve intizam görüyorsa, onun hayatı da, evde ve evin dışında fevkalade âhenkli olarak sürer gider. Yoksa, büyük bir ihtimalle o, evden aldığı bu âhenksizliği toplum içinde de uğradığı her yere götürür ve hep bir huzursuzluk kaynağı olur. Belli bir yaşta, nizâm ve intizâm şuuruna ulaştırılamamış nesiller; ne kadar kabiliyetli olurlarsa olsunlar, bütün hayatları boyunca, tek-elli, tek-ayaklı gibi yaşarlar. Çok defa bu âhenksizlik, onların rûh ve kalbine de işleyerek, zevk-i ruhaniyi kaybetmelerine de sebebiyet verir.

Haddizatında, bir insan hangi ilim sahasında ihtisas yaparsa yapsın, şayet bir bakkal dükkanı civarında ya da bir kahvehane etrafında neş'et etmişse, onun fiziğinin, kimyasının veya biyolojisinin içinde o bakkaldan bir çeşni bulabilir, o kahvehaneden bir tad, bir renk veya bir desene şahit olabilirsiniz. İnsan ilahiyat tahsili yapmış olsa bile, eğer çiftçilikle meşgul olunan bir yerde büyümüşse, onun dünyasında ve o ilahiyat ikliminde saban, çomak, boyunduruk ve Erzurum ifadesiyle, samı, sambağı görebilirsiniz. Yani, o kültür ortamı insanın tahsil hayatına da tesir eder. Dolayısıyla, her insanın ruhunda mündemiç olan düzen duygusunun tafsîl edileceği ve açılma imkanı bulacağı bir çevreye ihtiyaç vardır. O çevreyi bulamayanların nizâm insanı olmaları da bir hayli zordur.

Ayrıca, bir insan bir takvime göre yaşamaya alışmış ve kendini programlı bir hayata alıştırmışsa, o insan bulunduğu yerin tertip ve düzeni hususunda da hassas davranır. Mesela, her gün namaz kılan ve ibadetlerini hiç aksatmayan insanın bir ibadet düzeni var demektir. Bu düzenin mutlaka hayatın diğer alanlarında da tezahürleri olacaktır. Cenâb-ı Hak'la münasebetlerini kavî tutan, evrâd ü ezkârını hiç aksatmayan, duaya ayırdığı vaktine sadık kalıp her gün bir müddet Cenâb-ı Hakk'a münacatla ömrünü bereketlendiren, gece ve gündüzünü belli kurallara bağlı geçiren ve kalbî-ruhî hayatını böyle bir nizâma göre programlayan insanın sair zamanlarda düzensiz ve rastgele yaşaması düşünülemez. Kalb ve ruh hayatı adına düzenli bir insanın, dışa vuran zahiri yanları itibariyle kendine ters hareket etmesi ve dağınıklığa düşmesi söz konusu olamaz. O insan, ibadet ü taatinde her şeyi yerli yerine koyduğu gibi, maddi dünyasındaki eşyayı da kendi yerlerine koyar ve tertip, düzen ve ahenk içinde yaşamakta hiçbir zorluk çekmez.

Miskinler!...

Bir Türk atasözünde, "Arslan yattığı yerden belli olur" denir. Evet, tilkiler de kendi inlerinden bellidir. Kalb ve ruh dünyası adına bir düzene ulaşamamış insanın -büyük çoğunluk itibariyle- maddi dünyada nizâm ve intizama alışması da çok zordur. Böyle bir insan hep bekler ki, çevresindeki düzeni başkaları sağlasın.. halâyıkları olsun onun, kapı kulları ve hizmetçileri etrafında dört dönsün.. masasını bir başkası silsin, odasını biri gelip temizlesin.. hatta evindeki kap kaçağı bile başka insanlar yıkayıp dizsin. Sürekli başkasının iş yapmasını bekleyen bu tembel ruh, kendi ellerini hiçbir şeye dokundurmak ve hiçbir işin ucundan tutmak istemez. Çoğu zaman bu hal ve hareketlerinin arkasında büyük bir gurur ve kibir vardır. Kendini çok daha önemli ve fevkalâde işlerin adamı olarak görür. Mesela; fihrist okuyup kitap telif etme konumunda muallâ, müzekkâ ve müberrâ bir insan olduğunu düşünür; diğer işleri ayak takımı kimselerin yapması gerektiğine inanır ve içine düştüğü ukalâlık sebebiyle, o türlü şeylere tenezzül etmeyen bir mütekebbir gibi davranır. Dolayısıyla, onda düzen duygusu inkişaf etmez, nizâm kabiliyeti gelişip hal ve hareketlerine yansımaz. Neticede o, yatar kalkar bir hizmetçi arar; yatağından doğrulduğu an "Ah keşke bir insan olsa da, şu yatağı-döşeği düzeltse, şu çarşafı-yorganı katlasa!" düşüncesiyle dolar. Bağışlayın, işte bu türlü insanların haline denebilecek bir şey varsa, o da "miskinlik" olsa gerektir.

Oysa, bütün mübarek uzuvlarıyla uhrevî alemlere açık olan Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ellerini suya daldırıp evinin kabını–kaçağını yıkamaktan geri durmuyor, ev işleriyle de meşgul oluyordu. Hazreti Aişe validemizin ifadesiyle, "Allah Rasulü evinde, herhangi bir insan gibi davranırdı. Kendi elbisesini yamar, ayakkabılarını tamir eder ve ev işlerinde hanımlarına yardımda bulunurdu." O, bir taraftan savaşa katılıyor ya da tebliğ vazifesinin gereklerini yerine getiriyor; diğer yandan da, çocukların terbiyesi ile meşgul oluyor ve ev işlerinde ezvâc-ı tâhirâta yardım ediyordu. Bu iş, belki bir ev süpürmek, belki de yıkanmış çamaşırları sıkmaktı. Keyfiyeti ne olursa olsun, Allah Rasûlü bu işleri yapmıştı. Zira O, bir fıtrat insanıydı ve O'nun bu hareketi asla zillet de değildi. Hatta, öyle bir tabiatı vardı ki, el-âlem bir iş yapıyorsa, O da mutlaka o işin bir ucundan tutuyor; mesela, kırda yemek yapılacaksa, O da "Bari, ben de odun toplayıp bir ocak yakayım" diyordu. Mescid yapımında, herkes bir kerpiç taşırken O iki kerpiç taşıyordu. Allah Rasûlü, bunları yaptığı sırada, O'nun adı cihanın dört bir yanında anılıyor; herkes O'ndan ve getirdiği dinden bahsediyordu. O zamanını öyle tanzim etmişti ki, çok mühim sorumlulukları arasında, bu gibi işlere de fırsat bulabiliyordu. Aynı zamanda bu, Rasûl-ü Ekrem efendimizin ruhundaki düzen aşkının ve nizâm heyecanının dışa vurması demekti.

İç-Dış Münasebeti

Evet, insanın amel ve davranışlarıyla iç hayatı arasında birbirini destekleyici ve düzenleyici bir münasebet vardır. Davranışlarıyla ruhun emrinde olan talihliler, hep Yaradan'ın hoşnutluğuna, insanlık ve fazilete doğru yol alırlar; onların pusulaları daima aynı mihraba işaret eder, hareket ibreleri de hep aynı rotayı gösterir. Onlar, en ince teferruatına kadar, fevkalâde bir titizlikle bütün mükellefiyetlerini yerine getirirler; iç âlemleri itibarıyla durmadan bir buhurdanlık gibi tütmekle beraber, dış dünyalarında da nizâm ve âhenkle yaşarlar. Ruh dünyasındaki düzen ile hayatın değişik sahalarında bir nizâm insanı olma arasındaki münasebetin en güzel örnekleri selef-i salihîn efendilerimizin halleridir. Mesela, Hazreti Ömer efendimizin kalb ve ruh alemindeki tertip ve düzen içtimaî hayatına da aksetmiştir. O her alanda tam bir nizâm insanıdır. Onun, İslam müesseseleri tarihine hediye ettiği adalet sistemi, ordu düzeni ve modern devlet yapısının esası, çekirdeği sayılabilecek teşkilatlar onun gönül intizamının birer yansımasıdır. Temelini attığı müesseseler Hazret-i Ömer'in ruhundaki düzen aşkınının ve nizâm heyecanının dışa vurmasının neticeleridir.

Gönül intizamına ulaşamamış insanlar ise, sürekli düzensiz, nizâmsız, derbeder ve perişan kimselerdir. Onlardan birini bir yere koyduğunuz zaman orayı çöplük haline getirir. Onun ibadetlerinde bir intizam olmadığı gibi kaldığı yerde de düzen namına hiçbir şey görülemez. O, namazı çok zorlanarak kılıyor ve orucu da kerhen tutuyordur. Evrâd ü ezkârı başından savarcasına okuyor; okuduklarını ruhunda hiç duymuyor ve duymamayı dert de edinmiyordur. Allah'a yaklaşma diye bir hedefi ve derdi yoktur; çünkü ruhunda nizâm yoktur.

Ne var ki, iç-dış münasebetini ve için dışa aksetmesini de mutlak manada ele almamak gerekir. Bazen, tertip ve düzen insanı olmaya istidadı bulunanlardan kimileri, öyle bir kültür ortamında yetişmediklerinden dolayı bazı kabiliyetlerini geliştirememiş, içlerine icmâli olarak konunan nizâm duygusunu tafsîle taşıyamamış ve inkişaf ettirememiş olabilirler. Bununla beraber, selef-i salihîn bu zaviyeden değerlendirilirse, hemen hepsinde aynı intizamın görüleceği bir gerçektir. Mesela, Hazreti Bediüzzaman'ın, belki sağlam bir sergisi bile olmamıştır; fakat, bir hasır olsun bulabilmişse onu mutlaka düzenli tutmuş; yamalı yorganını ve birkaç yerinde tamir izleri bulunan eski seccadesini katlama, bir kenara koyma tarzına varana kadar hep bir nizâm sergilemiştir. Çalışırken elbisesi kirlenmesin diye kollarına kolluk gibi bir şey takmış; iş görürken adeta bir mihnet urbası giymiştir. Cübbesi yamalıdır ama kat'iyen kirli ve şekilsiz değildir. Kitaplarının, tashih nüshalarının ve hatta dua kitabının yerleri de bellidir ve çok düzenlidir.

Yemekleri Siz Yapın, Bulaşıklar Bize...

Küçük bir evi birkaç arkadaşla paylaştığım dönemlerde talebe arkadaşların kaldığı bazı evlere de gider, misafir kalırdım. Beraber olduğumuz bazı arkadaşlar vardı ki, belki senelerce gidip gelmeme rağmen onlara bir yemek yapmasını bile öğretememiştim. Hatta, aralarında "Hocam, siz yemek yapın, kapları biz yıkayalım" diyenler vardı. Onları kınamıyordum; çünkü, o hallerini, yetiştikleri kültür ortamına, aile muhitine ve eğitim seviyesine veriyor; o zamana kadar onlarda düzen duygusunun inkişaf etmemiş olduğunu düşünüyor ve gücüm yettiğince tertip ve düzene alıştırmaya çalışıyordum. Tertip ve düzene alışmamış talebelerin kaldığı bazı evler derbederdi ve münevver insanların meskûn bulunduğu bir ev olma havasından uzaktı. Fakat, oralarda da kitaplarla içli dışlı olunuyordu ve ilme açık duruluyordu. Her yanları mâmur değilse de, mâmur olan bu yanları vardı ve onun hatırına eksiklerine katlanılıyordu.

Fakat, öyle evler de vardı ki, her bölümü "gelin odası" gibiydi. Onların her köşesinden evrâd ü ezkâr sedası yükselir ve bu evlerin kutlu sakinleri her yeni güne, itmi'nan ve lezzet dolu duygularla başlarlardı. Kalblerinin balansını, imana ve Kur'an'a göre ayarlamış bu talihliler, içlerindeki tertip ve düzenin akislerini evlerinin bütün köşelerine yansıtır ve misafirlerine sundukları ikramlarla beraber onlara göz zevkini de tattırırlardı.

Tertip ve düzen, özellikle toplu kalınan yerlerde kul hakkı zaviyesinden de çok önemlidir. Dikkatsiz yaşayanlar diğer insanları rahatsız ederler. Dağınıklık, hassas ruhlarda huzursuzluğa sebebiyet verir. Bir gün Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bir mezarın kazılması sırasında elinde kazma bulunan şahsa işaret ederek "Şuraya iki kazma vursanız" gibi bir söz söyler. O sahabi efendimiz "Bu şekilde kalmasının bir mahzuru mu var ya Rasulallah?" deyince Rasûl-ü Ekrem efendimiz "Gözü tırmalıyor" der. İşte bazı körler vardır; gözü mü yok, yoksa tırmalanmayı mı hissetmiyor bilinmez, onlar dağınıklıktan rahatsız olmayabilirler. Fakat, o düzensizlik hali bir başkasını rahatsız ediyor ve onda gerilim yapıyorsa, ona sebebiyet veren insan kul hakkına girmiş olur. Bazen de "Başkası temizlesin, başkası düzenlesin" türünden duygu ve düşüncelerin neticesi olarak hareketsiz kalmak ve işin ucundan tutmamak diğer insanları –affedersiniz- akılsız ve aptal yerine koymak gibi olur ki, bu da çok büyük bir saygısızlıktır ve aynı zamanda kul hakkını çiğnemek sayılır.

Nizâm ve Göz Zevki

Cenâb-ı Hak, müttakî kullarına Cenneti müjdelerken "Orada canınız ne isterse, gözleriniz hangi manzaralardan hoşlanırsa hepsi var! Hem siz burada devamlı kalacaksınız." (Zuhruf, 43/71) buyurmakta ve nefislerin iştihalarını şahlandıracak ve gözlerden içeriye lezzet olup akacak manzaralardan bahsetmektedir. Demek ki, nimetlerin suretlerinin de bir lezzet olarak gözden içeriye akması ve kalbe dökülen o görüntülerin insanın arzularını şahlandırması hem çok önemli bir husus hem de ayrı bir nimet. Evet, leziz bir yemek, hoş bir koku, muhrik bir ses nimet olduğu gibi güzel bir manzara da nimettir; bunlar sayesinde dil, burun ve kulak zevk aldığı gibi gözün de zevkten payı vardır. Göz zevkini tatmin eden en önemli unsurların başında da tertip ve düzen gelir.

Hasılı, Hazreti Bediüzzaman'ın işaret ettiği gibi, sürekli çalışan büyük bir fabrika ve her vakit dolup boşalan bir misafirhane olan bu kainat, çer-çöple ve süprüntülerle çok çabuk kirlenip içinde durulmaz hale gelmesi gerektiği halde, son derece parlak ve temizdir; adeta onda hiçbir lüzumsuz madde bulunmamaktadır. Kuddüs ismi şerifiyle bu kainatı küçük bir oda gibi temizleyen, tanzim ve tanzif eden Cenâb-ı Hak, tabiatın her sayfasını, seyretmeye doyulmaz bir güzellikle donatmakta ve bütün yeryüzünü güzel bir tablo gibi önümüze sermektedir. Bu manzarayı gören insanlar, özellikle de kainat kitabını okumaya ve esmâ-i ilahiyedeki bazı sırları anlamaya namzet bulunan mü'minler de gönül intizamıyla tertip ve düzeni buluşturmalı; birer nizâm insanı olarak yaşamalıdırlar.

Tesellibahş Bir Beyan Zemzemesi: Yusuf Sûresi

Soru: Sahabe-i kiram efendilerimizin, bir taraftan en yakın akrabalarının düşmanca tavırlarına maruz kaldığı, diğer taraftan Kur'ân'ın emir ve yasaklarına harfiyen uyma niyet ve azminde olduklarından mesuliyet şuuru altında âdeta preslendikleri bir dönemde Yûsuf Sûresi'nin indirildiği söyleniyor. Bu açıdan, bir teselli kaynağı olarak Yûsuf Sûresi hakkındaki mütalaalarınızı lütfeder misiniz?

Tevazu

İnsan kendini "sifir" kabul etmeli; "sıfır" bile değil, Arapça'daki haliyle "sifir" bilmeli. Çünkü "ı" larda kendini hissettiren bir sertlik var. Samimi mü'min, o kadarcık dahi olsa nefsini nazara vermemeli.

Kendinde bir şey vehmeden kaybetmiştir. İkram ve imtihanı ilâhî olarak bazı şeyler kendisine gösterilse veya güzel rüyalar görse bunu dahi anlatıp kendine pay çıkaran hasta ruhlar vardır. Bu çok tehlikeli bir yoldur. Daha tehlikelisi de "Aczimize binaen Allah zaman zaman lütfediyor böyle..." denmesidir. Bir adam uçsa, gitse ağacın tepesine konsa, sonra da bunu sağda-solda anlatsa bu adam boştur. Ben nezaketim icabı böyle diyorum, yoksa o adam bomboştur. Çünkü Hak dostları Cenabı Hakk'ın sırlarını ifşa etmez. Bu türlü lütuflar uluhiyete ait sırlardır, ifşa edilmez. Allah da zaten sırrını yayacak kimselere onları bildirmez. Bunlar imtihan vesilesidir. Bunlar tehlikeli ve ses çıkarılmaması gereken bir yerde cepteki bozuk paralardır, hissettirilmemesi gerekir. Bozuk paraları şıkırdatırsan avcılar seni bu avcılar yaman olur, endişe et ki seni vurur.

Allah'ın has kulları kendisini hiçbir şey görmez. Mesela, Kutup önünü hep sisli-dumanlı görür. Ufku açık değildir. Herkes onu ulaşılmaz zirvelerde de eder ama o kendisini çukurlar içinde görür.

Ayakların hep yere bassın, düştüğün zaman canın yanmasın, bir tarafın kırılmasın. Kendi vehimlerinle oluşturduğun dünyada bulunduğunu zannettiğin yüksek yerlerden düşersen, düştüğün yer en derin çukurlar olur ve hiçbir yerin sağlam kalmaz. Dikkat kamın, olduğun zannettiğin yer değilse düşmen de kaçınılmazdır.

Tevazu kanatları yerde mükemmelliğin peşinde

Fethullah Gülen: Tevazu kanatları yerde mükemmelliğin peşinde

Soru: Mü’minin bir taraftan iradesini son kertesine kadar kullanması ve sürekli mükemmeliyetin peşinde olması fakat diğer yandan da başarılar karşısında nefis muhasebesi yapması ve tevazuu elden bırakmaması gerektiği ifade ediliyor. Bu iki hususun arası nasıl cem edilebilir?

Cevap:: Hakiki mü’min, aksine ihtimal vermeyecek şekilde Allah’a inanmış, en onulmaz hâdiseler karşısında bile ümidini yitirmeyen azim ve irade insanıdır. Bu sebeple o, bütün yolların tıkandığı durumlarda bile asla ye’se kapılmaz, hep dimdik durur ve önüne çıkan engeller karşısında kendisine yeni bir yol bulup hedefine doğru yürümeye devam eder. Zira o bilir ki Cenâb-ı Hak, kendi yolunda yürüyenleri hiçbir zaman yolsuz bırakmamıştır. Meselâ Mekke’de yaşama imkânının kalmadığı bir dönemde, Allah (celle celaluhu) Habib-i Zişan’ı için (sallallâhu aleyhi ve sellem) göklere doğru öyle bir yol açmıştır ki, enbiya-i izamın her birisi bu yolun menzillerinde O’na selâm durmuşlardır. Hatta Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, Cibril-i Emin dahi, “Bir adım daha atarsam mahvolurum.” demiştir.

Mükemmele talip olma ilahî ahlakla ahlaklanmanın gereği

Evet, Allah (celle celaluhu), kendi yolunda yürüyenleri hiçbir zaman yol mağduru etmemiştir. En umulmadık yerlerde bile onların elinden tutmuş ve onları sahil-i selâmete çıkarmıştır. Siz, bir kuyunun dibine düşebilirsiniz. Fakat hiç beklemediğiniz bir anda birdenbire kuyuya güçlü bir ip salınıverir ve siz de ona tutunarak yukarı çıkarsınız. Yeri gelir üç beş tane kardeşin gadr, haset ve çekememezliğine uğrarsınız. Fakat bir müddet seyr u sulûk-i ruhani geçirdikten sonra bakmışsınız bir anda Cenâb-ı Hak sizin için gönüllerde tahtlar kurmuş. Bu açıdan hangi ağır şartlarla karşılaşırsa karşılaşsın Allah’ın yardım ve inayetini her zaman arkasında hisseden mü’minler büyük işlere talip olur, o büyük işleri kendi kamet-i kıymetine göre yapma adına iradelerinin hakkını vermeye gayret eder ve böylece en mükemmel eserler ortaya koymaya çalışırlar. Zira bir hadislerinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), mü’minlere Allah’ın ahlâkıyla ahlaklanmayı emretmiştir. Bu konudaki ilahi ahlak, bir ayette “الَّذِي أَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ ”(Secde Sûresi, 32/7) diğer bir ayette “الَّذِي أَتْقَنَ كُلَّ شَيْءٍ”(Neml Sûresi, 27/88) ifadeleriyle belirtilerek, O’nun, yaptığı her şeyi en iyi, en güzel, en sağlam, en mükemmel şekilde vücuda getirdiği beyan edilmiştir. O, ibdâ, inşâ ve ihyâ etmişse görenlere, “Dahası olmaz.” dedirtmiştir. Hazreti Pîr de, bununla ilgili olarak İmam Gazzâlî’nin şu sözünü nakletmiştir: لَيْسَ فِى اْلاِمْكَانِ اَبْدَعُ مِمَّا كَانَKâinatta mevcut olandan daha güzeli mümkün değildir.” Evet, kâinata kuşatıcı bir nazarla bakan ve tığını sebep-sonuç arasında götürüp getirebilen bir kimse şu itirafta bulunmak zorunda kalacaktır: “Allah, kâinatı öyle güzel yaratmıştır ki, bana bin sene ömür verilseydi ve ben, mevcudatın küçük bir parçasını inşa etmekle memur kılınsaydım, asla bunu yapamazdım.” İşte ilahî ahlak bize şunu göstermektedir: Mü’min, Allah yolunda koştururken bütün cehdini ortaya koyup işlerini en güzel ve en sağlam şekilde yapmaya çalışmalıdır.

Amellerinizi Allah’a ve Resûlüne arz ediyor gibi yapın

Mü’minin Allah rızası yolunda yaptığı işlerde mükemmele talip olmasıyla alakalı Tevbe Sûresi’nde ise şöyle buyrulmuştur:

اِعْمَلُوا فَسَيَرَى اللهُ عَمَلَكُمْ وَرَسُولُهُ وَالْمُؤْمِنُونَ وَسَتُرَدُّونَ إِلٰى عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ
"Amel edin: Yaptıklarınızı Allah da, Resûlü de, mü’minler de görecekler. Sonra gizli ve açık her şeyi bilen Allah’ın huzuruna çıkarılacaksınız. O da yaptığınız her şeyi bir bir sizin önünüze çıkaracak, karşılığını verecektir.” (Tevbe sûresi, 9/105)

Cenâb-ı Hak, burada bir fiil ortaya koyma manasına gelen اِفْعَلُواfiilini kullanmamış, bunun yerine اِعْمَلُواbuyurmak suretiyle mü’minlere amelde bulunmalarını emretmiştir. Amel etme ise –başka âyet-i kerimelerde sıkça “salih amel” ifadesiyle nazara verildiğinden anlaşılacağı üzere– neticesini hesap ederek belirli bir plan dâhilinde pozitif ve arızasız iş yapma demektir.

Âyet-i kerimenin devamında, amellerin Allah’ın, Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve mü’minlerin teftişine arz etme mülâhazası içinde yerine getirilmesi emredilmiştir. Yani bir mü’min öyle bir amel ortaya koymalıdır ki Allah, “Bu iş, işte böyle olur.” buyursun, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Barekallah benim ümmetime!” desin, mü’minler de yapılan amele baktıklarında, “Keşke biz de böyle güzel bir iş yapmaya muvaffak olsaydık!” desinler.

Söz buraya gelmişken, asıl konumuz olmasa da bir hususa dikkatinizi çekmek istiyorum: Yaptığı amellerde mükemmelliğin peşinde olan bir mü’minin amacı, başkalarının beğeni duygusunu harekete geçirip onu gıptaya sevk etmek değildir. Bilâkis o, yapılan işin hakkını vermek suretiyle rıza-i ilâhiyi tahsil etmeye çalışır. Bu açıdan böyle birisine imrenmek, ona benzemeye çalışmak, uhrevî güzellikleri elde etme noktasında ondan geri kalmamak için gayret etmek gibi düşünceler makbul olsa da, kıskançlık ve rekâbet duygusuyla meseleye yaklaşmak asla bir mü’min sıfatı olamaz.

Melekler bizim için ne güzel örnek!

Kur’ân-ı Kerim, melekler hakkında, لَا يَعْصُونَ اللّٰهَ مَۤا أَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ"Onlar asla Allah’a isyan etmez ve kendilerine verilen bütün emirleri tam olarak yerine getirirler.” (Tahrîm sûresi, 66/6) buyurmuştur. Yani onlar, Allah’ın her bir emrini kılı kırk yararcasına yerine getirir ve bir milim ölçüsünde bile O’nun emirlerine muhalefet etmezler. Bu özellikleri itibarıyla onlar bizim için önemli birer örnektir. Dolayısıyla mü’minler de işlerini, Cebrail (aleyhisselam) çizgisinde dengeli, yerinde ve takdir-i ilâhiye mazhar olacak şekilde yerine getirmelidirler. Gerekirse Allah’ın kendilerine ihsan buyurduğu iradenin hakkını verme ve sorumlu oldukları vazifeleri mükemmel bir şekilde yerine getirme adına göbeklerini çatlatmalı, şakaklarını zonklatmalı ve öz beyinlerini burunlarından kusmalıdırlar. Zira güzel bir sözde ifade buyrulduğu gibi, kim bir işin arkasına düşer, onu yerine getirme adına bütün ceht ve gayretini ortaya koyarsa, Allah da ona istediğini lütfeder.

Başarıyla gelen ağır imtihan

Bu ölçüde bir cehd u gayret ortaya koyan bir insan Allah’ın izni ve inayetiyle hakikaten çok güzel neticelere muvaffak olabilir. Belki binler, yüz binler böyle güzel bir faaliyet etrafında kümelenerek onu yapana teşekkürler, medh u senalar yağdırabilir. İşte insan için en büyük imtihan da bu noktada başlamaktadır. Şahıs, ortaya çıkan neticeleri kendinden mi bilecek yoksa hakiki sahibine mi verecektir? Başarılar onda şükür duygularını mı tetikleyecek yoksa baş dönmesine, bakış bulanmasına mı yol açacak? Bu ağır imtihanı başarıyla geçen, nefsini terbiye istikametinde onun başına sürekli balyozlar indirip duran, mahviyet ve tevazu mülahazasına kilitlenmiş gönül erleridir. Onlar kazanma kuşağında insana kayıplar yaşatacak böyle kritik bir noktada hadlerini bilirler. Nasıl ki işin başında iradenin hakkı verildiyse, burada da vicdanlarının hakkını verir ve durması gerekli olan yeri doğru tayin ederler. Bu bakış açısına göre onlar, asla nefislerine pay çıkarmaz, “Yapan O’ydu, eden O’ydu, eyleyen O’ydu!..” der, yılandan-çıyandan kaçar gibi gurur, kendini beğenme gibi zaaflardan kaçar, yapıp ettiklerini beğenmek bir yana kendi muhasebe ufukları açısından işin eksik kalan taraflarını görür, onlara üzülür ve daha mükemmelini ortaya koyamamanın ızdırabını yaşarlar.

Biraz daha açacak olursak, hayatın değişik birimlerinde görev yapan insanlar, vazifeli oldukları alanla ilgili farklı başarılara imza atabilirler. Yaptıkları her işin üzerine mele-i alânın sakinlerinde hayranlık uyaracak ölçüde güzellik mühürleri basabilirler. Kimisi yaptığı konuşmalarla, kimisi yazdığı yazılarla, kimisi sevk ve idare kabiliyetiyle, kimisi de sanat kabiliyetiyle mükemmel işler ortaya koyabilirler. Fakat bütün bu muvaffakiyet ve zaferler karşısında hakiki mü’min, “Benim yerimde aklı başı yerinde ve vicdanı engin bir başkası olsaydı, muhtemelen çok daha mükemmel ve verimli iş ortaya çıkarırdı” der, demelidir.

Hatta farz-ı muhal onun bir parmak işaretiyle, ay ikiye yarılsa, güneşin yörüngesi değiştirilse, dünyadaki bütün insanlar yüce bir hakikat etrafında bir araya getirilse, Cibril-i Emin’in ameli ölçüsünde bir başarı sergilense yine de vicdanın sesi şunu söylemelidir: “Benim yerimde bir başkası olsaydı, kim bilir bu işi nasıl daha sağlam ve güzel yapardı! İşin doğrusu bu işler benim kirli elimden ortaya çıktığı için olması gereken yerin oldukça gerisinde, perişan, derbeder ve güdük kaldı.”

Kıyamet ve kendini kınayan nefis

Mü’minin nefsini bu ölçüde yerden yere vurması niçin bu kadar önemlidir? Zira, işin sonunda kazanma kuşağında en büyük kaybı yaşama vardır. Bakın Cenâb-ı Hak, Yüce Beyan’ında

لَا أُقْسِمُ بِيَوْمِ الْقِيَامَةِ وَلَا أُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ
"Kıyamet gününe kasem ediyorum. Nefs-i levvameye kasem ediyorum.” (Kıyâme sûresi, 75/1-2)

buyurmak suretiyle kıyamet gününe yemin ettikten sonra, nefs-i levvâmeye yemin etmiştir. Bilindiği üzere önem verilen, kıymetli olan şeylere yemin edilir. Kıyamet günü önemlidir. Çünkü o gün, insanların gözlerinde büyüttükleri bütün kehkeşanlar, samanyolları, güneş sistemleri Allah’ın ilm-i muhiti, irade-i müthişesi ve tasarrufat-ı azimesi karşısında herc ü merc olacaktır. O gün, her şey adeta bir saman çöpü gibi savrulup hallaç edilecektir. İşte burada kıyamet gününe yemin edilerek Allah’ın bu tasarrufat-ı sübhaniyesinin çok büyük bir hâdise olduğu nazara veriliyor.

Bunun arkasından ise nefs-i levvâmeye yemin ediliyor. Nefs-i levvâme ise, yaptığı işleri beğenmeyen, sürekli kendisini sorgulayan ve kınayan nefis demektir. Bu yönüyle o, nefis yoluyla terakkide ilk basamaktır. Bu basamağı çıkamayan bir insanın nefs-i mülhemeye, nefs-i mutmainneye, onun iki farklı kanadı olan nefs-i radiye ve mardiyyeye, hele nefs-i sâfiye veya nefs-i zâkiyeye ulaşması mümkün değildir. Nefs-i levvâme, insanı bu nefis mertebelerine ulaştıracak bir merdiven, bir helezon ve bir asansör gibidir. Bu sebepledir ki, insanın sürekli kendisiyle yüzleşmesi, meydana gelen olumsuzlukları kendisinden bilmesi, her zaman kendisini kınaması çok önemlidir.

Günahlardan temizlenmenin en emin yolu

Zafer ve başarılar sonucunda ortaya çıkacak nefsanî tuzaklar karşısında nasıl bir mücadele sergilenmesi gerektiğine dair Hazreti Pîr’in yaklaşımı da oldukça dikkat çekicidir. O, bir yerde âdeta nefsini karşısına alır ve ona şöyle hitap eder: “Sen, ey riyakâr nefsim! ‘Dine hizmet ettim’ diye gururlanma. إِنَّ اللهَ لَيُؤَيِّدُ هٰذَا الدِّينَ بِالرَّجُلِ الْفَاجِرِ‘Muhakkak ki Allah, bu dini fâcir adamla da teyit ve takviye eder.’ (Buhâri, cihad 182; Abdurrezzak, el-Musannef 5/270) sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o racül-i fâcir bilmelisin.” (Bediüzzaman, Sözler s. 515 (Yirmi Altıncı Söz, Dördüncü Mebhas)) Onun nefsin tezkiye edilmesi adına ortaya koyduğu disiplin ise, nefsin tezkiye ve tebrie edilmemesidir. Buna göre kendisini kirli görmeyen, arınmaya ihtiyacı olduğunu düşünmeyen bir insan nefsini tezkiye etmiş olmayacağından müzekka da olmaz. Müzekka olmadığından dolayı da nefsin, bütün olumsuz ve negatif şeyleri kendinden bilmesi gerekir.

Eksik ve kusurları insan kendinden bilirse ne olur? Böyle bir kişi Cenâb-ı Hakk’a teveccüh eder ve O’ndan hidayet talebinde bulunur. Aynı zamanda Allah (celle celaluhu) onun bu tür mülâhazalarını, bir iç nedamet ve tevbe olarak kabul buyurur ve ona affa giden yolları açar. Bu tür mülâhazaları olmayan bir insan ise hiç farkına varmadan elli türlü hata işler ama yine de kendisini bir şey zanneder. Tıpkı günümüzün pek çok insanının lâ şey (hiçbir şey) oldukları halde kendilerini bir şey zannetmeleri gibi.

Düşünün ki, kendi dönemindeki süper güçleri dize getiren, sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar Allah karşısında el pençe divan duran, sürekli kemerbeste-i ubudiyet içinde O’na inkıyatta bulunan ve aynı zamanda günahın semt-i nasutiyetine sokulamadığı bir insan olan Hazreti Ömer, kuraklık olduğu bir dönemde bir harabenin içinde başını yere koymuş ve “Allah’ım, ne olur benim günahlarım yüzünden ümmet-i Muhammedi mahvetme!” diyerek hıçkıra hıçkıra ağlamıştır. Başka bir gün kendisine, “Ey Emire’l-mü’minin, bir yağmur duasına çıksan!” dediklerinde, muhtemelen kendi kendine, “Ben kim, el kaldırıp Allah’tan yağmur istemek kim!” demiş ve böyle bir mülahazayla Hazreti Abbas’ın elinden tutup onunla bir tepeye çıkmıştır. Daha sonra da onun elini yukarı kaldırıp, “Allah’ım, bu senin Habibi’nin amcasının elidir. Bunun hürmetine bize yağmur ver!” diyerek kendini nefyedip Hazreti Abbas’ı şefaatçi kılarak isteyeceğini istemiştir. Siyer kaynakları diyor ki, bunun üzerine şakır şakır yağmur yağmaya başladı.

İşte kâmil insanın tavrı bu olmalıdır. O, yaptığı işleri mükemmel yapmanın, her zaman işin en mükemmeline talip olmanın ve iradesini son kertesine kadar kullanmanın yanı başında, yaptığı işlerde kendine göre türlü türlü eksiklikler görmeli ve sürekli kendisini sorgulamalıdır. Hazreti Ömer’e nisbet edilen bir sözde yer aldığı üzere o, sîgaya çekilecek gün gelmeden önce kendisini sürekli sîgaya çekmelidir.

Hâsılı, Zat-ı Ulûhiyet’e arz edildiğinde bir mahcubiyet duymayacağı ölçüde mükemmel iş yapan bir insanın aynı zamanda kendi kusurlarını görmesi ve “Bu işleri bir başkası daha iyi yapardı. Ben ise bunu elime yüzüme bulaştırdım.” mülâhazasıyla oturup kalkması, Allah’ın izni ve inayetiyle tepeden tırnağa onun bütün kusurlarını âdeta âb-ı hayatla, zemzemle yıkanıp arınmış hâle getirecektir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Teveccüh Kredisi

Soru: Değişik röportaj ve yazılarınızda, halkın zat-ı âlinize teveccühünü onlar açısından bir içtihat hatası, kendiniz zaviyesinden de bir imtihan vasıtası gördüğünüzü belirterek, bu teveccühü, insanları hayra yönlendirmede bir kredi olarak kullanmaya çalıştığınızı ifade ediyorsunuz. 'Teveccüh kredisi' tabirine yüklediğiniz mânâları ve bunun nasıl kullanılması gerektiğini lütfeder misiniz?

Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.