• Anasayfa
  • Kırık Testi - Fethullah Gülen Web Sitesi

Sevgililer diyarına yolculuk

İnsan ölüme ve ahiret yolculuğuna her zaman hazır olmalı. Annesinin başörtüsü gibi içi-dışı temiz bir şekilde öteden gelecek daveti beklemeli. Çünkü, ne zaman “Gel!” denileceği belli değil. Öyleyse her an temiz durmalı, saf kalmalı. Akıl, mantık, kalb, kafa, duygu ve düşünceleri daima berrak tutmalı ve gitmeye hazır durmalı.

Seviye

Kur’an-ı Kerim'de buyurulan "Ey insanlar, siz içinizdeki şeyleri açığa vursanız da, gizleseniz de, Allah sizi onlardan dolayı hesaba çeker." (Bakara, 2/284) ayetinin nesholunduğuna ve hükmünün kaldırıldığına dair rivayetler var. Genel olarak düşündüğümüzde görürüz ki, bu bir seviye meselesidir. Bazı insanlar vardır ki, içlerinden bir şey geçmekle sorumlu olmayabilirler. Fakat belli bir seviyeye göre Rabb'imizle münasebet içinde bulunan birisi, gözlerinin içine yabancı bir hayal girmemesine azmetmiş bir insan, o türlü fena şeyler tahayyül ederse (hayalinden geçirirse) zihnini, aklını kirlettiğinden dolayı muâheze olabilir (hesaba çekilebilir). Muhâsibi "erRiâye li hukûkillah" adlı eserinde bu mevzuyu sekiz mertebeye ayırıyor. İmam Gazali'de de benzer şeyler var. Hasılı, bu bir seviye meselesidir.

Hangi seviyede Rabb'imizle münasebet kurabilmişsek, hal, tavır, fiil ve hatta fikirlerimiz de o seviyeye göre muameleye tabi tutulacaktır. Bazı has kulların akıllarından geçen nâhoş şeyler bile Allah'a karşı saygısızlık sayılır. Hatta ileri bir seviyenin erlerinden bazıları –afedersiniz- tuvalette açılıp-saçılmayı bile hayâya muhalif görmüşlerdir. Ebu Musa el-Eş'arî (ra) diyor ki: "Gece karanlığında yıkanırken belimi doğrultmaktan hayâ ediyor, bir yerim açılacak diye yerin dibine giriyorum."

Evet, bunlar seviye meselesidir. Şimdi bir kul belli bir seviyede böyle davranmak gereği duyuyorsa, Rabb'imizle bu ölçüde münasebet içindeyse, kendi tavırları itibarıyla aşağı seviyeye inemez. Birisini çavuş yapsalar; o da "Ben çavuşluk yapmam, nefer olacağım." derse, onu neferliğin de altına atarlar. Cenâb-ı Allah, bir kulunu nereye çıkarmışsa o kulun ona göre davranması gerekir. Bundan dolayı, Üstad da bir yerde diyor ki; "Bu ihlâs kulesinden düşerseniz derin bir çukura düşmek ihtimali var." Yer seviyesinde kalamazsınız. "Bi hasebi'l-mağrem el-mağnem elde -edilen ganimet, altına girilen risk ölçüsünde artar veya azalır." Yani kişi, Allah'ın lütufları ve ihsanları ile belli bir noktaya ulaştırılmışsa, o noktanın hakkını vermediği zaman düz insanlar seviyesinde kalmaz, çok daha derin bir kuyuya düşer.

Mesela, birisi vardır; aklına gelse ve yel gibi geçse: "Şu ana kadar vatanamillete hizmet dedim, koşturdum; çok sıkıntı çektim; acaba bıraksam…" Bunu telaffuz etmek bir yana hayalinden bile geçirse onun için ciddi bir sukûttur. Tavrını buna göre ayarlaması lazım. Ama birisi de var ki kapıda, koridorda dolaşıyor. Vatan uğrunda çalışmak, millete faydalı olmak için koşturmak, kendisi için değil insanlar için yaşamak... bunların mânâsını bile anlamaz, dolayısıyla bu türlü düşüncelerden sorumlu olmaz. Mazhariyetin ölçüsünde kapının önünde değilsin, koridorda değilsin, salonda değilsin, harem odasındasın, yatağın ucundasın. Sultan sana muamele yaparken ona göre yapar. "Kurb-u sultan âteşi sûzan buved -Sultan'a yakınlık yakıcı bir ateştir." Akla şu da gelebilir: "Rabb'imle ileri seviyede bir münasebet tehlikeli. Kendimi öyle geri seviyede bir münasebete ayarlayayım." Bu insanın elinde değildir. Kalb marifetle besleniyorsa, okuyor düşünüyorsa, ilim ve irfan ufkunu artırıyorsa, derinleşiyorsa, Rabb'ini çok iyi biliyorsa bu onun elinde değildir. Bu durumda birisinin öyle inmesine çıkmasına müsade etmezler.

Hasılı, Muhasibî'nin kitabından mülhem şöyle diyebiliriz: Er-Riâye li hukûkillah alâ seviyeti'n-nâs. Yani "Allah'ın haklarına riayet, insanların seviyelerine göredir."

Şeytan

Allah Teâlâ, şeytanın şerrinden hepimizi muhafaza buyursun. Günde bin defa "Rabbi eûzü bike min hemezâti'ş şeyâtîn ve eûzü bike Rabbi en yahdurûn -Ya Rabbi, şeytanların vesveselerinden, onların başıma üşüşmelerinden sana sığınırım!" (Mü'minun, 23/9798) desek yine de az söylemiş oluruz. Çünkü şeytan çok hile ve oyun biliyor. Hiç kimse onun oynadığı satrançta onunla başa çıkamaz. Fakat, Allah'ın inayeti olursa şeytanın eli-kolu bağlanır. Zira, o sadece insanların gönlüne vesvese tohumları atar, şerre sebebiyet verir. Ama, işin hâlıkı, yaratıcısı o değildir. Hayrı da şerri de, nuru da karanlığı da yaratan Allah'tır.

Şeytana bir iş izafe etmek, onun hakkında "yaptı, etti" demek, bir şeyler becerdiğini söylemek ve ondan bahsedip üzerinde durmak tehlikeli olabilir. Bu durumda şeytan, -bir hadis-i şerifte işaret buyurulduğu gibi- şişer, kabarır. Esas olan, -Allah'a itimat ve güvenimizin ifadesi olarak- Allah'ın sonsuz havl ve kuvveti karşısında şeytanın tesirsizliğini; salih kullara hiçbir zarar veremeyeceğini düşünmek ve ona karşı sağlam durmaktır. Yani, bir bizim tavrımız açısından, bir de onun yaratılış hikmeti, misyonu açısından meseleye bakmak lazımdır.

Bir zamanlar Sızıntı Dergisi’nde bir acûze-i şemtâ (elden ayaktan kesilmiş yaşlı kadın) resmi yayınlanmıştı. O resimdeki, bir insandan daha çok kurgu filmlerdeki gulyabânilere benziyordu. Resmin üzerinde şu ifadeler vardı: "O şimdiye kadar hiçbir zaman, asıl hüviyetiyle kimsenin karşısına çıkmadı. İnsanlık onu hep değişik maskelerle ve başka başka şekillerde gördü. Şimdi ise çeşitli doktrinleri kullanarak bütün beşeri içine alabilecek en korkunç oyununu oynamak istiyor. İnsanla başlayan Mefisto-Faust oyunu henüz bitmiş değildir."

Evet, Geothe de Faust'un sonunda: "Bu hikaye bitmemiş, Faust mu galip, Mefisto mu galip belli değil?" der. Faust toy bir delikanlıdır.. kendi ömrünü yaşayan bir varlık. Şeytan ise bütün insanlığın ömrünü yaşayan bir ucûbe. Siz o resmi ya da benzerlerini görmüşseniz, şeytan denince zihninizde o şekil canlanabilir. Fakat, şeytan zihninizdeki şekilden çok farklıdır.

O, farklı farklı fettânlar (gönül alıcılar, fitneciler) şeklinde insanların karşısına çıktığından dolayı bazen bohemliği kullanır, beşerin hayvanî hislerini gıdıklar. Bazen insanları yutan bir canavar gibi; bazen de onların beyinlerini okuyan, değişik elektrik şerareleri göndererek muvazenelerinde olumsuz tesirler icra etmeye çalışan, gelip beyin guddelerine oturarak vesvese veren, orada -psikiyatristlerin dediği gibi- değişik hormonlar üreten ve böylece hasımlarına korkulu rüyalar gösteren bir büyücü gibi olur.

Beşer hayatından metafiziğe ait mülâhazalar silinince her şeyi fizikle açıklama hastalığı zuhur etti. Dolayısıyla da günümüz insanı bir düalizme girdi. Dine, dinî esaslara inanan, bütün fizikî dünyaya metafiziğin hakim olduğunu kabul edenlerin zihinlerinde bile her şeyi fizikle açıklama hastalığı başgösterdi. Günümüzdeki korkunç pozitivist mülâhazanın, insanların kafalarındaki akide intizamını şöyle böyle bozan bir kısım tesirleri oldu.. oldu ve hemen herkesin kalbine metafiziğe dair şüpheler attı. Bugün neredeyse herkesin şüphesi vardır. O şüphe de ancak kendini ibadete vermekle çözülebilir. Çünkü din, tasdikun bi'l-kalb, ikrarun bi'l-lisan ve â'mâlün bi'l-erkân, yani; doğruluğunu kalb ile kabul etme, bu kabulü dil ile açıkça söyleme ve sonra da bu kabul ve itirafı davranışlarla bütünleştirmeden ibarettir.

İnsan çokça ibadet etmeli, ibadet onun tabiatının bir yanı haline gelmelidir. Kant, "Nazarî akılla Allah bilinemez." diyor; Yaratıcı'nın ancak amelî akılla bilinebileceğini söylüyor. Bergson da -kendine göre- vicdanı ve entüisyonu (sezgiyi) ön plâna çıkarıyor. Bir mânâda, her şeyin vicdanla, sezgiyle bilineceğini ifade ediyor. Evet, insan delillerle kafasına yerleştirmeye çalıştığı bir ulûhiyet telakkisiyle hiç bir zaman imana ilişen problemlerden kurtulamaz. İmanın, akıldan ziyade kalbe oturması lazımdır. O da, daha işin başında gönlü şeytana değil, Allah'a satmakla olacaktır. Gönlünü Allah'a satarak.. "Al bunu, bu Senin otağın, tahtını kur oraya." diyerek..

"Dil beyt-i Hüdâ'dır, ânı pak eyle sivâdan
Kasrına nüzûl eyleye Rahman gecelerde."

diyen İbrahim Hakkı Hazretleri'ne kulak vererek alnı seccadeye koyup, "Kalbimi Senden başka her şeyden temizle, beni daire-i Ulûhiyetine iltisaka (kavuşmaya) muvaffak eyle." diyerek.. yirmi sene, otuz-kırk sene bu şekilde yalvararak.. insan ancak böyle bir cehd neticesinde hakka'l-yakîne ulaşır ki, o yaşana yaşana duyulup erilecek bir hedeftir ve o hedefe ulaşanların karşısına bin tane şeytan bin çeşit hile ve oyunla çıksa da -Allah'ın izniyle- onlara bir zarar veremez.

Pozitivizm, nazarî bilginin fendini bozabilir; fakat amelî bilgiye ilişemez. Onun için avam halk, bir şeyler bilenlere göre daha avantajlıdır; onlar sâfiyâne inanırlar. Ekseriyetle, okuyan, kitap karıştıranların kafalarında bin türlü delik açılmıştır. Eğer onlar, aklî meselelerle meşgul oldukları gibi gönüllerini de ihmal etmez ve kalblerini işletirlerse o deliklerden dökülmezler. Yoksa fennin, felsefenin açtığı yırtıklardan düşüverirler.

İşte bu sebeple, çok eski yıllardan bu yana içimde besleyip büyüttüğüm ve şahit olduğum hadiselerle doğruluğuna iyice inandığım bir mülâhazam vardır: Eğer felsefe okutulacaksa, onun yanında mutlaka tasavvuf da okutulmalıdır. Ve o tasavvuf dersini, o alanda iyi yetişmiş, meseleleri bildiği gibi aynı zamanda mâlumatıyla amel eden, anlattıklarını yaşayan bir hoca vermelidir. En az akıl kadar kalbin de işletilmesi, ileriye götürülmesi ve neticede kalb ve kafa izdivacının sağlanması şarttır. Yoksa, insanların imanı, zayıf bir lehimle tutturulmuş olur. O da, nâmüsait şartlar altında birden bire eriyiverir, kırılır gider.

"Neden bu iş bu kadar ince?" diye akla gelebilir. Çünkü "sırr-ı teklif"in olduğu bir imtihan dünyasındayız. Sa'y ve gayret olmadan bu imtihan verilemez. Küfür ile iman arasında ince bir perde vardır. Sıkı durulmazsa, yanlış bir fikrî hareketle perdenin öbür tarafına düşme talihsizliği her zaman muhtemeldir.

Öyleyse kulluk vazifesine sıkı sıkı yapışmak ve Allah'a sığınmak lâzımdır. Gönlümüzde zaman zaman hasıl olan vesveselere karşı sürekli tetikte olmak, bazı meseleler karşısında kendi idrak ve anlayış yetersizliğimizi kabullenmek ve bazen de şöyle düşünmek gereklidir: "Allah karşısında el bağlayıp Kâbe'ye doğru durdum. Ben bir halkaya dahilim. Benim önümde halka şeklinde bir saf daha var.. onun önünde bir başka halka.. onun önünde de binlerce halka.. Kâbe'de namaz kılıyor gibi milyonlarca insan Kâbe'ye teveccüh etmiş namaz kılıyor. Bunların içinde ne dâhiler, ne dimağ ve gönül insanları vardır. Allah'a tereddütsüz teveccüh ediyorlar. A be ahmak, sadece sen misin akıldan, delilden, ilim ve fenden anlayan!"

Şeytan ve günümüzdeki takipçileri

Fethullah Gülen: Şeytan ve günümüzdeki takipçileri

Soru: Allah’a karşı şeytanın tuğyanını anlatan, “Andolsun ki Senin kullarından belirli bir pay edineceğim; elbette onları saptıracak ve kuruntularla oyalayacağım. Şüphesiz ki onlara emredeceğim ve hayvanların kulaklarını yaracaklar. Yine onlara emredeceğim ve onlar da Allah’ın yarattığını değiştirecekler.” (Nisâ Sûresi, 4/118-120) mealindeki âyet-i kerimelerde verilen mesajları izah eder misiniz?

Cevap: Şeytanın, Zât-ı Ulûhiyet karşısındaki isyanları, Kur’ân-ı Kerim’de farklı âyet-i kerimelerde beyan buyrulmuştur. Mesela Hicr Sûresi’nde, onun hazımsızlık ve kıskançlığının mahsulü olan küstahça ifadeleri, رَبِّ بِمَا أَغْوَيْتَنِي لَأُزَيِّنَنَّ لَهُمْ فِي الْأَرْضِ وَلَأُغْوِيَنَّهُمْ أَجْمَعِينَ إِلَّا عِبَادَكَ مِنْهُمُ الْمُخْلَصِينَ“Rabbim! Beni azdırmana karşılık, ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini azdıracağım. Ancak ihlâslı kulların müstesna.” (Hicr Sûresi, 15/39-40) beyanıyla ortaya konulur. Sâd Sûresi’nde, فَبِعِزَّتِكَ لَأُغْوِيَنَّهُمْ أَجْمَعِينَ إِلَّا عِبَادَكَ مِنْهُمُ الْمُخْلَصِينَ“İzzetine yemin olsun ki ihlâslı kulların hariç, ben de onların hepsini baştan çıkaracağım.” (Sâd Sûresi, 38/82-83) sözleriyle ifade edilmiştir. Aynı şekilde Â’raf Sûresi’nde yer alan şu âyet-i kerimelerde de onun kin ve nefret dolu hezeyanlarına yer verilmiştir: فَبِمَۤا أَغْوَيْتَنِي لَأَقْعُدَنَّ لَهُمْ صِرَاطَكَ الْمُسْتَقِيمَ ثُمَّ لَاٰتِيَنَّهُمْ مِنْ بَيْنِ أَيْدِيهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ وَعَنْ أَيْمَانِهِمْ وَعَنْ شَمَۤائِلِهِمْ“Sen beni lânetlediğin için ben de Senin kullarının yolunu keserek sürekli onları gözlemeye koyulacağım; onlara pusular kuracak, sonra da kâh önlerinden, kâh arkalarından, kâh sağlarından, kâh sollarından gelerek onları ifsat edeceğim.” (A’râf Sûresi, 7/16-17)

Bunların her biri, başka değil, birer gözü dönmüşlüğün ifadesidir. Şeytan, kıskançlık ve hasedin esiri olduğundan, aynı zamanda kendini kin ve nefretin pençesine saldığından bu öldürücü duygular onu bütün bütün kör etmiş ve neticede ağzından bu hezeyanlar dökülmüştür. Dolayısıyla o, bir yönüyle hakikati bildiği hâlde, tesirinde olduğu olumsuz duyguların gereğini seslendirmiş, ona göre konuşmuş ve ona göre bir tavır almıştır.

Azgın güruhların arkasındaki azgın

Aslında şeytanın Allah’a karşı küstahça dile getirdiği bu ifadeler, onun daha önceki dönemlerde de içinde ciddî bir probleminin bulunduğunu gösterir. Bu problem, bir paye, bir makam veya bir takdir beklentisi olabilir. Çünkü bazı muhakkikler, onun yeryüzünde secde etmediği yerin kalmadığını ifade etmişlerdir. Allah adına yaptığı yeminlerden de anlaşılacağı üzere o, Allah’ı da bilmektedir. Fakat onun bilgisi amelsiz bir bilgi olduğundan, bunun kendisine bir faydası olmamıştır. Netice itibarıyla kıskançlığa girmiş, Hazreti Âdem’i (aleyhisselâm) çekememiş ve hasedine yenik düşmüştür.

Şeytan, hususiyle insanoğlundaki başarıları ve onun Allah yolunda sergilediği çok kıymetli performansı gördükçe, hezeyanlarla köpürmüş ve insanoğlunun en amansız düşmanlarından birisi olmuştur. Bu yönüyle bütün azgın güruhların azgınlıklarının arkasında esasen onun tesiri vardır. Zira ahsen-i takvime -yani en güzel şekil, suret, mânâ ve muhtevaya- mazhar yaratılan insan, aslî fıtratı itibarıyla demagojiye, diyalektiğe, başkalarını karalamaya, haset etmeye vs. açık değildir. Dolayısıyla bu tür demagojilere giren insanlar ister kendi nöronlarını, akıllarını kullandıklarını zannetsinler, ister ağızlarından çıkan menfiliklerin kendi kortekslerinin ürünü olduğunu düşünsünler, isterse bir kısım menfilikleri kendilerinin realize ettiklerini vehmetsinler, hakikatte bütün bunlar şeytanın dürtüsüyle gerçekleşmektedir.

Âyet-i kerimelerde şeytanın insanoğluna duyduğu kin ve öfkesinden dolayı onu sırat-ı müstakimden saptırma adına başvuracağı yollar anlatılmaktadır. Hâlbuki Cenâb-ı Hak, وَأَنَّ هٰذَا صِرَاطِي مُسْتَقِيمًا فَاتَّبِعُوهُ وَلَا تَتَّبِعُوا السُّبُلَ فَتَفَرَّقَ بِكُمْ عَنْ سَبِيلِهِ“İşte Benim dosdoğru yolum. Ona tâbi olun. Sakın, sizi Allah’ın yolundan ayıracak başka yollara uymayın. Yoksa farklı yollara düşer, değişik sapkınlıklara girersiniz.” (En’âm Sûresi, 6/153) buyurmak suretiyle mü’minlerin sırat-ı müstakimden ayrılmamalarını emretmektedir. Çünkü bu dosdoğru yoldan ayrılan insan öyle farklı yollara sapar ki heva ve hevesinin esiri olur, bazan şu “izm” bazan bu “izm” der, yalancı ışıkların insanlığa saadet ve refah getireceğini zanneder, neticede “izm”ler arkasında ömrünü tüketir durur. Oysaki insan tabiatına ve onun ihtiyaçlarına en uygun, topluma huzur getirecek olan yol, insanı yaratan, mutlak ilim ve sonsuz merhamet sahibi Zât’ın ortaya koyduğu yoldur. İşte bunu çok iyi bilen ve profesyonel bir müfsit olan şeytan, biraz da zamanın ve devrin şartlarına ve aldatmak için peşinden koştuğu insanların karakterlerine göre farklı farklı enstrümanlar kullanmak suretiyle insanları hep bu doğru yoldan saptırmaya çalışmıştır/çalışmaktadır.

Doyma bilmez kin

İşte bunu nasıl gerçekleştireceğini ifade etme sadedinde şeytan sorudaki âyet-i kerimede ilk olarak, لَأَتَّخِذَنَّ مِنْ عِبَادِكَ نَصِيبًا مَفْرُوضًا“Kasem olsun ki Sen’in kullarından kendi hesabıma bir hisse ayıracağım.” (Nisâ Sûresi, 4/118) demiştir. Fiilin başında tekit “lam”ı, sonunda da şeddeli “nûn”un bulunması şeytanın bu konudaki kararlılığını göstermektedir. Yani şeytan, onların bir kısmını kendime bende yapacak, vesayetim altına alacak ve tesirimi her zaman onlar üzerinde göstereceğim, demiştir. Günümüzde pek çok çeşidiyle bunun misallerini görmek mümkündür.

Arkasından şeytan yine tekitli bir ifadeyle, وَلَأُضِلَّنَّهُمْ“İnsanları mutlaka baştan çıkaracak, doğru yoldan saptıracağım.” (Nisâ Sûresi, 4/119) Yani, duygu ve düşünceleri itibarıyla endazesiz hâle gelinceye kadar onların yakasını bırakmayacağım. Onları şirazeden çıkarma adına elimden ne geliyorsa yapacağım. Kimisini bohemliğe itecek, kimisini şöhret budalası hâline getirecek, kimisini ikbal hırsıyla başını döndürecek, kimisini hırsla yandıracak, kimisini haset bataklığına sürükleyecek, kimisini de kendinden başka kimseye hayat hakkı tanımayan bir despota dönüştürecek, onu zulümden zulüme koşturacağım. Bunların her biri insanı dalâlete sürükleyen ayrı bir sapıklıktır. Bu açıdan biz, sapmama, doğru yoldan ayrılmama adına beş vakit namazda günde en azından kırk defa Allah’a dua ediyor, “(Allah’ım), bizi sırat-ı müstakime hidayet eyle! Nimet ve lütfuna nail ettiklerinin yoluna ilet. Bizi, gazabına uğramış, sapıp gitmiş insanların yoluna itme!” (Fâtiha Sûresi, 1/6-7) diyoruz.

Şeytan ve içi boşaltılmış din

Şeytanın, kin ve nefretle köpürdüğü anda yaptığı tehditlerden bir diğeri de, وَلَأُمَنِّيَنَّهُمْlafzıyla ifade edilmiştir ki bunun da anlamı, “Mutlaka onları değişik ümniyelere salacağım.” (Nisâ Sûresi, 4/119) demektir. Ümniye, bir hakikate dayanmayan, realize edilmesi mümkün olmayan kuruntu ve vehimlere denir. Cahiliye insanlarının, bir kısım hâdiselerden yola çıkarak kendilerine göre tefeül veya teşe’ümde bulunmaları, bir kısım şeylere uğur bağlamalarına mukabil bazı şeyleri de uğursuz saymaları bu tür kuruntulardandır. Aynı şekilde onların tapındıkları putlar da ümniyelerinin ürünüdür. Onlar, Kâbe’nin içini bile putlarla dolduruyor, Arabistan’ın değişik yerlerine latlar, menatlar, uzzalar, isaflar, naileler koyuyor, onlara kurbanlar kesiyor ve onlara tapınıyorlardı. Günümüzde bazılarının, hırsızlığı, çalıp çırpmayı, yalanı, iftirayı meşru gösteren, içini boşalttıkları din anlayışlarıyla bir yere varacaklarını zannetmeleri de yine farklı bir kuruntunun mahsulüdür.

Âyetin devamında şeytan, وَلَاٰمُرَنَّهُمْ فَلَيُبَتِّكُنَّ اٰذَانَ الْأَنْعَامِ“Elbette onlara emredeceğim (emrimin tesiriyle) hayvanların kulaklarını kesecekler.” (Nisâ Sûresi, 4/119) demiştir. Nitekim cahiliye insanları, bazı hayvanların kulaklarına damga vuruyordu da onları yemeyi kendilerine haram sayıyorlardı.

En büyük tağyir: Yaratılış gayesinden sapma

Şeytan, وَلَاٰمُرَنَّهُمْ فَلَيُغَيِّرُنَّ خَلْقَ اللهِ“Kasem olsun ki yine onlara emredeceğim ve onlar da Allah’ın yarattığını değiştirecekler.” (Nisâ Sûresi, 4/119) diyerek küstahlığına devam ediyor. Allah’ın bütün varlıkları için yaratmış olduğu bir fıtrat vardır. Bunda değişikliğe gitmek de şeytanın oyunlarından bir diğeridir. Öte yandan ahsen-i takvime mazhar yaratılan insan, Yüce Allah’ın vaz’ ettiği disiplinler içinde hareket ettiğinde fıtrata uygun hareket etmiş olacak; aksine başka yol ve yöntemlerin arkasına düşüp hareket ettiği zaman da kendisini dağınıklığa salmış, fıtrat yolundan çıkmış olacaktır.

Bunların yanında âyet-i kerimeye modern yorum açısından bakıldığında estetik ameliyatlara işaret edildiği de çıkarılabilir. İnsanların, bir kısım âzâlarının şeklini beğenmeyip kafalarına göre onları değiştirmeye kalkışmaları fıtrata müdahalenin bir başka şeklidir ki bunlar şeytanın dürtüsüyle meydana gelen hâdiselerdir. Fakat doğum esnasında uzmanların yanlış mualecesiyle çocuğun vücudunda meydana gelen veya bir kaza ve musibet neticesinde vücutta meydana gelen deformasyonların tedavi edilerek düzeltilmesi ise fıtrata müdahale sayılmamaktadır. Bilâkis bunlar, Allah’ın yarattığı fıtrata irca kabul edilmektedir.

Esasen halkullahı tağyir (Allah’ın yarattığını değiştirme) meselesi umumî bir ifade olup bunun geniş bir alanda yansımaları söz konusudur. Allah (celle celâluhu), وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنْسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ“Ben, insanları ve cinleri yalnız Bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyât Sûresi, 51/56) âyet-i kerimesiyle insanların ne için yaratıldığını beyan buyurmuştur. Demek ki insanın mahiyetinin esas gereği Allah’a kulluktur. Allah, insanı, başka bir şey için değil, kendisine kulluk yapması için yaratmıştır. Öyleyse Allah’a kulluk yapmayan insanlar, tebdil-i hilkate gidiyorlar demektir. Aynen bunun gibi meselâ aklın, mantığın ve muhakemenin enfüsî ve âfâkî âlemde tefekkür, tedebbür ve tezekkürde bulunmak, tekvînî emirleri hallaç etmek gibi kendilerine göre bir kısım gayeleri vardır. Tekvinî emirleri didik didik ederek onlardan bir kısım mânâlar çıkaran, çıkardıkları bu mânâları teşriî emirlerle telif eden ve rubûbiyete ait sırları doğru okuduktan sonra oradan tevhid-i ulûhiyet ve ubûdiyete yönelen insanlar aklı ve mantığı yaratılış istikametinde kullanıyorlar demektir. Beşinci asra kadar İslâm rönesansının yaşandığı dönemde İslâm kâşifleri insanlığın yararına olacak pek çok önemli keşiflerde bulundukları gibi, günümüzde pek çok Batılı araştırmacı da Allah’ın kendilerine vermiş olduğu mantık ve muhakemeyi çok iyi değerlendirmek suretiyle aynı şeyi yapmaktadırlar.

Aynı yaklaşım, diğer organlar için de geçerlidir. Meselâ gözün yaratılışının bir gayesi vardır. O da gözün bakması gereken şeylere bakması, baktığı şeyleri doğru görmeye, onların arka planına inmeye, onlardan bir kısım mânâlar çıkarmaya çalışmasıdır. Recaizade Ekrem’in ifade ettiği üzere kâinat baştan sona âdeta muhteşem bir kitaptır. Onun hangi harfi kaldırılsa mânâsı Allah çıkar. Hazreti Pîr de kendisinden asırlarca önce dile getirilen, “Kâinat satırlarını derinden derine teemmül et. Çünkü onlar Mele-i Âlâ’dan sana indirilmiş Allah’ın mesajlarıdır.” (İbn Kayyim, Medâricü’s-sâlikîn 3/356) vecizesini dikkate sunmuştur. Dolayısıyla önemli olan ağaçtaki bir yaprakta, salınan bir fidanda Allah’ın kudretini, meşietini, ilmini ve iradesini müşahede edebilmektir. Hususiyle insan öyle bir abidedir ki o, eli-ayağı, dili-dudağı, gözü-kulağıyla okunması gereken mücelletler ölçüsünde bir kitaptır. İşte insanın bu kitabı doğru okumaya çalışması, gözünü, mantığını ve muhakemesini yaratılış istikametinde kullanması demektir.

Aynı şekilde insanın, kulağıyla gıybet, iftira, yalan ve laubali şeyleri dinlemesi onun “mâ hulika lehinde” (yaratılış istikametinde) kullanmadığını gösterir. Bu da bir nevi israf sayıldığından, onu insana bahşeden Zât, ahirette bunun hesabını soracaktır. Keza Allah insanoğluna diğer canlılara verdiğinden çok daha üst seviyede bir dil nimeti bahşetmiştir. İnsan bunun sayesinde en ince detayına kadar maksadını ifade edebilmektedir. Elbette böyle büyük bir nimetin de bir yaratılış hedefi vardır. Dilin maskaralığa girmemesi, kendini lehviyata salmaması, yalan konuşmaması; aksine hakka tercüman olması, beyanı gerekli olan hakikatleri anlatması, güzelliklerin dellâlı olması da onun yaratılış gayesidir.

Fakat şeytan, yukarıdaki küstahça ifadelerinden de anlaşılacağı üzere insana bahşedilen donanımların hayır ve güzellik yolunda kullanılmasına mâni olmaya çalışır. Meselâ insana, aklını başkalarını kandırması istikametinde kullanmasını telkin edecek ve makyavelistçe bir yaklaşımla hedefine ulaşabilmesi adına her yolu ona meşru gösterecektir. Dahası şeytan, camiye giden insanlara dahi her şeyi mübah gören ibahacı bir yaklaşımı güzel göstermeye çalışacak, helâl-haram demeden onları dünya nimetlerinden istifade etmeye sevk edecek, böylece mescit yolunda olan insanları bile Allah yolundan uzaklaştırmaya gayret edecektir. İşte insan, kendisine lütfedilen donanımları doğru yolda kullanmadığı takdirde şeytanın dürtülerine uyarak fıtrata müdahale etmiş ve hiç farkına varmadan şeytanın vesayetine girmiş olur. Bundandır ki, Kur’ân-ı Kerim, وَمَنْ يَتَّخِذِ الشَّيْطَانَ وَلِيًّا مِنْ دُونِ اللهِ فَقَدْ خَسِرَ خُسْرَانًا مُبِينًا“Her kim Allah’ı bırakıp da şeytanı dost edinirse (kendisini onun vesvese ve dürtülerine salarsa) kendisini apaçık hüsrana salmış demektir.” (Nisâ Sûresi, 4/119) ifadeleriyle yürekleri hoplatacak bir üslûpla uyarıda bulunur.

Bu itibarla insan, Allah’ın Kur’ân’da emrettiklerinin dışında kalan her hareketin arkasında şeytanın bir parmağının olabileceğini göz önünde bulundurmalı, sürekli şeytandan Allah’a sığınmalıdır. Cenâb-ı Hakk’a hâlisane teveccüh etmenin ve O’ndan yardım istemenin yanı sıra aynı zamanda sürekli şeytanı kaçıracak, onu kendinden uzaklaştıracak tavır ve davranışlar içinde olmalıdır. Meselâ hadis-i şeriflerde insan secdeye kapandığında şeytanın bağırıp kaçacağı ifade ediliyor. (Bkz.: Müslim, îmân 133) Dolayısıyla şeytanın her türlü hile ve oyunlarından salim kalmak isteyen hak yolcusu, hayatını Allah’a kulluk yolunda geçirmeli, ilâ-i kelimetullah mülâhazasıyla ölesiye koşturmalı, kendi üzerine bir çarpı çekerek hep O’nu nazara vermelidir. Bütün bunlar, şeytanın insana ilişmesine karşı oluşturulacak surlardır. Allah yolunda yürürken nefislerini, indî mülâhazalarını, şahsî çıkarlarını işin içine katan ve kalbî hayatları itibarıyla da ölü olan insanlar ise hem gönül surlarını yıkarlar hem de -hafizanallah- gönüllerini şeytana kaptırmış olurlar.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Şeytanî Fısıldaşmalar ve Kulis Faaliyetleri

Soru: İslam, birkaç insanın bir araya gelerek bazı meseleleri gizlice konuşup görüşmelerine ne ölçüde müsaade etmiştir? Kur'an-ı Kerim'de “necvâ” tabiriyle ifade edilen böyle bir görüşmenin mü'mincesi nasıl olmalıdır?

Şeytanın en can alıcı silahı: Şehvet

Şehvet, şeytanın en çok başvurduğu, en çok kullandığı tezgâhtır. Mevlânâ’nın semaa kalktığı zaman irticalen söylediği, Zerkûb veya Hüsamettin Çelebi tarafından kaydedilmiş rubailerinde anlattığı bir şey var: Mevlânâ orada şeytanla Cenâb-ı Hakk’ı karşı karşıya getirip konuşturuyor. Diyor ki şeytan, Allah’a; “İzzetine kasem ederim ki insanların hepsini şirazeden çıkaracağım. Ama onların bir dayanakları var, benim de olması lâzım.” Allah, “İstediğin kadar para, al kullan onu” diyor. Memnun olmuyor, ekşitiyor yüzünü şeytan. “İstediğin kadar ömür...” deniliyor, yine yüzünü ekşitiyor; “İstediğin kadar güç, kuvvet...”, yine ekşitiyor; “şehvet” denilince, Hz. Mevlânâ diyor ki: “Şeytan zil taktı oynadı o zaman.”

Şeytanın Oyunları

Soru: İnsanları saptırma adına şeytanın kullandığı başlıca argümanlar nelerdir?

Cevap: Şeytanın önemli oyunlarından biri, insanı tepetaklak Cehennem’e götürebilecek büyük şeyleri, küçük göstermesidir. Hz. Pir, küçük gibi görünen şeylerin insan açısından büyük tehlike arz edebileceğini kendine has üslubuyla şöyle ifade eder: “Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma!” (Bediüzzaman, Lem’alar, 169-170) Bunları çoğaltabilirsiniz. Mesela bir başkasını hafife alma, dil ucuyla birisini kınama, bir yüz ekşiliğiyle muhatabın densizliğini vurgulama gibi tavırlar bazıları açısından küçük gibi görünebilir. Fakat Allah katında bu tür tavır ve davranışlar hiç de küçük değildir.

Esasında en tehlikeli şeyler, bu gibi küçük görünen amellerdir. Bazen bir akrep, kobradan daha tehlikeli olur. Zira gelişiyle, ıslığıyla, hışırtısıyla kendisini hissettiren bir düşman büyük bile olsa, ona karşı tedbir almak ve onun tehlikesini bertaraf etmek kolaydır. Fakat akrep sinsi bir şekilde gelir, bazen yorganın arasına, bazen yastığın altına saklanıp hiç ummadığınız bir zamanda sizi sokar. Dolayısıyla onun tehlikesini savmanız çok zordur. İşte günah ve hatalara da bu gözle bakmak gerekir. Onlar arasında asıl korkulması gerekenler, sinsice gelenler veya basite alınanlardır.

Bir Müslüman için en önemli şey, küçüğüne büyüğüne bakmadan, dinin çirkin gördüğü ve yasakladığı her türlü hata ve günahtan uzak durmak, bunlardan sıyanet buyurması adına sürekli Allah’a dua etmektir. Yine Hz. Bediüzzaman’ın yaklaşımıyla ifade edecek olursak, bazı küçük şeyler vardır ki çok büyük şeyleri yutar. Kalb de bunlardan birisidir. Zira o, kâinatları içine alacak genişlikte olmasına rağmen, bazen küçük gibi görünen şeyler yüzünden kararabilir. Nitekim Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) işlenen her bir günahın kalbde siyah bir nokta bırakacağını ve bu noktaların zamanla çoğalarak kalbi kaplayacağını ifade buyurmuştur. (Tirmizî, tefsîru’l-Kur’ân 83)

Şeytan, şahısların durumuna ve karakterine göre onları günaha sevk edebilme adına her türlü argümanı kullanır. Fakat onun birinci derecede kullandığı ve her zaman başvurduğu bir kısım şeyler vardır. Bunlar genel itibarıyla insanların zayıf ve mukavemetsiz olduğu; sabredip direnmekte zorlandığı hususlardır. Hücümat-ı Sitte’de şeytanın hücum adına kullandığı başlıca vesilelere yer verilir. Daha başka vesileleri de bunlara irca etmek veya eklemek mümkündür. Biz burada birkaçı üzerinde duracağız.

Bunlardan birisi olan şöhretperestlik, şeytanın insanı günaha sürükleme adına en çok kullandığı vesilelerden birisidir. İnsanın sürekli lehinde konuşulup yazılmasını istemesi, bir yere gittiğinde kendisi için ayağa kalkılmasından hoşlanması, kalkılmadığında gönül koyması, sürekli alkış ve takdir peşinde koşması, her başarısını popülizme bağlaması gibi tavırlar, şöhretperestlik hissinin birer tezahürüdür. Hâlbuki İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir meclise girdiğinde ayağa kalkılmasını şiddetle men ediyordu. “Acemlerin büyüklerine ayağa kalktığı gibi kalkmayın!” (Ebû Dâvûd, edeb 165) buyuruyordu.

Aslında Allah Resûlü  bir yeri teşrif ettiğinde değil diriler, mezardaki ölüler bile ayağa kalkmıyorsa vefasızlık yapıyorlar demektir. Bizim O Zat’a karşı saygı anlayışımız budur, bu ayrı bir konu. İşin öbür yanına gelince Efendimiz, bu tavrıyla hem engin tevazuunu ortaya koyuyor hem de önemli bir dinî disiplin vaz ediyordu. Alkışlanmaktan, bahsedilmekten, ayağa kalkılmasından hoşlanan bir kişi, asıl hoşlanılması gerekli olan şeyleri kaybediyor; ahiretteki hakkını burada kullanıyor demektir.

Aynı şekilde rahat tutkusu da diyebileceğimiz tenperverlik, şeytanın sıkça kullandığı vesilelerden birisi olup, insanı helakete sürükleyen faktörlerden bir diğeridir. Yiyip içip, yan gelip kulağı üzerine yatma, yazlıklarda kışlıklarda keyif çatma, hep rahatının, bedenî isteklerinin peşinde koşma, şeytan açısından değerlendirilecek çok önemli birer fırsattır. Oysaki insan bunlar için yaratılmamıştır. Elbette o, yeme, içme gibi mubah dairedeki bir kısım lezzetlerden istifade edecektir. Fakat mü’minin hep arkasından koşacağı gaye-i hayali, Allah’a kullukta bulunma, insanları tevhide, hak ve hakikate çağırma olmalıdır.

Şeytan, insanların zaaflarını keşfetmede çok profesyoneldir. Herkese, hususi durumuna göre yaklaşır. Mesela birisinin bohemliğe açık bir yanı varsa, şeytan ne yapar eder onu günahın içine çekmeye çalışır. Mesela tutar, onu, nefes alma ve tenezzühte bulunma gibi gerekçelerle kandırarak zift akan yerlerde dolaştırır; yüzmenin sünnet olduğunu kulağına fısıldayarak plaj plaj gezdirir. Derken onu, gözünün içinden veya kalbinden öyle vurur ki, hiç farkına varmadan bohemliğin içine salıverir.

Aynı şekilde bakar ki bir başkasının paraya karşı fazla tamahı var. Haramlara sürükleme, gayrimeşru işlere sevk etme adına onun da bu zaafını kullanır. Boynuna taktığı yular ile onu istediği yere çeker. Böyle birisi şeytanın güdümünde hareket ettiğinin hiç farkına varmasa, kendi iradesiyle karar verdiğini düşünse ve hatta bazen meşru alanda dolaştığını zannetse de çoktan şeytanın oyuncağı hâline gelmiş bir zavallıdır.

Şeytanın çokça suiistimal ettiği argümanlardan bir diğeri de haset ve kıskançlık hissidir. Haset, “Falanda olmasın, bende olsun.” düşüncesidir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi, hasedin de amelleri yiyip bitireceğini ifade buyurmak suretiyle (Ebû Dâvûd, edeb 44; İbn Mâce, zühd 22) onun mü’min açısından nasıl kaybettirici bir duygu olduğuna dikkat çekmiştir. Hasan Basri Hazretleri de, “Ben hasetçiden daha çok mazluma benzeyen bir zalim görmedim.” (İbn Abdi Rabbih, el-Ikdü’l-ferîd 2/158; el-Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân 5/251) demiştir. Eğer bir kişi, başkalarının başarılarından rahatsızlık duyuyorsa, şeytanın oyunlarına açık bir yanı var demektir. Kendi işinde profesyonel olan şeytan, böyle bir zaafı kaçırmaz. İnsandaki kıskançlık temayülünü öyle bir değerlendirir ki, neticede onun mahvına sebep olur.

Meşru yolda kullanıldığı takdirde mahzursuz olan gıpta ve rekabet dahi şeytan açısından önemli birer argüman olabilir. Zira bunlar hasetle sınır komşusudur; hatta bir nevi onun ikizi gibidir. Sadece bir fasıl ondan sonra doğmuştur. Meşru rekabetin manası şudur: “Bu kardeşlerim yaptıkları güzel işlerle doludizgin Cennet’e doğru koşuyorlar. Onlara zarar vermeden biz de onlar gibi koşalım, hayırda onlardan geriye kalmayalım. Burada onlarla beraberdik; ahirette de onlardan ayrılmayalım.” Kur’ân-ı Kerim, فَاسْتَبِقُوا الْخَيْرَاتِ “Hayırlı işlere koşun, hayırda yarışın.” (Bakara sûresi, 2/148; Mâide sûresi, 5/48) ve وَفِي ذَلِكَ فَلْيَتَنَافَسِ الْمُتَنَافِسُونَ “Öyleyse yarışanlar, bunu için yarışsınlar.”(Mutaffifîn sûresi, 83/26) gibi âyetleriyle mü’minleri hususiyle hayır işlerinde yarışmaya çağırır.

Fakat şeytan çoğu zaman bu duyguyu da suiistimal etmek ister. İnsanın içindeki kıskançlık hissini harekete geçirerek gıptayı hasede çevirir. Bu sefer kişi, “O niye koşuyor? Onun yerine koşan asıl ben olmalıyım.” demeye ve hatta haset ettiği insanların önüne geçmeye, onlara zarar vermeye başlar. İçindeki rekabet duygusunu başkalarına attığı çelmelerle tatmin etmeye çalışır. Çoğu zaman iş burada da kalmaz ve aidiyet mülâhazasına, cemaat enaniyetine dönüşür ki bunun tahribatı geniş alanlı olduğu için çok daha tehlikelidir. Zira böyle bir insan, sırf kendi meşrebinden, kendi mezhebinden olmayan insanlara karşı tavır almaya başlar.

İslâm tarihinde Hazreti Ali döneminde başlayıp asırlarca devam eden değişik hercümerçlere sebebiyet veren, işte bu haset duygusudur, hazımsızlıktır, aidiyet mülâhazasıdır. Haricîler, Şiiler, Zübeyrîler, Emeviler, Abbasiler gibi onlarca grup teşekkül etmiştir. Belirli şahıs ve fikirler etrafında bir araya gelen insanlar başkalarına karşı cephe almış ve kanlı savaşlara sebebiyet vermişlerdir. “Yönetimde onun yerine ben olayım.” düşüncesiyle hareket eden bir kısım gruplar, pek çoklarına kan kusturmuşlardır. Çoğu zaman Müslümanlar kendi içlerinde birbirlerini yemeye durduklarından ötürü Allah da kâfir ve zalimleri onların başına musallat etmiştir. Zira zalim Allah’ın kılıcıdır. Allah, istihkakı olanları, onu kullanarak cezalandırır; sonra döner onu da cezalandırır.

Bütün bu negatif duygulardan kurtulmanın ve şeytanın oyunları karşısında nakavt olmamanın yolu ise güçlü imandır, Allah’a teslimiyettir ve kıvamın sağlam olmasıdır. Şayet imanı tam sindirebilmişseniz, Allah’ın izni ve inayetiyle hazmedilmesi en zor şeyleri bile hazmedebilirsiniz. Hz. Üstad gibi, “Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur.” (Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, s. 54) der bütün insanlığı kucaklarsınız. Kötülüğe kilitlenen insanlar karşısında bile sadece ıslah diler, her yerde barış ve huzurun hâkim olması adına gayret eder ve katiyen başkaları hakkında negatif düşüncelere girmezsiniz.

Şeytanın Tuzakları

Bazı tasavvuf kitaplarında mekâidi şeytan ve desâisi şeytanın iki türlü olduğu kaydedilir:

1) Herkesin başına gelebilen, fena bir şeye teşvik etmesi, çirkinliği güzel gösterip onu irtikap ettirmesi.

2) Bazıları için mezellei akdâm (ayakların kaydığı nokta) olan, zahiren hayırlı gibi görünen işlerdeki desîseleri. Mesela; bir İnsan, güzel rüyalar görür, bir şeyler hisseder.. hatta İnsanların kalbini okuyabilir. Fakat bunlardan kendine pay çıkarır, üstün bir kul olduğu zehabına kapılır ve bunları başkalarına hakimiyet kurma hususunda kullanır. Tevazu sergilemesi gerekirken enaniyetle köpürür.

İşte, ehlullah, bu şekildeki İnsanın amelini beğenmesi ve onunla büyüklenmesine, kebîre (büyük günah) demişlerdir. Böyle bir günahın neticesinde ise Allah korusun mahvolma muhtemeldir. Ve kim bilir, şeytan bazı İnsanları bu tuzağa düşürmek için rüyalarına girer, güzel görünür ve onlara nefislerinin hoşuna gidecek şeyler söyler. Keşf u keramet nevinden şeyler ve İnsanların içini okumak gibi işler eğer ehli sünnet çizgisi tutturulamamışsa belki de şeytanın ilhamıdır...

Sineye Saplanmış Hançer: Sigara

Soru: Küçük görülen bazı günahların toplumda daha fazla yaygınlaşıp önü alınamaz hâle gelmesi gibi sigara da, hükmünde tereddütler görüldüğü için, içki ve uyuşturucu türünden zararlı alışkanlıklara nispeten toplumumuzda çok daha yaygın. Selef ulemasının sigara hakkında haram fetvası vermemesinin sebepleri neler olabilir? Şu anki ilmî neticeler ışığında sigara meselesinin tahlilini lütfeder misiniz?

Sistem Körlüğü ve Toplumların Ömrü

Soru: Hak yolunda hizmet ederken, yapılan işlerin zamanla kimileri için sıradan ve monoton hâle gelmesi sistem körlüğünün bir sonucu mudur? Böyle bir körlüğe düşmeme adına yapılması gerekenler nelerdir?

Siyer felsefesi ve Hudeybiye Sulhü

Siyer-i seniyye ile günümüz arasındaki iltisak noktalarının tespitinin zaruret ölçüsünde bir gereklilik olduğu ifade ediliyor. Bu açıdan, günümüze bakan yönü itibarıyla Hudeybiye Sulhü’nü değerlendirir misiniz?

Siyer-i seniyye, Kur’ân-ı Kerim’in nasıl anlaşılması gerektiğini gösteren, nassların müfessir bir mümessili konumunda bulunan ve sürekli başvurulması gereken önemli bir kaynaktır. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek hayatıyla, sözleri, tavır, davranış ve takrirleriyle vahye uygun bir hayatın nasıl yaşanacağını göstermiştir. Her birisi birer dil erbabı olan sahabe-i kiram efendilerimiz de, bu iki kutsî kaynağı doğru okumuş, doğru anlamış, doğru yorumlamış, doğru ifade etmiş ve kendilerinden sonraki nesillere ittiba edilmesi gereken bir yol bırakmışlardır. Zannediyorum bizim kurtuluşumuz da,

أَصْحَابِي كَالنُّجُومِ فَبِأَيِّهِمْ إِقْتَدَيْتُمْ إَهْتَدَيْتُمْ

“Benim ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uysanız, hidayeti bulursunuz.” mübarek sözüyle serfiraz olan sahabe-i kirama iktidaya bağlıdır.

Bir büyük müfessir: Zaman

Asr-ı Saadet’te meydana gelen hâdiseler, cüz’î birer hâdise olsa da, onlarda, kıyamete kadar gelecek bütün küllî hâdiselere işaret vardır. O dönemde vuku bulan her hâdisede, âdeta, daha sonraki devirlerde yaşanacak meseleleri çözme adına bir kısım uçlar bırakılmıştır. İşte kendi dönemlerinin şartlarını ve o dönemde yaşayan insanların kültür seviyelerini nazar-ı itibara alarak, bu uçlardan hareket ederek yürüyen insanlar, içinde yaşadıkları dönemde ortaya çıkan problemleri çözüme kavuşturabilirler. Aynı şekilde ulaşım ve telekomünikasyon vasıtalarıyla hızla küreselleşen bir dünyada yaşayan günümüz insanı da, karşı karşıya kaldığı problemlerin halli için siyer-i seniyyede bırakılan o uçlardan hareket ederek alternatif çözümlere yürüyebilir. Fakat bunun kâmil mânâda yapılabilmesi için, hem siyer-i seniyyenin iyi okunup iyi bilinmesi, hem de çağın iyi okunup iyi tahlil edilmesi gerekir. Siz, siyere ait eserleri önünüze koyup baştan sona okuyabilir, okuduklarınızı başkalarına da aktarabilirsiniz. Elde ettiğiniz malumatla o dönemin hâdiselerine çok iyi nüfuz etmiş de olabilirsiniz. Öyle ki, o dönemi anlatırken, vicdanlarınızda âdeta o dönemin kahramanlarından biri olmayı duyabilir, duyabilir de müteessir eden hâdiseler karşısında dolup boşalır, sevindiren hâdiseler karşısında da sevince gark olursunuz. Fakat sadece bununla yetinir ve o hâdiselerde bırakılan açık uçlardan çıkışlar yaparak çağa göre bazı boşlukları doldurma gayreti içinde olmazsanız, tarihî hâdiseleri güzel bir şekilde hikâye ve nakletmekten başka bir sonuç elde edemezsiniz.

Elbette ki, 14 asırlık İslâm tarihi boyunca farklı zaman dilimlerinde siyer felsefesine dair bazı hususlar üzerinde durulmuş ve sosyal tarih açısından Asr-ı Saadet’teki bazı hâdiseler yorumlanmıştır. Fakat o dönemlerdeki şartlarla bugünkü şartlar arasında sosyolojik açıdan çok ciddî değişimlerin yaşandığı da bir gerçektir. Geçmişte, değişik dönemlerde ortaya çıkan felsefî telakkilerin bazıları zamanla rafa kaldırılmış, bir kısmının modası geçmiş ve onların yerine yeni düşünce tarzları gelişmiştir. Bu açıdan daha önceki dönemlere ait siyer yorumlarından istifade etsek de, onların günümüze tam olarak ayna tuttuğunu söyleyemeyiz. Dolayısıyla günümüz şartları açısından siyer felsefesini ancak, en büyük müfessir olan zamanın tefsirini göz önünde bulunduranlar, onun ortaya koyduğu tevil ve tefsirleri nazar-ı itibara alanlar, yani ibnü’z-zaman veya ibnü’l-vakt olanlar yapabilir.

İşte bu perspektiften siyere bakılacak olursa, onun başvurulması gerekli bir menhelü’l-azbi’l-mevrûd olduğu görülecektir. Evet, siyer, düşünce hayatımız adına bitip tükenme bilmeyen dupduru bir kaynaktır. İstifade etmesini bilenler ondan çok şey elde edeceklerdir. Soruda ifade ettiğiniz Hudeybiye Musalahası’na bu gözle baktığımızda da, onun, günümüz adına çok hikmetler ifade ettiği görülecektir.

Nefret buzlarını eriten hilm güneşi

Hicretin altıncı senesi Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ashabına, umre sözü vermiş, İslâm esasları ve İslâm ruhuna göre onlara umrenin nasıl yapılacağını göstermek için Kâbe’ye doğru yola çıkmıştı. Ne var ki, Kureyş bütün sertliği ve katılığıyla bunu engellemek istiyordu. Mekke’ye yaklaşıldığı bir yerde, Allah Resûlü, gayesinin sadece umre olduğunu ifade için Mekke’ye bir elçi göndermişti. Fakat Kureyş bu elçiyi öldürmek istedi. Akabinde Hz. Osman elçi olarak gönderildi. Ama onu da yakalayıp hapsettiler. Bunun üzerine, Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm), Müslümanları biata çağırdı. İşte bütün bu hâdiseler neticesinde tansiyon yükseldikçe yükselmiş, gerginlik had safhaya ulaşmıştı. Ashab-ı kirâm efendilerimiz, kılıçlarını yarıya kadar kınlarından çıkarmış ve bir karşı koyma hissiyle gerilmişlerdi. Çünkü Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kâbe’yi tavaf edeceklerine dair onlara söz vermişti. Onlar da dört yüz kilometrelik yolu o günün şartlarında deve ve at sırtında kat etmiş, Cidde’ye yakın bir yere kadar gelmiş, fakat müşriklerin engellemesiyle karşılaşmışlardı. Şayet o anda Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onurunu düşünerek bir işarette bulunsaydı, ashab, ne Halid b. Velid’den, ne Amr b. Âs’dan, ne de on bin kişilik silahlı Mekke ordusundan korkup geri dururdu. Hepsini yere serer ve gider Kâbe’ye ulaşırdı. Fakat böyle bir hareket, onların yüce ve yüksek mefkûreleri adına bir kazanç sağlamazdı. Çünkü karşı tarafta ihtida edecek nice insan vardı.

İşte bir temkin ve teyakkuz insanı olan Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hangi hareketin nasıl geriye döneceğini çok iyi hesap etmiş ve neticede Mekkeli müşriklerle Hudeybiye Sulhü’nü imzalamıştı. Ashab-ı kiramın biat etmelerini, ölene kadar savaşacaklarına ve asla ayrılmayacaklarına dair söz vermelerini, muahede ile değerlendirmişti. Çünkü böyle zor bir meselede biat eden ashabın, geriye dönüp gitme mevzuunda Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) itaat etmeleri çok daha kolaydı. Efendimiz’in fetanet ve basiret kaynaklı bu eşsiz tavrı, gayr-i metluv vahyin neticesi olarak görülebileceği gibi, tabiatının gereğini ortaya koymanın bir sonucu olarak da görülebilir.

Hudeybiye Muahedesi’nin maddeleri zahiren Müslümanların aleyhinde gibi görünüyordu. En başta, kalbleri, Kâbe aşk u iştiyakıyla yanıp tutuşan bin beş yüz insan, o sene, Kâbe’yi tavaf edemeden Hudeybiye’den geri döneceklerdi. Zahiren bu durum onlar için bir kayıptı. Fakat Hudeybiye Muahedesi’yle kendilerini emniyete alan bu insanlar, dağ-dere, ova-oba, köy ve kasaba demeden her yerde değişik kabileler ve taifeler arasında yayılarak, insanları Kur’ân’ın âyetlerine, İslâm’ın güzelliklerine davet etme imkânı bulmuşlardı. Aynı zamanda muahedenin getirmiş olduğu yumuşak atmosfer neticesinde Mekkeli müşriklerin sertlikleri de yumuşamaya durmuştu. Nitekim çok geçmeden bir iki sene sonra Halid b. Velid, Osman b. Talha, Amr b. Âs gibi müşârun bi’l-benân olan çok önemli simalar, bulundukları saflardaki o boşluğu hissetmiş, beri tarafta sürekli gelişen gücün farkına varmış, zorla değil, kendi istekleri ve gönülleriyle gidip Müslüman olmuşlardı. İslâm’ı tercih noktasında herhangi bir ikrahla karşılaşmadıklarından dolayı da gönülleri kırılmamıştı.

Sadece zikrettiğimiz bu üç zat değil, o gün itibarıyla bu şekilde yüzlerce belki binlerce insan vardı. İşte Efendimiz’in (aleyhi ekmelüttehâyâ) hilm ü silmi sayesinde, Hudeybiye Muahedesi’yle oluşan bu sulh atmosferi içinde, muhalif cepheler bir bir çözülmüş ve o cephedeki insanlar da zamanla gelip teslim olmuşlardı. Sadece teslim olma da değil, o insanlar isteyerek gelip İslâm’a girmişlerdi. Bütün bu hâdiseleri, ufkî bir bakışla önceden gören ve bütüncül bir nazarla değerlendiren Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) sadece Kâbe’ye gidip tavaf etmeyi hatta orayı fethetmeyi değil, bunun da ötesinde gönüllere girmeyi, insan kazanmayı hedeflediğinden, Hudeybiye’de zahiren şartlar aleyhte olsa da böyle bir anlaşma yolunu tercih etmişti. Aynı zamanda O (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu hareketiyle çevredeki kabilelerin, “Bunlar Kâbe’ye kan dökerek girdiler” demelerine de meydan ve fırsat vermemişti. Mekke kısa bir müddet sonra, Harem-i Şerif’e saygıda kusur edilmeden ve kan dökülmeden fethedilmişti. Vâkıa Mekke’ye girilirken birkaç insan mukabelede bulunmuş, meselenin temel esprisini kavrayamamış bazı kimseler de onlara müdahale etmişti. Fakat bu, çok cüz’î ve istisnaî bir durumdu.

Sulh atmosferi içinde açılan gönül kapıları

Şimdi isterseniz, kuşbakışı naklettiğimiz bu hâdisenin günümüz insanına ilham edeceği hususlar üzerinde duralım: Ulaşım ve iletişim vasıtalarıyla mesafelerin büzüştüğü, farklı kültür ve anlayışların iç içe girdiği günümüz dünyasında farklı dinlere, farklı kültürlere sahip insanlar aynı mekânı paylaşıyor, birlikte yaşıyorlar. Meselâ Afrika’daki bir ülkeye gittiğinizde, hâlâ kabile dinlerini yaşayan insanlar olduğu gibi, Hıristiyanlaştırılmış insanların olduğunu da görüyorsunuz. Hatta bazıları itibarıyla bu insanlar, Batı’daki Hıristiyanlardan daha mutaassıplar. Aynı zamanda bunlar arasında İslâm’a karşı olumsuz bir tavır ve önyargı içinde olanlar da var. Şimdi bu insanlarla bir münasebet kurulacaksa mevcut tablo çok iyi okunmalı ve her mesele inceden inceye düşünülerek hareket edilmelidir. Zira meselenin kabalığa tahammülü yoktur. Siz hiçbir zaman tepelerine vuruyor gibi bir yaklaşımla insanlarla münasebet tesis edemezsiniz. Bilakis diyalogla, hoşgörüyle, konuma saygıyla, onları ahsen-i takvîme mazhar görmekle, mahiyet ve donanımları itibarıyla bir mir’at-ı mücella olduklarını kabul ederek onlarla sıcak bir münasebet kurabilirsiniz.

İşte bütün bunlar çok iyi okunduktan ve “ben bu zamanın çocuğuyum ve şöyle bir toplum içinde yaşıyorum” dedikten sonra, bir üslûp belirlenmelidir. Zannediyorum günümüzde, bizim en büyük eksiklerimizden birisi, herkesi kucaklayıcı ve âlemşümul bir söylem geliştirememiş olmamızdır. Keşke çağımız insanına böyle yüksek bir üslubu kazandıracak, diyalog merkezleri gibi, –tabir caizse– söylem geliştirme merkezleri de olsaydı. Bu müesseselerde “tepki almadan, reaksiyona sebebiyet vermeden farklı kültür ve anlayışlara sahip insanlarla nasıl diyalog kurulup nasıl konuşulacağı” izah edilebilseydi. Elimizde Kur’ân ve Sünnet gibi her çağın problemlerine çözüm sunacak engin iki kaynak mevcut. Fakat kanaatimce bunların değişik toplumlara ve farklı kültür çocuklarına en uygun bir tarzda takdimi için müşterek bir beyan diline ihtiyaç var.

O hâlde her toplumun kendi dili, kültürü vb. konularda çok hassas olduğu bir dönemde, adımınızı atmadan önce, muhatabınızı tanımalı ve onun genel hissiyatını hesaba katmalısınız. Bunları görmezlikten gelerek meseleleri sadece kendi doğrularınıza bağlı götürürseniz, yanılırsınız. Trafikte karşı tarafı hesaba katmayan, sadece içinde bulunduğu arabayı iyi kullanmaya odaklanmış bir kişi, iyi bir şoför olamaz. Bunun yerine sağdan ve soldan çıkacak, karşıdan gelecek, şaşkınca şerit değiştirecek insanları da nazar-ı itibara almalı ve ona göre direksiyonda oturmalısınız. Ceffelkalem konuşulduğu, meseleler irticalinin esnekliğine bağlı götürüldüğü ve heyecan tufanlarının muhatabın düşüncesinde ne tür bir saygısızlığa sebebiyet verdiği/vereceği hesaba katılmadığı takdirde insan hiç farkına varmaksızın nice çamlar devirebilir.

Asıl konumuza dönecek olursak, siz de Hudeybiye Musalahası’ndaki o uçtan hareket ederek meseleyi günümüze getirmeli ve küçülüp büzüşen dünyamızda hangi dine mensup olursa olsun insanlarla sulh yolları aramalısınız. Bu istikamette, sivil toplum kuruluşları olarak, toplumlar arası münasebetlerde, meselâ bir Afrika anlaşması, Uzak Doğu anlaşması, Kanada anlaşması gibi anlaşmalar yapabilirsiniz. Böylece önünüzü kesebilecek muhtemel taarruz ve önyargılara karşı, “Bizden size bir zarar gelmez.” deme fırsatını yakalamış olursunuz. Bu sayede kendinizi başkalarına daha rahat anlatma fırsatı bulursunuz. Aslında sizden, hiçbir kimseye, evvel ve ahir bir kötülük gelmez. Fakat bunu gösterme adına karakterinizi tam ortaya koyabilecek, onlara, sizi dinleme imkânını verecek zeminler oluşturmalısınız. Zira bilmelisiniz ki, diğer insanlar ancak, iç âleminizle, gönül dünyanızla sizi tanıdıkları ölçüde size güven duyacaklardır.

Hâsılı günümüz şartları içinde sizin hesabınıza olumlu bir şeylerin olmasını arzu ediyorsanız, bunun, dostluk, taraftarlık ve sempatizanlık atmosferi içinde olacağını asla unutmamalısınız. Eğer farklı kültür ve anlayıştaki insanlarla görüşür, yüzleşir, el ele tutuşur, bir masa etrafında yemek yer ve aynı servisten çay isterseniz, işte o zaman birbirinizi daha iyi tanıma imkânı bulursunuz. Başkalarının sizi, kendi derinliklerinizle ve kendi kültür enginliklerinizle tanımaları da ancak bu sayede gerçekleşir. Ve yine ancak bu sayede günümüzün farklı kültür ve coğrafyalarda yaşayan insanları sizinle ilgili şartlanmışlık ve önyargılardan kurtulabilirler.

Siz Kendinizi Değiştirmedikçe...

Kur'an-ı Kerim'de, mealen "Bir toplum, özündeki güzel meziyetleri değiştirmedikçe Allah Teâlâ da onlara lütuf buyurduğu nimetlerini ve iyi hali değiştirmez" buyuruluyor. Bu açıdan, değişip başkalaşmaktan korunabilmemiz ve kendimiz olarak kalabilmemiz için neler tavsiye edersiniz?

Sıdk (Doğruluk)

Soru: Bediüzzaman’a “ Her şeyden evvel bize lazım olan nedir?” diye sorulduğunda “sıdk (doğruluk)” cevabını veriyor. Bunun sebebi olarak da küfrün mahiyetinin yalandan, imanın mahiyetinin ise sıdktan ibaret olduğunu ifade ediyor. Onun bu yaklaşımı zaviyesinden Müslümanlar için sıdkın yerini izah eder misiniz?

Cevap: Sıdk, peygamberlerin beş temel vasfından birisi, hatta birincisidir. Cenâb-ı Hakk’ın, Hazreti Musa ve Hazreti İbrahim için, إِنَّهُ كَانَ صِدِّيقًا نَبِيًّا “O sıddîk bir nebiydi.” (Meryem Sûresi, 19/41, 56), Hazreti İsmail için de, إِنَّهُ كَانَ صَادِقَ الْوَعْدِO sözünde dosdoğruydu.” (Meryem Sûresi, 19/54) buyurması da buna işaret etmektedir. Bu sebeple hayatları boyunca onların ne tavır ve davranışlarında ne de sözlerinde tek bir hilaf-ı vaki beyana rastlanmaz. Çünkü onların gökler ötesi âlemlerden getirdiği haberlerin tasdik edilmesi ve kabul görmesi hâl, tavır, davranış ve sözleriyle doğruluğun temsilcisi olmalarına bağlıdır.

Nitekim İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) henüz peygamberlik gelmeden önce “el-Emin” sıfatı verilmişti. Peygamberlik geldikten sonra düşmanları bile O’nun sıdkına şahadet etmişlerdi. Çünkü hayatı boyunca O’nun en küçük bir yalanına bile şahit olmamışlardı. Ne var ki sırf kibir ve temerrütlerinden ötürü O’nu inkâr etmişlerdi.

Yalanın Tarifi

Yalan iki şekilde tarif edilmektedir. İlk tarifine göre o, bir insanın kendi kanaat ve inancının, ihsas ve müşahedelerinin aksine bir beyanda bulunmasıdır. Mesela bir insan, bir şahsı gördüğü hâlde onu görmediğini söylerse, kendi müşahedesine zıt bir beyanda bulunduğu için yalan söylemiş olur.

İkinci tarifine göre ise yalan, bir şeyi mahiyet-i nefsü’l-emriyesinden farklı şekilde ifade etme, hakikatini çarpıtmadır. Buna göre bir insanın Allah’ı inkâr etmesi bir yalandır. Zira tekvinî emirler yüz binlerce dille Cenâb-ı Hakk’ı tasdik etmektedir. Recaizade Ekrem’in ifadesiyle;

Bir kitab-ı âzamdır seraser kâinat,
Hangi harfi yoklasan manası Allah çıkar.

Allah’ı inkâr eden, kendisi yalan söylediği gibi aynı zamanda Allah’ın varlığına delâlet eden kâinattaki bütün şahitleri de yalanlamış olur. Bu sebepledir ki o, ahirette çok ağır bir cezaya çarptırılır.

Buna karşılık bir insanın tekvinî emirleri doğru okuması ve semavî mesajları iyi değerlendirmesi neticesinde Allah’a iman etmesi sıdkın ifadesi olduğu gibi, gördüğü ve duyduğu şeyleri olduğu gibi ifade etmesi de sıdktır. Bu yönüyle sıdk çok önemli bir mü’min ahlâkı olduğu gibi başkalarına güven vaat etmenin de en mühim vesilesidir. Aynı zamanda o, sadakatin bir ifadesidir.

Esasında sıdk, gönüldeki bir mânâ ve mazmundur. Gönlünde sadakat olan birinin dili sürekli bunu seslendirecek, organları da doğruluk istikametinde iş yapacaktır. Konuşacağı her ifadeyi hassasiyetle seçecek, hakikate mutabık olmayan tek bir kelimenin bile ağzından çıkmasına müsaade etmeyecektir. Kazara dudakları arasından hilaf-ı vaki bir beyan çıkacak olsa, çok ciddi rahatsızlık duyacak, belki elli defa “estağfirullah” diyecektir. Bu açıdan asıl mesele doğruluğun tabiatla bütünleşmesidir. 

Yalan ise sadakate ihanettir. Yalana doğru bir adım atan insan, sadakat binasını tahrip etmiş olur. Yalanın revaç bulduğu ve her yerde hâkim hâle geldiği günümüz dünyasında bir insanın milimi milimine doğruluğu temsil etmesi çok zordur. Fakat şurası da iyi bilinmelidir ki Allah katında değerli olan şey de zoru başarmaktır.

Sıddıkiyet Makamı

İslâm’da peygamberlikten sonra en yüce makam olarak sıddıkiyet makamı gösterilmiştir. Nitekim, وَمَنْ يُطِعِ اللَّهَ وَالرَّسُولَ فَأُولَئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللَّهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاءِ وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُولَئِكَ رَفِيقًاKim Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederse, işte onlar, Allah’ın büyük lütuflarına mazhar olan peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraberdir. Onlar ne güzel arkadaştırlar!” (Nisâ sûresi, 4/69) âyet-i kerimesinde de peygamberlerden hemen sonra sıddıklara yer verilmiştir.

Dolayısıyla bu makam, ihsan makamının da, aşk makamının da marifet makamının da çok üstündedir. Çünkü o, bağlanması gereken yere kayıtsız şartsız bağlanmanın ve çok hayatî gördüğü şeyleri bile bu uğurda feda edecek kadar hasbi olmanın unvanıdır. Bu makamı temsil eden bir kimse, aklının alıp almadığına, kendisine sağlayacağı fayda ve maslahatlara bakmadan Cenâb-ı Hakk’ın bütün emir ve takdirlerini öpüp başına koyar. Sürekli İbrahim Hakkı gibi;

Deme bu niçin böyle,
Yerindedir ol öyle,
Var sonunu seyreyle,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.

der. Esasında Tefvizname’nin tamamına bir sıdkname gözüyle bakılabilir.

Kur’ân-ı Kerim’in değişik âyet-i kerimelerinde “müdhale sıdk”, “muhrace sıdk”, “lisan-ı sıdk”, “kadem-i sıdk”, “mak’ad-i sıdk”gibi ifadelerle sürekli sıdk üzerinde durulmuştur. Demek ki ucu ukbaya uzanan bu dünya yolculuğunda bir mü’minin en büyük azığı doğruluk olmalıdır. O, bir işin içine girerken, işin içinden çıkarken, otururken, kalkarken, konuşurken hep doğruluğun temsilcisi olmalıdır. Onun uğradığı her yerde sadakat renkleri tüllenmeli, ayrıldığında da arkada olumsuz hiçbir düşünce kalmamalıdır. Her bir adımını hem doğrulukla hem de doğruluğa doğru atmalıdır.

Her doğruyu her zaman söyleme imkânı olmayabilir. Bazı durumlarda susmak gerekebilir. Sükût boşluğu da tefekkürle doldurulur. Sükût bir hikmettir. Ama dünyada hekimi az olan bir hikmet. Maalesef insanların çoğu, bunun yerine çene düşüklüğünü tercih eder. Hâlbuki konuşmanın zararlı olduğu, muhatabın söylenilen sözleri anlayamayacağı yerlerde, iyi bilinmeyen konularda, kalbin sesinin tam olarak ortaya konulamayacağı yerlerde sükût edilmelidir. Bir insanın kalbinin en derin noktalarında bulunan duygu ve düşünceleri hiç düşünmeden bir anda dışarı çıkarıvermesi, tam terbiye görmemişliğinin bir işaretidir. Bu tür sözler ahenk ve nizamdan mahrum ve endazesiz olacağı için hem söyleyen hem de dinleyenler için faydasızdır, hatta zararlı da olabilir.

Öte yandan, söylenilen sözlerin temiz vicdanlara tesir etmesinin yolu, doğru olmasına bağlıdır. Hakaik-i imaniye ve Kur’âniyeye ait meselelerin dosdoğru bir şekilde temsil ve neşredilmesi çoklarının gözünün açılmasına vesile olacaktır. Üstelik mü’minlerin gerek hâl ve tavırlarıyla gerekse sözleriyle istikameti temsil edip dosdoğru olmaları Cenâb-ı Hakk’ın onları doğru yolda yürütmesi adına bir dua, kırık bir dilekçe hükmüne geçecektir. Onlar doğruluğu şiar edinmek suretiyle, hiç zikzak çizmeme ve çark etmeme adına baştan kararlı durduklarında Allah da onları sırat-ı müstakimden ayırmayacaktır.

Özellikle yalanın mergup bir meta hâline geldiği günümüz dünyasında, dilin eğri büğrülüğe meyletmemesi çok daha fazla önem arz etmektedir. Müslüman, yalanın küçük-büyük her çeşidinden uzak durmalıdır. Onun her sözü doğru olmalıdır. Bakışları, mimikleri, bütün hâl ve hareketleri dosdoğru olmalıdır. Hele gıybet, iftira, yalan şahitlik gibi çirkinlikler onun semtine asla sokulamamalıdır. Zira bunların Müslümanlıkla telif edilmesi mümkün değildir.

Bazen konuşurken irticalinin esnekliği içinde, arzu edilmeyen bir takım sözlerin dilden döküldüğü vaki olabilir. Bunların, içtihatta yapılan hatalar kategorisi içinde mütalaa edileceği ümit edilir. Fakat kasta iktiran eden, insan iradesinin ürünü olan sözlerde hilaf-ı vaki beyanda bulunmak, insanları aldatmaya matuf şeyler söylemek birer küfür sıfatıdır.

Kur’ân’ın, وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ “Yalancılıkları sebebiyle bunlara gayet acı bir ceza vardır.” (Bakara Sûresi, 2/10) şeklindeki ifadeleri de münafıkların Cehennem azabını hak etmelerinin en önemli sebebi olarak yalanı gösterir. Hazreti Pir, bu âyet münasebetiyle yalanın fert, toplum ve din adına nasıl bir zehir olduğunu şu ifadeleriyle açıklar: “Kizb (yalan), küfrün esasıdır. Kizb, nifâkın birinci alâmetidir. Kizb, kudret-i ilâhiyeye bir iftiradır. Kizb, hikmet-i rabbâniyeye zıttır. Ahlâk-ı âliyeyi tahrip eden, kizbdir. Âlem-i İslâm’ı zehirlendiren, ancak kizbdir. Âlem-i beşerin ahvâlini fesada veren, kizbdir. Nev-i beşeri kemâlâttan geri bırakan, kizbdir. Müseylime-i Kezzab ile emsâlini âlemde rezil rüsvây eden, kizbdir. İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, bütün cinayetler içinde tel’ine, tehdide tahsis edilen, kizbdir.” (Bediüzzaman, İşaratü’l-i’caz, s. 82)

Buna mukabil o, doğrulukla ilgili de şunları söyler: “İslâmiyet’in esası, sıdktır. İmanın hâssası, sıdktır. Bütün kemâlâta îsal edici (ulaştıran), sıdktır. Ahlâk-ı âliyenin hayatı, sıdktır. Terakkiyâtın mihveri (ekseni) sıdktır. Âlem-i İslâm’ın nizamı, sıdktır. Nev-i beşeri kâbe-i kemâlâta îsal eden sıdktır. Ashab-ı kiramı bütün insanlara tefevvuk ettiren (üstün kılan), sıdktır. Muhammed-i Hâşimî’yi (aleyhissalâtü vesselâm) merâtib-i beşeriyenin en yükseğine çıkaran, sıdktır.” (Bediüzzaman, İşaratü’l-i’caz, s. 83)

Nifak Hastalığı

Hz. Bediüzzaman’ın ısrarla sıdk üzerinde durmasının ve içtimaî kurtuluşumuzu ve terakkimizi sıdka bağlamasının en önemli sebeplerinden birisi, günümüz İslâm dünyasında mevcut olan nifak hastalığıdır. Bugüne kadar farklı dinlerdeki ve milletlerdeki kaymalar küfür ve ilhad kayması şeklinde ortaya çıktı. Farklı ideoloji ve akımlar adı altında inkâr düşünceleri dile getirildi ve bu düşünceler bazı ülkelerde devlet sistemine dönüştürüldü. Bu sistemin halk arasında yerleştirilebilmesi için çok ciddi baskı ve zulümlere başvuruldu ve hatta milyonlarca insanın canına kıyıldı. Fakat bu tür ideolojiler insan tabiatına zıt olduğu ve kendi içinde çelişkiler barındırdığı için uzun ömürlü olmadı. Onlar çözüldükten sonra da insanlar yeniden kendi dinlerine, kendi mabetlerine yönelmeye başladırlar.

Fakat İslâm dünyasındaki gelişmeler daha farklı cereyan etti. İslâm’a düşman olan kimseler bu düşmanlıklarını açıkça dile getirmek yerine, nifak perdesi altına gizlendiler ve farklı farklı plân ve projelerle Müslümanları İslâmiyet’ten uzaklaştırmaya çalıştılar. Hiç şüphesiz İslâm dünyasının farklı yerlerinde Müslümanların başına musallat olan bu münafıkların onlara verdikleri zararlar dine açıkça karşı çıkan kimselere nispetle çok daha yıkıcı ve büyük oldu. Kur’ân, münafıkların ahiretteki cezasını şu şekilde beyan etmiştir: إِنَّ الْمُنَافِقِينَ فِي الدَّرْكِ الأَسْفَلِ مِنَ النَّارِ “Doğrusu münafıklar, ateşin en aşağı tabakasındadırlar.” (Nisâ sûresi, 4/145) Demek ki onlar Cehennem’de Firavun’un da Ebû Cehil’in de altında olacaklar. Hz. Pir, bu manayı bir yerde şöyle ifade eder: “Münafık, kâfirden eşeddir.” (Bediüzzaman, Mektubat, s. 80)

Münafıklar, camide sizinle beraber namaz kılarlar ama abdestleri yoktur. Yeri geldiğinde dinin izzetinden ve kutsallığından bahseder fakat arkadan iş çevirirler. Konuştuklarında yalan söylerler. Nitekim Efendimiz de,  آيَةُ الْمُنَافِقِ ثَلاَثٌ إِذَا حَدَّثَ كَذَبَ وَإِذَا وَعَدَ أَخْلَفَ وَإِذَا اؤْتُمِنَ خَانَ “Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, vaat ettiğinde yerine getirmez ve emanete ihanet eder.” (Buharî, îmân 24; Müslim, îmân 107) hadisinde münafığın özelliklerini sayarken ilk olarak onların yalanlarına dikkat çekmiştir. Demek ki nifakın en önemli unsurlarından birisi yalandır.

Maalesef İslâm dünyasında farklı yer ve makamları işgal etmiş olan münafıklar yalan, aldatma ve ihanetleriyle toplumu dejenere etmiş, iç içe deformasyonların yaşanmasına sebep olmuşlardır. Eğer siz iyi bir ressamdan yukarıdaki hadisin muhtevasına uygun bir resim yapmasını talep edecek olsanız, bu resmin hâlihazırdaki İslâm dünyasına uygun geldiğini görürsünüz. Bu açıdan onun yeniden aslî hüviyetine döndürülmesi belki de inançsızlığın yayıldığı toplumlardan daha zordur. Mesele dipten ele alınmalı ve her şey iman, marifet ve muhabbet çizgisinde Allah’a bağlanarak götürülmelidir ki bozulan toplum yapısı yeniden restore edilebilsin.

Takıyye

Söz buraya gelmişken kısaca takıyye üzerinde durulması da faydalı olacaktır. Zira bilindiği üzere belli bir kesim onu önemli bir esas olarak benimsemiş, dinlerinin içine bir rükün olarak sokmuş, güç ve kuvvetle karşı koyamadıkları düşmanlarını, geliştirdikleri takıyye sistemiyle ters yüz etmeye çalışmışlardır. Maalesef bu takıyye şebekesi, aldatma adına çok farklı vesileleri de kullanarak bir kısım ülkelerin kılcallarına kadar nüfuz etmiş ve çok hayatî konumları ele geçirmiş; yakın gibi durdukları pek çok kişiyi kendi hesaplarına kullanmış, onları kendi emellerine hizmet eder hâle getirmiş ve neticede tüyler ürperten nice şenaat ve denaatler işlemişlerdir.

Maalesef hem bizim toplumumuz içinde hem de daha başka İslâm beldelerinde gaflete dalan, heva-i nefsine uyan ve çok günahlara giren niceleri bu takıyye şebekesi tarafından esir alınarak angajmanlığa itilmiştir. Nifak sistemi ve takıyye, içine girdiği toplum üzerinde âdeta atom bombası tesiri yapar. Dolayısıyla kimileri onun alfa tesiriyle hayatiyetini kaybetmiş, kimileri beta tesiriyle çok ciddi bir sarsıntı geçirmiş, kimileri de gama tesiriyle burun akması, baş dönmesi ve bakış bulanması gibi tesirlere maruz kalmışlardır.  

Takıyye, yalan ve aldatmanın önemli bir tezahürü ve nifak sisteminin de en büyük silahı olduğu için şeytanî bir yoldur. Dolayısıyla takıyye yapan bir insanın hakikî mü’min olabilmesi mümkün değildir. Bu sebeple takıyyeciler, münker ve nekirin sorgulamasından selametle kurtulamaz, mizanı kolaylıkla aşamaz ve sıratı rahatlıkla geçemezler. Zira Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), مَنْ غَشَّنَا فَلَيْسَ مِنَّا “Bizi aldatan bizden değildir.” (Müslim, iman 164) sözleriyle yalan ve aldatmanın hiçbir şekilde Müslümanlıkla bağdaşmayacağını ifade buyurmuştur.

Sığ görünen deryalar

Fethullah Gülen: Sığ görünen deryalar

Soru: Bir hadis-i şerifte, Hak katında mahbub kulların özellikleri sayılırken, onların gizli enginliklere sahip oldukları da nazara veriliyor. Sohbetlerde de çoğu zaman sığ görünüp derin olmak gerektiği üzerinde duruluyor. Gizli enginliklere sahip olma ama sığ görünme faziletinin esasları nelerdir?

Sıra bize de gelecek!..

Fethullah Gülen: Sıra bize de gelecek!..

Soru: Bazı sofilerin râbıta-ı mevt düşüncesi ile Bediüzzaman’ın râbıta-ı mevt anlayışı arasında nasıl bir fark vardır? Dünyanın cazibedar güzellikleri karşısında aldanmama vesilelerinden biri olan ölümü ve ötesini tefekkür etme konusunda hangi hususlara dikkat edilmelidir?

Sıradanlık duygusu ve tasrif üslûbu

Soru: Yaptığımız iş ve vazifelerde, zamanla, sıradan bir iş yapıyor olma duygusu ağır basabiliyor. Böyle bir duygunun menfî tesirlerinden korunma adına neler tavsiye edersiniz?

Mebdede en derin aşk u heyecanla başlayan aksiyon ve hizmetlerde bile eğer yapılan iş ve faaliyetler standart hâle getirilmiş, yeni renk, desen ve nakışlarla onlara ayrı bir farklılık ve derinlik kazandırılmamışsa insanın bir müddet sonra, ülfet ve alışkanlığın boğucu atmosferi altında bir kadavra hâline gelmesi mukadderdir. Çünkü böyle bir durumda meşgul olduğunuz işler, çok önemli ve hayatî olsa da, onlar size muttarid hâdiselerden bir hâdise gibi görünecek, nazarınızda sıradanlaşmaya başlayacak ve hatta "bir an önce yapayım da aradan çıksın" anlayışı hâkim olacaktır. Bu açıdan şayet biz Allah'ı, Peygamberi gönüllere duyurup sevdirme gibi çok ulvî bir iş peşinde bulunuyorsak sürekli formatla oynamalı, farklı formatlar bulmalıyız ki, hem muhatabımız olan kimselerde bir bıkkınlık hâsıl olmasın, hem de biz, yaptığımız işlere karşı bir kanıksama duygusu içine girmeyelim.

Farklı şive farklı neşve doğurur

İsterseniz siz bu meseleyi Kur'ân-ı Kerim'in tenzil ve tebliğde takip ettiği tasrif esprisiyle irtibatlandırabilirsiniz. Kur'ân-ı Mu'ciz'ül-Beyan'a bu nazarla bakıldığında, aynı mazmun ve aynı mefhumun, farklı yerlerde, farklı üslûp ve formatlarla sunulduğunu görürsünüz. Meselâ bir kıssayı Musa, değişik problemlere misal teşkil etmesi, o problemlerden sıyrılma yollarını göstermesi ve o problemler karşısında peygamberane bir azim ve cehde vurguda bulunması adına birçok yerde tekerrür ediyor. Buna rağmen bir yerdeki kıssa hiçbir zaman başka bir yerdeki kıssanın tekrarı şeklinde ortaya konmuyor. Her seferinde aynı kıssa farklı ifadelerle karşımıza çıkıyor. Diğer yandan Allah (celle celâluhû) aynı hakikati farklı ifadelerle dile getirme adına bazen Hz. Musa'yı, bazen Hz. İsa'yı, bazen de İnsanlığın İftihar Tablosu'nu (Allah'ın salât ve selamı onların üzerine olsun) konuşturuyor. İşte bunun adı tasriftir.

Meseleler her defasında böyle bir format değişikliği ve farklı bir şive ile sunulabildiği takdirde, bu durum beraberinde farklı bir neşve getirir; o da insanda farklı bir inşiraha sebebiyet verir. Evet, eğer siz meselelerinizi hep bir farklılık içinde sunabilirseniz, onları sürekli kendi derinlik ve enginliğiyle sunmuş ve dikkatleri de bu hakikatlere çekmiş olursunuz. Bu da temsil ettiğiniz meselelere karşı gönüllerde saygı uyarır. Bizim sahip olduğumuz değerler, bizatihi kıymetli ve değerlidir. Bu sebeple onlar bakırcılar çarşısında değil; altın, gümüş, zebercet veya yakut ticaretinin yapıldığı bir çarşıda piyasaya sürülmelidir. Fakat nice güzel hakikat vardır ki, bunlar, meseleleri usûlünce takdim edemeyen kimselerin ağzında değer ve kıymetini kaybedebilir. Nice sönük hakikatler vardır ki, onlar, meseleyi çok iyi kompoze ve ifade eden insanların dilinde ayrı bir güce ulaşır ve âdeta karşı tarafı büyüler. Bazen bâtıl; cerbeze, mugalata, demagoji ve diyalektikle revaç bulurken, hak ve hakikat, güzel bir takdimle muhataplara sunulmadığından hakkı olan revaçtan mahrum kalabilir. Bu açıdan eğer sizin temsil ettiğiniz, sahip çıktığınız ve başkalarına anlatmaya çalıştığınız meseleler hakikatse -ki öyle olduğu muhakkaktır- tasrif üslûbuyla başkalarında da o hakikatlere karşı gerekli saygıyı uyarmalısınız.

İçinde bulunulan zamanın farkında olmak

Eskimemenin, başka bir ifadeyle sürekli yeni kalabilmenin önemli bir vesilesi de insanın yaşadığı zamanın farkında ve şuurunda olmasıdır. Biz, ibnü'l-vakt yani zamanın çocukları olduğumuza göre, içinde yaşadığımız zamanı iyi bilmemiz ve zamanın gereklerine göre bir usûl takip etmemiz gerekiyor. Meselâ benim bugün kalkıp, İzmir veyahut Edremit'te vaaz ettiğim otuz-kırk sene evvelki yol ve usûlle insanlara bir şeyler anlatmam doğru olmaz. Çünkü bugünün insanları o günün insanlarından farklıdır. Belki bugün birçoğu o günkü söylenenleri ezbere bilmektedir. Bugün yapılması gereken ise, anlatılan hususları felsefî derinlikleriyle ele alma ve meselelerin mâkuliyeti üzerinde durmaktır.

Meselâ bugün anlatacağınız bir konunun fıkhî veçhesi varsa, o meseleye Şatıbî'nin açtığı pencereden bakabilmeli veya Taftazâni'nin Telvih'i çerçevesinde o meseleyi ele alabilmelisiniz. Eğer siz bunu yapabilirseniz, insanlar, anlatılanları dinlemeye değer bulacaktır. Yoksa hakikat aynı hakikat olmasına rağmen muhataplar hakikate karşı müstağni davranabilirler. Madem Muallim-i Ezelî ve Ebedî olan Allah (celle celâluhu), Kur'ân'da tasrif yaparak bize bir kapı aralıyor, yapmamız gerekli olan vazifeler hususunda bize bir yol gösteriyor, o hâlde bizim de bunu çok iyi değerlendirmemiz gerekir.

Yukarıda zamanın çocuğu olma esprisini kavramanın önemine işaret ettik. Ancak bu noktada durup yanlış anlaşılabilecek bir hususa dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Yaşadığı zamanın şartlarından gafil bulunmak doğru olmadığı gibi, meseleyi tamamen zamana bağlayarak tarihsellik mülâhazasına girmek de doğru değildir. Ben yukarıda anlatılanlardan, böyle bir mülâhazam olduğu hissini uyarmışsam, bundan Allah'a sığınırım. Çünkü ezelî oldukları gibi ebedî olan Kur'ânî hakikatler kat'iyen değişmezler.

Ancak ister Kitap'ta isterse Sünnet-i Sahiha'da sarih olarak yer almamış, zamanın idrakine göre açık bırakılmış alanlar vardır. İşte zamanın çocukları içtihat ve istinbatlarıyla bu alanları dolduracaklardır. Ayrıca değişik zamanlarda yapılan içtihat ve istinbatların hangisinin günümüz ihtiyaçları zaviyesinden tercih edilerek insanlara sunulacağı da üzerinde durulması gereken diğer önemli bir husustur. İşte zamanın müessir olduğu alanlar bunlardır. Üstad Hazretleri'nin: "Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz." ifadesi de bu hakikati veciz bir şekilde dile getirmektedir.

Kendini muhasebe ve yeniden diriliş

Kendini yenilemenin diğer önemli bir vesilesi de belli aralıklarla iş ve faaliyetlerin muhasebe ve değerlendirmeye tâbi tutulmasıdır. Ben, Japonların senede bir iki ay, asude bir yere çekilip, yaptıkları veya yapacakları işleri görüştüklerini duymuştum. Bu toplantılarda, geçmişte yapılanlar tecrübe adına bir kere daha zihinlerde canlandırılıyor, yeniden formüle ediliyor, bunun yanı sıra geleceğe hazırlanma ve böylece metafizik gerilimi muhafaza adına yeni hedefler belirleniyormuş. Sınâî ve ticarî hayat adına bile bu şekilde seminerler tertip ediliyorsa, irşat ve tebliğ gibi insanların ebedî hayatını ilgilendiren bir meselede sürekli rehabilitasyona ihtiyaç duyulacağı zannediyorum izahtan vârestedir. Evet, dünyevî ve maddî işlerde bile bu mesele bir zaruret olarak görülüyorsa, irşat ve tebliğ açısından buna zaruret der zaruret (zaruret üstü zaruret) olarak bakmak icap eder. Bu açıdan diyebiliriz ki, bir irşat yolcusu, her sene kendi donanımını zenginleştirecek bir seminere katılmaz, bir yerde zihnini arındırmaz, geçmiş seneki falsolarını gözden geçirip istikbal adına alınması gereken tedbirleri almazsa aynı hataları, aynı yanlışlıkları tekrar eder durur ve yaptığı işlerde başarılı olamaz.

İşte bizim böyle bir rehabilitasyona ihtiyacımız vardır. Çünkü altına girdiğimiz sorumluluk çok ciddi ve çok büyüktür. Biz, Allah'a ve Resûlullah'a ait bir hukuku, bir yönüyle Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bize tevdi buyurduğu emaneti temsil etmeye çalışıyoruz. Bir misal olması açısından ifade edeyim. İbn Mes'ud Hazretleri on defa oturup kalkmadan, "la havle" çekmeden, kasıklarını tutmadan, şakaklarına elini götürmeden Efendimiz'den bir meseleyi ifade etmeye cesaret edememiştir. Zira o, aktaracağı mevzuun temel esprisine aykırı bir şey dile getirmekten korkmuştur. İşte bu, bir yönüyle mesuliyetinin farkında olma demektir. Çünkü bazen bir kelime her şeyi yıkabilir. Büyüklerin konuşmalarında görüyorsunuz, şeker şerbet gibi laflar ediyorlar. Fakat bazen bülbül nağmeleri içine bir saksağan sesi karıştırdıkları an her şey altüst oluveriyor.

Sorumluluk altında bulunan insanlar hiçbir zaman ulu orta konuşamazlar. Bir hasta, sadece kendi hastalığı ile ilgili bazı mülâhazalar serdedebilir. Ama tabiplik disiplinini benimseyen bir tabip, şayet yaptığı yeminin hakkını vermeyi düşünüyorsa ve meslek ahlâkını benimsemişse hiçbir zaman kulaktan dolma malumatla konuşmaz/konuşamaz. Aksi takdirde yanlış bir ifadeyle, tedavi etmesi gereken bir hastayı çok daha ciddi komplikasyonlara sevk edebilir. Şimdi mesele, sizin dünyevî hayatınızı tanzim eden, uhrevî hayatınızda size ebedî saadetin yollarını gösteren, size sağlam bir ulûhiyet ve nübüvvet telakkisi kazandıran din meselesi olunca, bunun ne kadar ciddiyet isteyeceği açıktır. Böyle bir mesele, senede bir iki defa rehabilitasyon görmeden eski bilgilerle götürülemez.

En çok yanlış yapanlar

Bazıları yirmi-otuz senedir insanlık yolunda koşturan bir dairenin içinde bulunabilir. Fakat beslenme mekanizması sağlam işletilmemişse turnikeye önce girenlerin bilgileri diğerlerinin on sene gerisinde kalabilir. Daha da acısı turnikeye önce girenlerin bunun farkında olmamalarıdır. Bu açıdan bir kere daha kefeni yırtıp, bir kere daha yeniden gömlek giyip, bir kere daha vira bismillah diyerek meseleyi yeniden ele alma, yeniden anlama ve yeniden tahlil etmeye koyulmamız iktiza ediyor. Yoksa hiç farkına varmaksızın pek çok yanlışlık içine girilir. En çok yanlış yapanlar da kıdemine güvenenlerdir. Mübtediler onlara göre daha az yanlış yaparlar. Çünkü onlar bir gözüyle yapacağı işe odaklanırken diğer gözüyle de önlerindeki rehberlere bakarlar. Fakat ne zaman ki, insanın zihninde "Bunca yıldır işin içindeyim. Ben de bir şeyler biliyorum..." mülâhazası oluşmaya başlarsa, bilmelidir ki, o çoktan işin dışına çıkmıştır, olup bitenlerin farkında değildir. İşte böyle bir duruma düşmemek için herkesin her sene bir iki defa bir araya gelerek, müktesebatını, işin neresinde durduğunu, ne tür hatalar yaptığını gözden geçirmesi, aynı hataları bir daha yapmamak için alınması gereken tedbirleri ve gelecekte yapılması düşünülen iş ve projeleri müzakere masasına yatırması gerekir.

Sofralara Tekrar Çeki Düzen

Bugün dünyanın çeşitli bölgelerinde fakr u zaruret içinde hayatlarını devam ettirmeye çalışan pek çok insan var. Hayatı, ağır bir yük gibi sırtlarında taşıyorlar. Böyle bir dünyada, soframızdaki çeşit fazlalığına karşı içimizde bir tepki olmalı. Ne kadar kalori ihtiyacımız var, onu alsak ve bunu aramızda bir içtimaî protokol haline getirsek; artık sofralarımıza bir çeki düzen versek. Yoksa, adaletsizlik üzerine kurulan cihanı Cenâb-ı Hak yıkar. Bu mevzu insanımızca unutuluyor, tekrar ber tekrar hatırlatmak lazım.

Gemi feneri konumunda bulunanların halleri ve hareketleri de o ölçülede dengeli olmalıdır.

Sohbet ve nasihatten istifade

Soru: Yapılan nasihatten kâmil mânâda istifade hangi esaslara bağlıdır? Hem konuşan, hem de dinleyen açısından verimli ve faydalı bir sohbet için dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?

Nasihat, başkaları için iyilik düşüncesi içinde bulunmak, iyilik mülahazasıyla oturup kalkmak, hayırhâhlık yapmak demektir. Bu işin usûl ve tarzı, diyen ve denilen arasındaki münasebete göre şahıstan şahsa, toplumdan topluma farklı farklı olabilir. Bazıları mev’izelerle, bazıları kitap yazmak suretiyle, bazıları broşürler hazırlayarak, bazıları da vazife ve misyonlarının müsaadesi ölçüsünde değişik yollar bularak, aynı atmosferi paylaştığı insanların ruhlarına girme ameliyesiyle, onlar için hayırlı olma işini eda edebilirler.

Nasihat, her konumdaki insan için, her zaman gerekli olan çok önemli bir ihtiyaçtır. Kur’an-ı Kerim;

وَذَكِّرْ فَإِنَّ الذِّكْرَى تَنْفَعُ الْمُؤْمِنِينَ

“Onlara hatırlat; çünkü zikir ve hatırlatma mü’minler için mutlaka yararlıdır.” (Zâriyât Sûresi, 51/55) beyanıyla, bu önemli hususa dikkatlerimizi çeker. Âyet-i kerimede geçen “hatırlatma”nın, imana, İslam’a, ihsana, imanda derinleşmeye, İslam’ı bir bütün olarak kavramaya çağırma gibi kendine göre farklı dereceleri vardır. Buradaki وَذَكِّرْkelimesinin tef’il babında gelmesi de hatırlatmanın önemini ve sürekliliğini göstermesi açısından ayrıca dikkat çekicidir. Zira bu babın özelliği teksir (çokluk) ifade etmesidir. Buna göre âyet-i kerimenin manası, “Sürekli ve sonsuza kadar hatırlatmaya ve nasihat etmeye devam et.” demektir. Yani âyet-i kerime, “Denmesi gerekli olan hususları ben bir kere, iki kere, üç kere dedim. Fakat bu insanlar, temerrüt ve inat içinde olduklarından yine de bildikleri gibi yaşamaya devam ediyorlar.” anlayışıyla nasihatin kesilmemesi ve hatırlatmanın süreklilik arz etmesi gerektiğini, zira bunun mü’minlere mutlaka faydalı olacağını ifade buyurmaktadır.

Resûl-i Ekrem Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) الدِّينُ النَّصِيحَةُ“Din bütünüyle nasihattir.”(Müslim, İman 95) lal u güher sözüyle bize bu hakikati ferman buyurmuştur. Evet, dinin ruhu nasihattir, ferdî ve içtimaî plânda dinin yaşanıp yaşatılması için o, zaruret ölçüsünde bir ihtiyaçtır. Bu vazife yapılmadığı takdirde, İslâm binasının er veya geç yıkılması mukadderdir. Zaten Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (aleyhissalâtu ve’s-selâm) mübarek hayatı da hep nasihat ekseninde cereyan etmiştir. O (aleyhi ekmelü’t-tahâyâ) günün belli vakitlerinde Mescid-i Nebevi’de oturur, sahabe-i kiram efendilerimiz de gelir ve O’nun etrafında halka teşkil ederlerdi. Bazıları ibadetlerle ilgili neyin nasıl yapılacağını, bazıları Efendimiz’in beyanından anlamadıkları sözlerinin izahını, bazıları da Kur’ân’dan bazı ayetlerin mânâsını sorarlardı. Bütün bunlar karşısında Allah Resûlü’nün (aleyhissalâtu ve’s-selâm), “Ben artık bugün konuşmayacağım, sorularınıza da cevap vermeyeceğim.” şeklinde hiçbir sözünü hatırlamıyorum. O, hayatı boyunca sadece bir kere hanımlarına îlâ yapmış ve bir hücrede inzivaya çekilmişti. Siyerde bunun dışında başka bir halvetten bahsedilmiyor. Evet, İnsanlığın İftihar Tablosu, devamlı Ashab-ı kiram efendilerimizin içinde bulunur, Kur’ân âyetlerini tefsir eder, onların sorularına cevap verir, müşkillerini çözerdi. Hadis külliyatı içinde yer alan sünnet-i sahihanın kavlî kısmı böyle oluşmuştu. O’nun ef’âl-i nebevî dediğimiz mübarek davranışları ise sünnet-i sahihanın fiilî kısmını oluşturuyordu. Bir de O’nun, mübarek gözü önünde yapılan amellere sükût buyurması vardı ki, bu da sünnet-i sahihanın takrirî kısmını teşkil ediyordu. Çünkü O’nun bir sahabenin bir davranışı karşısında sükûtu, bu davranışta bir mahzur olmadığının göstergesiydi. Diğer bir ifadeyle Resûl-i Ekrem’in sükûtu, dinin sınırları içine alınabilecek hâl ve hareketlerin tespitinde bir filtre vazifesi görüyordu. Sahabe-i kiram da o filtreye göre, “Tamam, bu içeriye alınabilir.” diyorlardı. İşte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) her üç yolla da ta’lim edilmesi gerekli olan hususları sürekli ta’lim buyuruyordu.

İhtiyaca göre konuşmak

Konuşan ve dinleyenlerin samimi olması şartıyla, sohbetlerin bu şekilde soru-cevap tarzında cereyanı, onun daha verimli ve daha faydalı olmasını temin edebilir. Yani insanların kafalarına takılan problemleri getirip sormaları, konuşanın da bu problemlere cevap teşkil edebilecek mevzuları anlatması sohbeti daha verimli hale getirecektir. Yoksa dinleyicilerin hissiyatını hesaba katmayan, onların neye ihtiyaç duyduklarını nazar-ı itibara almayan bir konuşmacı, kürsüde, kendisine göre hamasî destanlar kesebilir, dinleyicilere hoş dakikalar geçirtebilir fakat anlattığı mevzuların kalıcı olarak kimseye bir faydası olmaz.

Bundan dolayı bir muallimin mektepte öğreteceği konuları, talebelerin seviyesine göre haftalara, aylara, yıllara yayarak, adım adım onlara hazmettirmesi gibi, bir nâsih veya vaiz de muhataplarının ufuk, idrak ve müktesebatını hesaba katarak, anlatacaklarını tedricî bir plan çerçevesinde ele almalı ve böylece muhatapların, anlatılan mevzuları sindirmelerini ve içselleştirmelerini sağlamalıdır. Ne var ki, böyle bir takdim şekli, meseleye ancak mahrutî bakanların yapabileceği bir iştir. Günü kurtarma derdinde olanların anlatacağı mevzular ise bir bütünlük teşkil etmeyeceğinden muhataplar üzerinde gerekli istifadeyi sağlamayacaktır.

Bu açıdan öncelikle toplumun neye ihtiyacı olduğu iyi tespit edilmelidir. Mesela namaz hakkıyla eda edilmiyorsa, namaz hakikati, onun ruhu, özü, esası dile getirilmelidir. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) kamet-i kıymeti ölçüsünde tanınmıyor ve bilinmiyorsa, bütün yönleriyle İnsanlığın İftihar Tablosu anlatılmalı, ruhlara O’nun sevgisi nakşedilmelidir. Bu arada, daha derin açılımların gerçekleştirilmesi için konuşma esnasında dinleyenlerin zihinlerine takılabilecek soruları sorma imkânı oluşturulabilir. Böylece tıpkı su potansiyeli olan bir kuyuya kova salma ve çektikçe suyun kaynağının açılması gibi, onlar da sordukları sorularla anlatılan mevzuun daha da açılması istikametinde konuşmacıya yardımcı olmuş olurlar. Evet, dinleyenlerin, sordukları sorularla, konuşan zatı sağmaları sohbetin verimliliği adına çok önemlidir.

Sohbet ve nasihatte fani olmak

Diğer yandan nasihatin faydalı olması, her şeyden önce, konuşanın samimiyetine ve dinleyenlerin de anlatılanlardan istifadeye açık bulunmalarına bağlıdır. Evet, konuşan çok samimi olmalıdır; dinleyen de istifade niyeti içinde bulunmalıdır. Ayrıca din, Allah tarafından gönderilen ilahi bir sistem olduğu için, onun mutlaka Allah ile münasebet içinde anlatılması gerekir. Bunun yanında sohbet eden kimse, anlattığı konuların içine girebilmelidir. Öyle ki, oturduğu yerde, âdeta kendini unutmalı, anlattığı hâdisenin aktör veya figüranlarından birisi haline gelmelidir. Mesela o, Hz. Hamza’yı veya Enes İbn Nadr’ı anlatıyorsa, orada anlattığı kahraman haline gelmeli, kendinden geçmeli ve tamamen konunun güdümüne girmelidir. İsterseniz buna fena fi’s-sohbet veya fena fi’l-vaaz haline gelme de diyebilirsiniz. Anlattığı konuyla bütünleşmiş böyle bir insanın ağlaması, tebessüm etmesi, kimi zaman coşkun bir ruh haliyle sesini yükseltmesi tamamen konunun yönlendirmesine göre olacaktır. Böyle bir ufku yakalama da, insanın söylediği hususlara yürekten inanmasına bağlıdır.

İki taraflı bu faaliyetin öbür ucunda sohbeti dinleyen insanlar da, sohbet eden zatın anlattığı mevzular içinde onunla beraber dolaşabilmelidir. Mesela sohbet eden zat, bir cenk meydanında dolaşıyor veya kanat açmış miraca doğru uçuyor ya da seyr ilallah istikametinde bir seyr u süluk yapıyorsa onlar da kendi tahayyül ve tasavvurları içinde onu takip ve ona refakat etmelidir.

Önyargılar birer perdedir

Sohbete kulak veren insanların sohbet eden zat hakkında olumsuz düşüncelere girmemeleri ve söylenilen sözleri kabule açık bulunmaları da sohbetten istifade adına çok önemlidir. Konuşulan sözlerin, sadece kulağa girmesi değil, kalbe de tesir ederek değişik değerlendirme mekanizmalarında hazmedilebilmesi, ancak dinleyenin önyargılardan uzak bulunmasına bağlıdır.

Ayrıca bir kişinin sohbetten istifade edebilmesi için, kat’iyen herhangi bir kıskançlık ve çekememezlik içine girmemesi, “ben” dememesi ve anlatılan mevzular hakkında malumatfuruşluk yapmaması gerekir. Hatta konuşulan mevzuların içinde tam olarak kabul edilemeyecek bir kısım hususlar bulunsa bile, dinleyen kişi: “Bu konuyu sohbetten sonra görüşür ve tashih ederiz.” diyerek her şeye rağmen söylenenlere kulak vermeli, zihin ve kalbini sürekli konuşulanlara açık tutmalıdır.

Eğer bunlardan herhangi birinde bir eksiklik olursa, sohbet edenle sohbet dinleyen arasında bir husuf ve küsufun (ay ve güneş tutulması) yaşanması mukadderdir. Evet, sohbet veya vaaz u nasihat dinlerken, eğer onların içine garazlarımızı, kinlerimizi, nefretlerimizi, bencilliklerimizi, enaniyetimizi, bilgimizi katıyorsak, iki ene olamayacağından, kendi içimizde bir müsademe başlar ve bu da istifadenin önüne set çeker. Bu halet-i ruhiye içinde olan insanlar, İmam-ı Gazâlî, İmam Rabbanî, Alvar İmamı veya Hz. Pîr-i Mugan gibi büyük zatları dinleseler, hatta İki Cihan Serveri’nin sohbetiyle müşerref olsalar, O’nun huzurunda bulunsalar bile yine de istifade edemezler. Nitekim Ebû Leheb, Ebû Cehil gibi niceleri O’nu dinlemiş, fakat istifade edememişlerdir. Günümüzde de görüldüğü üzere, nice Ebû Lehebler, Kur’an ve Sünnet’i dinliyor, büyük zatların sohbetlerine muttali oluyor fakat onlardan hiç mi hiç istifade edemiyorlar.

Son bir husus olarak şunu ifade edeyim ki, başarı, muvaffakiyet, makam, mansıp bir imtihan olduğu gibi ilim de bir imtihandır ve çokları böyle bir imtihanda kaybeder. Evet, “biliyorum” düşüncesi insan için öyle bir perdedir ki, insanın, bir nâsih veya vaizden istifadesine engel olduğu gibi, aynı zamanda onu dinden, diyanetten, Allah’tan, peygamberden de uzaklaştırabilir. Cenab-ı Hak, Zümer Sûresi’nde

فَإِذَا مَسَّ الْإِنْسَانَ ضُرٌّ دَعَانَا ثُمَّ إِذَا خَوَّلْنَاهُ نِعْمَةً مِنَّا قَالَ إِنَّمَا أُوتِيتُهُ عَلَى عِلْمٍ بَلْ هِيَ فِتْنَةٌ وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ

“İnsana bir zarar isabet ettiği zaman, Biz’e yalvarır, ama sonra onu tarafımızdan bir nimet ile serfiraz kıldığımız zaman: “Ben bilgi ve becerim sayesinde bunu elde ettim” der. Hayır! İşin doğrusu bu bir imtihan unsurudur, ama çokları bunu anlamazlar.” (Zümer Sûresi, 39/49) buyurarak bu hususa dikkat çeker ve bize ikaz ve tembihte bulunur.

Esasında insanı Allah’tan uzaklaştıran nimet, nimet görünümlü musibetten başka bir şey değildir. Evet, makam, mansıp, paye, değişik üniversitelerde veya idarî sistemlerde elde edilen ad ve unvan gibi Allah’ın bize ihsan ettiği nimetler, şayet bize O’nu unutturuyor ve içimizde gaflet hissi hâsıl ediyorsa, bütün bunlar bizim için nimet suretine girmiş Allah belası birer nikmettir.

Böyle bir tehlikeden korunmanın yolu ise, hem söyleyenin hem de dinleyenin meseleyi sadece Allah rızasına bağlı götürmesi, kalb ibresinin hep O’nun hoşnutluğunu göstermesidir. Gerek sohbet yapacak insanın gerekse onu dinleyenlerin daha başta kendi içlerinde böyle bir hazırlığa girmeleri, tezkiye-i nefs etmemek suretiyle tezkiye-i nefs etmeleri, nefislerinin tepesine elli tane balyoz indirmeleri gerekir. Temelde böyle bir hazırlık yapılır, halis niyet, kalb safveti ve iç duruluğuyla meselenin içine girilirse, Allah’ın izniyle, işte o zaman nasihat ve sohbetler daha verimli, daha bereketli ve daha yararlı olur.

Sohbet-i canân

Bir yaramı dile getirmek istiyorum müsaade ederseniz. Genel anlamda bizler malâyâni şeylerle çok meşgul oluyoruz. Özellikle sohbet ortamlarında bir Müslümandan beklenen tavrı sergileyemediğimiz kanaati hâkim bende. Çok fuzulî şeyler konuşuyoruz. Ne dünya, ne de ukba işlerine yarayacak şeylerle vakit kaybediyoruz. Evirip çevirip sözü sohbet-i canâna bir türlü getiremiyoruz. Durduğumuz yerde, bulunduğumuz konumda olması gereken duruşun, bulunmamız gereken konumun hakkını veremeyişimiz bize kredi kaybettirir. Seviyesiz insan imajı uyarır karşı tarafta. “Din gibi ciddî bir meselenin temsilcilerine benzemiyor bu insanlar” dedirtir onlara. Sahabe misali başkaları inanmıyor diye neredeyse kendini ateşe atacak bir hava yok, diye düşündürür onları.

Ne olur, bir araya gelişlerimizde sohbetlerimiz hep sohbet-i canân olsun. Yani, sözü evirip çevirip Allah’a ve Allah’ın Resûlü’ne bağlayalım. Din-i İslâm diyelim, fuzuliyatın bir damlasına bile müsaade etmeyelim. Unutmayalım, ömrümüzün dakikaları sayılı. Boşuna harcamayalım onları. Sorarlar öbür tarafta onun hesabını. Her nefeste bize rağmen, şuurumuzun taallûk etmemesine rağmen iki defa hayatımızı bağışlayan Allah’a şükredelim, hamd edelim.

Bütün bunları iğne veya çuvaldız gibi kabul edebilirsiniz; ama realiteyi de görmek lâzım. “Hakikî mü’min görüldüğü zaman Allah’ı hatırlatır” deniyor hadiste. Bunun mânâsı, onun her türlü tavır ve davranışında Allah okunur demektir. Yani, lâfz-ı Celale yazıyordur onun dört bir yanında.

Öte yandan, Allah (celle celâluhû) başkalarının hidayetine vesile olmayı bizim bu noktadaki hassasiyetimize bağlamış olabilir. Dolayısıyla şayet bu neticenin sebebi oysa, başka bir sebeple bu netice elde edilemez. Diyalektik yapmakla, demagojide bulunmakla, Allah anlatılırken kendi büyüklüklerinden bahsetmekle bu sonuca ulaşılamaz. Cerrahsanız, neşterle halledilecek problemi pansumanla halledemezsiniz.

İlk mevhibeler böyle bir oluş için yeterli gibi geliyor bana. Evet, ilk mevhibeler, yani Allah elimizden tutmuş, sokaktan çekmiş bizi ve bir yerde tabir caizse ipe dizmiş. Biz artık ne şirazesinden çıkmış bir kitap eczasıyız, ne de sağa sola saçılmış tesbih taneleri. İpe dizilmişiz. Öyleyse ona göre bir duruşa sahip olmamız lâzım.

Gözümde dört toplum canlanıyor benim devamlı: Bir, Asr-ı Saadette Efendimizin etrafındaki sahabiler. İki, Hz. İsa’nın etrafındaki havarîler. Yani, o on bir buçuk insan, insanlık tarihinin âdeta kaderini değiştiriyorlar. Müthiş bir aksiyon, alabildiğine baş döndürücü... Onların ortaya koyduğu o çok ciddî faaliyetin çehresi daha sonra değiştirilmeseydi Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) için çok önemli bir zemin hazırlamış olacaklardı onlar. Üç, Söğüd’ün bağrında göğeren yeşillikler. Dört, “Çağın Büyük Düşünürü” ve etrafındakiler.

Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.