• Anasayfa
  • Bamteli - Fethullah Gülen Web Sitesi

Vicdanın Rükünleri ve Takvâ Münasebeti

Soru: 1) Eserlerde, vicdanın her bir rüknü için bir gayetü’l-gâyâttan bahsediliyor; iradenin, ibadetullah; zihnin, mârifetullah; hissin, muhabbetullah ve lâtifenin, müşahedetullah ile münasebeti anlatılıyor. Takvâ denilen ibadet-i kâmilenin bu dördünün beraberliğiyle olacağı vurgulanıyor. Vicdanın rükünleri ile takvâ arasındaki münasebeti lutfeder misiniz?

  • Hazreti Üstad’ın veciz mütalaasıyla ifade edecek olursak: İyiyi kötüden ayırt edip iyilikten lezzet ve inşirah duyan, kötülüklerden de muzdarip ve mükedder olan vicdan dediğimiz fıtrat-ı zîşuurun, lâtife-i rabbaniye, irade, zihin ve his gibi dört ana unsuru vardır ki, bunlar aynı zamanda ruhun da hâsseleri sayılırlar. Değişik vazife ve fonksiyonlarının yanında bunlardan her birerlerinin bir de gâyetü’l-gâyâtı vardır: İradenin ibadetullah, zihnin mârifetullah, hissin muhabbetullah, lâtife-i rabbaniyenin de müşahedetullahtır.. ve takva denilen ibadet-i kâmile de işte bu dört hususu tazammun etmektedir. (01:09)
  • Lügat mânâsı itibarıyla dileme, isteme, ihtiyâr etme, mütesâvi iki şeyden birini tercihte bulunma anlamlarına gelen “irade” kelimesinden söz edilince, hâl ehli ondan, sıdk, ihlâs, vefa, Hak rızası ve i’lâ-yı din... gibi hususlarla alâkalı temayül, niyet, azim ve kararlılığı anlamışlardır. Dinin emirleri arasında nice zor görülen mükellefiyetler vardır ki, aslında onların her biri ebedî saadetin birer vesilesidir. Meselâ, insanı nefisle mücadeleye alıştıran, kalbî ve ruhî hayata yükselten, onu uhrevîleştiren ve ahirete ehil hale getiren ibadetler çok küçük bir meşakkat taşısalar bile aynı zamanda insana çok büyük mükafat kazandırırlar. Dolayısıyla, insanların dünyevî ve uhrevî saadeti için vaz’ edilen bu mükellefiyetler birer külfet olarak görülemez. Abdest, namaz, oruç, zekat ve hac gibi ibadetler, zahirî bir külfete bedel, hem Allah’a karşı kulluğu ifade eder hem de Müslümanın hayatını zapt u rapt altına alırlar. Ne var ki, o zahiri külfetleri ve küçük meşakkatleri aşıp ibadetleri yerine getirmek ancak iradenin hakkını vermekle mümkün olabilir. (03:00)
  • Zihin, anlama, bilme, belleme melekesi ve şuur aktivitesinin bir havzı, bir kütüphanesi ve âdeta bâtınî bir laboratuvardır. Şuuraltı-şuurüstü müktesebât zihin disketine akar, hafızaya dökülür, işlenir, sonra da tedayi kodlarına bağlanarak dışa vurmaya hazır bir hâl alır ve aktif beklemeye geçer. İradesinin hakkını verip cehd ve gayret ortaya koyan bir insan, şuur kanallarıyla beslenir ve böylece o kişide tasavvur, taakkul, tedebbür ve tefekkür sistemleri bir bir harekete geçer ve şuurdan zihin laboratuvarlarına, bu laboratuvarlardaki tahlil ve terkip imbiklerine yerleşik bilgiler akmaya başlar ve derken latîfe-i rabbaniyenin rengine, iradenin desenine göre yeni yeni komprimeler ortaya çıkar. Bununla beraber, zihnin gerçek gayesi mârifetullahtır. Bundan dolayı, onun sürekli Allah’a ulaştıran yollar, o yollardaki handikaplar ve bu handikapların aşılması için gereken nazarî bilgilerle meşgul olması; sonra da bu nazarî bilgileri tatbik edebilme iradesine sevkedecek malumatla beslenmesi gerekir. (04:45)
  • Marifet olmadan muhabbet olamaz. İnsan ancak bildiğini sever. Bu itibarla da önce zihin vazifesini yapmalıdır ki muhabbete yol açılsın. (06:52)
  • Kendi dışındaki nesneleri duyma ve sezme hâli diyeceğimiz his, hiss-i zâhir ve hiss-i bâtın olmak üzere ikiye ayrılır: Kuvve-i bâsıra (görme duyusu), kuvve-i lâmise (dokunma duyusu), kuvve-i sâmia (işitme duyusu), kuvve-i şâmme (koklama duyusu), kuvve-i zâika (tatma duyusu) gibi zahirî kuvvelerin yanında, hayaliye, iradiye, musavvire, mutasarrife, müdrike, müfekkire, vâhime, zâkire.. gibi bir kısım bâtınî lâtifeler de vardır ki, bunların hemen hepsi vicdanın diğer rükünleriyle koordinasyon içindedirler ve her lâtife kendini alâkadar eden hususlara kendi boyasını çalar, –hayatiyetini devam ettiriyorsa– onları kendi ufkuna yönlendirir ve yaratılış gayelerine göre bir hedefe bağlar. Zâhirî ve bâtınî şubeleriyle hissin yaratılış gayesi de her şeyden önce muhabbetullahtır. (09:03)
  • “Fuâd” da diyeceğimiz lâtîfe-i rabbâniye, bilkuvve (potansiyel olarak) ilâhî isim ve sıfatların mücellâ bir aynası, âlem-i ceberûtun –inkişafı ölçüsünde– bir müşahid-i hâssı, iman nuru ve iz’an ziyasının mahall-i tecellîsi, kamer-i irfanın matla’ı, keşf ü ilhamın âhizesi ve ilâhî varidâtın da mahzeni ve nâkilesidir. Lâtîfe-i rabbâniye, gözde gözbebeği, beyinde görme merkezi, hânede kabul salonu, çekirdekte öz, lâmbada fitil ve Arz’da Kâbe mahiyetindedir. İman, nurunu o lâtîfe ufkundan neşreder.. huşû, takva, muhabbet, rıza, yakîn, tevekkül, temkin, teyakkuz, havf u reca... gibi mârifet yolunun esasları hep onun yamaçlarında boy atar, gelişir. O, öyle bir sırr-ı ehadiyettir ki, ışığı iradenin el açışı, hissin sezişi ve şuurun ona karşı duruş ve teveccühünden akıp gelmektedir. İnsan, bu lâtîfe gözleri ile (basiret) her şeyi olduğu gibi dupduru görür; doğru yorumlar ve yorumlarından da yanıltmayan sonuçlar çıkarır. Onun vesayetinde insan mükâşefe ve müşahede ufuklarına açılır, onunla sır ufkunun tabanını deler, hafâ ve ahfâ şahikalarını tahayyül etmeye başlar. (13:11)

Soru: 2) Hazreti Üstad’ın hemen herkese müttakîler arasına girme ümidi veren “ferâizi eda, kebâirden ictinab” şeklindeki takvâ tarifi, objektif bir tarif; vicdanın her bir rüknünün gayetü’l-gâyâtını cem etme ise subjektif mükellefiyete ait bir tarif olarak görülebilir mi? Mezkur iki tarifle hedeflenenler neler olabilir? (15:57)

  • Takvâ; haramlardan kat’i olarak içtinap etme, farzları arızasız-kusursuz yerine getirme, vacipleri kemal-i hassasiyetle ifa etme, şüpheli şeylerden tevakkide bulunma ve şüpheli olduğu mülâhazasıyla bazı mübahlara karşı bile tavır belirleme demektir. (16:25)
  • Hazreti Pir’in takva ile alâkalı ortaya koyduğu çerçeveye bakınca, onun, telyin edici bir üslûpla, meseleyi daha yaşanılır ve herkesi kapsayacak bir şekilde ele aldığı görülür. Mesela bir yerde o, “Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzları yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur.” diyerek bize takva adına bir çerçeve sunar. Hazreti Pir’in ilhama, vâridâta veya bir hutura binaen ortaya koyduğu bu takva tarifini, şartların ve konjonktürün hakiki mânâda takvayı yaşamaya müsait olmadığı ve bir kısım kırılma, arıza ve zaruretlerden dolayı âzamî takvanın yaşanamadığı dönemlerde, hiç olmazsa, haramlardan içtinap edip farzları arızasız kusursuz yerine getirmek suretiyle muhataplarını takva serasına ve onun vaad ettiği güzelliklerden istifadeye çağrısı şeklinde anlayabiliriz. (16:50)
  • Üstad Hazretleri bir taraftan, özellikle mübtediler ve İslam’ı yaşamanın zor olduğu yerlerde bulunanlar için de yaşanır kılma adına meseleyi bu şekilde arz etmiş olsa da, diğer taraftan başka risalelerinde âzamî takvaya işarette bulunmuş ve ona talip olunması gerektiğini söylemiştir. Yani iman ve Kur’an dairesi içine henüz adımını atmış mübtedileri kaçırmamak ve meseleleri takdimde üslûp hatasına düşmemek için daha objektif bir çerçeve sunulmuş; fakat diğer yandan insanların önüne kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselip âzamî takvaya ulaşma adına bir ufuk ve hedef konulmuştur. (18:06)
  • “Objektif yükümlülük”, usûlüddin mizanlarıyla sınırları belirlenen, dinin özündeki kolaylık prensibine dayanan ve herkes için geçerli olan vazife ve sorumlulukların; “subjektif mükellefiyet” ise, her ferdin, şahsî duyuş, hissediş, idrak ve değerlendirmeleri neticesinde kendi üzerine aldığı vazifelerin ve vicdanî ölçüler çerçevesinde kendisi için belirlediği mesuliyet çizgisinin unvanıdır. Evet, bir insanın marifet ufku da onun mükellefiyet çizgisinin belirlenmesinde çok önemli bir unsurdur. Hak dostları, “Hasenâtü’l-ebrâr seyyiâtü’l-mukarrebîn - Ebrârın öyle iyilikleri vardır ki, onlar mukarrebîn için günah sayılır.” demişlerdir. Bu söz de, -füruat açısından- şer’î kıstasların bazı insanlara göre değişiklik gösterebileceğini ifade etmektedir. Bazı kimseler vardır ki, onlar konumları itibarıyla, daima hıfz u inayet altındadırlar ve onların da bu himayeye karşı vefalı davranmaları beklenir. Bu itibarla, avam ukûbet endişesiyle Hakk’a sığınırken, ebrar makam ve derecâtı muhafaza duygusuyla O’nda fâni olmaya çalışırlar; fakat, mukarrebîn halkasındakiler O’ndan başka her şeye karşı kapanma peşinde olmalıdırlar. (19:33)
  • İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “İnsanların arasına karışan, onların eza ve cefalarına katlanan mü’min, halktan uzak duran ve onların eziyetlerinden emin olmaya çalışan mü’minden daha faziletlidir.” (22:40)

Soru: 3) Âyât-ı tekvîniyeyi sürekli tefekkür ederek Allah’ın kainatta câri sünnetine (kanunlarına) uygun davranmak da takvânın önemli bir buudu olarak anlatılıyor? Takvânın bu kanadı sadece dünyaya mı bakmaktadır; yoksa onun, vicdan mekanizmasının sıhhati ve terakkisi ile alâkalı bir yanı da var mıdır? (23:03)

  • Takvâ, vikâye kökünden gelir; vikâye de gayet iyi korunma ve sakınma demektir; aynı zamanda, hem maddi hem de manevî musibetlere karşı Cenab-ı Hakk’ın himayesine sığınma manasına gelmektedir. Bu açıdan, teşriî emir ve nehiyleri gözetip dinin “yap” veya “yapma” dediği hususlarda emre imtisal etmenin yanısıra, tekvinî emirlere riayet etmek, yani, Allah’ın kainatta câri sünnetine (kanunlarına) uygun hareket etmek de takvanın önemli bir buududur. Tekvinî emirlere dair kurallar vardır ve insan, o kurallara riayet etmezse cezalandırılır. Mesela, akrobasi yapan birisi, yerçekimini hesaba katmazsa tabiatın bağrına konan o kural affetmez o akrobatı. Allah’a karşı yaptığınız bir kusur ve kabahatı, ihtimal Tevvâb u Gaffâr affeder; cezalandırmaz sizi. Fakat, harikulâdeden bir şey olmazsa, sebepler planında o akrobat yerçekimine saygı göstermemesinin, ona hürmet etmemesinin cezasını görür. Öyleyse, kurallara riayet ederek Allah’a sığınma, O’nun vikayesine girme de takva demektir. (23:38)
  • Tekvînî ayetleri sürekli tefekkür etmek ve Allah’ın kâinatta câri sünnetini gözetmek insanın iman dünyasını zenginleştirir ve kalbi hayatına çok şey katar. Hazreti Üstad, aynı hakikatin iki yüzünden ibaret olan Kur’an-ı Kerim ile Kainat kitabı arasındaki münasebeti ne hoş ifade eder: “Kâinat mescid-i kebirinde Kur’ân kâinatı okuyor, onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidayetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler.” (25:29)
  • Kâinatı bir düzen ve ahenk içinde kuran Yaratıcı, kurduğu bu düzeni Kur’ân’la ifade eder. İnsan ise, bu iki kitabın bir başka biçimde yazılmış şeklidir. Kur’ân, kâinat ve insan, bu şekilde Allah’ın isim ve sıfatlarının değişik şekillerde tecelligâhı olarak, birbirleriyle fevkalâde bir iç bağlantı halinde, birbirlerini şerh ve izah eden ve neticede Allah’ı tanıtan üç küllî muarrif, üç küllî kitaptır. İşte gerçek ilim bunların birleşik noktalarını araştırıp bulmaktan ibarettir. Şayet müslümanlar ilk asırlarda yaptıkları gibi ilim aşkıyla bu hakikatlerin peşine düşer, o yolu işletip bir güzergah haline getirirlerse, bir faikiyet kazanır ve diğer milletleri gözlerinin içine baktırırlar ki bu da kendi değerlerinin kendi kıymetlerine göre kabulüne vesile olur. (27:23)
  • Size başkalarının bakışı, hakkınızdaki takdirleri ve sizi kabul etmeleri kendi değerlerinizin saygı görmesi açısından çok önemlidir. Çünkü o bakış, takdir ve kabule göre sizi değerlendirir, size saygı duyar ya da duymaz, sizi dinler ya da dinlemezler. İşte, eğer sizin-bizim ihmalimizle yeryüzünde Müslümanlar sefaletin temsilcisi gibi görünürlerse ve bundan dolayı da kimse onları dinlemez, onlara değer vermezse, inananlar inandırıcı olamazlar. Bu sefalet, İslâm’a ve Kur’ân’a fatura edilir. Dine sıcak bakan, yakın duran birkaç insan varsa onlar da bizim halimize takılır. Bu açıdan da, tekvinî emirlerin çok iyi okunup değerlendirilmesi çok önemlidir. (28:11)
  • N. Tepedelenlioğlu’nun, “Dün Batılılara bakarken bıyıklarımızı kesme lüzumunu duyuyorduk; bugün ise, onları görebilmek için kaşlarımızı kısaltmaya mecbur kalıyoruz!..” sözü ve halimiz... (30:30)

Vuslat İştiyâkı

/>Soru: 1) Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, (sallallahu aleyhi vesellem) -meâlen- şöyle buyuruyor: "Kim Allah'a kavuşma (likâullah) arzusu içinde olursa, Allah (azze ve celle) de –Zât-ı Ecell-i A'lâsına yakışır şekilde– ona kavuşmayı ister; kim de Allah'a vuslat özlemi içinde bulunmazsa, Cenâb-ı Allah da onunla karşılaşmayı istemez." Bu hadis-i şerifte nazara verilen "likâullah" ifadesinden maksat nedir? Ölümün soğuk yüzünü unutturan "likâullah iştiyâkı" nasıl anlaşılmalıdır?

Vuslat iştiyakı ve temiz kalblerin niyazı

Fethullah Gülen Hocaefendi'nin vuslat iştiyakı ve temiz kablerin niyazı konulu sohbeti

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

İslam dünyasının gerçek problemi, Müslümanların şekle takılıp kalmaları ve imandan ihsana, ondan da aşk u iştiyâka yürüyememiş olmalarıdır

Bizim toplumun marazı, iman mevzuundaki problemleridir. “Bizim” derken, topyekün “İslam Dünyası”nı kastediyorum. Biz gerçek imanı, Allah’ın istediği manada imanı yitirdik. İlk mektepte, elif-be cüzlerinde olan آمَنْتُ بِاللهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ telkin edildi, “Çocuklar, böyle söyleyin!” dendi; biz de ona kakıldık kaldık, onda derinleşemedik. İmanı, tabiatımızın bir derinliği haline getiremedik. Bu da hayatın her bir faslında, her yaşta, her başta çok olumsuz şekilde farklı tesirler gösterdi. İmanı, İslam ile esas taçlandıramadık. Kaldı ki mesele o iman-ı billah ile, o İslam ile de bitmiyor. Sonrasında Allah’ı görüyor gibi Allah’a kulluk yapma geliyor. Şayet atılan her adım, atfedilen her nazar, kabartılan her kulak, uzatılan her el, kıpırdayan her dudak, Allah’ın görüyor olduğu mülahazasıyla yapılmıyorsa şayet, o mevzuda nasibimiz işte o kadardır. Evet, bizim problemimiz, iman problemidir. Meseleyi dipten ele alıp yeni yetişen nesillerde bu problemi çözeceğimiz âna kadar, âlem-i İslam, bu “dâu’l-‘udâl”dan (tedavisinden aciz kalınan hastalıktan) kurtulamayacaktır.

Kur’an-ı Kerim, kaç yerde “iman”ı zikrettikten sonra “amel”e vurguda bulunmuştur; الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ şeklindeki beyanlarıyla imanı müteakiben amele dikkatleri çekmiştir. Necip Fazıl, “iman” ve Fransızca’dan aldığı “aksiyon” sözüyle meseleyi özetlerdi: “İman ve aksiyon.” O aksiyonda da derinleşme, alabildiğine derinleşme. Bir yönüyle, küfürde derinleşen insanlara karşı sarsılmamak için, pes etmemek için, satılmamak için, peylenmemek için o “iman” mevzuunda, “İslam” mevzuunda, “ihsan” ufkunu yakalama.

İkinci ufuk, biraz uzak ve biraz zor; keyfiyeti bizim için biraz meçhul; enbiyâya açık. Bununla beraber, bazı Hak dostları, kendilerine öyle bir menfezin açıldığından da bahsediyorlar; o da “Allah’ı görüyor gibi kulluk yapma” şahikası. “Allah (celle celâluhu)tarafından görülüyor olma”, bir kademedir, (“basamak” demeyeyim) bir “zirve”dir. Fakat zirveler üstü bir zirve vardır: “O’nu (celle celâluhu) görüyor gibi olma.” Bu, şahsın “iman”ı içtenleştirmesi, “İslamiyet”i içtenleştirmesi ve “ihsan”da adım adım ileriye gitmesi sayesinde kendisine açılan bir menfezden, “kalb” menfezinden, “latife-i Rabbaniye” menfezinde, “sır” menfezinden veya “hafâ” ya da “ahfâ” menfezinden meseleyi temâşa etmesi demektir. Rasathanesi odur onun; ancak oradan baktığın zaman O’nu görebilirsin, duyabilirsin. Bu da çok aza mukadder olmuştur.

İnsan, bir kere “iman”da kemâle ermeyince, “İslam”ı hayatının en büyük meselesi haline getirmeyince, ibadet u tâati kusursuz yerine getirme mevzuunda ölesiye bir ciddiyet göstermeyince “ihsan” kapıları açılmaz ona. “İhsan” kapısı açılınca da o birinci mertebenin hakkı verilmeyince, ikinci mertebenin kapısı açılmaz. Ve işte öyle bir “îmân-ı billah” ve öyle bir “marifetullah”, insanın içinde bir “muhabbetullah”a vesile olur. İnsan, Allah’ı dünyada sevdiği her şeyden daha fazla sever. Peygamberimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem), sevdiği her şeyden fazla sever.

“Benim bayramım Sana kavuştuğum gündür!..”

Hazreti Ömer (radıyallahu anh), bir gün coşup O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı sevgisini ifade ettiğinde, “Yâ Rasûlallah, Sen’i, kendimden başka her şeyden fazla seviyorum!” demişti. Gerçekten öyledir. Fakat meseleyi o andaki ufka bağlı, o andaki kalbin tarassuduna bağlı olarak anlamak lazımdır ki bunun manası şudur: “Çok rahatlıkla ben eşimi, çoluk-çocuğumu, evlatlarımı Sana kurban edebilirim!” Hazreti Ömer, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı dile getirdiği böyle bir ifadeye, böyle bir itirafa mukabil beklediği cevabı almıyor. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) kemâl-i ciddiyetle meselenin hakikatini vurguluyor; “Yâ Ömer! Beni kendinden de artık sevmedikçe hakiki imanı elde etmiş olamazsın!..” diyor.

Var mı bu mevzuda “ben!” diyen?!. “Ben, Seni aile efradımdan, dünyamdan, mal u menâlimden çok daha fazla seviyorum! Öyle ki ölümü, bir şeb-i arûs gibi bekliyorum. Ama izin henüz Sen’in tarafından çıkmadığından dolayı, ‘emre itaatteki incelik’e bağlılık içinde Sen’den ferman geleceği âna kadar bu zehir-zemberek firkate, bu dâüssılaya katlanmaya çalışıyorum. Yoksa, derdim Sen’sin. Benim bayramım Sana kavuştuğum gündür!..” Kaç insan gösterebilirsiniz böyle söyleyebilecek olan?!. Kendi dünyanızda.. serkârlarınızda.. zâviyeleri tutanlarınızda

Hazreti Ömer, o zaman kükrüyor; “Yâ Rasûlallah! Şu andan itibaren, içimin sesi, Sen’i nefsimden de artık seviyorum!..” diyor. O nasıl bir tabiat ve nasıl bir fıtrat ise, hemen, birden bire bir amudî yükseliş ortaya koyuyor. Dikey yükseliş demek; kavsî değil, ufkî değil, amudî yükseliş; birden bire. Bu, Hazreti Ebu Bekir gibi kimselerde, Hazreti Ömer gibi kimselerde, Hazreti Ali gibi kimselerde, Hazreti Osman gibi kimselerde, Hazreti Hâlid gibi kimselerde (radıyallahu anhüm ecmaîn) görülüyor.

Birkaç senede ihsan ufkuna erenler olduğu gibi yıllarca kâmil imandan nasipsiz gezenler de var

Hazreti Hâlid’in Peygamber Efendimiz’le mevcudiyeti üç sene. O ne kazanımdır?!. Cennetleri peyleyebilecek bir ufku ihraz ediyor. Evet, vefat ederken arkada bıraktığı şey, sadece sırtına binip savaştığı atı, kullandığı kırılmadık kılıcı. (Elinde yalnızca Yermük’te on beş tane kılıcın kırıldığından bahsederler.) Ve bir de oku ile yayı. Onun için, Hazreti Halid ruhunun ufkuna yürürken başında bulunan Sa’d b. Zeyd hazretleri diyor ki: عَاشَ حَمِيدًا، مَاتَ فَقِيدًا “Hazreti Halid, herkesin övdüğü bir kumandan olarak yaşadı, İslam’ın bir yitiği olarak gitti.”

Bazen insan, yüz sene câmiye gelir-gider; gelir-gider fakat utanmadan yalan söyler; mü’mine “mürted” der, gerçek mü’mine “terörist!” der, gerçek mü’mine “paralelci” der. Çünkü gidip gelmiş ama zerre kadar istifade edememiştir, dinden nasibi o kadar olmuştur onun. Duymamış Allah’ı hiçbir zaman; içtenleştirememiş Hazreti Muhammed sevgisini (sallallâhu aleyhi ve sellem); Râşid halifelerin yolunu sindirememiş.

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) Sıhah’ta geçen bir hadisinde ifade edildiği gibi: رُبَّ قَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ قِيَامِهِ إِلاَّ السَّهَرُ وَالْعَطَبُ (Bazı rivayetlerde son kelime النَّصَبُ ve التَّعَبُ şeklinde geçmektedir.) “Nice namaz kılanlar vardır ki, nasipleri sadece yorgunluk ve zahmettir.” Evet, nice ayakta duranlar vardır ki, kemerbeste-i ubudiyet gibi, el-pençe divan durma gibi, rükû gibi, sücûd gibi, ka’de gibi, teşehhüd gibi şeklî şeyleri edâ etmişler fakat utanmadan yalan söylemiş, başkalarına iftira atmış ve haram yemekte beis görmemişlerdir. Kalkmış bir başkası da alınan o rüşvetlere, o paçlara, o harçlara, “Bunlar armağandır!” deme denâet ve şenâetini göstermiştir. Ve bu müfsitlerden, bu müfsitlerin müfsidâne fetvalarından kuvvet alan, kuvvet kazanan o serkerler de bu mevzuda daha rahat hareket etmeye başlamışlar, yemişler, yutmuşlardır. O işin aracısı olan evlatlarına telefon ederken “Falan şu kadar yerin ihalesini istiyor, fakat 10 milyon veriyor!” sözüne mukabil -tapelere düşen şeyler bunlar- “Oğlum, 15’ten aşağı olmaz o, 15’ten aşağı olmaz!” demişlerdir.

Böyleleri, namaz kılsalar da, oruç tutsalar da, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanı içinde, رُبَّ قَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ قِيَامِهِ إِلاَّ السَّهَرُ وَالْعَطَب “Nice namaz kılanlar vardır ki, nasipleri sadece yorgunluk ve zahmettir.” رُبَّ صَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ صِيَامِهِ إِلاَّ الْجُوعُ وَالْعَطَشُNice oruç tutanlar vardır ki, yanlarına sadece açlıkları ve susuzlukları kâr kalmıştır.

Meseleyi içtenleştirme.. imanı İslam ile taçlandırma.. İslam’ı ihsan ile taçlandırma “Cibril Hadîsi”nde bunlar peşi peşine kendi mertebeleri itibariyle ifade buyuruluyor: “İman nedir yâ Rasûlallah?” “Şudur ” “İslam nedir yâ Rasûlallah?” “Şudur ” “İhsan nedir yâ Rasûlallah?” اَلْإِحْسَانُ أَنْ تَعْبُدَ الّٰلهَ كَأَنَّكَ تَرَاهُ فَإِنْ لَمْ تَكُنْ  تَرَاهُ فَإِنَّهُ يَرَاكَ  “İhsan, Allah’ı görüyormuşçasına O’na ibadet etmendir; sen O’nu görmesen de O seni görüyordur.”

Vuslat iştiyâkı ile emre itaatteki incelik arasında “şeb-i arûs” intizarı

Buradan bir kadem ileriye adımınızı attığınız zaman, içiniz muhabbet-i İlahî ile coşuyor. “Acaba Sana ne zaman kavuşurum?!. Şayet kendimi öldürmeyi yasak etmeseydin, Sana kavuşmak için o meşru olsaydı, şehitlik gibi bir şey olsaydı, hiç tereddüt etmeden Sana kavuşmak için hançeri sineme saplardım!..” Bi’r-i Maûne’de şehit olan sahabî gibi: Gadre uğruyorlar; Hudeybiye’deki ahd ü peyman bozuluyor. Orada sadece din adına, irşad vazifesi gören masum, mübarek bir heyet, bir şekavet gürûhu tarafından gadre uğratılıyor. Başlarındaki insan, bir hâinin attığı mızrak sinesine saplanınca, âdetâ tebessümler yağdırarak, فُزْتُ وَرَبِّ الْكَعْبَةِKurtuldum, Kâbe’nin Rabbi’ne kasem olsun ki!..” diyor.

Şehadeti böyle karşılama.. Allah yolunda yaşarken, öldürülmeyi böyle karşılama. Bu, kendini ölüme atma demek değildir; yerinde ölmektir esasen. Öbürü deliliktir, cinnettir. İ’lâ edeceğin şeyi i’lâ etme istikametinde yaşarken, bir kobra sokmuş seni, bir akrep sokmuş seni. Bir yılanın sokmasına, bir sırtlanın ısırmasına, bir panterin parçalamasına, bir kurdun, bir kuduz köpeğin saldırganlığına maruz kalmışsın. Ve dolayısıyla ruhunun ufkuna yürümüşsün. İşte ölüm ona derler; o, “vuslat”tır. Hazreti Mevlâna’ya nispet edilir ama büyüğüyle-küçüğüyle bütün Hak dostları o gidişe öyle bakmışlar ve “şeb-i arûs” demişlerdir.

Bugün o “şeb-i arûs”u tes’îd eden insanlar, folklor olarak tes’îd ediyorlar. Mevlânâ’nın ufkuyla alakaları yok onların. O, hayatını O’nun için kendinden geçerek, deli gibi, namazın, ibadetin ve sâir mükellefiyetlerin dışında sürekli “semâ” yaparak geçirmiş. Kendinden geçerek Ebu’l-Hasan el-Harakânî’ye “Sen semâ yapmıyor musun?” denince, ihtimal Hazreti Mevlânâ’nın ruh hâletini ve temâşa ufkunu nazar-ı itibara alarak diyor ki: “Ayağını yere vurduğun zaman, arş-ı âzâmı temâşa ediyorsan şayet, o zaman dönme senin hakkındır; öbürü riyâ olur, şekil olur!” Bugünküler folklor, kültür; seyretme de folkloru, kültürü seyretme; eğlenme yani, her sene bir eğlenmeye gitme. Önemli olan, o Hazret’in ufkunu paylaşma; o yol da açık insana.

Bildiğiniz gibi, o yol, “imân-ı billah”, “İslam”, “marifetullah”, “muhabbetullah”, “zevk-i ruhânî” ve “aşk u iştiyak-ı likâullah”tan geçiyor. Bu ufku ihraz ettiğin zaman, o senin içinin öz malı haline geliyor. Artık sen bir yönüyle O’nun tenbihleriyle hareket ediyorsun; gözün hep öbür âlemde: Acaba kapı ne zaman açılacak? Fakat O’ndan emir gelmeden o kapının düğmesine dokunmam, o kapıyı açmam. Azrail’i gönderir bana, “Emanetini ver!” der; ben de seve seve “Hoş geldin, safâ geldin!” derim. Buna mü’minin tenakuzu/çelişkisi diyebilirsiniz. Nedir çelişki? Çelişkinin bir yanı, “ölesiye iştiyak”; burnunun kemiklerinin sızlaması Allah’ı düşündüğün zaman, Rasûlullah’ı düşündüğün zaman Hatta değil Rasûlullah’ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) -bilmem, O’na “değil” demek de ayıp mı oldu!- Ebu Bekir’i, Ömer’i, Osman’ı, Ali’yi (radıyallahu anhüm ecmaîn) düşündüğün zaman Hayır, onları da değil, Ashâb-ı kiramdan adını bilmediğim birisini ya da bir Hanzala’yı düşündüğün zaman Bırak Hanzala’yı Hâşâ, Hazreti Hanzala bırakılır mı, Hanzala bırakılacak adam değil ki Fakat mesela Hazreti Vahşî’yi, Müseylemetü’l-kezzâb’ın sinesine mızrağını saplayan adamı düşündüğün zaman burnunun kemiklerinin sızlaması!..

“Yâ Rasûlallah, artık sana görünebilir miyim?!.”

Allah Rasûlü, “Bana sık görünme; amcam Hamza’yı hatırlarım, içimde -elimde olmayarak- sana karşı bir rahatsızlık hâsıl olur!” demiş ona. Bir insan Allah Rasûlü’nün inceliği açısından bunu düşüneceksiniz.. Hamza’nın fedakârlığı açısından düşüneceksiniz. Amca olması açısından düşüneceksiniz. Çocukluklarını beraber yaşamaları açısından düşüneceksiniz. Amcanın, yeğeninin dinine girmesinin çok zor olmasına rağmen, seve seve o dine girmesi açısından düşüneceksiniz. Bedir’in âbide şahsiyeti olması açısından düşüneceksiniz. Seve seve yurdunu-yuvasını terk edip Medine’ye hicreti açısından düşüneceksiniz. Ve Uhud’da şehâdeti açısından düşüneceksiniz. Allah Rasûlü, bütün bu mülahazalar ve daha niceleri zaviyesinden, “Bana sık görünme; amcam Hamza’yı hatırlarım ” (radıyallahu anhu elfe merrâtin) diyor.

Ne kadar seviyorum bilemezsiniz onu, ne kadar, ne kadar Ama bilmem, köpeğin sevmesi onun nezdinde bir kıymet ifade eder mi? Ashâb-ı Bedir’i okurken, her adı geldiğinde, “Sana kurban olayım!” geçiyor içimden, “Sana kurban olayım!” İşte Allah Râsulü de o mülahazalar ile, “Böyle çok sık görünme, hatırlarım, elimde olmayarak!..” diyor.

Siyer ve menkıbe kitaplarında deniyor ki: O da bir fırsat yakalıyor, Hazreti Ebu Bekir döneminde. Yemâme şeytanı Müseylemetü’l-kezzâb, ilk fitne çıkaran insanlardan. Kitabü’l-fiten’de bahsedilen fitneleri, o dönem açısından, o dönem zaviyesinden, o döneme ait hususiyetleriyle, renkleriyle, desenleriyle temsil eden gaddâr u hattâr. “Kezzâb!” denmiş ona. Evet, Hazreti Vahşî tam bir fırsatını kolluyor. Kezzâb’ın saklanmak isteyip sığındığı bir yerde kendisini müdafaa ettiğini görüyor. Mızrağını -ki Hazreti Hamza’nın bağrına sapladığı mızrak diyorlar- Müseyleme’nin bağrına saplıyor. Sonra hemen orada yere kapanıyor. O zaman artık Efendimiz yeryüzünde yok. -Canım çıksın.- “Yâ Rasûlallah, artık görünebilir miyim Sana!” diyor. Hayatı böyle yaşama, böyle derin yaşama

Tûl-i emel ve tevehhüm-i ebediyyet, nice Harun görünümlüleri Kârun’laştırmıştır

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor: وَابْتَغِ فِيمَا آتَاكَ اللهُ الدَّارَ الآخِرَةَAllah’ın sana verdiği şey ile âhiret yurdunun arkasına düş!” (Kasas, 28/77) “İbtiğâ” kelimesi, “talep” kelimesinin çok önünde, çok üstündedir. “Talep etmek”, bir şeyi istemek, şöyle-böyle istemektir. “İbtiğâ” kelimesine gelince, o öyle bir talep ki, olmazsa olmaz mülahazasıyla istemek demektir. İşte “Âhiret yurdunu, böyle olmazsa olmaz mülahazasıyla iste, onun arkasında ol, gözün hep onda olsun! وَلاَ تَنْسَ نَصِيبَكَ مِنَ الدُّنْيَاEh dünyadan nasibini de unutma!” (Kasas, 28/77) Unutsan da olur ama

Kur’an-ı Kerim, bir mü’min karakteri ortaya koyuyor. Diyor ki: Gerçek bir mü’min, dünyayı unutabilir bazen. Diyor ki: Ben tenbih ediyorum, dünyayı bütün bütün unutmayın. Neden unutmayın? Çünkü “Esmâ-i İlahî’nin mecâlisi” diyor; çünkü “sıfât-ı sübhaniyenin mezâhiri” diyor; çünkü “ahiretin koridoru” diyor; çünkü “cennetin mezraası, burada ektiğiniz şeyleri orada biçeceksiniz” diyor. Dünya için “unutma” diyor; ahiret için de “Zinhar, elini gevşetme, hep arkasında ol o meselenin!” diyor. Yoksa Kârun’luk açılır sana, hiç farkına varmadan. Camiye gelirsin ama katmerli Kârun’sun.. dünyada ebedî kalacak gibi yaşıyorsun.. tûl-i emelin kahredici pençesi içinde zavallı bir esirsin, bir zebunsun!..

Tûl-i emelin (sonu gelmez isteklerin, bitmez tükenmez arzuların, önü alınamaz hırsların ve tamahın peşine düşmenin) menşei nedir? “Tevehhüm-i ebediyyet”tir; insanın kendisini ebedî ve lâyemût (ölmeyecek) zannetmesi, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya bağlanmasıdır. Bu vehmîdir; sanki dünyada ebedî kalacakmış gibi Hiç kimse için böyle bir şey mukadder değildir. Ne güzel bir sözdür: لَوْ كَانَتِ الدُّنْيَا تَدُومُ لِوَاحِدٍ – لَكَانَ رَسُولَ اللهِ فِيهَا مُخَلَّدَا “Şayet dünyada birinin ebedîliği söz konusu olsaydı, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) onda ebedî kalırdı!

Peygamber Kurban olayım!.. Seve seve, öbür tarafa yürüdü. Hazreti Âişe validemiz, Efendimiz’in her rahatsızlığında, başı ağrıdığında, bir yerinde ızdırap duyduğunda, O’na yine O’ndan (sallallâhu aleyhi ve sellem) öğrendiği bir şeyleri okurdu. Sahih hadis kitaplarında anlatıldığı üzere, Hazreti Âişe buyuruyor ki, Efendimiz’in ruhunun ufkuna yürümesine dakikalar kala, “Elini tuttum, dua etmek istedim. Mübarek elini çekti ve dudaklarından şu lâlügüher sözler döküldü:(Zâten dudaklarından dökülen her şey lâlügüher idi).اَللَّهُمَّ اَلرَّفِيقَ اْلأَعْلَىAllah’ım, Refîk-i A’la!..” dedi. Sen de refiksin, sen de refiksin, sen de O mübarek anam da refik O’na, Hafsa da refik O’na, Ümmü Seleme de refik O’na, kızı Fatıma validemiz gibi büyük kadın da -bir yönüyle- refik O’na Nice refikler var fakat Refiklerin A’lâsı’nı diliyor; اَللَّهُمَّ اَلرَّفِيقَ اْلأَعْلَى diyor ve ruhunun ufkuna yürüyor.

Ölümü gülerek karşılamak ve onu gönülden bir iştiyakla intizar etmek lazım. Bu, meselenin bir yanı. “Tenâkuz” dedim. Diğer yanına gelince: Ey Rabb!.. Beni asker olarak bu talimgâha Sen gönderdin. Tezkeremi Sen doldurmayınca, Azrail ile göndermeyince, “Seninki buraya kadardı!” demeyince, ben Sen’in emrine muhalefet ederek onu isteyemem; zira emre itaatteki inceliğin ne demek olduğunu biliyorum! Allah’a binlerce hamd ü senâ olsun.

Dünyayı ebedî zanneden ve tevehhüm-i ebediyet ile yaşayan kimseler, hiç farkına varmadan, kendilerine ediyorlar. O dünya sadece kendilerinin olsun diye, kendilerinden başkalarını yok etme mevzuunda, Şeytan’ın Hazreti Âdem’e olan şeytanlığından daha fazla bir düşmanlıkla, rakip olarak gördükleri insanların üzerine kuduz köpek gibi yürüyorlar.

“Ey Rabbimiz, ey Rabbimiz, kalblerimizi temizle ve bizi kurtuluşa erdir!..”

Soru: Efendim, tam ifade edebilir miyim, bilemiyorum ama.. يَا رَبَّنَا يَا رَبَّنَا، طَهِّرْ قُلُوبَنَا، نَجِّنَاEy Rabbimiz, ey Rabbimiz, kalblerimizi temizle ve bizi kurtuluşa erdir!..” duasını yaparken, son zamanlarda, يَا رَبَّنَا يَا رَبَّنَا، طَهِّرْ، نَقِّ خِدْمَتَنَا وَنَجِّنَاEy Rabbimiz, ey Rabbimiz, Hizmet’imizi kirlilerden temizle, arındır ve bizi kurtuluşa erdir!..” niyazını da ilave ediyorum. Çünkü aynı gemide yol alıyoruz. Çok samimi insanlar gönülden dua ediyorlar. Allah duaları kabul buyurur. Fakat acaba kimimiz kirli miyiz?!. Ben kendi nefsimi başta hesaba katıp bunu söylüyorum?!.

Cevap: Kendimizi hep böyle görmemiz lazım; hep يَا رَبَّنَا يَا رَبَّنَا، طَهِّرْ قُلُوبَنَا، نَجِّنَا demeliyiz. Böyle kardeşlerimiz hakkında da olabilir. Çünkü farkına varmadan, Cenâb-ı Hakk’ın ihsanları ölçüsünde, o ihsanlara göre bir tavır belirleyememe olabilir. Bu da esasen, bir nevi münasebetsizlik ve saygısızlık olur. Hani nasıl Ezvâc-ı tâhirât için de deniyor: يَا نِسَاءَ النَّبِيِّ مَنْ يَأْتِ مِنْكُنَّ بِفَاحِشَةٍ مُبَيِّنَةٍ يُضَاعَفْ لَهَا الْعَذَابُ ضِعْفَيْنِ “Ey Peygamber hanımları! İçinizden kim (Rasûlullah’a eza etme, gıybette bulunma, birine iftira atma vb.) çirkinliği aşikâr bir günah işlerse, onun cezası iki kat verilir.”(Ahzâb, 33/30) Mecelle’deki disipline göre بِحَسَبِ الْمَغْنَمِ اَلْمَغْرَمُ “Elde edilen ganimet ölçüsünde altına girilen risk ve meşakkat de artar veya azalır.” Peygamber hânesi, vahyin sağanak sağanak yağdığı bir yer. Öbür tarafta da beraber olacaksınız. O’nun mübarek mahiyeti, bakışı, insanın içindeki buz dağlarını eritiyor Dolayısıyla, bir yönüyle, “Bu kadar avantajlara karşılık, siz hâlâ o mevzuda çok küçük bir inhirafta bulunursanız, bilmelisiniz ki onun kat kat cezasını çekersiniz!” deniliyor.

Şimdi, kardeşlerimiz içinde de, hakikaten nezâhet-i kalbiyelerini, ruhiyelerini, hissiyelerini, sırriyelerini koruyan insanlar çoktur. Fakat hani حَسَنَاتُ اْلأَبْرَارِ، سَيِّئَاتُ الْمُقَرَّبِينَ “Ebrâr adına iyilik kabul edilen bir fiil, daha ileri seviyede bulunan mukarrabîn için günah sayılabilir.”hakikati açısından, acaba Cenâb-ı Hakk’ın eltâf-ı sübhaniyesi ölçüsünde, tam ona denk, ona mukabil, gerekli olan hassasiyeti göstermişler midir? Sen kendin için dedin, ben de kendim için diyeyim. Her zaman da diyorum: Benim yerimde, bu Hizmet’te, bunca arkadaşın içinde, bir başkası olsaydı, kim bilir bu Hizmet kaça katlanırdı?!.

Evet, insan kendine öyle bakmalı. Fakat öbürleri için, kardeşlerimiz için “Kalbleri kirlenmiş bunların, levsiyâtla mâlemâl, onların kalblerini de bu türlü şeylerden temizle!..” gibi mülahazalara girdiğimiz zaman, hiç farkına varmadan suizanna girmiş oluruz. Belki elimizde olmayarak, beklediğimiz canlılığı göremediğimizden, heyecanı göremediğinizden, hafakanı göremediğimizden dolayı, bazen böyle suizan esintileri esebilir kafamızda. Böyle kızıl kıyamet kopuyor, yangınları yangınlar takip ediyor; insanlar bir çağlayana salmışlar kendilerini, nereye gittikleri belli değil; böyle, hedefsiz yürünüyor, pusulasız yürünüyor Bunlar karşısında, bir insanda hâlâ biraz insanî heyecan, kardeşlik şefkati, insanlık mürüvveti harekete geçmiyorsa, hâlâ insanlar canlı cenâzeler gibi davranıyorlarsa, elimizde olmayarak, kafamızda bir kısım suizan esintileri olabilir. Belki o zaman da hemen geriye bir adım atıp “Belki ben yanılıyorum ya Rabbî!”demek gerekir.

“Keşke bu kardeşlerim de benim şöyle-böyle, bir yangın karşısında durup duyduğum şeyleri onlar da duysalar! Ve dilleri her zaman onunla alakalı bir şey mırıldansa!..” İnsanın içinden geçebilir bu; paylaşmadır bu. Onca insan bir şeyi paylaşınca, farkına varmadan o heyet içinde çok ciddi bir sinerji meydana gelir. Onun için Hazreti Pîr demiyor mu: “Umumun duası da, ferec-i umumîye sebebiyet verir, sadaka belayı defettiği gibi ”Umumun duası da Düşünün; bir camide O bir dönemde vaaz u nasihatte siz de bulunmuştunuz, Türkiye’de. Hani Süleymaniye’yi lebâleb dolduran o çocuklar, delikanlılar Esasen benim gibi katı kalbli insanın orada kendini salmasına sebebiyet veren de onların dupduru heyecanları, aşkları ve ağlamalarıydı.

Âşıklar, gönül yangınlarını gözyaşlarıyla söndürmeye çalışırlar; sâdıklar ise, ocaklar gibi yansalar da gam izhar etmemeye bakarlar

Şimdi bu türlü şeylerde insan bazen hafif bir suizanna kayıyor gibi olur: “Neden bunca dert, bela, mesâib, mühlikat ve mûbikat karşısında, bu insanlarda böyle ciddî bir ses yok, kalblerde bir heyecan yok; başını yere koyup kalktığı zaman seccadesi ıslanmıyor!..” falan, hemen gelebilir aklına. O zaman ben şunu diyeyim, anahtar bir şey bu: Efendim, âşıkların his dünyaları, heyecan dünyaları biraz gözyaşlarıyla dışa vurur. Sâdıkların sadakati de onların gönüllerinde bir derinliktir. Onların kalbleri de duracak gibi olur fakat “Sâdıkım, dersen derdinden kimseyi haberdar eyleme!” mülahazasına bağlı yanıyorlardır; cayır cayır yanıyorlardır, ocaklar gibi. Ketencizâde’nin dediği gibi: “Yansam da ocak gibi, gam eylemem izhar / Yakma beni nâr-ı ağyâra, ey Gaffâr u Settâr!..”Son mısrayı biraz değiştiriyorum, öylesi daha çok hoşuma gidiyor: “Yansam da ocak gibi, gam eylemem izhar / Yakma beni nâr-ı ağyâra, ey Gaffâr u Settâr!..”Cayır cayır yanıyorlardır ama dışarıya vurdurmuyorlardır.

İşte başkalarına bakarken, o durağanlığı, böyle pozitif bir yorumla kendi zihnimizde ta’dil etmeliyiz. Aksi halde, insanlar hakkından “Bunların da maşallahı var; aysbergler gibi, altlarında dünyanın bütün odunlarını yaksanız yine erimeyecekler!” şeklinde düşünmek, suizan olur. Belki öyle değillerdir o insanlar; hakikaten içlerinde bir şey vardır. Bir de bazen bir riya (gösteriş) korkusu, bir süm’a (duyurma) korkusu ile hakikaten dillerini ısırırlar bunlar; sır vermemeye çalışırlar o mevzuda; heyecanları onlar için “sır serası” arkasında kalır.

Evet, elden geldiğince başkalarına böyle hüsnüzanla bakmak lazım. Fakat her şeye rağmen, Kıtmir’in aklına gelen şey, bu heyecanın herkes tarafından aynı derinlikte duyulması. Bu, insan olmanın, Anadolu insanı olmanın gereği gibi geliyor bana. Böyle, ferâinenin cirit attığı, münafıkların at oynattığı bir dönemde, gayza, nefrete, kine doyma bilmeyen insanların, akla değil de şeytanların dürtü halinde hâsıl ettiği şeylere uyup hep onun güdümünde en çirkin şeyleri yapmaları karşısında, hâlâ sinelerde bir ürperti yoksa, bence o türlü sineler, bir bıçakla kesilip köpeklere atılacak bir et parçasından farksızdır. Vesselam.

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Yağmur duası ve Miraç Kandili

Yağmur duası ve Miraç Kandili

Soru: Ülkemizde, özellikle de İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerimizde kuraklık yaşanıyor ve ciddi su kıtlığı çekiliyor. Hatta, başkentte günaşırı su verilmeye başlandı. Bunun yanı sıra, insanların genelinde, meseleyi küresel ısınmaya ve iklim şartlarına irca etmek gibi bir esbabperestlik görülüyor. Mü'minlerin bu türlü hadiselere bakışı ve bu şartlarda almaları gereken tavır nasıl olmalıdır?

Yakın körlüğü ve Ebû Leheb

Fethullah Gülen: Yakın körlüğü ve Ebû Leheb

Allah’ı ve Rasûlü’nü sevmek ve sevdirmek

  • Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) fazileti ve üstünlüğü için bir had, bir sınır yoktur. Olmadığından dolayı hiçbir nâtık kimse O’nu gerektiği gibi dillendiremez, ifade edemez; “Sen şu konumun insanısın!” diyemez. O, Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı en mümtaz varlık ve insan-ı kâmildir.
  • Bize düşen de O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) sevdirmek, dünyanın dört bir yanında takdirle yâd edilmesini sağlamaktır.
  • Hadis-i şerifte, “Allah’ı kullarına sevdirin ki Allah da sizi sevsin.” buyurulmaktadır. Meseleyi İnsanlığın İftihar Tablosu’na bağlayarak şöyle de diyebiliriz: “Peygamberi ümmetine/insanlığa sevdirin ki O da sizi sevsin.” O’nun sevdikleri hiçbir zaman dağidar ve perişan olmaz, dökülüp yollarda kalmaz ve katiyen derbederlik yaşamaz.

Zift vadileri

  • Hayatınızı tamamen sevgi atkıları içinde, göz kamaştırıcı bir dantela gibi işlemek mümkünken nefret, kin, intikam, hemz u lemz (insanları çekiştirip dille yaralamak ve kaş-göz, el-kol hareketleriyle onlarla alay etmek) ve gayz vadilerinde dolaşmak çok büyük hüsrandır. Bütün bunlar birer zift vadisidir; kin bir zift vadisi, nefret bir zift vadisi, haset bir zift vadisi, adavet bir zift vadisi, korkunç rekabet bir zift vadisi, intikam bir zift vadisi, ibâde (herkesi kökten kazıma, yok etme) duygusu bir zift vadisi, tehcir bir zift vadisi, insanların mahkûm edilmesini istemek bir zift vadisi, istintâka ve tevkife (sorgulamaya ve tutuklamaya) zorlamak bir zift vadisi Tamamen sevgiye kilitlenmiş insanlar, gönüllerini bu tür ziftlerle kirletmemelidirler. Hatta başkaları böyle bir kirlenme ve kirletme içinde bocalayıp dursalar bile onlar onun zerresini dahi yapmamalı ve mukabelenin en küçüğüyle dahi mukabelede bulunmamalıdırlar.
  • Çok uzun vadede içten dıştan engellemeler olacaktır. Bir taraftan dış, kuşkuyla karşılayacak; temsil ve hal diliyle o kuşkuları gidermeye çalışacağız. Bir taraftan da içtekiler şimdiye kadar kendileri beceremediklerinden, gelip gelip dünyevîliklerine takıldıklarından, yapacakları her şeyde dünyevi bir beklentiye girdiklerinden ve yüzlerine gözlerine bulaştırdıklarından dolayı hazımsızlıkla çelme takmaya çalışacaklar. Dünyevî beklentilere bağlanmış en büyük fedakârlıkların bile fiyaskoyla neticelenmesi kaçınılmazdır; onlar da fiyasko yaşadıkça efkârı ifsat etmeye çalışacaklar.

“O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok!..”

  • Fakat yalancının mumu yatsıya kadar yanar; zannediyorum yatsıya kadar da yanmayacak, akşam güneşin batmasıyla tam muma ihtiyaç duyulduğu zaman sönecektir o. Şimdi, kendi kendine sönecek olan şeyleri söndürme gayretine girmemek lazım. Bitmiş, yapıştığı tahtaya gelip dayanmış, artık ne fitili kalmış ne mumu!.. Tepetaklak gidecek insanlarla hiç meşgul olmamalı ve kendi meselelerimize yoğunlaşmalıyız.
  • Yüce bir mefkûreye dilbeste olmuş ve başka mülahazalardan belli ölçüde tecerrüd etmiş, sıyrılmışsınız. Varsın bazıları sizi hayattan tecrid etmeye çalışsınlar!.. Siz mâsivadan alâkanızı kesip Allah’a ve hakka hizmete öyle müteveccih olmuşsunuz ki, böyle bir tecerrüd karşısında onların tecridleri ne yazar Allah aşkına?!. Allah’la irtibatınızı pekiştirmişseniz, onların tecridleri ne yazar?!. O’nun maiyyetiyle beraber başka maiyyetlerin ne kıymeti olur?!. Hazreti Pir’in İhlas Risalesi’nde dediği gibi: “Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok.”

Böylelerine sadece acınır.. acınır.. ve yine acınır!..

  • Yıkılıp tepetaklak gidecek insanların defolup gitmeleri için gayretlere girmemeli; aksine size kötülük yapanlara acımalısınız ki asıl yiğitlik de odur. Hazreti Mesih der ki: “İyilik sana karşı iyilik yapana iyilik yapmak değildir. Sürekli başından aşağıya kötülük yağdırana iyilik yapmak, işte asıl iyilik odur.”
  • “Koğuculuk yapanlar, söz götürüp getirenler, insanları dedi-koduyla birbirine düşürenler katiyen cennete giremezler!” buyuruyor Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem). Jurnallere bakın, neler yapılıyor!.. Bence Cennet’e giremeyecek kimseye acımak lazım. Siz öyle birini Sırat’tan tam dökülecekken görüyorsunuz, siz de yanından geçiyorsunuz; bir tekme vurup “Bir an evvel düş!” mü dersiniz, yoksa “Yahu bu adam bir müddet bizimle beraber yürümüştü, elinden tutayım!” diye mi düşünürsünüz?!. Sonra nazarınızı da O’na, Her Şeyin Sahibi’ne çevirirsiniz, “Müsaade buyuruyor musun Allahım?!.” dersiniz.
  • Bizim mesleğimiz: Düşene tekme vurmak değil, düşenin elinden tutup kaldırmak. Düşmüşler.. düşünceleriyle düşmüşler.. beyanlarıyla düşmüşler.. ettikleri şeylerle düşmüşler Zahiren düşmeleri de mukadder, kaçınılmaz, en yakın zamanda. Böylelerine sadece acınır.. acınır.. ve yine acınır!..

Bir yakın körü prototipi: Ebû Leheb

Soru: Muhterem efendim! Müşrik ve münkir onca şahıs varken Ebû Leheb ve hanımı hakkında müstakil bir sûre indirilmiş olmasının hikmetleri nelerdir? Bu sûre-i celile ile verilmek istenen mesajlar sadedinde neler söylenebilir?

  • Ebû Leheb’in asıl adı Abduluzza’dır. “Ebû Leheb” sözlük itibarıyla alevli, kızgın ateşin babası demektir. Bu türlü lakaplar aslında Araplar’da özel tabir ve bir üsluptur; birinin bir şeye iltisakından, fevkalade münasebetinden dolayı öyle derler. Mesela, bir defasında Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hazreti Ali’yi mescidde kumun üzerinde yatarken görünce, ona Ebû Turab (toprak babası) şeklinde hitap etmiştir. Bu itibarla da Kur’an-ı Kerim, kötü akıbeti ve alevli ateşe girmesi açısından Abduluzza adındaki şahsı “Ebû Leheb” lakabıyla zikretmiştir. Bir de zayıf rivayetlerde yüzü ve yanağı kırmızı olduğundan dolayı Ebû Leheb dendiği de söylenmiştir.
  • Rasûl-ü Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) amcası olmasına, O’nun ne kadar nezih yetiştiğine şahitlik etmesine, O’nu çoklarından daha iyi tanımasına ve tanıyan herkes gibi “emin” bilmesine rağmen Ebû Leheb, o Nur’dan istifade edememişti. Dahası, en azılı düşman kesilmişti. Çünkü onda çok ciddi bir yakın körlüğü vardı.
  • Aynı çağda, aynı toplum içinde, aynı muhitte, bazen de aynı ailede neşet eden insanı görmezlikten gelme, beşerin tabiatında vardır ki buna yakın körlüğü diyoruz. Bu yakın körlüğü en temiz, en nezih ruhlarda bile olabilir. “Emsal arasında tenâfüs olur!” sözü de bir açıdan bunu anlatmaktadır; yani birbirlerine yakın olan insanların yarışmada birbirlerine dirsek vurmaları gibi hafif bir hazımsızlık bulunabilir. Fakat bu tenafüs hissinin önü alınmazsa ve o duygu dengelenmezse, tehlikeli bir rekabete ve körlüğe dönüşebilir. İşte Ebû Leheb’de de Efendimiz’e karşı bir tenafüs hissi vardı; “Bizim Muhammed” diyordu. Böyle bir bakış onu kör etmişti ki bu yakın körlüğü dediğimiz marazdı.
  • Bir de -daha önce değişik vesilelerle ifade edildiği gibi- kibir, bakış zaviyesindeki inhiraf ve ataları/öndekileri körü körüne taklit, imana girmeye mani ve imandan çıkmaya sebep olan virüslerdir ki bunların üçü de Ebû Leheb’de vardı.
  • O mütekebbir, mağrur ve neye nasıl bakacağını bilemeyen Ebû Leheb, servetiyle sarhoş olmuş; sarayıyla, villasıyla, yalısıyla zehirlenmiş bir insandı.

Kolu kanadı kırılsın Ebû Leheb’in, kırıldı da!..

  • Cenâb-ı Hak, en büyük vazife olan tebliğ hususunda, “Önce en yakın akrabalarını uyar.” (Şuarâ, 26/214) buyurarak, Allah Rasûlü’nün evvela yakınlarından başlamasını emretmişti. Bu ayet indirildiğinde Peygamber Efendimiz ailesinin bütün fertlerini, akraba ve yakın komşularını Ebû Kubeys tepesinde toplamış ve “Ey Abdulmuttalip oğulları! Ey Fih oğulları! Ey Lüeyy oğulları! Ben şimdi şu dağın öbür yamacında düşman süvarilerinin bulunduğunu ve size saldırmak üzere olduklarını söylesem bana inanır mısınız?” diye sormuştu. Onlar, “evet inanırız” deyince Efendimiz sözlerine şöyle devam etmişti: “Ben şiddetli bir azaptan önce size gönderilmiş bir uyarıcıyım.” Bunun üzerine, Ebû Leheb öfkeden yerinde duramaz hâle gelmiş, –hâşâ ve kellâ– “Ağzın kurusun. Sırf bunun için mi bizi buraya çağırdın?” deme ve “tebben leke” sözünü tekrar etme küstahlığında bulunmuştu. “Tebben leke” helak olasın, kolun kanadın kırılsın manasına geliyordu. Bunun üzerine Tebbet (Mesed) Sûresi nazil olmuş ve Kur’an-ı Kerim ona kolu kanadı kırılası, helak olası, hüsrana uğrayası, mahv u perişan olası, tepetaklak gidesi, gayyaya yuvarlanası, ateş babası demişti: “Elleri kurusun (kolu kanadı kırılsın) Ebû Leheb’in ve kurudu (kırıldı) da. Malı da kazandıkları da hiçbir işe yaramadı. Alevli bir ateşe gidip yaslanacak.. karısı da.. odun taşıyıcı olarak.. hem boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu hâlde.”
  • Ebû Leheb, Bedir’e iştirak edememişti. Bedir’de Müslümanların zaferi Mekke’ye ulaşınca, sinir krizleri geçirmeye başladı. Gelen haberci, hiç beklenmedik bir hâdiseden, Müslümanlara yardım eden sarıklı askerlerden bahsediyordu. O güne kadar imanını gizlemiş olan Ebû Râfi de denilenleri dinleyenler arasındaydı. Bu sözü duyunca dayanamadı ve “Vallahi bunlar melekler!” dedi. Bunun üzerine Ebû Leheb çıldıracak hâle geldi ve Ebû Râfi’nin üzerine yürüyerek onu ayaklarının altına aldı ve çiğnemeye başladı. Ebû Râfi, Hazreti Abbas’ın kölesiydi. Hazreti Abbas’ın hanımı Ümmü Fadl, koşarak geldi ve Ebû Leheb’in başına elindeki sopayı indiriverdi. “Efendisi yok diye bir köleyi dövüyorsun değil mi?” dedi. Ebû Leheb kardeşinin karısına seslenmedi. Başından akan kanla evine gitti ve bir daha dışarıya çıkamadı. Bu darbenin tesiri, aldığı haberin elemiyle birleşince veya başka bir sebeple “Adese” denilen bir hastalığa yakalanmıştı. O gün, bu hastalık vebadan daha tehlikeli kabul ediliyordu. Malı vardı, evlâtları vardı; fakat hiçbirinin Ebû Leheb’e faydası olmuyordu. Yedi gün kıvrandı durdu. Tek başına kaldı. Öldüğü zaman başucunda kimsecikler yoktu. Ölüsünü almaya dahi giren olmuyordu. Nihayet utandılar. Çölden birkaç bedevî tuttular ve kokuşmuş cesedi bir çukura atarak üzerine taş yığdılar.

Kazanma kuşağında büyük kayıp ve odun taşıyıcısı Ümmü Cemil

  • Kabile ve soy olarak en uzak kimseler en erken gelip Allah Rasûlü’ne karabet ve yakınlık kurmaya gayret ederken, Ebû Leheb aksine uzaklaşmayı âdeta kendine bir vazife bilmişti. Nasıl bir kördü ki, yanında doğan ve yükselen Nur Menbaı bir Güneşi görmüyordu. Talih kuşu başındayken onu uçurmuş, kendisini talihsizliğe mahkûm etmişti. O’nun eteğinden tutsaydı, Hazreti Abbas ve “Allah’ın Arslanı” Hazreti Hamza gibi arş-ı kemalât-ı insaniyete çıkması mukadderdi. Fakat o, büyük kazancı ayağının ucuyla itti, aslında böylece kendisini cehenneme itti.
  • Kur’an-ı Kerim, Ebû Leheb’in hanımı Ümmü Cemil için de “hammâlete’l-hatab – odun taşıyıcısı” diyor ve onun da kocasıyla beraber Cehennem’e yuvarlanacağını bildiriyor. Onlar “Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş” denecek türdendi; biri diğerini destekliyordu; ikisi de küfürde yarışırcasına koşuyor ve aralarında kin, nefret, intikam, gayz, küfür sinerjisi oluşturuyorlardı. Kadın, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) geçeceği yollara diken atıyordu ayağına batsın diye. Bu çok kavi, sahih rivayetlerde olmasa da menkıbe kitaplarında naklediliyor. Bu açıdan “odun taşıyıcısı” denmesi, Efendimiz’in geçeceği yollara odun, çalı çırpı taşıması dolayısıyla olabilir. Bir diğer yandan da yaptığı şeyler itibarıyla sırtında cehennem ateşini tutuşturacak odunları taşıması cihetiyle odun taşıyıcısı denmesi muhtemeldir.
  • Diğer taraftan, Peygamber Efendimiz’in öz amcası ve onun eşi olan iki şahsın, açık açık Kur’ân’ın tehditlerinden nasibini alması, Nebiler Serveri’nin her yönüyle vahye/risalete dayandığını ve kendisine vahyedileni aynıyla insanlara bildirdiğini de göstermektedir.

Cehennem’de şeker şerbet musluğu nasıl olur?

  • Ayrıca, Cenâb-ı Hakk’ın, Tebbet Sûresi’yle gayet açık bir şekilde, Ebû Leheb ve hanımının Cehennem’e gireceklerini ilan etmesi gaybî bir mucizedir. Çünkü, Kur’ân’ın, Ebû Leheb’in bu kötü sonunu haber verdiği dönemde, ufuklarda bu neticeye emare sayılabilecek en küçük bir iz dahi yoktu. Bu âyetlerin nazil olmasından –yaklaşık– on sene sonra Müslümanların Bedir’de galibiyeti ve müşriklerin mağlubiyeti karşısında küfrü, gayzı, nefreti ve hasedi içinde, tam Kur’ân’ın haber verdiği gibi imansız olarak ölmüş ve bu şekil ölümüyle o da Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu doğrulamıştı.
  • Bazı menkıbe kitaplarında hiçbir iyiliğin boşa gitmeyeceği anlatılırken şu rivayete de yer verilir: Ebû Leheb, Cariyesi Süveybe tarafından Rasûlullah Efendimiz’in dünyaya geldiği müjdesini alınca sevincinden onu azat etmişti. Bunun için, her yıl, Rebiu’l-evvel ayının 12. gecesi, azabı hafifler. İki parmağı arasından çıkan serin suyu emerek ferahlar; adeta iki musluktan ağzına şeker şerbet akıtılır. Bir rivayete göre de Hazreti Abbas (radiyallahu anh) şunu söylemiştir: “Ebû Leheb öldükten bir yıl sonra, rüyada kendisini çok kötü bir durumda gördüm. Dedi ki: ‘Ben sizden (ayrıldıktan/öldükten) sonra rahat yüzü görmedim. Şu var ki, her pazartesi günü azabım hafifletiliyor.’ Bunun sebebi de şudur: Hazreti Peygamber pazartesi günü doğmuştu. Süveybe bunu Ebû Leheb’e müjde vermişti. Ebû Leheb de verdiği bu müjdeden dolayı Süveybe’yi azat etmişti.” (İbn Hacer, Fethu’l-Bâri, 9/145)
  • Allah, Ebû Leheb ve Ümmü Cemil gibi kin, nefret ve intikamının kurbanı, kendini tahribe vermiş, en olumlu şeyleri yıkmayı kendisi için vazife edinmiş çağın/çağların Ebû Leheblerini, Ümmü Cemillerini -murad-ı sübhanisi o istikamette ise- hidayet eylesin. Yoksa şerlerinden ümmet-i Muhammedi ve sizi (Hizmet hareketinin insanlarını) masun ve mahfuz buyursun! Vesselam

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Yalancı ve yamacılar

Fethullah Gülen: Bamteli: Yalancı ve yamacılar

Bediüzzaman diyor ki: “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.” En olumsuz eyyâmda (günlerde), en olumsuz saatlerde, dakikalarda, saniyelerde ve anlarda dahi her hadiseyi güzel görmek, en azından hadiselerin güzel yanlarını görmek lazım.

Bu, Kur’ân-ı Kerim’in emrine uygundur; zaten uygun olmayanı söylemezler. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey hakkınızda hayırlı olabilir, buna karşılık hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir, fakat siz bilmezsiniz.” (Bakara, 2/216)

Zamandan şikayet etmemeli!.. Havanın bütün bütün karardığı, tek bir ışık şulesinin kalmadığı, her şeyin renk attığı, en canlı şeylerin bile partallaştığı, kaldırılıp bir kenara atılabilecek duruma geldiği günlerde bile elden geldiğince işin bir açığıyla, bir menfeziyle yine güzel görmeye çalışmak lazım.

Günümüz açısından meseleye bakacak olursak, rahatsızlık verici şeyler vardır, fakat bunlar hiçbir zaman eksik olmamıştır ki!..

Yalan, bir küfür sıfatıdır

Hazreti Pîr’in de dediği gibi, her kâfirin her sıfatı kâfir değildir; nitekim her mü’minin her sıfatı mü’min olmadığı gibi. Bazı mü’minlerde kâfir sıfatı bulunur. Mesela yalan bir küfür sıfatıdır; bir insan yalan söylüyorsa, yalan yazıyorsa

Bir “basit yalan” vardır: Yalan söyler. Onun kendi tarifi içinde manası şudur: Bir insan bir şeyin doğrusunu bildiği halde hilâf-ı vâki beyanda bulunur. Hazreti Pîr bu yalana lafz-ı kâfir diyor. Fakat terminolojiye koyun bunu, bu basit bir yalan. Mürekkep, yani katlanmış değil, basit bir yalan. Ama yine de bir kâfir lafzı ve münafık sıfatı. İnsan, bir kere söyleyince bunu, münafıklığa doğru bir adım atmış olur. Hazreti Pîr’in ifadesiyle -bu bir küfür sıfatıysa şayet- “Her bir günah içinde küfre giden bir yol vardır.” Bir insan bir günah işlediği zaman, imandan o kadar uzaklaşmış ve küfre de o kadar yaklaşmış olur. İsterse namaz kılsın, isterse oruç tutsun, isterse hacca gitsin.

Bir de bunun muzaafı vardır: Silinmeyecek şekilde kaydedersiniz. Mesela bu yalanı -jurnal demek bana daha hoş geliyor, gazete onu ifade etmiyor- şunun bunun ayıplarıyla meşgul olma manasına gelen bir kısım jurnallere kaydedersiniz. Bu aynı zamanda arşivlere girer. Bu artık basit bir yalan değildir. Teki bir kâfir sıfatı olan yalanın katlanmış şeklidir. Bu onda 2, 3, 4 tane yalanın bulunması demektir. Dört tane yalanın sarmalı içinde, namaz kılsa dahi, bu zavallı derdesttir. Çünkü kaydediliyor ve arkadan gelen nesiller de o yalanı orada görecekler. Buna muzaaf yalan denir.

Bir de, bunun yalan olduğunu bildiği halde, nezd-i ulûhiyette o işin yalan olduğu mübeyyen olduğu halde, kendi de aksine ihtimal vermeyecek şekilde yalan olduğuna hükmettiği halde, bir lafz-ı kâfiri telaffuza veya kayda veya mâşerî vicdana duyurmaya kalktığı zaman -Ziya Gökalp’in terminolojimize kazandırdığı sözle ifade edeyim- buna da “mük’ap yalan” denir.. üç buudlu yalan.

Bir tane de ben ekleyeyim; “Kezib-i muhammes” beş buudlu yalan. Mekân üç buudludur, zaman itibârî bir buud olarak ona dördüncü bir buud olur. Bu, ilmin bu mevzuda ortaya koyduğu bir şeydir. Bu meselenin muhammesi yoktur. Beşlenmiş, beş derinlikli bir yalan haline gelmiş. Yazarken, çizerken, söylerken millet karşısında utanmadan, haya etmeden, o milletin de onun yalan olduğunu bildiği halde ve kendisi de yalan olduğunu bildiği halde durmadan tekrar ediyorsa bunu, bu muhammes bir yalandır.

Bir yalan medya aracılığıyla milyonlarca yalana dönüştürülüyor!..

Necip Fazıl, bir gazete için “Süper Kâfir” derdi. Süper kâfir bir yalan, bir lafz-ı kâfir ortaya atınca, diğerleri hemen onu paylaşırlar.

Hani günümüzde havuz mavuz filan var ya İnsan girince bazen derinliğini bilmeden çıkamayabiliyor da.

Süper kâfir, bir lafz-ı kâfir ortaya atınca, diğerleri şerhler, haşiyeler de düşerek alıp onu değerlendiriyorlardı. Daha geniş kitlelere ulaşıyordu. O günkü o jurnal, o günkü tirajıyla -aklımda kaldığına göre- 70-80 bin, belki de bazıları günümüzde bir kısım jurnaller için yapıldığı gibi, bedava kapı altlarından içerilere atılıyordu, böylece sun’î bir tiraj yüksekliği sağlanıyordu. Fakat ayrıca 300-400 bin tirajı olan şeyler vardı, bunlar da bunu alıp yayınlayınca, bu milyonları aşan bir tiraja ulaşıyordu. Bir lafz-ı kâfir milyonlara ulaşıyordu. Ne demekti bu? Milyonlarca kafa karışıyordu. Milyonlarca mide bulantıya giriyordu. Milyonca insan ne yapacaklarını bilmiyorlardı.

Necip Fazıl, büyük yalancının bir yalan ortaya atması ve diğerlerinin onu yamamasını farklı şekillerde anlatılan bir avcı hikayesiyle misallendirirdi. Meşhurdur: Birkaç yalana şöyle böyle yama uydurulunca yalancı iyice cesaretlenmiş ve demiş ki: “Arkadaş, bir gün yayımı, okumu aldım; hani kuş avlarlar ya ben de işte öyle ava gittim. Daldım ormana, okumu, yayıma yerleştirdim, gerdim. Güvercinlere doğru bir attım. Bir de yanlarına gittim ne göreyim: Püryan olmuş, pişmiş onlar; yanında da soğan, sarımsak, yemeye hazır.“ Yamacı düşünmüş, düşünmüş ve şöyle mukabele etmiş: “Haydi diyelim ki sen oku attın, ok havada sürtündü, ateş çıktı; onlar püryan oldu. A be birader soğanı sarımsağı nereden bulayım?!.”

Yalancılara cesaret veren yamacılar

Günümüzde de bazıları lafz-ı kâfiri telaffuz edince, diğerleri “Sürç-i lisan oldu!” diyor. Yani -hâşâ- “Peygamber bile gurura düştü!..” denince biri hemen yamayı yapıştırıyor; “Efendim, sürç-i lisan ettiler.” Böyle çok rahatlıkla, kâfir olmaya sürç-ü lisan etti diyen, o da ondan hissesini alır. Her devirde böyle yalancılar karşısında yamacılar da olmuştur.

Efendim birisi “makara” diyor kelimât-ı ilahiyeye. Şimdiye kadar oryantalistler bile demediler onu. Hatta Ebu Cehil de demedi, Utbe demedi, Şeybe demedi Hatta Ebu Cehil diyor ki: “Vallahi bu adam yalan söylemiyor, doğru söylüyor. Fakat ben bunu hazmedemiyorum. Hâşimîlerle eskiden beri aramızda bir rekabet var. Onlar, rifâde, sikâye (hacca gelenleri yedirip içirme vazifesi ve şerefi) bizde diye övünüp duruyorlar. Bir de ‘peygamber de bizden’ derlerse işte ben buna dayanamam.”

Şimdi bu süper yalancılık öyle bir şey ki, bir tane yarım-yamalak yamalı yalanla, yamasız 99 tane yalanı yutturuyorlar.

Diğer taraftan, bir yama yamanıyor ama yalancıya bir cesaret daha kazandırılıyor; buudlu, derinlikli yalan söyleme cesareti kazandırılıyor.

Bazen mütevazıâne söylemek de yalana inandırma adına çok önemli bir argümandır; bu da kullanılıyor. Süper kâfir yalan söylüyor ve o yalan bir kısım jurnallerde değiştirilerek, haşiyeler düşülerek, şerhler düşülerek toplumun efkârı ifsat ediliyor, toplum paramparça hale getirilmeye çalışılıyor.

Bütün bunlar karşısında peygamberane bir azim veya velayetkarane bir azim lazımdır ki insan sarsılmadan bunları görmezlikten gelebilsin. Yani bir tarafta, sürekli yalan söyleyenler.. beri tarafta da o yalanları bazen “sürç-i lisan”la, bazen “maksat-ı şahaneler şu idi” sözüyle, bazen “Düşünceleri böyle idi, ama onu tam ifade edemedi, dolayısıyla da tarif etrafını cami, ağyarını mani olmadı, kusura bakmayın; halkımızın çoğu da böyle sarf nahiv bilmediğinden bunları bilmeyebilir, yanlış anladılar, öyle demek istememişti.” diyerek yamayanlar

Demek ki içlerinde olan buymuş!..

İçlerde olan buymuş demek ki; senelerden beri duygu ve düşünce adına içlerde, düşünce kuluçkasının altında yatan yumurtalarda bunlar varmış. Bahane arıyorlarmış bunları ortaya dökmek için. Hazmedemedikleri, sindiremedikleri, kıskançlıkla kıvranıp durdukları bir harekete karşı “Ah keşke bir şey olsa da patlayıversek, patlayıversek de içimizdeki eracifi dışa döküversek; ‘paralel’ desek, ‘çete’ desek, ‘şebeke’ desek ”

“Yahu hiç umurlarında değil, bu adamlar hiç aldırmıyorlar.” Ne aldıracaksın, numarası drobu uymuyor ki aldırasın. Herkes karakterinin gereğini sergiler. Kime o meselelerin numarası drobu uyuyorsa, o onlara çok iyi yakışıyor. İsterse bir endam aynasının karşısına dikilip baksınlar, nasıl yakışıyor kendilerine.

Fakat bunları bahis mevzuu etmeden, aldırmadan, küsmeden yola devam etmeli. Yoksa her hırıltı karşısında, her homurdanma karşısında “Şimdi buna ne yapacağız, buna ne diyeceğiz?” deyip onlara laf yetiştirmeye kalkarsanız -onlar o türlü lafların profesyonel temsilcileri- başa çıkamazsınız. Siz bir tane bir şey bulalım dersiniz, zaten yalan bir lafz-ı kâfirdir, mukabele edemezsiniz, doğruyla da karşı çıkamazsınız. Çünkü her gün çok farklı yalanlarla, düzme şeylerle, itibarla oynayıcı şeylerle karşınıza çıkacaklardır.

Binler mukabilindeki birlere talip olmalı!..

Bence enerjimizi, zihin aktivitemizi onlara yoracağımıza.. şimdiye kadar bire bir insanlarla meşgul oluyorduk; demek ki Allah (celle celâluhu) bunu az buldu.. sizin enerjiniz, aktiviteniz, iradeniz, insan olarak yaratılmanız, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enam’a ümmet olmanız, Kur’ân’a cemaat olmanız adına bu yaptığınız şeyler az!.. Ne böyle bire bir insanlarla meşgul oluyorsunuz? Neden senede biri bin yapmıyorsunuz? Neden binlere ulaşmıyorsunuz alternatif yollarını bulup? Neden “Birim ama bine talibim, hatta bazen birim ama binler mukabilindeki birlere talibim.” Düşüncesiyle hareket etmiyorsunuz?!.

Biri bin etmediğimizden, bine ulaşma imkânı varken ulaşmadığımızdan dolayı Allah hırpalıyor. Allah en sevdiği insanları bile hırpalamıştır. Enbiyayı hırpalamıştır, evliyayı hırpalamıştır, asfiyayı hırpalamıştır. Bizimki bize göre avamca günahların karşılığıdır; onlarınki de mukarrabine göre Hak’la aralarındaki münasebetin keyfiyetine uygun durumu koruma.. harem dairesinde bulunan insanlara has bir tavır, bir davranış meselesi söz konusudur.

Biz bilerek bir karıncaya bile basmadık!..

Sözün özü şudur: Şimdiye kadar nicelerine ne demişlerdir. Size böyle “paralel“ diyorlar, “sülük” diyorlar, “çete” diyorlar, şimdi de nasıl yaparız da “örgüt” deriz diye çabalıyorlar.

Biz bilerek bir karıncaya bile basmadık. Ben yirmi senelik arkadaşımla, benim çadırımın yanından geçen, belki de beni zehirleme ihtimali olan bir yılanın belini kırdığı için bir ay konuşmadım. “Neden onun yaşamasının önünü aldın?” Bunu bütün yakın arkadaşlarım bilir. Biz kimsenin kâkül-ü gülberlerine fiske ucuyla bile dokunmadık, ilişmedik.

Hırsızlığın ve yolsuzluğun suç olmaktan çıktığını bilmiyorlarmış!..

Onlara dokunmalar oldu. Onu da bir espriyle ifade edeyim:

Necdet Hoca hikayesi: Arabasını sürüyormuş. Kırmızı ışığa gelince durmuş. Arkadan bir polis arabası gelip “küt” diye tampona vurmuş. Sonra da -hilaf olmasın, yakasına yapıştı mı tehdit mi etti- “Ne diye durdun?” demiş. Hoca kestirmeden, çok hızlı cevap vermiş: “Ben kırmızı ışıkta durma yasağının kalktığını bilmiyordum!”

Kanun-nizam bir şey istiyordu onlardan. Mevcut mevzuat diyordu ki: Sizler hırsızı takip edeceksiniz, değişik spekülasyonlara girenleri takip edeceksiniz, ihaleye fesat karıştıranları takip edeceksiniz, bir kısım yabancı servislerin elinde banka numaralarıyla belli olan dış bankalara para yatıranları takip edeceksiniz, çalıp-çırpan hırsızları takip edeceksiniz. Bunları diyordu kanun.

Onlar da kanunların kendilerine emrettiği şeyleri yapıyorlardı ve belli bir dönemde de yaptılar. Mesela; Süleyman Bey cumhurbaşkanı iken yeğenini içeriye attılar. Süleyman Bey devreye girseydi ki girebilirdi ama girmedi. Neden? Çünkü hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra feda edilmemelidir. Evladın da olsa, eşin de olsa, kızın da olsa, yakının da olsa, hemfikrin de olsa, haksızlık karşısında, milletin hukukuna müteallik meseleler mevzuunda o hassasiyet gösterilmeli; kanun ve nizamın sana tanıdığı haklar/vazifeler yerine getirilmeli; yoksa sen bunu yapmazsan bir hainsin.

Kanun onlara bu hakkı vermişti. Onu bilmiyorum, belki o vazifeye intisap ederken de ellerini silahları üzerine koymuşlar; “Namusum, şerefim, haysiyetim üzerine, kanun ve nizam dairesi dışına çıkmayacağıma yemin ” demişlerdi. Bu türlü şeylerle elleri kolları bağlanmıştı. Yemin etmişler, kanun ve nizam var karşılarında. Fakat bir gün çalma meselesi suç olmaktan çıkmış. İhaleye fesat karıştırma suç olmaktan çıkmış. Değişik para transferleri suç olmaktan çıkmış. Bunlar bu tür şeylerdeki yasakların kalktığını bilmiyorlardı. Ve dolayısıyla da belki ondan dolayı tövbe etmeleri lazım!..

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Yangın

Fethullah Gülen Hocaefendi'nin "Yangın" konulu son sohbeti

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

Duygu yetimi, ufuk yetimi, tahkîk yetimi bir nesil!..

Topyekûn İslam dünyasındaki her şeyi kasıp kavuran korkunç yangın karşısında duyarsızlığa vererek yadırgıyorum, en küçük tebessümü bile. Ye’se düşmeme ve ümitsizlik içinde çırpınmama, ayrı bir mesele; karşıda içinde “iman”ın yandığı, “İslam”ın yandığı, “Kur’an”ın yandığı yangını görme ve onun ızdırabını vicdanında duyma, bu da ayrı bir mesele

Çok şey kaybettiğimiz gibi, biz, “duygu derinliği”ni de kaybettik; “his derinliği”ni kaybettik ve ufuksuzluğa maruz kaldık. Ufuk yetimiyiz, hakikat/tahkîki iman yetimiyiz; taklidin, şeklin, suretin mağdurlarıyız. Neş’et ettiğimiz muhitin bize empoze ettiği Müslümanlık telakkisi ne ise, o yarım yamalak, aksak, topal Müslümanlıkla işi götürmeye çalışıyoruz.

Sadece serkârları kınama, “Onlar Müslümanlığın mübarek çehresini kirlettiler!” deme, yeterli değil. Yapılan güzel şeyleri Allah’tan bilmeliyiz; bunun yanı sıra, yapmamız gerekli olan çok şey vardı ama biz onları yapamadık, bu da bir gerçek. Allah dininin delisi, onu ikame etme adına delisi olamadık.

“Bir insana dininden dolayı ‘deli’ denmiyorsa, o, imanda kemâle ermiş sayılmaz!”

Hasan Basrî hazretlerinin ifadesiyle “Siz, sahabeyi görseydiniz, ‘Bunlar deli!’ derdiniz.”Çünkü onların bütün dünya ve mâfîhâ’yı ellerinin tersiyle itip i’lâ-yı kelimetullah’a kilitlenecek kadar konsantrasyonları sağlamdı. “Onlar da sizi görselerdi, ‘Bunlar inanmamışlar!’ derlerdi.”Tâbiûn asrında yaşamış, dualara dâhil edilmiş Hak dostu böyle diyor.

Tâbiûn asrı da Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından tebcil buyrulmuş: خَيْرُ الْقُرُونِ قَرْنِي أَنَا الَّذِي فِيهِ، ثُمَّ الَّذِي يَلُونَهُمْÇağların en hayırlısı, Benim içinde bulunduğum çağ, sahabi çağı; sonra onları takip edenlerin (tâbiûn) çağıdır.” Tâbiûn çağındaki bir serkâr, koca bir imam diyor ki: “Siz, sahabeyi görseydiniz, ‘Bunlar deli!’ derdiniz!

Hadîse yakın mübarek bir sözde “Bir insana dininden dolayı ‘deli’ denmiyorsa, o, imanda kemâle ermiş sayılmaz!” Dünya ve mâfîhâ’yı elinin tersiyle itecek kadar Köşk, yalı, villa, filo Bunları söyleyince “Allah Allah! Bu insanlar, akıllarını kaçırmışlar. Allah ne buyuruyor, Peygamber ne buyuruyor; bunlar ise neler mırıldanıyorlar?!.” diyecek kadar

“Hakikat yolunda ben bu dergâha / İsteyerek gelmiş kurbanlar gördüm!..”

“Bâb-ı Hak açıktır merd-i âgâha / Candan geçenlerdir eren Allah’a / Hakikat yolunda ben bu dergâha / İsteyerek gelmiş kurbanlar gördüm!..” (Tokâdîzâde Şekip) İsteyerek gelmiş kurbanlar Kendisine ait her şeyi, kurban bayramında hayvan boğazlıyor gibi, boğazlayan babayiğitler

Evet.. Ben gevezelik ettim. Sizi, esas, kalbinizle başbaşa bırakmak daha uygun ama belki diyeceğiniz küçük bir iki şey vardır; ben de bir şeyleri “dır”lar dururum. Zira insanların ruhunda ma’kes bulmayan sözler, “dırıltı”dan ibarettir. Onları bir adım daha Allah’a yaklaştırmayan her teşebbüs, her adım, her söz, her beyan, bir yönüyle, şeytanın borazanıdır.

Belki bir gün biz de “hakiki Müslüman” oluruz. Fuzuli’ye göre “Hikmet-i dünya vu mafiha bilen ârif değil / Ârif oldur bilmeye dünya vu mafiha nedir?” “Dünya” deyince, “saltanat” deyince, “debdebe” deyince, bunları “deli hezeyanı” gibi kabul edip, onların yüzlerine içinizden tükürme geliyorsa, meseleyi anlamışsınız demektir. Üç-beş günlük dünya için debdebe, saltanat, alkış, takdir, azamet, büyüklük, kibriyâ

Alevleri göklere yükselmiş yangında iman yanıyor, gelecek nesiller yanıyor, ümit dünyası yanıyor!..

Âlem-i İslam’ın sıkıntısı, her ân benim nöronlarımda bir yangın şeklinde bana kendisini hissettiriyor. İslam dünyası, şu ânda maruz kaldığı şeye hiç maruz kalmamıştır; kadınların iffetine dokunulmamış, tecavüzler yaşanmamış, evinde barkında olan masum insanlara saldırılmamış, bir “yok” uğruna insanlar tecrid edilmemiş, tevkif edilmemiş, ta’zib edilmemiş, ızdırara maruz bırakılmamıştır!..

Bütün İslam dünyası, böyle korkunç bir yangınla cayır cayır yanıyor İçinde yanan şey de “gelecek nesiller”, onların ümit dünyaları ve “iman”. Hazreti Pîr o yangın karşısında şöyle diyor: “Bana: ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim; karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor, içinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise, bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler ”

Bugün toplum paramparça, aileler paramparça Evlat, babasına düşman; baba, evladına düşman; anne, evladından kopmuş Ve bunu çağın ferâinesi, tiranları yapmışlar. Âlem-i İslam, böyle bir yangınla cayır cayır yanıyor. Şayet, bu yangının şöyle-böyle sızıntısı, sizin nöronlarınızda da kendini hissettirmiyorsa, tembih adına birer iğne vurdurmanızda yarar var. “İman-ı billah” iğnesi, “marifetullah” iğnesi, “muhabbetullah” iğnesi, “zevk-i rûhânî” iğnesi, “aşk u iştiyak” iğnesi vurdurmanız lazım. Yangını görmüyorsa, baktığı halde teessür duymuyorsa, nöronları uyarmak için öyle bir mualece gerekli.

Allahım, ümmet-i Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) merhamet eyle!..

Çok dua edin. اَللَّهُمَّ ارْحَمْ أُمَّةَ مُحَمَّدٍ، اَللَّهُمَّ ارْحَمْ أُمَّةَ مُحَمَّدٍ (Allahım, ümmet-i Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) merhamet eyle!..)duasını çok tekrar edin. اَللَّهُمَّ اجْمَعْ شَمْلَنَا * اَللَّهُمَّ أَلِّفْ بَيْنَنَا * اَللَّهُمَّ أَيِّدْنَا بِرُوحٍ مِنْ عِنْدِكَ * اَللَّهُمَّ وَفِّقْنَا إِلَى مَا تُحِبُّ وَتَرْضَى * اَللَّهُمَّ انْصُرْنَا عَلَى أَعْدَائِنَا * اَللَّهُمَّ كُنْ لَنَا فِي كُلِّ شَأْنِنَا وَفِي كُلِّ أَمْرِنَا، وَلاَ تَكُنْ عَلَيْنَا يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ (Allahım, dağınıklığımızı giderip bizi aynı duygu ve düşüncelerde bir araya getir; kalblerimizi birbirine ısındırıp gönüllerimizi karşılıklı sevgiyle doldur. Bizi katından bir ruhla/bir güçle te’yid buyur.Sevdiğin ve râzı olduğun işlere muttali kılıp onları bize sevdir, onları hayata taşımaya ve başkalarına duyurmaya bizleri muvaffak eyle! Ey yegâne merhamet Sahibi!.. Hasımlarımıza karşı bize yardımcı ol, nusret lütfet. Her halimizde ve işimizde yanımızda ve lehimizde bulun, aleyhimizde olma!..)

Süfyân b. Uyeyne hazretleri (radıyallahu anh) tâbiînin küçüklerinden. Hazreti Üstad, onun dört yaşında Kur’an’ı hıfzettiğini ve15 yaşında içtihad meclislerinde oturup âlimlerle mübahasede bulunduğunu söylüyor. O Hak dostu diyor ki: “Bazen bir muzdarip kalbin inlemesiyle Allah, bütün ümmet-i Muhammed’i bağışlar, onlara merhamet buyurur!..

İşte, o muzdarip gönül olmaya bakın!.. Yangın karşısında.. “iyilik yapıyorum” diye cihanı yangına verenlerin şenâetleri, denâetleri, fezâetleri karşısında.. mesâvîyi mehâsin görenlerin denâetleri karşısında.. mûbikâtı ve mühlikâtı, münciyât gören gâfillerin gafleti karşısında Yüreğiniz titreyerek, ellerinizi kaldırın; o ânı ümmet-i Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) geleceği ve istikbali adına değerlendirmeye bakın. اَللَّهُمَّ ارْحَمْ أُمَّةَ مُحَمَّدٍ (Allahım, ümmet-i Muhammed’e merhamet eyle!..) deyin. اَللَّهُمَّ اغْفِرْ لِأُمَّةِ مُحَمَّدٍ (Allahım, ümmet-i Muhammed’i bağışla!..)deyin. اَللَّهُمَّ اسْتُرْ عُيُوبَ أُمَّةِ مُحَمَّدٍ (Allahım, ümmet-i Muhammed’in ayıplarını setreyle ve onlardan arındır!..)deyin. اَللَّهُمَّ أُقِمْ أُمَّةَ مُحَمَّدٍ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ (Allahım, ümmet-i Muhammed’in bükük belini doğrult, ruhunun heykelini ikâme buyur!..)deyin. Ümmet-i Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)için dua edin!..

“Teheccüdü olmayanın, tecehhüdü olmaz!”

Ümmet-i Muhammed, Haçlı döneminde, Frederic Barbaros’ların, Philip’lerin, Arslan Yürekli Richard’ların tasallutlarına, tahakkümlerine, tağallüplerine, temellüklerine, gasplarına maruz kalışının çok ötesinde mezalimle karşı karşıya. “Haklar”, ayaklar altında pâyimâl. “Adalet”, ayaklar altında pâyimâl. “Milli ruh”, ayaklar altında pâyimâl. “Gelenekler-görenekler”, ayaklar altında pâyimâl. “Hakâik-i Kur’âniye”, ayaklar altında pâyimâl. “Hakâik-i Sünnet-i Seniyye”, ayaklar altında pâyimâl. “Mesaj-ı Nebevî”, körlüğe mahkûm. “Mesaj-ı Peygamberî”, körlüğe mahkûm

Derdi böyle görerek yanın, yakılın, kavrulun. Dert Ancak o mülahaza ile Allah’a el kaldırılırsa, Cenâb-ı Hak, duaya icâbet buyurur. Öyle iç ızdırabıyla, sancıyla, ızdırar ruhuyla yakarışa geçin. Esbâb bilkülliyye sukût etmiş olduğu duygusuyla Müsebbibü’l-esbâb’a niyaz edin. Kuyuya düşmüş Hazreti Yusuf gibi Balığın karnında Hazreti Yunus b. Mettâ gibi, لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ “Ya Rabbî! Sensin İlah, Senden başka yoktur ilah. Sübhansın, bütün noksanlardan münezzehsin, Yücesin! Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim!”(Enbiyâ, 21/87) deyin.

Zikredilen duaları ve benzerlerini gönülden tekrar etmek suretiyle teheccüdümüzü taçlandıralım. “Teheccüdü olmayanın, tecehhüdü olmaz!” “Tecehhüd”, cehd ve gayrette kendini zorlama demektir. Şayet, gece, bir-iki saat olsun, kalkıp Rabbinize tazarru ve niyazda bulunmuyorsanız, sizin ümmet-i Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) vereceğiniz bir şey yoktur!..

Vesselam.

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Yangın, İmtihan ve Yardım

Mahmud Esad’ın “Yangın var!” yazısını bilirsiniz. Ben o yangını her zaman içimde hissediyorum. Cayır cayır nesillerin yandığı, dinî değerlerin ayaklar altına alındığı, hakkın-adaletin odun parçası gibi ateşin içine atıldığı ve bütün bunların bir ziftin ateşle tutuşturulması gibi tutuşturulup yakıldığı içime akıp duruyor. Mutlaka, bu duyguyu benimle beraber paylaşan insanlar vardır; paylaşmada dert biraz aşağıya çekilmiş olur. Sadece bir kişi o duygu ile oturup kalkıyor ve diğerleri hiçbir şey yokmuşçasına hareket ediyorlarsa, vay o zavallının, o akılsızın, o ahmağın haline!.. Demek, beyhude çırpınıp duruyor. Ama Allah’a iman, Peygambere iman var ise, bu yürünen yolun doğruluğuna iman var ise, bugüne kadar olan muvaffakiyet ve başarıların Allah’tan olduğuna iman var ise ve olan şeylerin omuzumuzda birer emanet bulunduğuna iman var ise, zannediyorum diğerleri de dertliler ile paylaşırlar bu derdi.

İslamî argümanlar kullanılarak kâfirlerin yapmadığı şeyler yapılıyor. Ondan daha tehlikeli; çünkü “kutsal”, bir vasıta olarak kullanılıyor; abdestli-abdestsiz namazlar, kutsal olarak, onların emellerine hizmet ediyor. O sû-i emelleri ile, sû-i niyetleri ile şenaatleri/denaetleri irtikâp ediyorlar. Azıcık arka planı ile, perde arkası ile meseleyi gördüğünüz zaman, üzülmemek için insan olmamak lazım, daha aşağı bir mahluk olmak lazım. “Yangın varmış!” Hayvanlar kuyruklarını kısar, kaçarlar yangın dışında bir yere. Ama öyle değil, yangın var ise şayet, “Tulumbanı al yetiş imdada, yangın var!.” Sûzî’nin ifadesiyle:

Tulumban al yetiş imdada, yangın var.
Dedim: Zahirde mi âşık?
Dedi: İhfâda yangın var.
Sefine-i kalbime alevli bir kor attın ey dost
Bülend-avaz ile dersin:
Bakın deryada yangın var!..

Hayır, her yanda yangın var!.. Yangın var!.. Ailede yangın var.. idarede yangın var.. adalette yangın var.. hakta, hak cephesinde yangın var.. dinî duygu ve dinî düşüncelerde yangın var… Birer odun parçası şeklinde, bunlar, birilerinin istikballeri, gelecekleri, saltanatları ve debdebeleri için, ateş tutuşturma istikametinde kullanılıyor. Dine bundan daha büyük hakaret, daha büyük saygısızlık olamaz!..

Bunu görüp üzülmemek mümkün değil; üzülmeyenlerin, kendilerini bir kere daha gözden geçirmeleri lazım. Ama zannediyorum üzülenler ile beraber -“Çokları” diyeceğim, hüsnüzannı ileriye götürerek genel çerçevede, herkesi içine alacak şekilde demiyorum.- çokları aynı duyguyu paylaşıyor.

Umursamazlık büyük bir günahtır

“Yolun Kaderi” diye bir kitap neşrettiler arkadaşlar. Olup biten şeyleri “yolun kaderi” olarak görmek lazım. Bu, zulmü alkışlamak veya zâlimi alkışlamak, zulme “Evet!” demek değildir. Âkif’imiz, “Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem.”der. Alkışlanacak şey var, tel’în edilecek şeyler var. Tel’în etmekten, bedduaya “Âmîn!” demekten, lisanımızı sıyânet ederiz ama zulme karşı da kararlı bir duruşumuzun olması lazım. Yoksa -hafizanallah- işte o yangın karşısında, yanan şeyler karşısında umursamazlık, en büyük bir günahtır. Umursamazlık… Derdi hissetmemek…

O derdi hissetme derin olmalı; şu kadar var ki, onun derinliği sizdeki/bizdeki ümitleri alıp götürmemeli; o kerteye kadar… İnsanı ye’se atmaması, recâ hissinin tepesine çullanıp onu bütün bütün felç etmemesi; son sınırı orası, oraya kadar yolu var. Yoksa bana gelip deseler ki, “Bu gece, genel manzara karşısında ben uyuyamadım. Sağdan sola döndüm, soldan da sağa döndüm. Bir türlü o kirli tablolar zihnimden silinmedi; hayal dünyamda sinema seyrediyor gibi, işlenen günahları, mesâvîyi, me’âsîyi, şenaati, denâeti seyrettikçe, bunlar bir sel gibi benim huzurumu aldı götürdü ve ben o yorganı üzerimde âdetâ bir dağ cesâmetinde/ağırlığında hissettim/ediyorum, döşeği de bir iğneli fıçı gibi hissediyorum!” Derdi paylaşma demektir bu.

Ama bütün bunlara rağmen, “Bu yolun kaderi!..” Enbiyâ-i ızâm, aynı şeylere maruz kalmış, hep dikenli tarlalarda gezmişler; ayaklarının kanamadığı ân olmamış, ızdırap çekmedikleri tek dakika olmamış. En-bi-yâ-ı ı-zâm… Allah’ın seçkin kulları, hususi seçip insanları irşad için vazifelendirdiği en şerefli insanlar… Onlara canlarımız kurban olsun!.. Sadece tabloyu İnsanlığın İftihar Tablosu’nda (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanlığın O’nun ile övündüğü tabloda görebilirsiniz. Biz de övünüyoruz O’nunla… بُشْرَى لَـنَا مَعْشَرَ الْإِسْلَامِ إِنَّ لَـنَا * مِنَ الْعِنَايَةِ رُكْنًا غَيْرَ مُنْهَدِمِ “Ne mutlu ümmet-i Muhammed’e ki, öyle, devrilmez/sarsılmaz bir Sütun’a, Allah ile irtibatlı bir Sütun’a dayanmışlardır.” Böyle diyor “Kaside-i Bür’e”sinde (veya “Bürde”sinde) İmam Bûsîrî hazretleri. Ne mutlu bize ki, öyle devrilmeyen, sarsılmayan, kırılmayan bir rükne dayanmış bulunuyoruz!.. İnsanlığın İftihar Tablosu…

Söylenegeldiği üzere, Allah, O’nun yüzü suyu hürmetine varlığı yaratmış. Mübarek bir söz olarak, لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلأَفْلاَكَ rivayet ediliyor; Türkçemizde kullanılırken iki defa “Levlâke levlâke” deniyor: “Sen olmasaydın, bu kevn ü mekânları yaratmazdım!” “İnsanı var etmezdim, haşeratı varlığa erdirmezdim, eko-sistem diye bir şey olmazdı, sular çağlamazdı, denizler tebahhur etmezdi, tebahhur eden deniz damlacıkları yağmura dönüşüp yerin bağrına inmezdi; Sen olmasaydın!..” şeklinde anlayabilirsiniz. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmasaydı, ne Allah bilinirdi, ne Peygamber bilinirdi, ne Kitap bilinirdi, ne Melek bilinirdi, ne kabir bilinirdi, ne Mahşer bilinirdi, ne Cennet bilinirdi, ne Cehennem bilinirdi… O’na karşı ne kadar şey ile medyûn olduğunuzun farkında mısınız? Onun için Âkif’in, O’nun vilâdeti münasebetiyle söylediği bir naatında, son mısraları şunlardır: “Medyûndur o Masum’a bütün bir beşeriyet / Yâ Rab! Mahşerde bizi bu ikrâr ile haşret!”Medyûndur o Masum’a bütün bir beşeriyet / Yâ Rab! Mahşerde bizi bu ikrâr ile haşret!..

Ama gel gör ki, vilâdet vilâdeti takip ediyor, doğum günleri gelip geçiyor; fakat -bir yönüyle- O’na karşı olan duygu, düşünce, alaka ve irtibatımız açısından Muharrem ayını yaşıyoruz, Kerbelâ’yı yaşıyoruz, kendimizi Revân Nehri kenarında görüyor ve duyuyoruz.

Yıllar geçiyor ki -Yâ Muhammed-,
Aylar bize hep Muharrem oldu,
Dün gece ne güneşli gece idi,
Eyvah, o da leyl-i mâtem oldu..
Çiğnendi harîm-i pâk-i şer’in,
Namusa yabancı, mahrem oldu..

Âkif, sözlerinin devamında,

Beyninde öten çanın sesinden
Binlerce minare ebkem oldu.

diyor; ben çevirerek diyeyim ki, “Cami minberinde öten siyaset sesinden / Bütün hakikatler ebkem oldu.” Dilsiz oldu…

Allah için, ey Nebiyy-i mâsum,
İslâm’ı bırakma böyle bîkes,
İslâm’ı bırakma böyle mazlum.”
Bizleri bırakma böyle bîkes; bizleri bırakma böyle mazlum…

Ama yolun kaderi… O (sallallâhu aleyhi ve sellem) çektiğine göre, tahammülfersâ şeyleri… Kurban olayım; bir tek kelime ile maruz kaldığı şeyleri anlatmıyor, şikâyet etmiyor. Benim bildiğim, sadece Âişe validemize “Kavminden çok çektim!” diyor. -“Allah, o çektirenleri hidayete erdirsin; bugün de çektirenlere, imanı duyursun, onları da hidayete erdirsin!” diyeyim.- Şikâyet etmiyor ama o yolun gereği o; yaşıyor onu.

İmtihanı kazanmanın vesilesi

Kur’ân-ı Kerim buyuruyor: وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ حَتَّى نَعْلَمَ الْمُجَاهِدِينَ مِنْكُمْ وَالصَّابِرِينَ وَنَبْلُوَ أَخْبَارَكُمْ “İçinizde gerçekten mücâhede edenleri ve (Allah yolunda) sabır ve sebat gösterenleri ortaya çıkaralım, ayrıca söz ve davranışlarınızı (niyet ve sâlih olup olmamaları açısından) değerlendirelim diye sizi mutlaka imtihana çekeceğiz.” (Muhammed, 47/31) وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ Kasem olsun, hepinizi imtihana tâbi tutacağız! حَتَّى نَعْلَمَ الْمُجَاهِدِينَ مِنْكُمْ Böylece bizim bilgimizde olan şey, dışarıya aksetsin!.. Nedir o bilgide olan şey? Kimler sabırlı… حَتَّى نَعْلَمَ الْمُجَاهِدِينَ مِنْكُمْ Kimler mücâhede içinde… Bir yönüyle, hak ve hakikati i’lâ adına mücâhede ediyorlar. Bir yönüyle de nefisleriyle yaka-paça, iç murakabe içindeler; sorguluyorlar kendilerini, en küçük kusurlarından dolayı kendilerini yerden yere vuruyorlar: “Nasıl oldu da benim taakkulümde, yani aklî fonksiyonlarımda bu bozukluk oldu; tasavvurlarımda bu kirlilik yaşandı; tahayyüllerime geldi, bu gibi ziftler çarptı? Nasıl oldu? Ben, Allah’a inanmış bir insan isem, bana ait letâifi kirletmemem lazımdı.”

“Kirletmemem lazımdı!..” Bundan dolayı bile inleme… Büyüklere bakınca, Hazreti Ebu Bekir, bundan dolayı inliyor, radıyallâhu anh.. Hazreti Ömer, bundan dolayı inliyor.. Hazreti Osman, bundan dolayı inliyor.. Hazreti Ali, bundan dolayı inliyor. “Yol, bu; yöntem, bu; gerisi angarya..” Bu söz de Üstad Necip Fazıl’a ait.

Evet, وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ حَتَّى نَعْلَمَ الْمُجَاهِدِينَ مِنْكُمْ Kim, Allah yolunda mücâhede içinde… -Son karalama (Çağlayan Dergisi için yazılan “Cihâd” başlıklı makaleye işaret ediliyor.) o konuda.- Mücâhede içinde; bir yönüyle İ’lâ-i Kelimetullah… مَنْ قَاتَلَ لِتَكُونَ كَلِمَةُ اللَّهِ هِيَ الْعُلْيَا فَهُوَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ “Kim, Allah adının/dininin en yüce olması için mukâtele ederse, o Allah yolunda demektir.” Efendimiz böyle buyuruyor. Ben şimdi, Efendimiz’in o mübarek beyanına dokunuyorsam, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ı inşaallah rencide etmiş olmam!.. مَنْ جَاهَدَ لِتَكُونَ كَلِمَةُ اللَّهِ هِيَ الْعُلْيَا فَهُوَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ— وَمَنْ لَيْسَ كَذَلِكَ، لَيْسَ كَذَلِكَ Kim, nâm-ı celîl-i İlahî dört bir yanda şehbâl açsın diye değişik tehlikeleri göğüslüyor, mücâhede ediyor ise, işte o, Allah için bir mücâhededir; nezd-i Uluhiyette kantarları kıracak, Mahşer’de Mizan’ı kıracak mahiyette bir şeydir.

Mücâhidîn… وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ حَتَّى نَعْلَمَ الْمُجَاهِدِينَ مِنْكُمْ وَالصَّابِرِينَ Bir de sabredenler; bu mevzuda “aktif sabır” içinde bulunanlar… Belâ ve musibetler gelmiş; dişini sıkıp sabreden.. “Bunlardan sıyrılma nasıl olur?” diye düşünen.. “aktif sabır” diyoruz; öyle sabreden.. şikayet etmeyen.. kadere taş atmayan.. “Bazı kardeşlerimiz sebebiyet verdiler buna!” demek suretiyle atf-ı cürümlere girmeyen… Fakat “Bu belâ ve musibet sarmalından nasıl sıyrılırız? Eskiden yürüdüğümüz o yolda nasıl yürürüz? Bu patikaları yeniden bir şehrâha, bir otobana nasıl çevirebiliriz?” Bu mülahazalar ile oturup-kalkma, böyle bir sabır; “aktif sabır” diyoruz, hareket halinde sabır… Durağan sabır değil; “durağanlık” saçılmaya vesiledir, fiziğin kanunu bu.

Devamında: وَنَبْلُوَ أَخْبَارَكُمْ “Sonra da onlara durumları, keyfiyetleri nedir, hallerini haber verelim.” Bu, Muhammed sûre-i celîlesinde, adına kurban olayım ben. Ama Kur’an-ı Kerim’de, benzer o kadar çok ayet var ki…

“Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız?!.”

Bu cümleden olarak; أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذِينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَاءُ وَالضَّرَّاءُ وَزُلْزِلُوا حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللهِ أَلاَ إِنَّ نَصْرَ اللهِ قَرِيبٌ “Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız?!. Evet, onlar öyle ezici mihnetlere, zorluklara dûçâr oldular ve öyle şiddetle sarsıldılar ki, Peygamber ve yanındakiler, ‘Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek?’ diyecek hale geldiler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 2/214) أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ Cennet’e gireceğinizi mi sanıyorsunuz siz?!. وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذِينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ Sizden evvel emsallerinizin başına gelen şeyler, başınıza gelmeden…

Bir Şi’b-i Ebî Tâlip’te boykota maruz kalmadan, “Falancalar teröristtirler!” tehdidine, tahkirine, tezyifine maruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi zannediyorsunuz?!. Haktan, hakikatten mahrum edilmeden Cennet’e gireceğinizi mi zannediyorsunuz! Preslenmeden Cennet’e gireceğinizi mi zannediyorsunuz! Yurdunuzdan, yuvanızdan -toprağını tûtiyâ gibi alıp koklayacağınız yurdunuzdan, yuvanızdan- edilmeden Cennet’e gireceğinizi mi zannediyorsunuz?!.

İnsanlığın İftihar Tablosu, bunların hepsine maruz kaldı; tev’emi (ikizi) olan, aynen eşi/dengi olan Kâbe’den ayrılmak, O’na çok ağır gelmişti. Hicret buyururken, döndü Kâbe’ye doğru baktı, hıçkıra hıçkıra ağladı; “Bunlar beni çıkarmasalardı, Ben, senden ayrılmazdım!” dedi. Ellerinde kılıçlar, O’nu takip ediyorlardı; tam kastetmişlerdi yok etmek için…

Ama Allah’ın var ettiğini, kimse yok edemeyecekti/edemez. يُرِيدُونَ أَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَيَأْبَى اللهُ إِلاَّ أَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ “Onlar Allah’ın nurunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek isterler. Allah ise, nurunu tam parlatmaktan başka bir şeye razı olmaz. Kâfirler isterse hoşlanmasınlar!” (Tevbe, 9/32) Ellerinde baltalar, balyozlar, külünkler; yapılan güzel şeylerin tepesine indirip kaldırıyorlar, yıkmak için… O ışığı Allah yakmış ise, o, sönmez ve öyle zalimlerin eliyle de söndürülmez. Fakat muvakkaten bir fetret dönemi yaşanabilir her zaman.

Evet, وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذِينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَاءُ وَالضَّرَّاءُ Ne preslemeler, ne baskılar, ne zorlamalar, ne tazyikler, ne işkenceler, ne şenaatler, ne denâetler ve ne zararlara maruz kaldılar! وَزُلْزِلُوا Sarsıldılar tepeden tırnağa… Öyle sarsılmalar oldu ki, esbâb, bi’l-külliye sukût etti; yok sebep artık, dayanacak/tutunacak sebep yok… “Nûr-i Tevhid içinde sırr-ı Ehadiyyet zuhur etti.” حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللهِ Sarsıntı o kadar şiddetli oldu ki!.. Nebî, öyle demez; arkasındakiler de öyle demez, Ebu Bekir de, Ömer de, Osman da, Ali de demez öyle.. Hazreti Nuh da demez, inananlar da demez.. İbrahim de demez, Lût da demez.. Allah’ın salât u selâmı, Efendimiz’in ve onların üzerine olsun. Hazreti Yahya da demez, Hazreti Zekeriya da demez.. Hazreti İsa da demez, Hazreti Davud da demez, Hazreti Süleyman da demez… Hiç biri demez bunu; fakat mesele son kerteye gelince, حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ Kendisine tâbî olanlar ve onlarla beraber Nebî, مَتَى نَصْرُ اللهِ “Yardım ne zaman?!” dediler.

Vird-i zebânınız olsun: مَتَى نَصْرُ اللهِ Aynı şeylere maruzsunuz: مَتَى نَصْرُ اللهِ Sebepler sukût etmiş, kıymetler/değerler ayakaltında pâyimal: مَتَى نَصْرُ اللهِ Allah’ım, yardımın ne zaman?!. Şahsımız adına istemiyoruz bunu; fakat değerler mecmuası adına diliyoruz. İpi kopmuş tesbih tanelerinin sağa-sola saçılması gibi değerler mecmuası da sağa-sola saçılmış; işte bundan dolayı, مَتَى نَصْرُ اللهِ Allah’ım, yardımın ne zaman?!.

Esbâb, bi’l-külliye sukût ettiğinden, “Nûr-i Tevhid içinde sırrı Ehadiyyet zuhur ediyor.”أَلاَ إِنَّ نَصْرَ اللهِ قَرِيبٌ Allah’ın yardımı yakındır!.. Eskiler “Âgâh u mütenebbih olun!” derlerdi. Harf-i tenbih olan “elâ” (أَلاَ) ifadesine o manayı verirlerdi. “Âgâh ve mütenebbih olun ki, Allah’ın yardımı yakındır!..” İnşaallah Allah’ın yardımı yakındır!..

Cenâb-ı Hak, kullarını imtihan etmekte

Ankebût Sûresi’nde: الم * أَحَسِبَ النَّاسُ أَنْ يُتْرَكُوا أَنْ يَقُولُوا آمَنَّا وَهُمْ لَا يُفْتَنُونَ “Elif, Lâm, Mîm. Mü’minler sadece ‘İman ettik’ demeleri sebebiyle kendi hallerine bırakılıvereceklerini, imtihana tâbi tutulmayacaklarını mı zannettiler?”(Ankebût, 29/1-2) İnsanlar zannediyorlar mı ki, “Âmennâ – İman ettik!” demekle, imtihana tâbi tutulmayacaklar ve bırakılıverecekler?!. Hayır… Siz öyle deyince, bir sürü -Estağfirullah, dilimin ucuna kadar geldi, söylesem mi?- yalaka arkanıza düşecek, birilerinin arkasından kuyruk sallayarak… Neye binaen? Bir villaya, üç-beş kuruş paraya… Satılabilecek vicdanlar…

Bir başka ayet-i kerimede de şöyle buyuruluyor. وَلَقَدْ فَتَنَّا الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَلَيَعْلَمَنَّ اللهُ الَّذِينَ صَدَقُوا وَلَيَعْلَمَنَّ الْكَاذِبِينَ “Biz elbette kendilerinden önce yaşamış olanları denedik. Allah şüphesiz şimdiki müminleri de imtihan edip iman iddiasında sadık olanlarla, samimiyetsiz olanları elbette bilecektir.” (Ankebût, 29/3) Kur’ân “tasrif” üslubuyla, her yerde farklı farklı meseleleri ifade ediyor: “Böyle yaparız ki Biz, imtihana tâbi tutulan, sizden evvel imtihana tâbi tuttuğumuz kimselere yaptığımız gibi, Allah bilsin veya Allah, o bildiğini ortaya koysun… فَلَيَعْلَمَنَّ اللهُ الَّذِينَ صَدَقُوا وَلَيَعْلَمَنَّ الْكَاذِبِينَ Kim doğrudur, kim yalancıdır; bunlar, ilm-i İlahî’de sabit. Fakat onların davranışları şart-ı âdî; o şart-ı âdîye bağlı olarak karakterler ortaya çıksın, herkes ne kadar insan imiş, ortaya çıksın!..

Bunlar sıralanabilir, vaktinizi almamak için daha fazla misal demeyeceğim. On tane sayabilirsiniz böyle. Bu, peygamberler yolu ve yolun kaderi de bu!..

Allah’a binlerce hamd u senâ olsun ki, siz, üç-beş kuruşa satılmayan insanlar olarak farklı bir zeminde yerinizi aldınız. Eski yürüdüğünüz yolda yürümeye kararlı bulunuyorsunuz. Bir villa karşısında satılmadınız. Çünkü insan, öyle değerli bir varlıktır ki, Cennet karşılığında bile peylense, kendi kıymetine karşı saygısızlık yapmış olur. İnsan, ancak “aşk u iştiyâk-ı likâullah” meftûnu olmalıdır. “Cennet, Cennet!” dedikleri / Birkaç köşkle birkaç huri // İsteyene ver sen anı / Bana Seni gerek Seni.” Yedi asır evvel yaşamış Yunus’umuz böyle diyor. Bin üç yüz sene evvel Râbiatü’l-Adeviyye de “Ne helva, ne selva; ille Rü’yet-i Mevlâ!” diyor. O günden bugüne… Aradan yedi-sekiz asır, dokuz asır geçiyor, bakıyorsunuz aynı samimî ses, aynı şeyleri ifade ediyor.

Lokman Sûre-i celîlesinde ise buyuruluyor ki: يَا بُنَيَّ أَقِمِ الصَّلاَةَ وَأْمُرْ بِالْمَعْرُوفِ وَانْهَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَاصْبِرْ عَلَى مَا أَصَابَكَ إِنَّ ذَلِكَ مِنْ عَزْمِ الأُمُورِ “Ey oğulcağızım! Namazını dosdoğru kıl, emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker yap, sana isabet eden belalara da sabret. Muhakkak ki bunlar işlerin en zor olanlarındandır.”(Lokman, 31/17). يَا بُنَيَّ Ey oğulcağızım!.. أَقِمِ الصَّلاَةَ Namazı dosdoğru ikâme et!.. وَأْمُرْ بِالْمَعْرُوفِ وَانْهَ عَنِ الْمُنْكَرِ İnsanlara marufu, Allah’ın “Güzel!” dediği şeyleri, şer’-i şerifin emrettiği şeyleri sen de söyle/anlat bir mürşîd olarak; münkerâttan da insanları alıkoy!..

Ha, böyle bir yola girince, başına gelecek şeyleri de unutma! وَاصْبِرْ عَلَى مَا أَصَابَكَ Mutlaka bu güzergahta başa gelecek şeyler vardır. Sen bu yolda yürüyorsan, namazını kılıyorsan, orucunu tutuyorsan, insanları eğri yoldan uzaklaştırmayı düşünüyorsan, doğru yola yönlendirmeyi düşünüyorsan, “Peygamber yolu!” diyorsan, başına geleceklere de hazır olman lazım! Balyozlar, başında demektir senin!..

Bu, Hazreti Lokman’ın, oğluna nasihati… Peygamberler içinde aynı zamanda tababet ile ve hikmet ile maruf olan Hazreti Lokman’ın… Lokman Sûre-i celîlesinde değişik hususlar ifade edilmek suretiyle onlara da işarette bulunuluyor.

Diğer bir ayet de şu: يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ وَإِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ وَاللهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ إِنَّ اللهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ“Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. (Farzımuhal) eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.” (Mâide, 5/67)

Kur’an-ı Kerim’de dört yerde “Muhammed” ismi geçiyor, sallallâhu aleyhi ve sellem. Bir yerde de -seyyidinâ Hazreti Mesih’in ifade ettiği yerde- “Ahmed” ismi geçiyor. İlmî vücûd açısından -esasen- Efendimiz’in adı, Ahmed; haricî vücûd açısından Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nâm-ı celili, Muhammed.

Fakat Allah (celle celâluhu) يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ، يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ diyor. “Ey Benim mesajlarımı kullarıma ulaştıran Zât! Ey Benim Risâletimi başkalarına tebliğ eden Zât!” demek suretiyle, evvelâ O’nun o başımızı aşkın, boyumuzu aşkın âlî namını ve nişanını nazara veriyor. Ey şânı yüce Nebî! Ey şânı yüce Peygamber! بَلِّغْ مَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ Rabbinden Sana… Burada “inzâl” kelimesi ile kullanılıyor; esasen Kur’an-ı Kerim ifade edilirken “tenzîl” ile ifade ediliyor, ceste ceste… Ama topu birden inmiş gibi Sana… Sana toptan kânunlar mecmuası, nizamlar mecmuası olarak inen şu Kitâb’ın emirlerini tebliğ et! بَلِّغْ مَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ وَإِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ Eğer onu tebliğ etmez isen, değişik şeylere takılarak…

Bu, Efendimiz hakkında muhal bir şey; fakat aynı zamanda arkadakilerine, daha arkadakilerine, daha arkadakilerine, arkadakilerin de arkalarınkilere -bize kadar gelebilir bu- bir ikaz. وَإِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ Eğer Sana emrolunan şeyleri tebliğ etmez isen, peygamberliğin gereğini yerine getirmemiş olursun! Duyurulması gerekli olan şeyleri duyurmamış olursun! Mesele tekvinî emirler ile alakalı ise, pozitif ilimler ile alakalı ise, Kur’ân’ın emirleri ile alakalı ise, haşr u neşir ile alakalı ise, Tevhid ile alakalı ise, Nübüvvet ile alakalı ise şayet, Mizan ile alakalı ise, Sırat ile alakalı ise, Cennet ile alakalı ise, Cehennem ile alakalı ise… Ki bunlar, bizim aklımız ile bulabileceğimiz şeyler değil. En engin bilgili filozoflar bile bunların yüzde birine ulaşamamışlardır. Aksine çok defa falso yaşamışlardır.

Şöyle diyoruz: Din referansı ile ortaya atılmamış felsefe, düşüncenin falsosudur. Felsefe demişler ama ortaya koydukları şey, falsodan ibarettir, çoğu itibarıyla… Ama Bergson gibi, manastırın menfezlerinden semalara bakıp hıçkıra hıçkıra ağlayanlar da vardır. Kant gibi hayatını ona göre planlamış olanlar da vardır. Daha başkalarını da sayabiliriz, daha başkalarını da; hepsini karalamayalım.

Evet, وَإِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ وَاللهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ إِنَّ اللهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ Sen bu işi yaparken, başına gelecek şeyler de olacak ama Allah, Seni sıyâneti ile, hıfzı ile, riâyeti ile, vikâyesi ile, hırz-ı hasîni ile koruyacak. Hususî seralar içine Seni alacak, Sana bir şey yapamayacaklar. Nitekim çok kötülüklere niyet ettiler Mekke-i Mükerreme’de. On üç sene kan kusturdular. Üç sene Şi’b-i Ebî Tâlip’te boykot ilan ettiler; yeme yok, içme yok, su yok, ekmek yok. Mü’minlerle beraber Beni Hâşim’den inanmamış olanları da boykota dâhil ettiler: “Madem onlar da Senin kabilenden…” ByLock gibi… Kullanmışsınız; sizden on tane var ise, doksan başkası kullanmış; ondan dolayı müebbet hapis!.. Aynen bakın, müşrik düşüncesi… Ebu Tâlib de orada çekiyor, Beni Hâşim’den olan başkaları da çekiyorlar.

Sadece Ebu Leheb’i muaf tutuyorlar, çünkü o “Cehennemin babası”; baştan almış o damgayı yemiş. وَأَنْذِرْ عَشِيرَتَكَ الأَقْرَبِينَ * وَاخْفِضْ جَنَاحَكَ لِمَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ “Önce en yakın akrabalarını uyar! Sana tâbi olan müminlere kol kanat ger!” (Şuarâ, 26/215-216) ayeti nâzil olunca, yakınlarını topluyor oraya; orada, onlara telkinde bulunuyor. Ebu Leheb kalkıp O’na, Efendimiz’in mesajı karşısında تَبًّا لَكَ diyor, “Yuf Sana!”. Kur’an-ı Kerim, بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ * تَبَّتْ يَدَا أَبِي لَهَبٍ وَتَبَّ * مَا أَغْنَى عَنْهُ مَالُهُ وَمَا كَسَبَ * سَيَصْلَى نَارًا ذَاتَ لَهَبٍ * وَامْرَأَتُهُ حَمَّالَةَ الْحَطَبِ * فِي جِيدِهَا حَبْلٌ مِنْ مَسَدٍ “Elleri kurusun (kolu kanadı kırılsın) Ebû Leheb’in ve kurudu (kırıldı) da. Malı da kazandıkları da hiçbir işe yaramadı. Alevli bir ateşe gidip yaslanacak.. karısı da.. odun taşıyıcı olarak.. hem boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu hâlde.” (Tebbet, 111/1-5) buyuruyor. Bu sûrede, Tecvid ilmindeki Kalkale harfleri olan, “Kutb u cedin” (قطب جد / ق – ط – ب – ج – د) harfleri ile, balyozla vurur gibi bir sesin çıkıyor olması da iç musiki açısından çok önemlidir. Bu Kur’an’ın iç musikisi meselesi, ihmal edilen bir husustur; Kur’an’ın üzerinde durulurken, üzerinde durulması gerekli olan bir husustur. Değişik şeylere işaretlerde bulunduğu gibi, aynı zamanda bu mevzuya işareti de ihmal etmez Kur’an-ı Kerim.

Evet, وَاللهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ إِنَّ اللهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ Allah, kâfir kavme, Sana bir şey yapma adına yol vermez, yöntem vermez, onlara istediklerini yaptırtmaz, arzu ettikleri şeylere onları yönlendirmez. Burada, “hidayet” tabiri kullanılıyor; esasen arzu etmeleri gerekli olan hidayettir fakat onlar kendilerini -bağışlayın- serseriliğe salmış, hidayet diye dalaletin arkasına düşmüşler. Kur’an-ı Kerim’de böyle mukabele de vardır, bu türlü mukabele de vardır. وَاللهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ

Allah’a hamd ü sena edin ki, sizi zalimlerle aynı safta eylemedi

Dönelim geriye: İster seyyidinâ Hazreti Lokman’ın (aleyhisselam) oğluna nasihati, ister seyyidinâ, sâdâtina, şefî-i zunûbina ve mevlânâ Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah’ın buyurduğu şey; ikisi de yine yolun kaderini işaretliyor. “Bu yol, uzaktır / Menzili çoktur / Geçidi yoktur / Derin sular var.” Yunus Emre’nin dediği gibi… Herkes bunun böyle olduğunu bilmeli. Bu peygamberler yolu, Peygamberler güzergâhı; yolun kaderi de bu, bunlar çekilecek.

Fakat Allah’a binlerce hamd ü senâ olsun ki, bilerek dünya hayatını âhiret hayatına tercih etmek suretiyle ebedî bir hayatı kaybetme bahtsızlığına/talihsizliğine Allah maruz bırakmadı. Allah’a hamd edin, başkalarının içinde olmadınız. Allah’a hamd edin, bazılarınız dini i’lâ etme adına dört bir yanda Rûh-u Revân-i Muhammedî şehbal açsın diye seyahatler tertip ettiniz; ihtiyarî hicretleri tercih ettiniz ve gittiğiniz yerlerde değişik mahrumiyetlere maruz kaldınız. Bir gün geldi, cebrî hicret çıktı karşınıza; diğerleri o ihtiyarî hicreti yapma şerefini ihraz edememişlerdi, onlar da cebr-i lütfî yollara düştüler.

İlkler, ihtiyarînin sevabını aldılar, kat kat; çünkü ihtiyarları (kendi iradeleri ve istekleri) ile gittiler. Değişik sıkıntılara maruz kaldılar; işçi gibi, amele gibi, birer amel-manda gibi çalıştılar. Müesseseler diktiler; cehalete, ihtilafa/iftirâka, fakirliğe karşı mücadele yuvaları oluşturdular. Bir yönüyle, imarethaneler gibi, mücadele müesseseleri oluşturdular; okullar, üniversiteler, üniversitelere hazırlık kursları oluşturdular. Onlar, o sevabı aldılar, “ihtiyarî”nin sevabını aldılar.

Diğerlerini de Allah, sevaptan mahrum bırakmamak için, “Sizi de Ben, hicrete zorluyorum; siz de cebrî hicret sevabını alacaksınız!” buyurdu adeta: Bir avuç toprağını cihanlar ile değiştirmeyeceğiniz ülkenizden cebren ayrılma mecburiyetinde kalacaksınız.. omuzlarınızdakiler sökülecek, göğsünüzdekiler sökülecek.. makamlarınız elinizden alınacak.. ihraz ettiğiniz, alnınızın teriyle ihraz ettiğiniz şeyler elinizden alınacak.. ve bütün bunlar yapılırken de esasen -biraz evvel arz ettiğim gibi- çok komik iddialarla bahaneler oluşturulacak. “Neden ByLock kullandınız?” safsatasına benzer şeyler… “Sen suçsuz olduğunu ispat et!” Hukuk (!) mantığı…  İnanın Amnofis bile böyle bir mantıksızlıkla Hazreti Musa’nın karşısına çıkmamıştır. “Suçsuz olduğunu ispat et!” Hiçbir hukuk dünyasında böyle bir şey olmamıştır. Öyle bir hezeyan ki bu, azıcık hukuk felsefesi bilen bir insan bile, zannediyorum bu sözü duyduğu zaman, onun da az gözü açık ise, şeytanı zil takıp oynuyor halde görecektir: “Beni geçtiler maşallah bunlar!” dediğini duyar gibi olacaktır. Şeytan “maşallah” der mi, bilmiyorum ama ben dedirttim.

El-Hak (celle celâluhu)…

Hâlık’ın nâmütenâhî adı var; en başı Hakk,
Ne büyük şey, kul için, hakkı tutup kaldırmak..
Hani Ashâb-ı kirâm, “Ayrılalım!” derlerken,
Mutlaka sûre-i “Ve’l-asr”ı okurmuş, neden?
Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh,
Başta “iman-ı hakiki” geliyor, sonra “salah”,
Sonra “hak”, sonra “sebât” (sabır); işte kuzum, insanlık..
Bu dördü birleşti mi sende, yoktur sana izmihlal artık!..

Yaramaz nesiller ve hayırlı halefler

Fethullah Gülen: Bamteli: Yaramaz nesiller ve hayırlı halefler

Soru: Meryem Sûresi’nde farklı hususiyetleriyle peygamberler zikredilip “Kendilerinden sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki namazı zâyi ettiler, şehvetlerinin peşine düştüler. İşte bunlar da azgınlıklarının cezasını bulacaklardır.” buyuruluyor. Bu ayet zaviyesinden, selef-i sâlihînin yolunda sâbit kalabilmek hangi hususlara bağlıdır? Emanette emin bir halef olma ile namazı ikâme arasında nasıl bir münasebet vardır?

  • Meryem Sûresi, kadınlık âleminin sultanlarından olan Hazreti Meryem’in adıyla anılmasına ve Hazreti Îsa’nın dünyaya gelişini tafsilatlı olarak anlatmasına rağmen önce Hazreti Zekeriyya’dan (aleyhisselam) bahsederek başlamaktadır. Kehf suresindeki bazı peygamber kıssalarının peşinden Hazreti Zekeriyya, Hazreti Yahya, Hazreti İsa, Hazreti İbrâhim, Hazreti Mûsâ, Hazreti İsmâil ve Hazreti İdris (alâ nebiyyina ve aleyhimu’s-salâtü vesselam)’ı yâd etmektedir. Sonra nebîlerin yolundan sapanlara dikkat çekmekte ve her çeşidiyle şirki çürütmektedir. (01:50)
  • Günümüzde “mihrab” denince caminin ön tarafında imamın namaz kılarken cemaatin önünde durduğu yer anlaşılmaktadır. Bu kelime, zikr-i cüz irade-i küll (bir bütünün, parçasını söyleyerek tamamını kasdetme) kabilinden mescid ve mabed hakkında da kullanılabilir. Kur’an-ı Kerim’de Hazreti Meryem’in ibadet ettiği yere da mihrab denilmektedir ki, mâbedde merdivenle çıkılan bir mahfel ya da tek başına ibadete elverişli, hususi oda gibi bir mekan olmalıdır. (03:00)
  • Bu sûrede Hazreti İsmail, evlad u ıyaline de namazı ve zekatı tavsiye etmesiyle anılıyor. Daha sonra deri elbiseler dikme, kalemle yazı yazan ilk insan olma, yıldızların haline ve hesap ilmine vakıf bulunma gibi pek çok mahareti nakledilen Hazreti İdris ve onun yüce bir makama yükseltilişi (miracı) anlatılıyor. Onun peşinden de “(Ey şanı yüce Nebi!..) İşte bunlar, Allah’ın nimetine mazhar olmuş olan bu zatlar, Adem neslinden, Nuh ile beraber gemide taşıdıklarımızın evlatlarından, İbrâhim ve İsrailin nesillerinden ve hidâyete erdirip seçtiğimiz kimselerdendir. Onlar Rahman’ın âyetleri okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı.” (Meryem Sûresi, 19/58) buyurularak o sâlih kulların ortak özelliklerine dikkat çekiliyor. (04:30)
  • “Kendilerinden sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki namazı zâyi ettiler, şehvetlerinin peşine düştüler. İşte bunlar da azgınlıklarının cezasını bulacaklardır.” (Meryem Sûresi, 19/59) ayet-i kerimesinde peygamberlerden ve sâlih kullardan sonra gelen hayırsız torunlar anlatılırken “half” kelimesi kullanılıyor. Aslında “halef”, (ki biz bu kelimeyi hayru’l-halef şeklinde kullanırız) birinin yerine sonradan geçen kimse, babadan sonra kalan oğul demektir. Ayette hususiyle “half” kelimesinin zikredilmesinde şöyle bir mana söz konusudur: Arkadan gelen bu kimseler, sanki evvelkilerin soyundan değilmiş ve onlara bütün bütün muhalifmiş gibi yaşıyorlar; öncekilerin hiçbir güzelliği bunların üzerine sirayet etmemiş ve bunlar her şeyin altını üstüne getirmiş ters insanlar. (07:00)
  • Hayırsız nesillerin ilk tersliği namazı zâyi etmeleridir. Onlardan bazıları belki namazı bütün bütün terketmiş değillerdir ama onu iç ve dış erkanıyla ikâme etmekten de uzaktırlar. Oysa, Kur’an-ı Kerim ibadetleri nazara verirken, onların tamamiyetini huşu’ ve hudu’ ile yapılmalarına bağlamaktadır. Huşu’; Allah’a karşı korku ve sevgi ile boyun eğmektir, gönülden saygı ve inkıyattır. Hudu’; Allah’ın azameti karşısında mahviyetle iki büklüm olmaktır, samimi teslimiyettir. Huşu’ ve hudu’ ise; bir kulun, Cenâb-ı Hakk’ın azamet, celâl ve ceberûtu ile kendi acz, fakr, ihtiyaç ve küçüklüğünü müşterek mülâhazaya alması sayesinde kalbinin hep saygı ve tâzimle atması; hâl ve beyanlarının da bu telâkkiye tam bir tercüman olmasıdır. Böyle bir kul, yolun başında da sonunda da her zaman edepli davranır, saygıyla oturup-kalkar, haşyet soluklar; meleklerle atbaşı hale gelse bile her zaman mahviyet ve tevazu mırıldanır. İşte, Kur’an ancak bu hava içinde namazı ikâme edenlere, namazı iç ve dış derinlikleriyle yerine getirenlere (ve ubudiyette bulunanlara) kurtuluş vaad etmiştir. (08:10)
  • Bir insan, namazını kâmil mânâda eda ederse, onun hayatındaki nurlu zaman dilimleri alabildiğine genişler; zulmetli ve karanlıklı anları da daralır. Onun iç dünyasında şeytanlığa, nefsanîliğe açık menfezler daralır; melekliğe, ruhanîliğe açılan kapılar da ardına kadar açılır. Ancak bütün bunlar, namazın şuurluca idrak edilip eda edilmesine bağlıdır.. evet kalbin hoplaması, duyguların şahlanması, içten içe bir ürpetinin duyulmasına bağlıdır. Bu bakımdan “Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar.” (Ankebût Sûresi, 29/45) âyetinin resmettiği namaz, kâmil mânâda bir namazdır. Böyle bir namaz ufkunu yakalayamayanların hata yapması ise kaçınılmazdır. Emredildiği ve Allah’ın hoşnutluğu için eda edilen bir namaz, diğer bir tabirle ihlâs yörüngeli, rıza hedefli kılınan bir namaz, bir de devam gözetilirse, bugün olmasa yarın mutlaka insanı fuhşiyat ve münkerattan alıkor. Onu fuhşiyat ve münkerattan alıkoyan bir ibadet, evleviyetle şirk ve şirki işmam eden şeylerden, dalâlet ve dalâlete sürükleyen saiklerden uzaklaştırır; uzaklaştırır zira namaz baştan sona kadar kavlî, fiilî ve hâlî zikrullah ile örülmüş bir ibadettir. Böyle bir zikir şekli çok büyüktür ve Allah’ın ululuğuna münasip bir keyfiyet arz etmektedir ki Kur’ân-ı Kerim de “Hiç kuşkusuz Allah’ı zikir en büyüktür.. ve Allah sizin yapageldiğiniz her şeyi bilmektedir.” (Ankebût Sûresi, 29/45) fermanıyla bu espriyi hatırlatmaktadır. (14:07)
  • Namaz zâyi edilince artık şehevâtın önündeki surlar yıkılmış olur; her türlü arzu ve iştiha insanı şeytanın yoluna sürükleyen bir dürtüye dönüşür. Öyle ki, şehvetlere tâbi olma zamanla o insanın tabiatı haline gelir. Şehevât kelimesi şehvet sözcüğünün çoğuludur; her türlü hayvanî duygu ve nefsânî istek bu söz ile ifade edilir. Kur’an-ı Kerim’de “Kadınlar, oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş, güzel cins atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin hoşuna giden şeyler insanlara cazip gelmektedir. Bunlar dünya hayatının geçici bir metaından ibarettir. Asıl varılacak güzel yer ise, Allah’ın katındadır.” (Âl-i İmran Sûresi, 3/14) buyurulmaktadır. Bu âyette “şehevât” olarak zikredilen sınıflar meşrû nimetlerdir; fakat gayr-i meşrû tarafa da sebep olma ihtimali vardır. Meşrû durumda bunları süsleyip cazip gösteren Allah Teâladır. Gayri meşrû olarak süsleyen ise, şeytan ve beşerin cehaletidir. Fena sayıp kınama bu itibarladır. Bu iştah çekici şeyler, dünya hayatını devam ettirmek ve geçip Allah’a gitmek için birer araç olarak verilmişken bunları amaç haline getirmek, Allah katındaki güzel mevkiyi kaybetmek, büyük ahmaklıktır. Zira böyle yapanlar hayatlarının önemli bir kısmını o zevkleri elde etme hırsı ile yanıp tutuşarak geçirirler. Sonra da onlardan ayrılıp mahrum kalmanın acısını çekerler. (16:55)
  • Namazı zâyi etmenin ve şehvetlere tâbi olmanın neticesi “gayya”ya yuvarlanmaktır. Gayya; Cehennemin en azgın tabakasında, içine düşenin kolay kolay kurtulamayacağı çok korkunç bir kuyunun adıdır. (18:50)
  • İmanın tadını alamamış kimseler, sadece yaptıklarıyla ve sahip oldukları bir kısım vasıflarla değil, yapmadıkları işlerle ve hiçbir katkıda bulunmadıkları başarılarla da övülmeyi, hiç layık olmadıkları güzel sıfatlarla da vasfedilmeyi arzularlar. Nitekim, Kur’an-ı Kerim böylelerini bekleyen acı sonu hatırlatma sadedinde –meâlen– şöyle buyurmuştur: “Zannetme ki, yaptıklarından ötürü sevinip şımaran, yapmadıkları işlerden dolayı da övülmek isteyen kimseler –evet, sanma ki onlar– azaptan yakayı kurtaracaklar! Onlara hem de can yakıcı bir azap vardır.” (Al-i İmran Sûresi, 3/188) Yaptıklarından ötürü sevinip şımarmak ve hiçbir katkıda bulunmadığı başarıların, hiç üzerinde taşımadığı güzel sıfatların bile kendisine atfedilmesini ve onlardan dolayı övülmeyi istemek bir küfür ve nifak sıfatıdır. Ne var ki, takdir ü tebcil beklentisi kalbi öldüren bir virüs olarak bazı mü’minlerde de bulunabilmektedir. (21:00)
  • Ayet-i kerimede -mealen- “İman edip de salih amellerde bulunanlara gelince; onlar için çok merhametli olan Allah (gönüllerde) bir sevgi (vüdd: hüsn-ü kabul) yaratır.” (Meryem Sûresi, 19/96) buyuruluyor. Arapça’da fiil teceddüde (sürekli yenilenme) delâlet eder. Ayetteki “âmenû” kelimesi de fiildir. Öyleyse “iman edenler” bir kere iman ettikten sonra imanlarında duraklamaya girmeden sürekli kendilerini yenileyerek her gün yeni bir keşif, yeni bir düşünce ve yeni bir tespitle hep daha ileri ufukları takip ederler. Bununla da yetinmeyip ardından “Amel edip imanlarının gereğine göre yaşarlar.” Yani oturur kalkar ömürlerini “salihât”la geçirirler. İşte böyle bir iman ve o imanın mûcebini Hakk’ın istediği ölçülerde yerine getiren bu insanlar, önce Hakk’ın sonra da halkın teveccühüne mazhar hâle gelmişlerdir ki “Hazreti Rahmân onlar için sinelere sevgi vaz’edecek ve ins ü cinnin kalbini onlara olan alâka ile donatacaktır.” (26:45)
  • Az önce meali verilen Meryem Sûresi’nin 96. ayet-i kerimesi vesilesiyle Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurur ki: “Allah bir kulu sevdiğinde, ‘Ben falan kimseyi sevdim siz de onu sevin.’ diye nida eder. Cibril de bunu göklere ve yere duyurur…” Aslında hemen her zaman muhabbet ve sevgi O’ndan başlamış ve tedelli yoluyla gökleri ve yeri kuşatmıştır. Bu ya önce Allah’ın, muhabbet vesilelerini yaratıp sevgiyi onun üzerine bina etmesi şeklinde, ya da istikbaldeki kıvamlarına bir ücret-i âcile olarak önce onları sevip sonra da onların vicdanlarını iyiye, güzele, hasenat ve salihata uyarma şeklinde olur. Her iki mazhariyetin temel rengi de inayettir ve her ikisinde de temel kaynak ilâhî meveddettir. Bugün bazılarımız itibarıyla böyle bir mazhariyetten dem vurmak bir iddia sayılsa da dünyanın değişik yörelerinde hizmet veren sevgi erleri için bu husus ayn-ı hakikattir. Evet bu adanmış ruhların hizmet ettikleri coğrafyaya ve gördükleri hüsn-ü kabule bakılırsa bu hakikat açıkça görülecektir. Sadece onların açıldıkları coğrafya açısından mesele değerlendirildiğinde bile “Cenâb-ı Hak, insanların kalbine bu arkadaşlar hakkında sevgi koymasa, hüsn-ü kabul vaz’ etmeseydi, bunlar olur muydu?” dememek mümkün değildir. (32:15)
  • Bir iyiliği, güzelliği veya muvaffakiyeti ne kadar kendimizden bilirsek, “biz yaptık.. biz ettik..” dersek ve gelip geçici dünyada insanların fâni alkışlarına meseleyi bağlarsak, o ölçüde Bâki’den gelecek lütuflardan mahrum olmakla karşı karşıya kalır ve -Allah muhafaza- “Alın ağzınızın payını!” denircesine bir muameleyle karşılaşırız. (39:09)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Yaşatma İdeali

Bugün bizim her şeyden önce “yaşatma ideali”ne sahip nesillere ihtiyacımız olduğu ifade ediliyor. Enaniyet ve bencillik asrı da denilen çağımızda “yaşatma ideali”ne sahip bir insan olmak ve öyle nesiller yetiştirmek ne ölçüde mümkündür? Kur’an-ı Kerimde, Ashâb-ı Kirâm’ın yüksek ahlakı arasında dikkat çekilen “îsâr” hasleti ile “yaşatma ideali” arasında nasıl bir münasebet söz konusudur?

  • Namaz, oruç, hac ve zekât gibi mükellefiyet ve ibadetlerde bir kısım meşakkatler bulunsa bile dinde asla zorluk yoktur; İslam “yüsr” (kolaylık) üzere vaz’ edilmiştir. Fıtratları ve karakterleri gözetmeden, onu şiddetlendiren ve ağırlaştıran, dinin ruhuna zıt bir iş yapmış olur. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, “Bu din kolaylıktır. Hiç kimse kaldıramayacağı mükellefiyetlerin altına girerek dini geçmeye çalışmasın; (insan ne yaparsa yapsın yine de mutlaka bir kısım eksik ve kusurları vardır ve) galibiyet dinde kalır.” mealindeki hadis-i şerifiyle bu hakikate dikkat çekmiştir. Öyleyse, insanlara güçlerini aşkın sorumluluklar yükleyerek, dini yaşanmaz hâle getirmemek gerekir. Kolaylık üzere bina edilmiş ve müsamahaya dayalı gelmiş bu dinde pek çok af alanı bulunduğunu hep hatırda tutmak icap eder. (01:07)
  • Din kolaylık üzere vaz’ edilmiş olsa da bilhassa fikir işçileri ve beyin mimarlarının, Necip Fazıl’ın ifadesiyle öz beynini burnundan kusacak ölçüde bir gayret ortaya koymaları gerekmektedir. Gözlerinin içine bakılan, sözlerine kulak verilen ve adımları takip edilen bu kıvam insanlarının işin zor yanlarına katlanmaları ve yaşamaktan daha çok yaşatma peşinde bulunmaları icap etmektedir. (02:55)
  • Kullana kullana kabullendiğimiz “ideal” kelimesi hedef, gâye, mefkûre ve gâye-i hayâl gibi mânâlara gelmektedir; Ziya Gökalp “ideal” yerine “mefkûre” kelimesini, Hazreti Pir de “gâye-i hayâl” tabirini tercih etmiştir. Aslında bu kelimelerin hepsiyle hemen hemen aynı mânâ ifâde edilmekte; insanın, bir gâyeye bağlanması, bir dâvâya adanması, yüksek bir hedefe kilitlenmesi ve oturup kalkarken, yerken içerken bile o gâyeyi, o dâvâyı ve o hedefi düşünmesi nazara verilmektedir. (03:48)
  • Hazreti Üstad, “Gâye-i hayâl olmazsa veyahut nisyan veya tenâsi edilse, ezhan enelere dönüp etrafında gezerler.” buyurmaktadır. Evet, hiçbir gâye-i hayali bulunmayan, bulunsa da ona göre zihnî hazırlığını tamamlamamış olan fertler ise, egoizmanın ağına düşmekten, nefsanî arzuların sürüklemesi ile hareket etmekten ve sadece yemeyi-içmeyi, rahatı ve eğlenceyi hedef hâline getirmekten kurtulamayacaklardır. Böyleleri sürekli ben merkezliliğin karakteristik hırıltılarıyla kibir, ucub, makam düşkünlüğü ve iktidar hırsını seslendirecek, herkesi hafife alıp âleme hep tepeden bakacak, hemen her zaman heva ve heveslerine göre hareket edecek ve ruhlarında içtimaî sorumluluk hissini hiç mi hiç duyamayacaklardır. (04:00)
  • Türkçe Olimpiyatları’nda seyrettiğimiz “Mars’tan Gelen Talebe” yeryüzünde her yere gidilmiş olur ve gönlümüzün ilhamlarını gönüllerine boşaltacağımız kimse kalmazsa, yıldızlara merdiven dayama ve mesajımızı güneş sisteminin ötesine bile ulaştırma ufkunu göstererek yaşatma ideali adına çok önemli hususlara tercüman olmuştu. (04:16)
  • Küreselleşen bir dünyada yeryüzünün hemen her yanında gürül gürül bir ses haline gelmezseniz, bulunduğunuz yeri bile size haram ederler. Sesinizi soluğunuzu dünya çapında bir koro ve milletinizi her yanda sevilen bir toplum haline getirmelisiniz. Öyle ki, yerkürenin herhangi bir yerinde size bir fiske vurulduğu zaman bütün dünyanın inlemesini temin etmelisiniz. (05:32)
  • Yaşatma ideali taşıyan insanlar büyük plan ve projeler peşinde olmalı; o ufku çevreleriyle de paylaşmanın yollarını aramalıdırlar. Zira, mefkure insanı bir sevgi kahramanıdır. O, bütün varlığa karşı derin bir alâka duyar; herkesi ve her şeyi şefkatle kucaklar.. ülke ve insanını aşk ölçüsünde bir sıcaklıkla bağrına basar.. toplumun değişik kesimleri arasındaki uçurumları muhabbetle doldurur, geliştirdiği empati köprüleriyle herkesi buluşturur. Bir yandan kendi dinine ve hayat felsefesine sımsıkı sarılsa da diğer taraftan başka dînî telâkkilerin, felsefî görüşlerin mevcudiyetini bir realite olarak görüp, “herkesi kendi konumunda kabul ve herkese saygı” anlayışıyla sürekli beraber yaşamanın yollarını araştırır. Hiç kimseyi etnik menşe, din, inanç, mezhep ve düşünce farklılığı gibi hususlardan ötürü hor görmez, incitmez. Kendi köyü, kasabası, ili ve ülkesi çerçevesinde başlattığı dostluk dairesini genişletebildiği ölçüde genişletir ve nihayet bir “dünya komşuluğu” tesis etmeye çalışır. (07:27)
  • Yaşatma ideali kahramanlarının temel mefkuresi Hazreti Üstad’ın şu sözüyle özetlenebilir: “Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.” Evet, bir mefkûre insanı, Allah ona ne vermişse, hepsini O’na yaklaşma, hep O’nu duyurma, sürekli O’nu anlatma ve daima O’nun yolunda olma istikametinde kullanır. Kendi kurtuluşunu başkalarını kurtarmada arar, bütün hareketlerini ruhunun derinliklerinde mefkûreleştirebildiği bir mes’uliyete bağlar; ferdî sorumluluk sınırlarını aşkın bir merhamet irâdesi ve bütün insanlığı kucaklayacak enginlikte bir şefkatle yitirdiğimiz ruh ve mânâyı ihya etmeye çalışır. (10:15)
  • İnsanın Hakk katındaki kıymeti, himmetinin yüceliğiyle ölçülür. Himmet yüceliğinin en bariz emaresi ise, insanın, başkalarının mutluluğu adına şahsî haz ve zevklerinden fedakârlıkta bulunmasıdır. Nitekim Kur’an-ı Kerim, Ashab-ı Kirâm’ın yüksek ahlakının bir derinliği olarak “îsâr” hasletine dikkat çekmekte ve –mealen– “…kendileri muhtaç olsalar bile kardeşlerine öncelik verir, onların ihtiyaçlarının giderilmesini yeğlerler.” (Haşir sûresi, 59/9) buyurmaktadır. İnsanın, başkalarını kendisine tercih etmesi mânâsına gelen “îsâr”; ahlâkçılara göre, toplumun menfaat ve çıkarlarını şahsî çıkarlarından önce düşünmek.. tasavvuf erbabınca ise, en hâlisâne bir tefânî (birbirinde fâni olmak) düşüncesiyle topyekün şahsîliklere karşı bütün bütün kapanıp, yaşama zevkleri yerine yaşatma hazlarıyla var olmanın unvanı kabul edilegelmiştir ki “yaşatma ideali” derken kastettiğimiz mana da işte bu yüce hasletin hem daha engince hem de bütün insanlığı kuşatacak şekilde temsil edilmesinden ibarettir. (12:48)
  • Yermûk savaşında yaralı bir şekilde yerde kıvranan ve susuzluktan kavrulan Ashab-ı Kirâm’ın kendilerine verilen suyu, tam içmek üzere iken birbirlerine gönderişleri, nihayetinde de bir damla su içmeden şehid olmaları, îsârın ne güzel bir örneğidir. Bu ibretlik tabloyu Mehmed Akif Safahât’ında ne hoş anlatır:

    “Huzeyfetü’l-Adevî der ki: Harb-i Yermûk’ün,
    Yaman kızıştığı bir gündü, pek sıcak bir gün.
    İkindi üstü biraz gevşeyince, sanki, kıtâl,
    Silâhı attım elimden, su yüklenip derhâl,
    Mücâhidîn arasından açıldım imdâda,
    Ağır yarayla uzaklarda kalmış efrâda.
    Ne ma’rekeydi ki, çepçevre, göğsü kanadı yerin!
    Hudâ’ya kalbini açmış, yatan bu gövdelerin,
    Şehîdi çoksa da, gâzîsi hiç mi yok.. derken,
    Derin bir inleme duydum... Fakat, bu ses nerden
    Sırayla okşadım sîneler bütün bî-rûh...
    Meğerse amcamın oğluymuş inleyen mecrûh.
    Dedim: “Biraz su getirdim, içer misin, versem”
    Gözüyle “Ver!” demek isterken, arkadan bir elem,
    Enîne başladı. Baktım: Nigâh-ı merhameti,
    “Götür!” deyip bana îmâda ses gelen ciheti.
    Ne yapsam içmeyecek, boştu, anladım ibrâm;
    O yükselen sese koştum ki: Âs’ın oğlu Hişâm.
    Görünce gölgemi birden kesildi nevhaları;
    Su istiyordu garîbin dönüp duran nazarı.
    İçirmek üzere eğildim, üçüncü bir kısa “ah!”
    Hırıltılarla boşanmaz mı karşıdan, nâgâh!
    Hişâm’ı gör ki: O hâlinde kaşlarıyla bana,
    “Ben istemem, hadi, git ver, diyordu, haykırana.”
    Epey zaman aradım âh eden o muhtazarı...
    Yetiştim, oh, kavuşmuştu Hakk’a son nazarı!
    Hişâm’ı bâri bulaydım, dedim, hemen döndüm:
    Meğer şikârına benden çabuk yetişmiş ölüm!
    Demek bir amcamın oğlunda vardı, varsa, ümid...
    Koşup hizâsına geldim: O kahraman da şehid.” (13:20)
  • Hülyalarımızda tüllenen aydınlık yarınlara kavuşabilmemiz için, uzmanca plân ve projelerin yanında, hattâ ondan da önce, insanların ruhlarında “Yaşatma İdeali” gibi yüce bir mefkûrenin uyarılmasına ihtiyaç var. Evet, bugün bizim, şuna-buna değil; şahsî menfaat ve bencillikleri bir tarafa iterek Hak ve insanlık yolunda fânî olanlara.. “Ben olsam da olur olmasam da.. ailem, çoluk çocuğum, evim barkım olsa da olur olmasa da.. fakat, Allah milletimizin derbeder olduğu günleri göstermesin!” mülahazasını taşıyanlara.. toplumun ızdıraplarıyla kıvrım kıvrım kıvranıp hep inilti kovalayanlara.. elinde ilim meş’alesi, her yerde bir çerağ tutuşturup cehaletle, taassupla, görgüsüzlükle mücâdelede bulunanlara.. hâsılı, yaşama arzusunu unutarak yaşatma zevkiyle şahlananlara ihtiyacımız var!.. (15:03)
  • Üstad’ın ifadesiyle, “tahrip esheldir, kolaydır”; zayıf, tahripçi olur. Bir binayı tamamlamak bazen yıllar alır, dünya kadar insanın emeğini gerektirir. Fakat, bir serseri çocuk tek kibritle yakıp kül edebilir o koca binayı. Yaşatma idealine sahip kahramanların işi ise tamirdir. Ne var ki, asırlardan beri her yanıyla rahnedâr olmuş -bütün surlarında gedikler açılmış ve burçları yıkılmış bir kaleye benzeyen- ferdî ve içtimâî bünyenin, bir hamlede tamir edilip canlandırılmasına, eski dinamizmine kavuşturulup cihanda bir denge unsuru hâle getirilmesine imkân yoktur; zira, tamir çok zordur. Bununla beraber, ona ait parçaları birer birer ihyâ ederek “bütün”e eski fonksiyonunu kazandırmak da pekâlâ her zaman mümkündür. (16:30)
  • Bir kere daha ifade etmeliyim ki; bugün bizim, şuna-buna değil; şahsî ve ailevî mutluluğunu bir tarafa iterek, hayatını başkalarının dünyevî-uhrevî mutluluğuna bağlayan; peygamberâne bir azimle herkese açılan, herkesi kucaklayan ve kendini ihmal edecek ölçüde hep bir sahabi gibi yaşayan; tıpkı mumlar gibi, özündeki aydınlatma usâresiyle sürekli çevresini nura gark eden adanmış ruhlara ihtiyacımız var. Bu kahramanlar, “vira bismillah” demeli, “elif.. bâ..” heceleyen insanlardan başlayarak sonuna kadar o işi götürmeye çalışmalıdırlar. Evet, “elif.. bâ..” diyen insanlardan işe başlanmalıdır. Zira, dipten gelmeyen ve dibe bağlı olmayan hiçbir hareket istikbal vaad edici ve kalıcı değildir. (19:22)
  • Milletimiz bir dönemde dünyada denge unsuru olmuşsa bundan sonra bir kere daha neden olmasın ki?!. Dün oldu, bugün neden olmasın ki?!. Hulefa-yı Râşidîn Efendilerimiz, Emevîler, Abbasîler, Selçuklular, Eyyubîler, Zengîler, Harzemliler ve daha başkaları farklı dönemlerde hak ve adaletin temsilcileri oldular. Malik bin Nebi’nin, “Eğer İslâm dünyasının şimalinde Osmanlı olmasaydı, bugün İslâm dünyası da olmazdı. Osmanlı olmasaydı, bugün yeryüzünde müslümanlık da kalmazdı.” diyerek yâd ettiği ecdâdımız da uzun bir dönem o âbideyi ikâme etmeye muvaffak oldu. –Şart-ı âdi planında– onların gösterdiği performansı ortaya koyma ve o kıvamı sergileme sayesinde Allah Teâlâ aynı muvaffakiyeti bugünün nesillerine de nasip edebilir. (21:04)
  • Yaşatma idealine bağlı nesillerin yapacağı bu tamir aynı zamanda dünyanın da tamiri demektir. Bunu bugünkü insanlar belki anlayamayabilirler; nitekim yirmi otuz sene önce günümüzün karasevdalılarının “hicret” deyip dünyanın dört bir yanına açılmalarını ve bu mefkure muhacirlerinin faaliyetlerinin neler getireceğini de anlayamamışlardı. (24:18)
  • Büyük projeler, bazen şahsî-ailevî menfaate ve yakını koruyup kollamaya takılıp kaldığından dolayı başarılı olamamış, hatta onun üzerinden boğuşmalar yaşanmıştır. Hazreti Üstad’ın “Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır.” ifadesi bu hakikati ifade etmektedir. Siyaset, idare, oluşum, organizasyon ya da hareket menfaat üzerine dönüyorsa, işin içinde canavarlık var demektir. Menfaat kavgası insanı canavar haline getirir; bu maraza yakalananların yol alması, hele gaye-i hayallerine ulaşması imkansızdır. (26:06)
  • Sevgi dili öyle sınırlı bir anahtardır ki onunla açılmayacak hiçbir mütemerrit kilit ve kapı yoktur. Bize kötülükler karşısında bile iyilikten ayrılmama ve hasımları dahi candan dost yapabilecek tavırlar içinde bulunma hedefi gösterilmiş ve denmiştir ki, “İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. Bir de bakarsın ki seninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluvermiş!” (Fussilet, 41/34) (27:30)
  • Gelin hepimiz Allah’tan biraz ızdırap dilenelim!.. Milleti düşünme ızdırabı.. boyunduruğu yere konmuş âlem-i İslamı düşünme ızdırabı… Izdırap, proje üretme ve onları gerçekleştirme mevzuunda çok önemli bir dinamiktir. (28:28)

Yaşatma ideali ve tebliğ sancısı

Fethullah Gülen: Yaşatma ideali ve tebliğ sancısı

  • Âlem, kalbî ve ruhî hayat itibarıyla Allah’ın istediği seviyeye yükselirse, bizim için isteyecek başka bir şey kalmaz.

Hakikatler karşısında kalbi duracak insanları yitirdiğimizden beri yetimiz!..

  • Hazreti Üstad diyor ki: “Milletimin imanını selamette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur.” Peygamberlik yüksek pâyesinin gölgesinde, daha sonra da gölgesinin gölgesinde, gölgesinin gölgesinde olan insanlar hiç kendileri için yaşamamışlardır. Bu, bütün büyüklerin lâzım-ı gayr-ı müfâriki, yani öteden beri ayrılmaz hususiyetleridir. Başta Râşid Halifeler; yolun en doğrusunu onlar belirlemiş, onlar yaşamış ve İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) daha ziyade onları nazara vermiş. Kendi zaten nazarda; muşârun bi’l-benân. Nebi olduğundan dolayı, herkes O’na uyulması gerektiğine milimi milimine inanıyor.
  • Harun Reşid küçümsenmeyecek bir insandır. O dönemin çok büyük velilerinden birisi olan Fudayl bin Iyaz’ın gözünün içine bakar, iki dudağından dökülen kelimeleri lâl ü güher gibi alır değerlendirir. Çok defa yanında hıçkıra hıçkıra ağladığı olmuştur. “Padişahsın, hükümdarsın; haksızlık yapıyor, zulmediyorsun. Allah’tan korkmuyor musun?” deyince, tepki vermez ona. Belki o denen şeylerin hiçbiri onda yoktur ama ihtimal ki “O büyük veli bir şeyler görüyor, ondan dolayı böyle diyordur!” diye itiraz etmez. Yanındaki Fazl ikna edip susturur onu: “Hükümdarı öldüreceksin, kalbi duracak!”
  • Bu türlü hakikatler karşısında kalbi duracak insanları kaybettiğimiz günden bu yana, bizler hakiki insan yetimiyiz. Hakikatler yüzüne çarpıldığı zaman, “Bunlar tam bana göre; numarası da uyuyor, drobu da uyuyor. “Hırsız!” Numarası da uyuyor, drobu da uyuyor. “Mürteşî!” Numarası da uyuyor, drobu da uyuyor. “Hak yiyen insan!” Numarası da uyuyor, drobu da uyuyor. “Milletini ezen!” Numarası da uyuyor, drobu da uyuyor. Demek ki bu zâtlar benim hakikaten hatalarımı açıktan açığa görüyor ve söylüyorlar. Bana düşen şey, bu mevzuda, onların çağırdığı o istikamete yönelmektir.” diyebilecek muhasebe insanlarına hasretiz.

Hayatlarını başkalarını kurtarmaya adamış bahtiyar ruhlar

  • Hepsinin etrafında böyle bir nur hâlesi.. ama biri asliyet planında, diğerleri de zılliyet, gölge planında. ( ) Bunlar, başkalarının karanlık dünyalarını aydınlatmak adına, adeta hayatlarını hep karanlıkta geçiriyor gibi yaşarlar. Ellerindeki mumları hep başkalarına verirler. Ellerindeki bir mumla bütün mumları tutuşturmak için karanlıktan karanlığa koşarlar; sürekli ızdırap yudumlarlar; hep çileden çileye girerler. Fakat bu mevzuda gam da yemezler, şikayet de etmezler. Sızlanmazlar katiyyen ve kâtibeten! ( ) İstemedikleri halde bunlar -öyle bir dertleri de yoktur- milletin ve gelecek nesillerin nazarında yâd-ı cemîl olurlar. Yâd-ı cemîl olurlar, hep yâd edilirler, hep parmakla onlara işaret edilir.
  • Bazılarının yeryüzünde mezarları bile olmaz. Adlarına hiçbir şey yapılmaz. Adlarına yapılan ne bir okul vardır, ne kültür lokali vardır, ne üniversite vardır; çünkü yaptıkları her şeyi Allah için yapmışlardır ve “Ecrimizi, mükâfatımızı biz Allah’tan bekliyoruz. Başkalarından beklediğimiz bir şey yok.” deyip o peygamberâne tavır içinde silinip gitmişlerdir.
  • Üstad Hazretleri, “Benim mezarımı kimsenin bilmemesi lazım, bir iki talebemden başka!” demiş. Malum bir yere gömülmüş, sonra istediği gibi hakikaten meçhulleştirilmiştir. Ama hiç kimse zihinlerden onu silemez, kimse onu unutturamaz! Tesbihatıyla, ortaya koyduğu âsâr-ı güzîdesiyle onu yâd ederler; hep onun ufkunda seyahat eder dururlar. İman-ı billahtan marifetullaha, marifetullahtan muhabbetullaha, onun çizdiği çizgide dolaşır dururlar; onun o seyr-i rûhanîsini geride bıraktığı eserlerde yaşar dururlar. Etrafındaki hâle de ondan geriye kalmamıştır. Tahirî Mutlulardan Hulûsi Efendilere kadar
  • Ne yüksek istidatlardır onlar: Hulûsi Efendi üsteğmen veya yüzbaşı iken bir-iki kere görüşmüş; bir defa arkasında namaz kılmış; fakat ihlasta zirve yapmış bir insan. Hazreti Halid tabiatında bir insan. Amûdi yükselmiş bir insan. Tahirî Mutlu’yu da onun yanında mütalaa edebilirsiniz; şahane bir insan. Zübeyir Gündüzalp’i onlardan geri düşünemezsiniz. Mustafa Sungur’u da, makamı cennet olsun Bunların hepsi gitmiş, rahmet-i Rahman’a kavuşmuş, şimdi de kendi ruhlarının ufkunda tayeran ediyorlar. Belki bazen tenezzülen bizlerin rüyalarına giriyorlar; rüyalarımızı şenlendiriyor ve renklendiriyorlar.
  • Bunlardan en yakında ruhunun ufkuna yürüyen Mustafa Sungur Ağabey oldu. Âbide bir şahsiyetti. Çok erken dönemde tanıdığım insanlardan birisiydi. Muallimken gelmiş, Hazreti Pîr-i Muğân’a teslim olmuş; ona öyle bir yakınlık tavrı sergilemiş ki, o büyük insan ona “Benim vekilim” demiş. Zindanlarda beraber olmuş, dışta beraber olmuş; dünyaya ait her şeyi elinin tersiyle itmiş ve gerçekten bir babayiğitlik sergilemiş. Bizim gibi değil! Sonradan yetişmeler gibi değil! Zindanlarda kalmış; onunla beraber olmanın ne kadar ceremesi varsa hepsine katlanmış. Ve vefat edeceği âna kadar da o vefasını korumuş Allah’ın izni ve inâyetiyle. Makamı cennet olsun. Allah onları, o büyük insanları bizim hakkımızda şefaatçi eylesin.
  • Bunlar kendi dönemini yaşayan insanlar değil. Bu kirli dönemi, zift dönemini yaşayan insanlar değil. Bunlar sahabenin arkasında bir yer ihraz eden babayiğitlerdir. Nisbî ve izâfî insan-ı kâmil âbideleridir bunlar Allah’ın izni ve inâyetiyle. Cenâb-ı Hakk hüsn-ü zannımızda bizi yanıltmasın. Öyle olduğuna inandık onların; onları öyle kabul ettik ve ölünceye kadar da birer yâd-ı cemîl olarak zikretmeye devam edeceğiz. Çünkü dünyevî hiçbir talepleri olmadı; mâliyeciler üzerlerine gitsin bunların, dikili bir taşları dahi olmadıklarını görecekler.

Tiranlar devrilir gider ve bir yâd-ı kabîh olarak anılırlar!..

  • Zira onlarda Kârun gibi kazanma düşüncesi yoktu. Kârun gibi dünyaya gömülme düşüncesi yoktu. Firavun gibi başkaları üzerinde hakimiyet kurma düşüncesi yoktu. Başkalarını hazmedememe gibi haset hastası değildi onlar. Kıskançlık hastası değildi onlar. Deli değildi onlar. Başkalarının yaptıklarını yıkmak için, gittikleri her yerde menfî propaganda yapan Firavun taslakları değildi onlar. Onlar Allah Rasûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) tevârüs ettikleri şeyleri -ciddî bir îsâr düşüncesiyle, başkaları için yaşama ve kendilerini feda etme düşüncesiyle, o mevzudaki her türlü çileye rağmen- ikâme etmeye çalışıyorlardı.
  • Aslında Kıtmir’in bir mülahazası var: Yüksek mefkûresi uğrunda ezilmemiş, preslenmemiş, dövülmemiş, vurulmamış, hakarete maruz kalmamış, sürgün -ki bunların hepsi peygamberlerin yoludur- yaşamamış kimselerin “Millet adına bir şey yapıyorum!” iddialarına katiyen inanmıyorum! Yalancının, sahtekârın tâ kendileridir onlar. Preslenmesi lazım ki inandığı şeyden dolayı; kendi ruhî dünyasını, kalbî dünyasını ikâme etme adına değişik çilelere maruz kalması lazım ki, hakkaniyetini ortaya koymuş olsun. Hangi Peygamber vardır ki çileye maruz kalmamış, yerinden yurdundan edilmemiş? İnsanlığın İftihar Tablosu, Seyyidina Hazreti Mesih, testereyle biçilen Hazreti Zekeriya, hunharca şehit edilen Hazreti Yahya, yerinden sürgün edilen Hazreti İbrahim, yerinden sürgün edilen Hazreti Musa, yerinden sürgün edilen Hazreti Harun hepsini sayabilirim burada. Peygamberlerin yolu bu ise, bence yol odur!
  • Konjonktürel olarak, şartları değerlendirerek gelip milletin başına musallat olan parazitlerin millete vadettiği hiçbir şey yoktur! Bunlar milleti sömürürler, kendi saltanatlarını tesis ederler.. ama bir yere kadar Allah fırsat verir. Bir yerden sonra bütün tiranlar gibi onlar da devrilir giderler. Birilerinin yâd-ı cemîl olmasına karşılık onlar da yâd-ı kabîh olarak yâd edilirler: Her akla geldikçe, “O münafığa da lanet olsun!” (derler.) “Gittiği her yerde Türk milletinin son açılmasını, son muhteşem açılımını kösteklemek için herkesin kafasını karıştıran, dünyanın değişik yerlerinde dinin intişârını engellemek isteyen tirana lanet olsun!” diyecekler.

Tebliğ aşk ve sancısı

Soru: Sürekli tebliğ aşk ve sancısıyla yaşayan Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) ve Ashâb-ı Kirâm’ın insan kazanma konusundaki metotları nasıldı? Bugün otuz kırk dakikalık bir tren yolculuğunda dahi müstaid bir sine arama cehdi o aşk ve sancının bir yansıması sayılır mı? Tek tek fertlerle ilgilenmenin bu konudaki rolü nedir?

  • Evvela başkalarına tebliğ ettikleri o mesajın lüzumuna, önemine ve vadettiği şeylere inanma meselesi çok önemlidir. İnanmışlardı. Ne kadar inanmışlardı? Bugünden sonra yarının gelmesine inandıklarından daha fazla inanmışlardı. İkindi sonrası güneş guruba meyletti. Bundan sonra bir gecenin geleceğine inanmanın ötesinde bir inanmayla inanmışlardı. Güneş gurup etmeyebilir, gece de gelmeyebilir; ne kadar ihtimal bu, bin ihtimalden bir ihtimaldir. İhtimal ki, Allah (celle celaluhu), Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir mucizesi olarak o güneşi bir yerde tuttuğu gibi, gece gelmeyebilir. Veya kıyamet kopar da gece gelmeyebilir. Ama gidecekleri yere öyle inanmışlardı ki, riyazî katiyet içinde.. “İki kere ikinin dört etmesinde şüpheye mahal vardır; fakat bizim gideceğimiz yer ve Cenâb-ı Hakk’ın ve Efendimiz’in bize vadettiği şeyler mevzuunda zerre kadar şüphemiz yoktur!” hakikatine inanmışlardı.
  • İkinci mesele; o Zat’ın -Hazreti Pir’in de üzerinde durduğu gibi- insibağı vardı. Allah Rasûlü o düşünce, o duygu ve o mesaj fırçasını kime çaldıysa, bir yönüyle semavîleştiriyordu onu. O’nun tavırlarına, davranışlarına, bakışına, mimiklerine, gözünün irisine bakan insan “Bunda yalan yok!” diyordu. Önyargısı yoksa, şartlanmış değilse, bakan bayılıyordu O’na. “Bu Zat emindir!” diyordu. “Buna inanılır!” diyordu. Öyle bir güç vardı. O bakımdan o güne kadar zift içinde yaşayan o insanlar birdenbire sıyrılıyor oradan, cennet kevserlerinde yıkanmış bir hal alıyorlardı. Adeta meleklerle atbaşı haline geliyorlardı Allah’ın izni inayetiyle.

Yaşatmak için yaşamayan yaşıyor sayılmaz!..

  • Şimdi bu iki mesele zaviyesinden bakılınca, zannediyorum, o tertemiz gönüllerde insanları Allah’a ve ahirete yönlendirme adına delice bir aşk ve iştiyak bulunduğu görülecektir. Kur’an-ı Kerim’de Efendimiz’in bu husustaki tehaluku anlatılır. Özellikle iki yerde “Neredeyse kendini öldürecektin.” denilir; yani O’nun “herkes hidayet yoluna girsin, a’la-yı illiyyîn-i kemalâta yükselsin. Cennet’le serfiraz olsun. Bunu da Cenâb-ı Allah’ın cemaliyle ve Rıdvan’ıyla taçlandırsın” mülahazası nazara verilir. İnsanlığın İftihar Tablosu, “O da inansın, o da inansın, o da inansın ” diyor.
  • Sahabe efendilerimiz başkalarını yaşatmak için yaşıyorlardı. Başkalarını yaşatma için yaşama yoksa, ona yaşama denmez; ona mezar-ı müteharrik bedbaht denir. Onlar hiçbir zaman böyle bir derekeye sukût etmediler. Hep a’la-yı illiyyîn-i kemalâta müteveccih yaşadılar.
  • İnsan kazanma konusunda mülayemet çok önemli bir faktördür. Kur’an-ı Kerim’de Hazreti Musa (aleyhisselam) ile alakalı olarak iki yerde kavl-i leyyin tavsiye ediliyor. Sizin halinizde ve düşünce dünyanızda öyle bir mülayemet, bir yumuşaklık ve müsamaha varsa, bir yönüyle evrensel insani değerlere karşı bir saygı varsa, karşı taraf da sizi saygısız bırakmayacaktır, o da size saygılı olacaktır.. ve bunlar sizin ifadelerinizde de saygı edalı beyanlara dönüşecektir. Kavl-i leyyin buna diyebilirsiniz.
  • Gönlünüzü herkese açarsanız, herkesi kucaklarsanız size hakaret eden insanlara bile açık durursanız âlem de gönlünü size açar. Ne olursa olsun bir Hazreti Mevlana yaklaşımıyla, bir Yunus Emre yaklaşımıyla insanlara kucağını açmak ve “Esasen inandığım değerler beni işte böyle yoğura yoğura, şekillendire şekillendire bu hale getirdi!” diyebilmek.. inandırır mı inandırmaz mı bu mesele?!. Yani “Ben de insanım, benim de öfkem, hiddetim olabilir fakat inandığım değerler beni bir potada yoğura yoğura bu şekle getirdi. Bak siz sövüp sayıyorsunuz, bense size hâlâ kucağımı açıyorum!” mülahazası Nihayet insan onlar da; insan olmanın kadirşinaslığı içinde bu meseleye karşı cevab-ı sevab verirler.
  • Hususiyle günümüzde din farklılığı, mezhep farklılığı, ırk farklılığı sebebiyle arada mesafeler olabilir. Bize düşen: Bir yönüyle bunlara gözümüzü yumarak, bu farklılıkları görmezlikten gelerek, icabında bir sıcak çay içirme.. veya gidip çaylarını içme.. elimize bir hediye alarak “Bugün size ziyarete geldik.” deme Bizim özel günlerimiz vardır ki bu günleri de çoğaltabiliriz: Vahyin ilk geldiği gün (semâvîleşme yolunun bize açıldığı gün), İnsanlığın İftihar Tablosu’nun boykottan sıyrıldığı dönem, Efendimiz’in Mirac’a urûcu, Hazreti Hatice validemizin ruhunun ufkuna yürümesi, Hicret Bu türlü vesileleri değerlendirerek, bunları bahane yaparak insanlara onlardan uzak olmadığımızı ifade etme

Tiranlar karşısında Yusuflar olmazsa dünya huzuru yakalayamaz!..

  • Otuz kırk dakikalık bir tren yolculuğunda dahi müstaid bir sine arama da tebliğ aşk ve sancısından kaynaklanmaktadır. Hazreti Pîr-i Muğân’ı düşünebilirsiniz mesela. Zindana girince orayı tam bir medrese gibi değerlendiriyor, “Medrese-i Yusufiye” diyor. İmam Şazilî, Abdulkadir Geylanî, İmam Gazzalî ve İmam Rabbanî hazretleri gibi neredeyse bütün büyüklerin zindanlarda yaşamış olmaları da gösteriyor ki, zindana girme meselesi büyükler için Allah tarafından takdir edilen bir şey; yani bir arınma kurnası veya dereceyi ikiye katlama yeri oluyor orası.
  • Şimdi de bir sürü tertemiz insan o Medrese-i Yusufiye’de. Medrese-i Yusufiye’nin insan hatalarını eritici yanı vardır. Bir de hata değil de yaptıkları sevaplar dolayısıyla oraya girmişlerse, sevabı katlama yanı vardır onun. Evet, günümüzdeki Medrese-i Yusufiye misafirleri/muhacirleri.. selef-i salihînle aradaki mesafeyi kapatmak üzere Allah (celle celaluhu) cebr-i lutfî ile onları oraya koymuş.. Yusuflaştırıyor onları, geleceğe hazırlıyor. Gelecekte de bir sürü tiran çıkacak.. o tiranlar karşısında Yusuflar olmazsa, dünyada genel huzur olmaz, kardeşlik teessüs etmez, sevgi atmosferi oluşmaz.
  • Aslında böyle bir şeyin kahramanı Hasan el-Benna rahmetullahi aleyh’tir. Mısır’da bir yerden çıkar, trene biner, gideceği yere kadar trenin içindekilere bir şeyler anlatır; orada başka bir vasıtaya biner, bu defa onlara anlatır. Hazret bir öğretmendir, yedi sekiz saat mesaiden sonra bir de esas, gerçek mesai diyebileceğimiz ahirete müteveccih, insanların ufkunun açılmasına müteveccih böyle bir mesai sergiler. Geliş ve gidiş alanlarını katiyen boş geçirmez, hep değerlendirir, tohum atar geçer, tohum atar geçer.

Tohum atma mevsimindeyiz; bizim vazifemiz granitleri bile tohumlarla buluşturmak!..

  • Bizi alakadar eden şey, Allah’ın bize lütfettiği zamanın bir santimini bile zayi etmemek, zamanda israfa gitmemek ve onu rantabl olarak değerlendirmektir. Değerlendirilmesi gerekli olan en önemli mesele de insanları ebedî zindana gitmekten kurtarıp cennete yönelmelerini sağlamaktır.
  • Birinin bir fit sokmayacağı şekilde bir kişiyle, iki kişiyle meşgul olma, birebir meşgul olma, zimmetleme; doğrudan doğruya, evinde, barkında, yurdunda, yuvasında, okulunda, hastanesinde, kliniğinde teker teker ayağına giderek; bir, ayağına gitme centilmenliğini gösterme, bir de teker teker herkese zaman ayırma civanmertliği sergileme çok önemlidir. Hususiyle günümüzde birilerinin hasetten, kıskançlıktan, çekememezlikten, tenâfüs duygusundan dolayı sizin bir şey ifade etmenizden rahatsızlık duymalarına karşılık sizin de bu mevzuda ciddi telattuf duygusuyla, onları rahatsız etmeyecek bir stratejiyle hizmet etmeniz isabetli olacaktır.
  • On tane insanı zimmetleyin fakat bir ona gidin, bir ona gidin Bu mevsim de tam zimmetleme mevsimidir; baharda ektiğiniz şeyler biraz geç başak çıkarırlar, fakat sonbaharda ekilen şeyler daha bahar ufukta görünür görünmez hemen filizlenir, yeşerir, sonra da başağa yürürler. Meselenin öyle olmasını istiyorsanız, bir sonbahar yaşadığımız bu dönemde sürekli tohum atmaya bakmalısınız.. sürekli her tarafa tohum atmak lazım.. granit kayalara bile tohum atmak lazım. Allah’ın kudret elinde bu, o kocaman kayaları bile, o tohumlar, o rüşeymler delerler, sonra gelişirler, neşv u nema bulurlar, başağa yürürler Allah’ın izni ve inayetiyle.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

 

 

Yeryüzü Hazinesi ve Dil Madeni

Soru: "Rızkınızı yerin derinliklerinde arayınız" mealindeki hadis-i şerif nasıl anlaşılmalıdır; bu nebevî beyanın mü’minlere yüklediği vazifeler nelerdir?

Yeryüzünün Yitirilen Cenneti: Aile Devleti

Fethullah Gülen: Bamteli: Yeryüzünün Yitirilen Cenneti: Aile Devleti

Soru: 1) Geçmişten süzülüp gelen milli-manevi değerler üzerine bina ettiğimiz geleneksel aile müessesemiz Tanzimat'la beraber sarsılmaya başladı ve zamanla üst üste kırılmalar yaşadı. Toplum için hayati önemi bulunan aile kurumunu ihyada takip edilecek yol haritası nasıl olmalıdır?

Yeryüzünün yitirilen cenneti: Aile devleti

Fethullah Gülen: Bamteli: Yeryüzünün Yitirilen Cenneti: Aile Devleti

Soru: 1) Geçmişten süzülüp gelen milli-manevi değerler üzerine bina ettiğimiz geleneksel aile müessesemiz Tanzimat'la beraber sarsılmaya başladı ve zamanla üst üste kırılmalar yaşadı. Toplum için hayati önemi bulunan aile kurumunu ihyada takip edilecek yol haritası nasıl olmalıdır?

Yitik cennet ve çokluğa aldananlar

Fethullah Gülen: Yitik cennet ve çokluğa aldananlar

“Beni bana meftun etmek suretiyle, beni Sensizliğe mahkûm etme Allahım!”

  • Keşke şeker ve sakarinler gibi, biz de içinde bulunduğumuz havuzda eriyiversek ve kendimiz olmaktan kurtulsak; “ene”den sıyrılarak muvakkaten “nahnu” limanında ârâm etsek; sonra “nahnu”ya da bir tekme vurarak “Hû” ufkuna yükselebilsek.. bütün bütün yok olsak. İşte o zaman her şey bize dost nazarıyla bakar; biz de her şeyi bir dost, bir yâr-ı vefâdar, bir enîs-i celîs gibi görürüz.
  • Gavsî ne hoş söyler: “Sen tecelli eylemezsin perdede ben var iken / Şart-ı izhar-ı vücudundur adîm olmak bana ” Biz de “Senin Sen olarak tecellin, benim ben olarak yokluğuma vâbestedir. Beni bana mahkûm etmek suretiyle, beni Sensizliğe mahkûm etme Allahım!” demeliyiz.
  • Belki günümüzdeki mü’minlerin en büyük derdi; ağızlarıyla söyledikleri ve taklitten gelen bir sâik ile tekrar edip durdukları halde, bir türlü tabiatlarına mâl edemedikleri, sindiremedikleri, -yeni ifadesiyle- içselleştiremedikleri Allah münasebeti, din münasebeti ve Peygamber münasebetinin eksikliğidir!.. Bir annenin hasretle yolunu gözlediği parçasını aklına getirdiğinde bütün duygularının harekete geçmesi gibi, Allah ve Peygamber anılınca tepeden tırnağa harekete geçecek şekilde bir ruh haletine sahip olamamaktır.
  • O’ndan gayrı her şeye kıymet-i harbiyesine göre değer vermek gerekir. “Şu kadarı bir ihtiyaçtır; şu kadarı bir zarurettir; şu kadarı muktezâ-yı beşeriyet açısından olmazsa olmaz.” Fakat O’nun için katiyen “şu kadarı, bu kadarı” diyemeyiz. O mevzuda mülahazalarımız hep zirvede olmalı.
  • Mebdede olmayabilir bu fakat insan talip olacaksa ona talip olmalı. Talepte dağınıklığa düşen insanlar, tevhid-i kıble yapamadıklarından dolayı, ona katiyen ulaşamazlar.

“Ben veliyim, ben gavsım, ben kutubum, ben evtâddanım, ben mehdiyim!..” Safsataları

  • Bu konuda önemli bir husus da büyük pâyeler iddiasına girmemek. “Ben veliyim, ben gavsım, ben kutubum, ben evtâddanım, ben mehdiyim!..” safsatasına düşmemek. İnsanlar arasında insanlardan bir insan olma mülahazasına sımsıkı bağlı kalmak. Tevazu, mahviyet ve hacâletle hayatını iki büklüm geçirmek. Fakat kendine böyle bakmanın yanı başında, “Allahım ne olur, Zât-ı Ulûhiyetine, Esmâ-i Sübhâniyene, Sıfât-ı Kudsiyene, Zât-ı Bahtına müteallik neler varsa, şe’n-i rububiyetin ve i’tibarâtınla alakalı neler varsa, o mübarek kulların enbiyâ-i izâma duyurduğun gibi, bana da duyur. -Hazreti Muhyiddin ibn Arabî’nin ifadesiyle- Onu bana duyururken de aynı zamanda hiçliğimi, sıfır olduğumu da bana duyur!” mülahazasıyla dolu bulunmak.
  • A’lâlardan a’lâya talip olmak; a’lâ-yı illiyyîn-i kemâlâta talip olmak; fakat aynı zamanda, zeminde, ayakları yerde, basit; inâyet-i ilâhî olmazsa, kıymet-i harbiyesi olmayan bir mahlûk nazarıyla kendine bakmak! Bu kompleks değil!.. İnsanlara karşı böyle bir duyguya kapılırsanız; Tiranlar, Yezidler, Haccaclar, Stalinler, Fullerler karşısında böyle bir ruh haletine girerseniz, kompleks olan odur! Ama Allah karşısında mahviyet, tevazu ve hacâlet sizi yükselttikçe yükseltir; bir noktaya gelirsiniz ki.. İbrahim Hakkı Hazretleri’nin dediği gibi, “Hakk’ın mükerrem ibâdı melekler yerde göklerde; avâmından avâm-ı nâsı efdal eylemiş Allah.”Bunun bir yönüyle mukabili şudur: Haydi haydi havâssından da havâssını efdal eylemiştir Allah (celle celâluhu). İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) Cebrail’in de, Mikâil’in de, İsrâfil’in de önündedir.

Yitik cennetimiz

  • Belki de büyük çoğunluğumuz itibarıyla bizim yitik cennetimiz budur ve geriye dönüp bulmaya çalışmamız gerekli olan da bu yitik cennettir. Müslümanlık iddiasıyla ortada kesen, biçen, kendine göre bazı kararlar veren insanlara aldanma, şeytana aldanma gibidir. Ve maalesef yığınlar, büyük çoğunluğu itibarıyla, o türlü lafa aldanabiliyorlar; kalblerin Allah ile irtibatını göremiyorlar. Rasûlullah (aleyhissalâtü vesselam) ile irtibatını göremiyorlar ve aldanıyorlar.
  • Evet, bizim bulmamız gerekli olan yitik cennet de budur: Her şey olma ama kendini hiçbir şey görme! Maalesef, biz kendimizi yitirdik; kendimiz değiliz. Ayna nedir burada? Ayna Ebubekir’dir, Ömer’dir, Osman’dır, Ali’dir, Aşere-i Mübeşşere’dir (radıyallahu anhüm ecmaîn). Endam aynası gibi onları karşımıza koyalım, siyer malzemesiyle kendimize bakalım! Kendimiz miyiz, değil miyiz?!. Ona göre hüküm verelim ve bu duyguyu düşünceyi çevremize duyurmaya çalışalım. Buna ister diriliş deyin, isterseniz de milletçe yeniden ba’s-u ba’de’l-mevt.
  • Biz şu anda yarı canlı gibiyiz. A. Hamdi Tanpınar’ın “Abdullah Efendi” romanında ifade ettiği gibi, “sâir fi’l-menâm – uyur gezer”ler gibiyiz. Çevremizde olup biten şeylerden haberdar değiliz. Karambole yürüyoruz ve karambole yürüyenlerin de esasen farkında değiliz. Pusulasız yürüyen bir sürü insan var.

“Pusulasız geminin rotası denizin dibidir!..”

  • Pusulasız geminin rotası neresidir? Denizin dibi! Bir sürü pusulasız yürüyen var. Bir sürü kopuk (Allah’tan kopmuş manasına) pusulasız yürüyor. Helal-haram bilgileri yok. Çalıyor, çırpıyor ama kendini camideki insan gibi zannediyor. “İslam” diyor, “iman” diyor fakat hırsızlıkla onu nasıl telif ediyor, anlamak çok zor. İrtikâpta bulunuyor, ihtilasta bulunuyor, irtişâda bulunuyor ve bir sürü insanı da bu mevzuda sükût etme günahına sevk ediyor. Ve bir sürü kendini beğendirme gayreti içinde bulunan teologdan da bu mevzuda fetva alıyor; onların da ahiretlerini karartıyor; onları da Allah’tan koparıyor ve kopuklar haline getiriyor. Pusulasız yürüyenin arkasında yürüyenler!.. Pusulalı yürüyor denebilir mi onlara? Pusulasız kıble tayin edenler var. Pusulasız kıble tayin eden imamların arkasında namaz kılanların kıbleyi buldukları söylenebilir mi?!.
  • Gözümüz açılacağı âna kadar da -zannediyorum- çok defa yalancı mumlara yahşi çekecek, belki o türlü insanları alkışlayacağız. Allah erken vakitte gözlerimizi açsın, bize hakikat-i imaniye, İslamiye ve Kur’aniyeyi göstersin. (Âmin )

“Nesep, mal, taraftar ve imkânla böbürlenip yarışma sizleri oyaladıkça oyaladı!..”

Soru: Bir sûreye isim olan ve insanı oyaladığı anlatılan “Tekâsür” mefhumuna neler dâhildir? Şu kesret âleminde hep vahdete müteveccih kalabilmenin yolu nedir? Sûrenin sonunda hesabının sorulacağı haber verilen “naîm” hangi türlü nimetlerdir?

  • Tekâsür Sûresi, daha çok dünyalığa sahip olma ve bunlarla övünme yarışına karşı insanları ikaz etmektedir. Zannediyorum burada “tekâsür”den evvelen ve bizzat maksud olan şey; mal, evlad u ıyâl ve kabile bakımından çoklukla tefahür etmektir. Hususiyle İslamiyet’in zuhuru döneminde kabileler arasındaki rekabetlere işaret edilmektedir. Onlarda böyle bir tekâsür duygusu vardı; “Biz güçlüyüz, biz kuvvetliyiz!” duygusu. Öyle ki bunlar dedelerini dahi sayıyorlar ve onları mezar taşlarıyla ispat etmeye çalışıyorlardı.
  • Bir de mal ve imkân açısından dediklerini yaptırıyorlar; ona para veriyor, bir yönüyle vesayet altına alıyor; öbürünün bir kısım ihtiyaçlarını görüyor, vesayet altına alıyorlardı. Cahiliye döneminin cahillerinin, insanları peyleme, vesayet altına alma, dediğini yaptırtma, aynı zamanda kendi hizbine oy kazandırma vasıtasıydı mal ve imkân çokluğu. Çoklukla övünme bazen o kadar ileriye gidiyordu ki, hatta hayvanları kesme mevzuunda dahi “Ben senden daha fazla hayvan boğazladım, avladım; çölde ben senden daha fazla şunu yaptım, bunu yaptım.” diyerek üstünlük iddia ediyorlardı. Bir tefâhür yarışı başını almış gidiyordu.

Tekâsür Sûresi’nden bir kısım mesajlar

  • Cenâb-ı Hak, bu sûre-i celilede şöyle buyurmaktadır:

    أَلْهَاكُمُ التَّكَاثُرُ * حَتَّى زُرْتُمُ الْمَقَابِرَ * كَلَّا سَوْفَ تَعْلَمُونَ * ثُمَّ كَلَّا سَوْفَ تَعْلَمُونَ * كَلَّا لَوْ تَعْلَمُونَ عِلْمَ الْيَقِينِ * لَتَرَوُنَّ الْجَحِيمَ * ثُمَّ لَتَرَوُنَّهَا عَيْنَ الْيَقِينِ * ثُمَّ لَتُسْأَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ*“Nesep ve malla böbürlenip yarışma sizleri oyaladıkça oyaladı; o kadar ki, kabirlere kadar uzanıp, onları da hesaba katar oldunuz. Hayır, asla doğru değil bu yaptığınız! (Ölüm gelecek ve) bileceksiniz (bunun ne demek olduğunu)! Hayır, hayır! (Öldükten sonra diriltilip kabirlerinizden çıkarılacak ve bir de o zaman) bileceksiniz (ne demekmiş bu yaptığınız). Hayır, bırakın bunu! Eğer ilme dayalı bir kesinlikle bilmiş olsaydınız (bunun ne demek olduğunu, o zaman yapmazdınız). (Ama eğer böyle yapmaya devam ederseniz,) elbette göreceksiniz o Kızgın Alevli Ateş’i. Nihayet gözlerinizle görecek (görmeye dayalı kesinlikle bilecek)siniz onu! O gün elbette sorguya çekileceksiniz (size bahşedilen) bütün nimetlerden.” (Tekâsür, 102/1-8)

  • İnsanın mal çokluğu, kabilesinin gücü, taraftarının kesreti “tekasür” kavramına dâhildir. Bütün bunlar insanı aldatabilir ve zehirleyebilir. Servet sahibi olmak, dediğim dedik duygusu, ayrıca kitle psikolojisiyle hareket eden, belli sevk ve insiyakların güdümünde taraftar kesilen kimseler insana muvazenesini kaybettirebilir.

“Herkes evine dünyalıkla dönerken, siz Rasûlullah’la dönmek istemez misiniz?”

  • Huneyn’de elde edilen ganimetleri Allah Rasûlü, daha ziyade gönüllerini İslâm’a ısındırmak istediği insanlara dağıtmış ve bazı şahıslara hususiyet arz edecek şekilde paylar vermişti. Ancak bu taksim, Ensar’dan bilhassa bazı gençleri (münafıkların tahrikiyle) biraz rahatsız etmişti. Hatta bazıları; “Daha onların kanı kılıçlarımızdan damlıyor, hâlbuki en fazla payı da onlar alıyor!” demişlerdi. Bunu söyleyenler sadece birkaç genç de olsa, eğer bu fitne durdurulamazsa, önü alınamaz bir yangın haline gelebilir ve o yangın bazılarını ebedî ateşe sürükleyebilirdi. Çünkü Allah Rasûlü’ne karşı yapılacak bir itiraz, insanı dinden, imandan edebilir ve ebedî hasarete uğratabilir. Bunun üzerine, Efendimiz hemen Ensar’ın toplanmasını ve aralarına başka kimsenin de alınmamasını emretti. Onlara şöyle buyurdu: “Ben geldiğimde, siz dalâlet içinde değil miydiniz? Allah, benimle sizi hidayete erdirmedi mi? Siz fakr u zarûret içinde kıvranmıyor muydunuz? Allah, benim vesilemle sizi zenginleştirmedi mi? Siz, birbirinizle düşman değil miydiniz; Allah, benimle sizin kalblerinizi telif etmedi mi?” Bütün bu sorular karşısında Ensar topluca “Evet, minnet Allah’a ve Rasûlü’ne!..” demiş ve hele “Herkes evine, deveyle, koyunla dönerken, siz evlerinize Rasûlullah’la dönmek istemez misiniz?” hitabını duyunca hepsi gözyaşına boğulmuşlardı.
  • Aşere-i Mübeşşere’den Ebu Ubeyde b. Cerrah (radıyallahu anh) Bahreyn’den çok miktarda mal getirdiğinde ashab-ı kirâmdan bazıları, ondan pay almak için beklerken, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), mealen şöyle buyurmuştu: “Allah’a yemin ederim ki, ben sizin fakr u zarurete düşmenizden endişe duymuyorum. Ben asıl, sizden evvelkilerin sahip olduğu gibi geniş imkânlara sahip olmanız ve onların birbirini çekemeyip, rekâbet edip helâk olmaları gibi sizin de birbirinize haset edip helâk olmanızdan korkuyorum.” Evet, çok mal elde etme arzusu, bu konuda kıskançlık duygusu ve rekabet hissi de insanın manevi hayatını tehdit eden bir zehirdir. İnsanı öyle bir zehirler ki, artık o kimse himmetini bütünüyle ona sarf eder; tabii onun dışındaki bütün değerlere de sırtını döner. Müslümanlara karşı sırtını dönme.. dine, imana hizmet edenlere karşı sırtını dönme.. milletin ikbal bayrağını sağda solda dalgalandırmaya karşı sırtını dönme..  hatta sırtını dönme şöyle dursun, kinle nefretle üzerlerine yürüme, o insanın hali olur ki bütün bunlar öyle bir zehirlenmenin sonucudur.

“İstemez misin, yâ Ömer! Dünya onların, ahiret de bizim olsun?!.”

  • Şu kesret âleminde hep vahdete müteveccih kalabilmenin yolu, Allah’a ve ahirete sağlam inanmaktır.
  • Günümüzün insanlarının yitirdiği şeylerden bir tanesi de ahirete yakîn halinde imandır. Çoklarının, şeklen inanmış oldukları halde, haşr u neşre sinelerine sindirme şeklinde imanları yoktur. Olsa, kılı kırk yararcasına yaşarlar; Ebu Bekirce yaşar, Ömerce yaşar, Osmanca yaşar, Alice yaşar ve öbür tarafa gittikleri zaman dünyalıkları olmadan giderler. Onun için de ehl-i dünya gibi yaşayanlar ne derlerse desinler, o yalanlara ehl-i vicdan inanmayacaktır. Bugün kitle psikolojisiyle hareket eden bir kısım safderun yığınlar bunları görmese bile tarih görecektir; haklarında yazılacak risaleler, kitaplar görecektir bunları. Günümüzün tarih felsefesi dillendirildiği zaman bu görülecektir ve bunlar lanet ile yâd edilecektir. Çünkü yapılanlar ne Allah’a sağlam imanla telif edilebilir, ne Kitab’a imanla telif edilebilir, ne Hazreti Ruh-u Seyyid’il-Enam’ın yol ve yöntemine imanla telif edilebilir, ne de haşr u neşr mevzuunda yakîn-i tâmma mazhariyetle telif edilebilir.
  • Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hasır üzerinde istirahat buyurması ve hasırın da vücudunda iz bırakması sebebiyle Hazreti Ömer’in gözleri dolu dolu, “Yâ Rasûlallah! Sasaniler şöyle, Romalılar böyle ” diyerek O’nun da dünya nimetlerinden biraz istifade etmesi gerektiğini ima etmesi üzerine Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğu rivayet edilir: “İstemez misin, yâ Ömer! Dünya onların, ahiret de bizim olsun!” Ayrıca Efendimiz şunu söyler:
  • مَا لِي وَمَا لِلدُّنْيَا مَا أَنَا فِي الدُّنْيَا إِلَّا كَرَاكِبٍ اسْتَظَلَّ تَحْتَ شَجَرَةٍ ثُمَّ رَاحَ وَتَرَكَهَا“Benim dünya ile ne alâkam olabilir ki! Benim dünyadaki hâlim, bir ağacın altında gölgelenip azıcık dinlendikten sonra yoluna devam eden bir yolcunun hâline benzer.” (Tirmizî, Zühd 44)

  • Hepimiz biliyoruz ki, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) isteseydi, ashab evinde barkında ne varsa getirir ve O’nun altına sererlerdi. Fakat İnsanlığın İftihar Tablosu, kendisini, bir yerden bir yere giderken muvakkaten bir ağacın altında ârâm eden ve sonra da çekip giden bir yolcuya benzetip dünyayla olan münasebetinin bundan ibaret olduğunu ifade ediyor ve ruhunun ufkuna yürüyeceği âna kadar da hep bu ölçüye göre hayatını sürdürüyor.

Bir bardak su ve dünyanın kendini kabul ettirme gayreti

  • Hazreti Ebu Bekir’in (radiyallahu anh), kendisine takdim edilen bir bardak soğuk su karşısındaki tavrı bu hakikatin en güzel şahitlerinden biridir: Evet, halifeliği döneminde kendisine bir bardak soğuk su verilir. Sıddık-ı Ekber, birkaç yudum içip iftar eder ve ardından gözlerinden damla damla yaş dökmeye başlar. Akabinde öyle hıçkırarak ağlar ki, etrafındakileri de ağlatır. Bir müddet sonra, dostları “Seni bu derece ağlatan nedir?” diye sorarlar. Der ki: Bir gün Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) önündeki bir şeyi eliyle iter gibi yapıyor ve “Benden uzak dur, benden uzak dur!” diyordu. Sordum, “Ya Rasûlallah! Birini uzaklaştırmaya çalışıyorsunuz ama ben kimseyi göremiyorum?!.” Buyurdular ki: “Dünya, içindeki bütün debdebesiyle karşımda temessül etti ve bana kendisini kabul ettirmek istedi; ben de ona ‘Benden uzak dur!’ dedim. Bunun üzerine o, çekip giderken, ‘Vallahi sen benden kurtulsan da, senden sonrakiler elimden kurtulamayacaklar. Kendimi sana kabul ettiremedim ama sonrakiler peşimden koşacaklar’ dedi.” İşte, bu bir bardak soğuk su ile dünya bana kendini kabul ettirmiş olur mu diye endişe ettim ve onun için ağladım.
  • Rica ederim, Müslümanlık Allah Rasûlü’nün yaşadığı değilse, Ebu Bekir’in, Ömer’in, Osman’ın, Ali’nin, Hasan’ın, Hüseyin’in yaşadığı değilse (Allah onların hepsinden razı olsun), lanet olsun öyle dünyaya ve öyle dünyaperestlere!.. Evet dünyaperestlik bütün muvazeneleri altüst ediyor; bir tarafta açlıktan ağzı kokan insanlar, diğer tarafta da bir eli balda bir eli kaymakta insanlar.

“Kıyamette hiç kimse, şu dört suale cevap vermedikçe hesaptan kurtulamaz

  • Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) nimetlerin kadrini bilme konusunda ümmetini uyarır: “Kıyamette hiç kimse, şu dört suale cevap vermedikçe hesaptan kurtulamaz: Ömrünü nasıl geçirdi? İlmi ile nasıl amel etti? Malını nereden, nasıl kazandı ve nerelere harcadı? Cismini, bedenini nerede yordu, hırpaladı?”
  • Nimet; iyilik, ihsan, lütuf ve rızık gibi manalara gelir. Bütün güzelliklerin kaynağı olan İslâm en büyük bir nimet olduğu gibi sıhhat, âfiyet ve dünyevî imkânlar da birer nimettir.
  • Bir gün Fazilet Güneşi (aleyhissalatü vesselam) iki arkadaşı ile beraber Ebu Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin evine gitmişti. Evin hanımı onları karşılamış, Ebu Eyyûb Hazretleri de hemen bir hurma salkımı kesip getirmiş, kutlu misafirlerine ikram etmişti. Allah Rasûlü “Bu hurma dalını niye kestin, meyvesinden toplasaydın ya!” buyurunca, ev sahibi, “Ya Rasûlallah, evime şeref verdiniz; size hem kuru hurmasından, hem tam olgunlaşmayanından, hem de olgun tazesinden tattırmak istedim, onun için dalıyla beraber getirdim.” demişti. Ebu Eyyûb el-Ensâri hazretleri, bu kutlu misafirlerine hurma ikram etmişti ama bununla yetinemezdi. Hemen kalkıp dışarı koşmuş, bir oğlak tutup kesmiş ve sonra onun yarısını kebap yapmış, diğer yarısını da suda pişirmişti. Şefkat Peygamberi, sofraya konulan etten bir parça almış, onu bir yufkanın içine koymuş ve “Ey Ebâ Eyyûb! Bunu Fatıma’ya götür, zira günlerden beri o böylesini tatmadı.” buyurmuştu. Ebu Eyyûb da hemen bu emri yerine getirmiş ve tekrar aziz misafirlerinin yanına dönmüştü.
  • Herkes yemeğini yiyip doyunca, Rehber-i Ekmel (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Serin gölge, ekmek, et, hurma, henüz olgunlaşmamış hurma, olgun taze hurma ve soğuk su ” demiş; bunları sayarken de mübarek gözleri yaşlarla dolmuştu. Sonra sözlerine şöyle devam etmişti: “Nefsim kudret elinde olan Yüce Allah’a yemin ederim ki, işte bunlar da sorulacağınız nimetlerdendir; Allah Teâlâ “Sonra o gün size verilmiş olan her nimetten sorguya çekileceksiniz.” (Tekâsür, 102/8) buyurmuştur; evet, işte bunlar, o kıyamet günü sorgulanacağınız nimetlerdendir.”

Allah’ın en büyük lütfu ve nimetlerin hesabını verebilmenin yolu

  • Peygamber Efendimiz’in bu sözü, orada hazır bulunan Ashâb-ı Kirâm’a öyle ağır gelmişti ki, hepsi derin derin mülahazalara dalmışlardı. Bunun üzerine Müşfik Nebi şöyle buyurdu: “Bu türlü nimetlere rastlayıp da onlara el uzattığınızda “Bismillah” deyin; doyduğunuz zaman da, “Sonsuz şükürler olsun Allah’a ki bizi doyurdu, nimetlerle serfiraz etti ve lütf u ihsana erdirdi.” diyerek o nimete şükredin.”
  • Biz İnsanlığın İftihar Tablosu’na ümmet olma enginliğini esasen duyamadık vicdanlarımızda. Bir yönüyle o öyle bir cennettir ki, zannediyorum, cennete girdiğimiz zaman “Efendimiz’in arkasında bulunmanın yanında bu cennet sönük kalır!..” diyeceksiniz. Çünkü onu da, rüyetullahı da, Rıdvan’ı da bize kazandıran O’dur. O’na ittibaın ne demek olduğunu göreceksiniz.
  • Hata ve günahlar karşısında sürekli istiğfar ve tevbeye yapışmak; Cenâb-ı Hakk’ın lütfettiği nimetlere mukabil de her zaman hamd, şükür ve sena duygularıyla iki büklüm bulunmak şiarımız olmalıdır.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Yitiklerimiz, Arayış ve Diriliş

“Zulmet-i hicranla bîdâr olmuşum yâ Rab meded!.. / İntizâr-ı subh-ı dîdâr olmuşum yâ Rab meded!” (Niyazi Mısrî) Sevdiğim ile yüz yüze geleceğim bir sabah beklentisi içinde, yüreğim hep heyecanla çarpıp duruyor: “Ne zaman Allah’a mülâkî olacağım?!.”

Bilmem ki ne kadar insan, bu mülahaza ile oturup kalkıyor, yürüyor, yiyip-içip yatıyor, hayatını bu çizgide götürüyor?!. Evet, bir ân evvel O’na kavuşmak veya hayatını O’na kavuşmuşluk içinde, ciddî bir ihsan şuuruyla devam ettirmek… Yitirilen şeyler… Dünya kadar şey yitirilmiş, bu da onların başında gelen hususlardan birisi.

Son asırlar bizim için yitikler tarihi oldu

Bizim tarihimiz, esas, dünden bugüne, hususiyle son üç-dört asır, yitikler tarihi.  “Üç asır” diyor o zat; zannediyorum kendi yaşadığı dönem itibarıyla, o döneme kadar “üç asır” diyor herhalde. Dört asır saymak lazım; dört asır tepetaklak gitme dönemi bizim için. Aslında dokuz asır duraklama, renk atma, solma, pörsüme dönemi.

Yer yer kıvamında bazı insanlar, sergiledikleri seviyeli bir temsil ile diğerlerinde de bir sinerji oluşturmuş, onları da o çizgiye çekmişlerdir. Bir Ömer İbn Abdülaziz; o, eski zaten.. bir Selâhaddin.. Âkif, onu Fatih ile beraber bir mısrada zikrediyor, “Bülbül” şiirinde; “Selâhaddin-i Eyyûbî’lerin, Fatih’lerin yurdu.” diyor, Bülbül ile dertleşirken: “Eşin var, âşiyânın var, baharın var ki beklerdin / Kıyametler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin? / O zümrüt tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun / Cihanın yurdu çiğnense hep, çiğnenmez senin yurdun.” diyor. Neler yitirilmiş!.. Yurdun uğursuz, densiz insanlar tarafından işgal edildiği dönem, daha doğrusu değerler mahrumu yaşama kayganlığına kendisini kaptırdığı dönem diyeceğimiz o dönemde sanki biz o coğrafyayı kirletmiş, o geçmişte olan güzelliklerimizin bütününü kaybetmiş gibiyiz.

Renk ata ata, şöyle böyle, üç asır, dört asır öncesine kadar geliyor. “İhsan” şuuru yitiriliyor, insanlar farkında değiller. İhsan şuuru… Allah tarafından görülüyor olma çizgisinde bir kulluk yaşama… “Hep beni görüyor. Nasıl davranmam lazım benim? Acaba böyle yapmam saygısızlık olur mu; O beni görüyorsa, benim O’nun tarafından görüldüğüm meselesi söz konusu ise, bu, O’na karşı saygısızlık olur mu? Kahkaha atmak, acaba O’na karşı bir saygısızlık olur mu? Gözyaşlarının kuruması, O’na karşı bir saygısızlık olur mu?” mülahazaları içinde olma… İlk yitiğimiz, maalesef bu ihsan şuuru, ihlas mülahazası… O’nu derinlemesine vicdanlarımızda duyma, o duyuşu içtenleştirme, tabiatımızın bir derinliği haline getirme; yokluğunu, kendi yokluğumuz sayma… “Bunlar, yok olacağına, ben yok olsaydım daha iyiydi! Çünkü o mevzuda benim yok olmam, belki, Allah’a karşı saygının gereği olacaktı. Allah’ım! Böyle kupkuru yaşayacağıma, bir odun gibi…” Kur’an-ı Kerim, münafıkları anlatırken öyle diyor: “Yemen kumaşı giydirilmiş keranlar, kirişler, odunlar gibi.” وَإِذَا رَأَيْتَهُمْ تُعْجِبُكَ أَجْسَامُهُمْ وَإِنْ يَقُولُوا تَسْمَعْ لِقَوْلِهِمْ كَأَنَّهُمْ خُشُبٌ مُسَنَّدَةٌ “Onları gördüğün zaman kalıp ve kıyafetleri hoşuna gider. (Öyle bir ton ve üslûpla konuşurlar ki,) konuştuklarında sözlerine kulak verirsin. Gerçekte ise onlar, duvara dayalı giydirilmiş kütükler gibidir.” (Münafikûn, 63/4)

Yitirdiğimiz şey… Yüksek bir gâye-i hayal duygusu/mülahazası; onu hedefleme, o istikamette yaşama… Nedir o? Zât-ı Uluhiyeti dünyanın dört bir yanında duyurma, bayraklaştırma.. Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm’ı bütün dünyaya duyurma… İstiyor ve işaretliyor: “Adım, güneşin doğup-battığı her yere ulaşacaktır!” O duyguyu yitirdik biz; bir yitiğimiz de o bizim. Gâye-i hayalsiz yaşama… 

“Gaye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenâsî edilse; ezhân enelere dönüp etrafında gezerler.” diyor Çağın Sözcüsü. Gaye-i hayal olmazsa veya bütün bütün unutulsa ya da unutulmuş tavrı yaşansa, o zaman nefisler, enâniyetlere döner; herkes kendi kendine tapmaya başlar, Allah’ı bırakır kendine tapar. “Var ise bir çıkar, o da benim için önemli. Çıkarım var ise, esasen, önemli. Bundan ne kazanıyorsam, esas önemli olan şey, odur. Dünyayı bana mesûdâne yaşatan şeyler ne ise şayet, esas gâye-i hayal odur.” Böyle kaskatı bir benlik -“âbidesi” mi diyelim, “putu” mu diyelim- putu haline gelir, gâye-i hayali yitirilmiş insanların dünyasında. Evet, üç asır, dört asır deniyor bu meseleye; fakat başlangıcı çok daha eskilere gidiyor.

Kulluğu ciddî bir şuur, derin bir mülahaza ile yerine getirme… Yitirilen şeyler bunlar… Âhiret mülahazasının yoğun bakıma kaldırılması veya musallaya konması ya da gömülüp üzerine de altından kalkamayacağı taşların konması, “Nemelazım, bir daha kalkar, hortlar!” diye…

Bilerek, dünya hayatını, âhiret hayatına tercih etme kaybı… Yitirilmiş şeylerden, geriye dönüp baktığımız şeylerden biri de ahiret yörüngeli yaşama…

Milletçe bize kazandırılan şeyler; geleneklerimiz, göreneklerimiz, ananelerimiz… “Edille-i şer’iyye-i asliye”nin, Kitap, Sünnet, İcmâ-i Ümmet, Kıyas, İctihad’ın yanında, “edille-i şer’iyye-i tâliye” diyebileceğimiz anane, gelenek, örf ve âdetlerden süzülerek, onlar ile elenerek, dinin ruhuna uygun hale getirildikten sonra tabiatımızın bir derinliği haline gelmiş güzellikler manzumesi. Yitirilmiş şeylerden birisi de o. Başkalarını taklit etme; esasen değersiz, kıymet-i harbiyesi olmayan insanların arkasına takılıp sürüklenme… Kendimiz olma duygusunu yitirmişiz, belli bir dönemden sonra.

Yitiklerimizin yüz tanesini sayabilirim. Yitirilmiş… Zannediyorum az kendimi sıksam, yüz tane sayabilirim. Fakat şununla kâfiyelendirmek istiyorum: O kadar çok yitirdiğimiz şey var ki!.. Fakat bunların içinde en acı olanı, “yitirdiğimiz şeyleri geriye dönüp arama duygusunu yitirme.” “Acaba nasıl diriliriz; nasıl yeniden bir ba’s-ü ba’de’l-mevt yaşarız; nasıl bir diriliş sergileriz? Nasıl insanlık imrenerek bize bakar; ‘Yahu bunlar ne güzel, böyle ütopyalarda olduğu gibi bir dünya tesis etmişler! Niye bunlarla beraber aynı çizgide değiliz?’ der.” Öyle bir imrendirici tavır, insanlarda öyle bir arzu uyaracak tavır ve bu düşünceleri arama duygusu; işte bunu da yitirmişiz.

Arama duygusunu da yitirince, esasen, “mâ-fât”ı (elden çıkan, kaybolan, kaybedilen şeyi) kaza etme gibi bir şey söz konusu olmuyor. Her şey, olduğu gibi, terk edilmişliğe emanet… Terkediliyor ve biz dönüp onları aramaya girişmiyoruz. “Acaba nerede neyi takibe alırsak, kayıplarımızı telafi ederiz, kaza ederiz?! Vaktine yetiştik, kaza edemedik… İnsanî değerleri, ihsan şuurunu, ihlas ahlakını, îsâr düşüncesini, insanca yaşamayı, melekleri imrendirecek bir keyfiyet sergilemeyi, bütün dünyanın parmakla gösterebileceği bir sistemin molekülleri olmayı… Acaba bunları yeniden nasıl tedarik ederiz?” Bu duygunun yitirilmesi, doğrudan doğruya bir milletin kendi kendini yitirmesi demektir.

Biz, evde öldük; “Acaba camide bir dirilişe erebilir miyiz?” deyip oraya gittik; baktık ki!

Evet, bunlar acı; yıkıntılardan bahsin ifadesi esasen; çöküşlerin, kırılmaların bahsinin ifadesi… Fakat değişik dönemlerde, bir kısım yenileyici insanlar, “tecdîd hareketleri” ile insanlarda olması gerekli olan o duyguyu uyarmaya çalışmışlar. Dinin ifadesiyle, Hâkim en-Neysâbûrî’nin el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn isimli eserinde geçen bir hadiste “Müceddid” deniyor; “yüz sene” kaydıyla ifade ediliyor. Bu, yüz sene de olabilir, doksan sene de olabilir, Ömer İbn Abdülaziz’i müceddid gördüklerinden, Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) yüz sene sonra olması itibarıyla veya bi’setinden (Peygamber olarak vazifelendirilişinden) yüz sene sonra olması itibarıyla, “Demek ki esasen yüz senede bir Müceddid geliyor.” denilmiş. İmam Gazzâlî’yi, Hicri beşinci asırda bir müceddid olarak görebilirsiniz. İkinci bin seneye girdiğimiz zaman İmam Rabbânî hazretlerini öyle görebilirsiniz. Bu çağa doğru geldiğimiz zaman, on dokuzuncu asırda Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’yi öyle görebilirsiniz.

Bu büyük insanlar, yaşadıkları çağ, dönem, durum itibarıyla, kırılmaların keyfiyetine göre bir diriliş projesi ile, diriliş planları ile ortaya çıkmışlar; insanlara dupduru soluklarla -İsrafil gibi- yeniden dirilme ruhu, dirilme havası üflemişlerdir. Biraz evvel o sözle ifade ettim: Mevcudiyetleri, başkalarında bir sinerjiye sebebiyet vermiş; “Onlar gibi biz de dirilelim!” denmiştir.

Hani değişik vesileler ile arz etmeye çalıştığım gibi, bir camide keşke imam konuşurken, bazen konuşamayacak hâle gelecek şekilde hıçkırıklara boğulsa!.. Keşke kalbi dursa, ölse!.. Keşke minberden aşağıya yuvarlansa, ölse!.. Bir kitap boyu anlatmadan daha ziyade vicdanlarda tesiri olacaktır. Bu duygu, insanlarda, sizin câminizde de ölmüş mü, ölmemiş mi? İnsafınız ile meseleyi test edin!

Biz, evde öldük! “Acaba camide bir dirilişe erebilir miyiz?” deyip oraya gittik. İmam ölmüş, vaiz ölmüş, hatip ölmüş, cemaat ölmüş!.. Cenazelerin insana ifade edeceği hiçbir şey yoktur. “Acaba mektep, tekvinî emirleri, Kur’an’ın emirleri ile örtüştürmek suretiyle bize Zât-ı Uluhiyet adına bir şey ifade eder mi?!” diye oraya doğru yöneldik. Gördük ki skolastik düşünce içinde bocalayıp duruyorlar; ne medrese bir şey verecek durumda ve zenginlikte ne de mektep bir şey verecek durumda ve zenginlikte. Yok… Hepsi yokluğa mahkûm… Yokların varlık adına insana vereceği hiçbir şey yoktur. “Yok”un “var”lık adına insana vereceği hiçbir şey yoktur!

Hâlbuki buna (yuva, mektep, medrese ve tekye birlikteliğinin seviyeli eğitimine) eskilerin ifadesiyle “eşedd-i ihtiyaç” ile ihtiyacımız vardı. Ve Çağın Sözcüsü esas bu duygu ve bu düşünceyi tetiklemek üzere vazifelendirildi (istihdam edildi). O yüksek fetânetiyle, engin düşüncesiyle, Kur’an anlayışıyla, Sünnet mülahazasıyla, kendi zamanını doğru okuyarak, zamanın yorumlarını kendi mülahazaları içine katmak suretiyle yeni yeni sentezler yaparak, insanlarda çok farklı şekilde “uyanma duygusu” meydana getirmeye çalıştı. Bir ba’s-u ba’de’l-mevt nefehâtı üfledi insanlara, bir diriliş nefehâtı üfledi insanlara…

Size gelinceye kadar renk attı mı, soldu mu, o da pörsüdü mü? Bir gülistana doğru giderken, bir bâğistana doğru giderken, bir bostana doğru giderken, acaba vefasızlıktan dolayı biz de onun açtığı o gülistanı hâristana mı çevirdik?!. Yoksa çağa göre, şartlara göre, ona o çağın renk ve desenini ilave ederek çok yeni şeyler ortaya koyduk mu, sentezler ortaya koyduk mu?!. Recâ ve ümit açısından, ben, “koyduk” istikametinde veya “koydunuz” istikametinde mütalaada bulunmak istiyorum; recâm, çağa uygun renk ve desenler koyduğunuz istikametinde.

Fakat bir şeyi tahrip çok kolaydır. Senelerden beri, üç asırdan, dört asırdan beri balyozlarla, külünklerle yıkmaya çalıştıkları bir şeyi, bir kaleyi tamir ediyorsunuz. Bu, hemen birden bire yapılacak gibi değil. İhlas, samimiyet, vefa, adanmışlık ruhu bazen bir nesilde bu meseleyi Allah’ın izni-inayetiyle ayağa kaldırır. Fakat o ölçüde ihlas, samimiyet, vefa, adanmışlık ruhu olmazsa, belki iki nesil ister, belki üç nesil ister, bir yetmiş beş sene ister, Allahu a’lem. Öyle bir ba’s-ü ba’de’l-mevt, öyle bir diriliş… Üstad Necip Fazıl -makamı cennet olsun- “ba’s-ü ba’de’l-mevt” derdi. O ekolden yetişen Sezai Karakoç, “diriliş” sözcüğüyle o duyguyu ifade etmeye çalıştı. Dolayısıyla ikisi de aynı şeyi ifade ediyor.

Öyle bir diriliş… Acaba bir nesilde mi halledilir, iki nesil mi ister, üç nesil mi ister? Diş sıkılırsa, ihlas istikametinde, ihsan duygusu istikametinde konsantrasyona geçilirse, hep oturulur kalkılır “Allah!” denirse, Allah’ın izni-inayetiyle, belki bir nesle bile kalmaz, on senede olur. Günümüzdeki telekomünikasyonu, inkişaf etmiş telekomünikasyonu hesaba katmalı… Teknoloji öyle inkişaf etmiş ki, bir tuşa basmakla, Tayvan’daki, Tayland’daki insanla hemen münasebete geçiyorsun; duygu ve düşüncelerini onun gönlüne boşaltabiliyorsun. Medya o istikamette öyle inkişaf etmiş ki, aynı günde, aynı demde, aynı ânda hemen herkese her şeyi duyurabiliyorsun. Bu açıdan da bunlar yerinde değerlendirildiği zaman, rantabl değerlendirildiği zaman, Allah’ın izni-inayetiyle, daha kısa zamanda öyle bir diriliş gerçekleştirilebilir. Yitikler, bir yönüyle, keşfedilmiş olabilir: Şunu yitirmiştik, şunu yitirmiştik, şunu yitirmiştik, şunu yitirmiştik… İnsanî değerleri de yitirmiştik… Bunları arama ruhuyla yeniden kendimiz oluruz. -“Kendimiz olma” konusuna dair yazılmış yazılar var.- Yeniden kendimiz oluruz… Cenâb-ı Hak, bizi, kendimiz olmaya muvaffak eylesin!..

Gulyabaniler önümüzü kestiler.

Kar-kış demeden, her yanda göğeriyor güller,
İnâyetle tülleniyor gelip geçen günler,
Güller Gülü’nü yâd ediyor bütün gönüller
Ve siliniyor ruhumuzu saran hüzünler.

Dünyanın dört bir yanına açılan arkadaşlar, peygamberler yolunda, o ruhu yeniden ihyâ etme yolunda yürüdüler: Çöle çevrilmiş yerlere tohumlar şeklinde saçılma.. “Bir gün bu tohumlar başağa yürüyecek!” mülahazasıyla hareket etme.. kendilerini silme, kendilerinin yerinde mefkûlerini, gaye-i hayallerini ihyâ etme.. dünyanın ihyâ edilmesini, insanlığın ihyâ edilmesini o ihyaya bağlama.. “Biz, böyle tohumlar şeklinde kendimiz adına yok olursak, kendimizi düşünmeyecek kadar bu mevzuda, fenâ-fillah, bekâ billah maallah olursak, Allah’ın izni-inayetiyle, öyle bir diriliş gerçekleşir ki, hakikaten herkese parmak ısırttırır ve herkes bizi parmakla işaretler.” Buna eskilerin ifadesiyle “müşârun bi’l-benân” denirdi, parmakla gösterilme mevzuu, Allah’ın izni-inayetiyle. Böyle bir şeye doğru gidiliyordu. Yani, yitiklerin telafisi, yitiklerin yeniden bulunması istikametinde bir yoldu yürünüyordu.

Umur-i hayriyenin muzır mânileri olur. Şeytanlar, bu hizmetin hâdimleriyle, bu yola açılmışlar ile çok uğraşırlar. Bu şeytanların bazıları, insan şeklindedir; aynı zamanda gücü-kuvveti elinde bulunanlar şeklindedir. Bunlar, bu istikamette (yüksek insanî değerleri ihyâ yoluna) açılmış insanları kösteklemek, frenlemek, kündeye getirmek için, onların dökülüp yollarda kalmaları adına lazım gelen her şeyi yaparlar. Kimilerini derdest eder, içeriye atarlar. Kimilerini ayrıştırırlar, aynı zamanda onları değersizleştirirler; hor-hakir hâle getirir, tesirlerini kırmaya çalışırlar. Kimilerini ellerinden gelirse, öldürürler, yok etmeye çalışırlar. Ve böylece bütün dağılma yollarını, derbeder olma yollarını değerlendirirler. Şeytanlar, bu hizmetin hâdimleriyle çok uğraşırlar.

Bu açıdan da dünyanın dört bir yanına nâm-ı celîl-i İlahîyi ve nâm-ı celîl-i Nebevîyi götürüp insanlığa duyurma istikametinde hareket eden insanlar, değişik köşe başlarında bu türlü gulyabanîler ile karşı karşıya geleceklerini hatırdan dûr etmemeliler. Hemen her zaman böyle biri ile karşılaşabilecekleri mülahazasına göre hareket etmeliler.

Biz, belki aldandık… Ziya Paşa’nın “Aldandık!” dediği gibi: “Eyvah bu bâzîçede bizler yine yandık / Zira ki ziyan ortada bilmem ne kazandık!” O istikamette bir başka söz: “Gönül, her zaman arar-durur bir yâr-ı sâdık / Bazen de ‘Sâdık!’ dedikleri, çıkar münafık.” Karşınıza çıkar, geleceklerini -bir yönüyle- bayraklaştırma istikametinde “hak” derler, hak nağmeleri ile size neler neler dinletirler. “Adalet” derler, adalet türküleri söylerler. “İnsanî değerler” derler, Rast makamından bayıltacak şeylerle sizi meşgul ederler. Evet, “Biz ki ehl-i imanız, aldanırız, fakat aldatmayız.” Siz de hüsnüzannınıza yenik düşer, aldanırsınız. Ve dolayısıyla da onların arkasından koşarsınız.

Evet, bu, çoğu zaman mü’minlerin acı kaderi olmuştur: Hüsnüzanlarına yenik düşmüşlerdir. Çağın Sözcüsü, “Biz ki hakikî müslümanız, aldanırız fakat aldatmayız. Bir hayat için, yalana tenezzül etmeyiz.” diyor. “Biz ki mü’miniz, aldanırız, fakat aldatmayız!” Evet, aldandık… Her zaman sâdık bir insan aradık… Fakat sâdık dediklerimiz çıktı münafık…

Yine, onun ifadesi ile, bu asır, nifak asrı, enâniyet asrı, bilerek dünya hayatını âhirete tercih asrı. Gördüğünüz gibi insanlar, bire kanaat etmiyorlar, iki; ikiye kanaat etmiyorlar, üç; üçe kanaat etmiyorlar, dört; dörde kanaat etmiyorlar, on; ona kanaat etmiyorlar, yüz… İnsanlığın İftihar Tablosu, Hadis kitaplarında, çöküş dönemleri ile alakalı, din adına kırılış dönemleri ile alakalı, fay kırılmalarının yaşandığı dönemler ile alakalı ifade buyuruyor ki: “İki dağ altını olsa, üçüncüsünü ister!” Öyle bir hırs, öyle bir dünyaperestlik, hafizanallah.

Evet, siz de hiç farkına varmadan, onların bu arzularına âlet edilmiş olabilirsiniz. Ama inşaallah başlara inen o balyoz uyarmış olur; Ebu Bekir yoluna, Ömer yoluna, Osman yoluna, Ali yoluna, selef-i sâlihîn yoluna, bir dönemde sizin de birkaç asır hakikî manada temsil ettiğiniz gerçek Müslümanlık yoluna insanlar yönelmiş olurlar ve Allah yönlendirmiş olur!.. Cenâb-ı Hak, en yakın zamanda öyle bir ufka yönlendirsin. Yitiklerimizi gidermeye, telafi etmeye bizleri muvaffak eylesin!..

“Nereden nereye?!.” Zirveden dereye…

“Feragat yâ Hû!” deniyor, elektronik tabloda. Her şeyden feragat etmeyince, elde edeceğiniz şeyleri elde edemezsiniz. Ne eve takılacaksın, ne evciye takılacaksın, ne evlâd u ıyâle takılacaksın, ne anneye-babaya takılacaksın, ne köye-kasabaya takılacaksın, ne saltanata-debdebeye-yıldıza takılacaksın, ne makama-mansıba takılacaksın!.. “Bed asla necâbet mi verir hiç üniforma? / Zer-dûz palan ursan…” O tabiri kullanmayacağım, “şey” diyeceğim; “…yine şey, yine şeydir.”

Kaybettiğimiz şeyler, müsellem. Ben, min-vechin bir kısmını arz ettim.. Bunların çoğuna da serkârlar tarafından sebebiyet verildi. Bir örnek isteyecek olursanız; Topkapı’dan Dolmabahçe’ye geçişle esasen, tepe-taklak bir duruma geldik biz. İ’tilâ (yükseliş, şahlanış) dönemimiz bizim esas Topkapı ile olmuştu. Duyûn-i Umûmîye altında iki büklüm inlerken, on altı ton altını yaldızlamasına sarf ettiğimiz o sarayları yaptık. O insanlar Müslümandı; namaz kılıyorlardı, oruç tutuyorlardı. Fakat kıvam kaybı yaşıyorlardı, renk atmıştı, solmuşlardı, desen kaybı içindeydiler. Onlara baktığınız zaman, Hazreti Rasûlullah’ı hatırlayamıyordunuz! Onlar, Allah’ı hatırlatmıyordu. Ve debdebeye yenik düşmüşlerdi. Müslümandılar; günümüzün bazı talihsiz ülkelerine musallat olmuş parazitler gibi… Gü-nü-mü-zün ba-zı İs-lam ül-ke-le-ri-ne mu-sal-lat ol-muş pa-ra-zit-ler gi-bi… Güveler gibi, içten içe “yün” diye toplumu kemiriyor ve öğütüyorlar. Öyle oldu; kayıplar oldu.

Kayma noktaları çoktur; bu noktalardan birisi, işte o; Devlet-i Aliyye’deki çözülüş. Murad Hüdâvendigâr -I. Murad da deniyor- Sırpsındığı’nda, sinesinden hançer yiyip ruhunun ufkuna yürüyeceği ân, belki dudakları zor kıpırdıyordu ama son söylediği sözler “Attan inmeyesüz!” oldu. Attan indik, merkûba bindik, zirvelerden, derenin dibine indik.

Hani birileri diyor: “Nereden nereye!” Zirveden dereye… Ahırdan mereğe (samanlığa)… Kimse aklını peynirle yememiş. Nereden, nereye? Görüyor herkes onu…

Evet, çözülüş öyle oldu. Fakat yitirdiğimiz şeyleri bulma adına belki tarihin sayfaları arasında yeniden meseleyi bir kere daha mütalaaya tâbi tutmamız, analizlerimizi ve sentezlerimizi ona bakarak yapmamız lazım.

Evinize Resûlullah ile beraber dönmek istemez misiniz?!.

Huneyn vakasını müteakip, ciddî ganimet elde edilmişti. Onlar, güçlü kimselerdi ve Müslümanların birkaç katı idi. Ve ilk planda Uhud’un son planında olduğu gibi “muvakkat bir hezimet” yaşandı. Fakat İnsanlığın İftihar Tablosu, orada yeni bir hamle yaptı. İşte her zaman serkârlar, öyle yaparlar. Amca, Hazreti Abbas diyor ki: “Atını öyle mahmuzladı ki!.. Yağan oklar karşısında geriye çekilenlere mukabil atını öyle mahmuzladı ki!..” Öne doğru, en öne doğru… Adeta “Şimdi burası ölünecek bir yer ise şayet, evvelâ benim ölmem lazım!” diyordu.”

Uhud’da da öyle yaralandı. Her zaman O, öyle ölüme en yakın durdu. Ölüme en yakın durmak suretiyle ölümü sevdirdi; seve seve herkes, ölüme koştu orada. Mus’ablar öyle, İbn Cahşlar öyle, Abdullahlar öyle, Hz. Câbir’in babası Abdullahlar öyle… O tarafa gittikten sonra da “Allah’ım! Bizi dünyaya bir kere daha gönder, bir kere daha öyle şehid olalım, onu bir kere daha duyalım, tadalım!” dedi. Hazreti Abdullah’ın ifadesini, Efendimiz ifade buyuruyor. Cenâb-ı Hak buyurdu ki: “Hayır, geriye dönme meselesi yok ama Ben, haber veririm geridekilere.” Haber veriyor, öyle.

Büyük bir ganimet Müslümanların önüne gelince, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “te’lif-i kulûb” için, insanların bazılarının gönüllerini yumuşatma adına dağıttı onları. Henüz İslamiyet’e yeni adım atmış olanların gönlünü kazanma adına, elinden geldiğince onları birinci derecede nazar-ı itibara aldı, vereceğini onlara verdi. Yüksek fetânet… Bütün derdi esasen insanları Cenâb-ı Hakk’a yönlendirmek, o imanı insanlara kazandırmak… Bunun için, zannediyorum, deselerdi ki: “Senin dediğin şeyleri yapmamız için, canını vermeni istiyoruz!” Hiç tereddüt etmeden, “Ben o meseleye hep teşneyim!” buyururlardı. Hiç tereddüdünüz olmasın!.. Hazreti Ebu Bekir de öyle derdi, Ömer de öyle derdi, Osman da öyle derdi, öyle derdi, öyle derdi, öyle derdi… Uhud’da “Peygamber şehid oldu!” diye bir yaygara koparılınca, sesi yüksek, tiz perdeden bir Hicaz nağmesi ile, biri şöyle dedi: “O’nun vefat ettiği yerde siz niye yaşıyorsunuz ki?!.” Evet, O, ölümü öyle şirin görmüş, öyle göstermişti; başkaları onu kazansınlar diye, başkaları o imana ersinler diye elinden gelen her şeyi yapıyordu.

İşte oradaki ganimetleri müellefe-i kulûba dağıtırken öyle dökülüp saçılması da ondan dolayı idi. Gönülleri kazanalım… حَبِّبُوا اللهَ إِلَى عِبَادِهِ يُحْبِبْكُمُ اللهَ “Allah’ı kullarına sevdirin, ki Allah da sizi sevsin!” Hadis-i şerif… “Peygamberimizi, ümmetine sevdirin ki, insanlara sevdirin ki, Peygamber de sizi sevsin!” diyebilirsiniz. Bu son söylediğim hadis değil ama böyle dense sezadır. Fakat o kadîm, “Sâbikûn-u Evvelûn” Muhacirler ve Ensâr-ı kirâm (radıyallâhu anhüm) arasından bazıları meseleyi ilk planda kavrayamadılar. Dediler ki: “Dün gelen insanlara bu iltifat?!. Biz, bugüne kadar bu mevzuda canhırâşâne mücadele verdik; fakat ganimeti başkaları alıyor!” Öyle bir ganimet dertleri de yoktu fakat kafalarına takılan şeyler olabilir; genç bir kısım müslümanlar, böyle düşünebilirler. İnsan tabiatında var; وَإِنَّهُ لِحُبِّ الْخَيْرِ لَشَدِيدٌ “Şüphesiz, insan, mal sevgisinde de çok şiddetlidir.” (Âdiyât, 100/8) Kısâr’da (kısa sürelerin birinde) geçiyor. Mal, mülk, menâl sevgisi, insanın tabiatında vardır; fakat insanın onu Allah sevgisi ile kontrol altına alması lazım, baskı altına alması lazım.

Birkaçı o mevzuda öyle söyledi. Efendimiz de bütün Ensâr’ı orada toplamayı emretti ama “İçlerinde Muhacir bulunmasın!” dedi. Onlara, Ensar’a hitap edecekti. Toplandılar oraya. Söz dinliyorlardı. Anlattı onlara: “Siz, şu idiniz. Ben buraya gelince, şunları elde etmediniz mi?!. Bu sayede dini elde etmediniz mi?!. Cennet, Cehennem duygusu elde edilmedi mi?!. Allah’a inanma olmadı mı?!. Ve bir yönüyle dünyayı bile bilmiyordunuz; bu sayede dünyaya bile açılma olmadı mı?!.” O, bütün bunlar ile onlara değişik sorular tevcih ederken, hep tiz perdeden, “Evet öyle! Evet öyle! Evet öyle!..” dediler. Buyurdu ki: “Şimdi istemez misiniz, başkaları mal ile, mülk ile evlerine dönerken, siz de Benimle beraber evinize dönün; istemez misiniz?!.” Hepsi bir ağızdan, koro hâlinde “İsteriz yâ Rasûlallah!” dediler. Ve Efendimizin yanında, Efendimiz ile beraber o Ensâr-ı kirâm efendilerimiz evlerine döndüler. Efendimiz ile beraber…

“Sen nasihat edip hatırlat; çünkü hatırlatmak müminlere fayda verir.”

Yitiklerimizin farkına varma ve onları telafi etme adına, Kur’an-ı Kerim’de geçen اُذْكُرُوا kelimeleri de “Hatırlayın, yâd edin, dillendirin, vicdanlarınızda duyun!” şeklinde manalandırılabilir. Asıl “zikir” de esasen, kalbin o mevzuda o meseleyi içten içe duyması; tâbir-i diğerle o meselenin içtenleştirilmesi, ağzın da bir ney gibi onu terennüm etmesidir. Dilden-dudaktan dökülen şeyler, kalbin heyecanının ifadesi olduğu ölçüde kıymet ifade eder. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim “Üzkurû” derken, bazen “Zât-ı Ulûhiyeti hatırlayın!”, bazen “Belli bir dönemde boşluk içinde bocalayıp duruyordunuz, şu andaki gınâyı hatırlayın!”, bazen “Varlığı, varlığın mahiyetini, nefsü’l-emriyesini bilmiyordunuz, öğrendiniz; hatırlayın bunu!”, bazen “İnsanlığın İftihar Tablosu’nu tanıdınız; aynı zamanda O’nun beyanı ile nelerin açığa çıktığını, vuzuha kavuştuğunu hatırlayın!” demektedir. Değişik yerlerde siyak-sibak itibarıyla, değişik şeyleri hatırlatma anlamında hep “vezkürû, vezkürû…”

Bir ayet-i kerimde de وَذَكِّرْ فَإِنَّ الذِّكْرَى تَنْفَعُ الْمُؤْمِنِينَ “Sen öğüt verip hatırlat; çünkü hatırlatmak müminlere fayda verir.” (Zâriyât, 51/55 ) buyuruluyor. Evet, “Hatırlat! İnanan insanlara hatırlatma, çok yararlı olacaktır. Hatırlat devamlı!” deniyor. Bizim de belki bu türlü şeyleri sürekli birbirimize hatırlatmamız icap ediyor. Eksiğin-gediğin giderilmesi adına, eksik-gedik, ümitsizliğe sebebiyet vermeyecek şekilde, ye’se bâdî olmayacak şekilde anlatılmalı. Fakat aynı zamanda bir yüksek ufuk gösterilmeli bununla ki, esasen, mâ-fât telâfî edilebilsin, kaçırdığımız şeyler telâfî edilebilsin, Allah’ın izni-inayetiyle.

Mâ-fâtı telafi adına Cenâb-ı Hakk’ın sizlerde ekstradan, yeniden, şiddetli bir arzu ve istek uyarmasını cân u gönülden arzu ederim. Doğru mü’min olma yolunda mesafe almanızı, mesafe kat’ etmenizi Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim. Yürüdüğünüz kazanma yolunda, inşaallah kaybetmeye maruz kalmazsınız, tökezlemeye maruz kalmazsınız, engellere takılmazsınız, Süfyânların tesirinde kalmazsınız, dünyaya tapanların arkasından sürüklenmezsiniz!.. Çünkü siz -kusura bakmayın- sürü değilsiniz; çünkü siz insansınız, insanlığınızın şuurunda olan insanlarsınız. İnsanlık duygusunu insanlığa duyurmak için dünyanın dört bir yanına açılmış insanî duygular ile serfirâz, ağzını açarken, dilini-dudağını kıpırdatırken hep insanlık konuşan, insanlıkla inleyip duran insanlarsınız. Dolayısıyla Allah, onların durumuna düşürmesin!.. Ve size de bulunduğunuz durumu kaybettirmesin!..

Onlar, hazımsızlığın zebunu, tımarhanelerde bile tedavisi imkânsız bir hastalığın pençesinde inim inimler. Ama Cenâb-ı Hak, sizi, sıyânet buyurmuş; bir yönüyle, âdetâ hijyenik bir ortamda neş’et ettirmiş gibi, sevk-i Sübhânîsi ile hep o hijyenik ortama doğru sevk etmiş gibi, hususî sıyâneti ile, riâyeti ile, kilâeti ile, hıfzı ile, nusreti ile korumuş. Bundan sonra da o istikamette eltâf-ı Sübhâniyesini devam ettirsin!.. Ve sizi sürçmeden, düşmeden, tökezlemeden muhafaza buyursun!.. Genci ile, ihtiyarı ile; kadını ile, erkeği ile; bu mevzuda mesafe kat’ etmiş olanı ile, işe yeni başlamış olanı ile; önden gidenleri ile, arkadan gelip onlara iltihak edenleri ile; hepinizi hak istikametinde sâbit-kadem eylesin!..

Vesselam.

Yıkık yuvalar ve ebedî yetim çocuklar

Günümüzde aile müessesesinin ciddi yaralar almış olması, sahipsiz bir sürü çocuğun da ortada kalmasına ve sokaklara düşmesine sebebiyet verdi. Aile sıcaklığından mahrum kalan ve gayz, kin, nefret duygularıyla beslenen bu çocukların, toplumu huzursuzluğa sürükleyen birer tehdit unsuru haline gelmemesi için bize ne gibi vazifeler düşmektedir?

  • Bugün aile içerisinde huzursuzluğa sebebiyet veren ve eşleri birbirinden koparan sebeplerin başında özgürlüğün yanlış yorumlanması ve mutlak hürriyet mülahazası gelmektedir.
  • Babası ölene yetim, annesi ölene de öksüz denir; fakat, bugün anne-babası var olduğu halde, onların görüp gözetmesinden ve sevgisinden mahrum kalan o kadar çok çocuk var ki, bunlara dense dense "ebedî yetimler" ya da "derbeder yetimler" denir.
  • Yuva bir toplumun molekülüdür; onun yıkılması toplumun yıkılması demektir.
  • Çoğunlukla sokak çocukları kullanılarak işlenen suçları engellemek için polisiye tedbirler ve zecrî uygulamalar mutlaka faydalıdır; ama bunlar meseleyi muvakkaten defetmeye matuftur. Meselenin temelden halledilebilmesi nesillerin kalb ve kafalarına birer yasakçı koymak, yani onları Allah korkusuyla ve haşre iman duygusuyla doldurmaktır.
  • Sıhhatli bir topluma kavuşabilmek için çocukların mutlaka ahlak dersleriyle yetiştirilmeleri şarttır; bugün güçlü devletler suçları önlemek ve mücrimleri topluma kazandırmak için dinin gücünü de kullanmakta, hapishanelerinde dahi her dinden bilgili insanların gelip mahkumlara ders yapmasına müsaade etmektedirler.
  • Bizim ülkemizde de, birer suç aleti haline gelen zavallı insanların cürümlerine mani olmak ve onları topluma kazandırmak için bir sürü yol ve metod denendi; ne olurdu sanki bir de dinin gücü ve ahlak eğitimi denenseydi!
  • Savaşlarda esir düştükten ya da bir köle olarak satıldıktan sonra samimi mü'minlerin yanında öz evlat gibi yetiştirilen ve akabinde hürriyetine kavuşturulan insanlara İslâm literatüründe "mevâli" denilmiştir. Mevalinin eğitilmesi ve görülüp gözetilmesi hususunda selef-i salihînin ortaya koydukları güzel misaller incelenirse, bugünün sahipsiz çocuklarının yetiştirilmeleri hususunda önemli ipuçları bulunabilir.

Yol âdâbı ve gayretullah

Fethullah Gülen: Yol âdâbı ve gayretullah

  • Konumumuza göre bir tavır belirlemeye ihtiyacımız var; yoksa hiç farkına varmadan Cenâb-ı Hakk’ın ekstradan lütuflarını kendimize mâl etme gibi bir hataya düşmüş olabiliriz. Vifak ve ittifaka sağanak sağanak gelen tevfîk-i ilâhîyi, şahsî kabiliyetlerimize ve istidatlarımıza nisbet etmeye kalkarız. Bu da bir yönüyle şirk sayılır, ondan sakınmak lazımdır. Oysaki üzerimizdeki ilahi ihsanlar, vifak ve ittifak mevzuunda gösterilen cehde Cenâb-ı Hakk’ın ayrı bir lütuf tecellisidir. Üstad Hazretleri de “Vifak ve ittifak, tevfîk-i ilâhînin vesilesidir.” diyerek bu hususa dikkat çekmektedir.

Sana hakkıyla kulluk yapamadık!..

  • Cenâb-ı Hakk’ın bu fevkalâdeden lütufları karşısında bize düşen vazife, oturup kalkıp sürekli “eşşükrulillâh” ve “elhamdülillah” demektir. Aslında, biz sabahtan akşama kadar ibadet yapsak, her gün yüz rekât namaz kılsak, bir gün oruç bir gün yeme şeklinde savm-ı Dâvud veya aralıksız olarak savm-ı visal tutsak ve her sene hacca gitsek, yine de “مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ يَا مَعْبُودُ– Sana hakkıyla ibadet edemedik ey Ma’bûd” demeliyiz.
  • Cenâb-ı Hakk’ın lütufları karşısında aklımıza “Bir şeyler yaptık” mülahazası geldiği zaman hemen o düşüncenin başını “mâ abednâ”, “mâ arefnâ”, “mâ hamidnâ”, “mâ şekernâ”, “mâ sebbahnâ” (ibadetin, marifetin, hamdin, şükrün, tesbihin hakkını veremedik) duygusuyla ezmeliyiz. “Ey ibadete layık yegâne Ma’bud, Sana hakkıyla ibadet edemedik!.. Ey bütün mahlûkat tarafından bilinen Rabbimiz, Seni bilinmesi gereken ölçüde bilip tanıyamadık!.. Ey her dilde meşkûr olan Rabbimiz, Sana gereğince şükredemedik! Ey yerde ve gökte her varlık tarafından adı anılan ve tesbih edilen Rabbimiz, şanına lâyık zikr u tesbihi yapamadık!” deyip O’na gerektiği gibi kullukta bulunamadığımızı, O’nu hakkıyla bilemediğimizi, ululuğu ölçüsünde zikredemediğimizi ve şükür vazifesini tam yerine getiremediğimizi avaz avaz ilan etmeliyiz.

Allahım, bencillik ve âidiyet duygularının rüyama misafir olmasına dahi fırsat verme!..

  • Evet, her zaman acz, fakr, şevk ve şükür mülahazası içinde yaşamalıyız!.. Cenâb-ı Hak öyle yaşamaya muvaffak kılsın. Böyle olduğumuz takdirde, Allah Teâla ihsanlarını daha da ziyadeleştirir. Çünkü O, “Eğer şükrederseniz Ben de nimetimi artırırım.” (İbrahim, 14/7) mealindeki fermanıyla, şükredenleri mükâfatlandıracağı vaadinde bulunmuştur.
  • Diğer taraftan, Cenâb-ı Hak, küfrân-ı nimete düşenleri de cezalandıracağı tehdidinde bulunmuştur. Dünyanın değişik yerlerinde 1400 okul yapmışsanız, bu Allah’ın lütfudur. Bunu kendinize vererek “Biz yaptık bunları!” der ve meseleyi âidiyet mülahazasına bağlarsanız; birileri tarafından “Kahramanlar yaratan bir ırkın ahfâdıyız!” dendiği gibi, “Dünyada 1400 okul açan bir cemaatin efradıyız!” deyip onu kendinize mâl ederseniz, bu bir nankörlük olur. Allah Teâlâ, “Eğer şükrederseniz Ben de nimetimi artırırım.” (İbrahim, 14/7) beyanının devamında “Şayet nankörlük yaparsanız, biliniz ki azabım çok şiddetlidir.” (İbrahim, 14/7) buyurmuştur: Nankörlüğe düşerseniz, kendinizden bilirseniz, Benim eltâf-ı Sübhâniyemi görmezseniz, görüp de takdis u tesbih ve tenzihte bulunmazsanız, “Her şey Sana ait; kudret Senden, veren Sensin!” demezseniz, bilin ki azabım çok şiddetlidir!..
  • İnanan insan, bencillik ve aidiyet mülahazası gibi düşünceleri hayaline bile misafir etmemelidir. Hatta bakın çok zor bir şey diyeyim: Gece yatarken demelisiniz ki; “Allahım şimdi uykuya dalacağım; bahtına düştüm, bu yapılan işleri nefsime mâl etme gibi bir densizliğe rüyalarımda bile beni maruz bırakma! Kurban olayım Sana!..” Bakın taakkul değil, tasavvur değil, tahayyül değil; rüyaları bile bununla kirletmemeli. Her zaman “Her şey Senden, Sen ganîsin; Rabbim Sana döndüm yüzüm!” duygusuyla dolu bulunmalı!..

Ye’se düşmek de ne demek?!.

  • Acz, fakr, şevk ve şükür! Kendini aciz görme; adeta eli hiçbir şeye yetmeyen ve hiçbir şeye sahip bulunmayan biri olarak kabul etme. Genel kabulümüz ve genel durumumuz odur. Bu düşüncemiz bir yönüyle kendi konumumuzu çok iyi bilme sayılır; diğer yandan da şevk ve şükür vesilesi olur: Cenâb-ı Hakk’ın sağanak sağanak lütufları geliyor. Her şey O’ndan geldiğine göre hiç ye’se düşmemek ve sürekli şevk içinde olmak lazım! Madem O’ndan geliyor ne diye ye’se düşeceğim?!. Şayet yolu açan O ise, güzergâhı gösteren O ise, güzergâh emniyetini sağlayan O ise ve yol boyunca gulyabânileri bertaraf edecek O ise, niye ye’se düşeyim ki?!.
  • Meseleye şu şekilde bakılsa mahzuru yok: “Allah Allah, kaderî bir plan var, senaryo gibi. Bizi hiç farkına varmadan birer figür, birer ırgat, birer amele gibi sahneye sürüyor; ‘Bu şeyi tamir etmede, onarmada sizi çalıştırıyorum!’ diyor.” Böyle bakarsanız, “Ona binlerce hamd ü sena olsun. Bizi böyle güzel işlerde koşturuyor. Acaba işin hakkını tam verebiliyor muyuz? Acaba konumumuzu rantabl olarak değerlendirebiliyor muyuz? Fakat ona binlerce hamd ü sena olsun, her şeye rağmen bizi güzel işlerde istihdam ediyor!” dersiniz.

Zalim, Allah’ın kılıcıdır; mazlumiyet de bazen şefkat tokadıdır!..

  • Fakat bazen farkına varmadan zikzaklar olabilir. Doğru yolda doğru yürüme hususiyetlerini koruyamayabiliriz; hafizanallah, kaymalar yaşayabiliriz. Ondan dolayı da şefkat tokatlarına ve kulak çekmelerine maruz kalabiliriz. Allah, birilerini musallat edebilir. Ümmet-i Muhammed (aleyhissalatü vesselam) cezalandırılmayı hak ettiğinde Allah (celle celâluhu), onlara karşı tedip unsuru olarak bir kısım zalimleri kullanır. Zalim, Allah’ın kılıcıdır. Allah, önce onunla intikam alır; sonra da döner ondan intikam alır.
  • Son dönemde şahit olduğumuz çekmeler, ızdıraplar, tehcirler, tehditler, tenkiller, ibadeler, mahkûmiyetler, mağduriyetler, mazlumiyetler, mevkufiyetler, mustantakiyetler Bütün bunlar bizi üzebilir. Bunları da şefkat tokadı veya kulak çekilmesi şeklinde mülahazaya almak lazımdır. İhtimal ki biz yürüdüğümüz bu yolda yolun âdâbına tam uyamadık; Hazreti Mevlâ da kulağımızdan hafif tuttu ve çekti. Onca eltaf-ı İlahiye karşısında hukuka riayet etmek, istikameti korumak, dimdik durmak ve sarsılmadan meseleyi götürmek gerekirken bazen bunlar gereğince gözetilmemişse, bu, hafif bir kulak çekilmesine sebebiyet vermiş olabilir. Hadiselere böyle bakarsak, Allah’ın izni ve inayetiyle, o da bizi tevbe, inâbe ve evbeye sevkeder. Rabbimizin razı olmadığı ve sevmediği ne varsa, hepsinden dolayı “Estağfirullah” deriz. İstiğfar da O’na teveccühün, tevbenin, inâbenin ve evbenin mebdeidir.

Tarihin sayfalarına kapkara lekeler halinde yazılacak kimselere sadece acınır!..

  • Böyle bir bakış aynı zamanda bizi kin ve nefretten de uzak tutar. Hizmet’e zulmü reva gören, uğradığı her yerde efkârı aleyhimize çevirmeye çalışan ve “Kapatın bu okulları; kapatamıyorsanız yıkın!..” diyen kimselere karşı bakışımızı tadil eder. Meseleye bir yönüyle bizim istihkakımız nazarıyla bakacak olursak; onları da musallat olmuş birer kılıç gibi görür ve Allah’ın onlarla gözlerimizi açtığına, bizi tedip ettiğine ve istiğfara, tevbeye, inâbeye, evbeye yönlendirdiğine inanırsak, onlar hakkındaki mülahazamız da birdenbire kinden, nefretten, misliyle mukabele düşüncesinden sıyrılarak şefkate ve acımaya döner. Acırız onlara; çünkü tarihin sayfalarına birer leke halinde kaydedilecekler. Evet, hizmetinizle alakalı menfi propaganda yapan kimselere sadece acıma duygusuyla bakmak lazım.
  • Bir de meselenin gayretullaha dokunma kertesi var. Menkıbelerin aslına değil faslına bakılır ve onlardan ibret alınır. İşte ibretlik bir menkıbe: Bir deve kervanı yola koyulmuş giderken fakir bir derviş önlerine çıkar ve kervancıbaşına kendisini de aralarına almaları ricasında bulunur. Kervancıbaşı adamcağızın isteğini kabul eder ve beraberce yola revan olurlar. Bir zaman sonra haramiler kervana saldırır ve gariplerin bütün eşyalarını alırlar. Bir aralık, eşkıyânın reisi, dervişe de malı olup olmadığını sorar. Hak dostu, “Benim hiç param yok, ama kervancıbaşının bürümcek bir gömleği vardı, onu almayı unutmuşsunuz.” der. Haramîler hemen koşar, kervancıbaşının heybesini, üstünü başını yeniden arar ve pek değerli gömleğine de el koyarlar. Uzun süre hiçbir şey söylemese de dervişe karşı kervancıbaşının gönlü çok kırılır. Öyle ya; onca iyiliğine mukabil maruz kaldığı tavır kolay kolay kabul edilebilecek cinsten değildir. Bütün sermayelerini kaybeden mazlumlar, çaresiz bir halde yürürlerken devletin askerleri çıkagelir; haramilerin hepsi derdest edilmiştir. Nihayet, gasbedilen mallar sahiplerine geri verilir. İşte o zaman kervancıbaşı dervişe yaklaşır ve der ki, “Baba aşkolsun! Ben sana o kadar iyilik yaptım, sen de tuttun, benim biricik gömleğimi de şakîlere haber verdin.” Hak dostunun cevabı düşündürücüdür: “Oğul, niyetim sana kötülük yapmak değildi; bu haramiler halka o kadar gadretmişlerdi ki, baktım zulümlerinin gayretullaha dokunmasına dört parmak kalmış.. senin gömleğinin işte o dört parmak yerine geçmesiydi muradım.”

Günümüzün zalimleri de çer-çöp gibi savrulup gidecekler!..

  • Gayretullaha dokunduğu zaman, günümüzün zalimleri de çer-çöp gibi savrulup gidecekler, hiç tereddüdünüz olmasın. Takvim vermek ve zaman belirlemek, bu mevzuda karanlığa taş atmak olur; bu, Allamu’l-guyub Allah’a karşı bir saygısızlıktır. Bir zaman veremeyiz ama bildiğimiz bir âdet-i ilahiye, âdet-i sübhaniye var. Cenâb-ı Hak, zalimlere hep öyle yapmıştır: Nuh kavmi, Hud kavmi, Salih kavmi, Şuayb kavmi, Lut kavmi, Seyyidina Hazreti Musa’nın kavmi Hepsi hazan yemiş yapraklar gibi savrulup gitmiş, ağaçların başındayken toprağın bağrında gübre haline gelmişlerdir. Hiç tereddüdünüz olmasın, endişe etmeyin.
  • Ayrıca size haksızlık ve kötülük yapan insanlar hakkında öyle perişan olmaları dileğinde bulunmayın. Herkes hakkında hep hayır mülahazası içinde bulunmalı; insanların cehenneme gitmelerini arzu etmemeli; Allah’ın gazabına uğrayarak Hazreti Nuh kavmi gibi, Âd gibi, Semud gibi, Sodom gibi, Eyke ve Medyen halkı gibi helak olmaları, dünya ve ukbalarını kaybetmeleri dileğinde bulunmamalı. Evvela; Cenâb-ı Allah’ın engin rahmetine havale ederek kalblerinin yumuşamasını ve zulümden vazgeçmelerini istemeli; ondan sonra da “Murad-ı sübhanî bu değilse Allahım, aleyke bihim!..” demeli, onları Allah’a havale etmeli.

Sarp yokuşlarla dolu bu yol azık, teyakkuz ve temkin istiyor!..

  • Yunus Emre’nin deyişiyle, “Bu yol uzaktır, menzili çoktur, geçidi yoktur, derin sular var.” Bu yolda kat’ edilmesi gereken nice mesafe, geçilmesi gereken nice derya ve aşılması gereken nice tepe mevcuttur. Zorlardan zor bu meşakkatli yolculukta maddî-mânevî hiçbir engele takılıp kalmamak, dünyanın aldatıcı cazibedar güzelliklerinin ağına düşmemek ve yol yorgunluğu yaşamamak için her zaman ciddi teyakkuz ve temkine ihtiyaç vardır.
  • Rasûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebû Zerr hazretlerinin şahsında bütün ümmet-i Muhammed’e şöyle buyurmuştur:
  • جَدِّدِ السَّفِينَةَ فَإِنَّ الْبَحْرَ عَمِيقٌ
    وَخُذِ الزَّادَ كَامِلاً فَإِنَّ السَّفَرَ بَعِيدٌ
    وَخَفِّفِ الْحِمْلَ فَإِنَّ الْعَقَبَةَ كَئُودٌ
    وَأَخْلِصِ الْعَمَلَ فَإِنَّ النَّاقِدَ بَصِيرٌ

    “Gemini bir kere daha elden geçirerek yenile, çünkü deniz çok derin. Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun. Sırtındaki yükünü hafif tut, çünkü tırmanacağın yokuş sarp mı sarp. Amelinde ihlâslı ol, zira her şeyi görüp gözeten, tefrik eden ve hakkıyla değerlendiren Allah, senin yapıp ettiklerinden de haberdardır.”

  • Bayezid-i Bistâmî Hazretleri der ki: “Bütün iç dinamizmimi kullanarak Cenâb-ı Hakk’a tam otuz sene ibadet ettim. Sonra gaybdan, ‘Ey Bâyezid, Cenâb-ı Hakk’ın hazineleri ibadetle doludur. Eğer gayen O’na ulaşmaksa, Hak kapısında kendini küçük gör ve amelinde ihlâslı ol!’ sesini duydum ve tembihini aldım.”

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Yol, Çile ve Âkıbet

Bazen küçük şeylere takılıp ara veriyoruz, belki. Nefis mi konuşturuyor, yoksa vicdanımın sesi mi, onu da bilemiyorum: “Sanki benim konuşmalarımla ne olacak insanlara! Ne ifade eder ki?!. Şimdiye kadar ne ifade etti ki onu ifade etsin?!.” Bu da aklıma gelebilir; bu da şeytanın bir oyunu olabilir. Sana ne; ne ifade ederse etsin!.. Sen, kendini toparla, bütün benliğinle Cenâb-ı Hakk’a yönel, hep “İhlas, Rıza, Hâlis Aşk ve İştiyak!” de… Sonra, “kalb”e müteallik, “ruh”a müteallik, “sırr”a müteallik meselelerde tam istikameti koruyor musun, korumuyor musun; onu, Sahibine (celle celâluhu) havale et: “Allah’ım! Beni zerre kadar istikametten ayırma, sadâkatten ayırma, ihlastan ayırma!” de.

Izdırap ve çileler her zaman istihkak ile alakalı değildir

Bazen öyle olabilir; bazen daha küçük dünyevî meselelere takılma olabilir. Bazen de günümüzdeki fırtınalar/rüzgârlar biraz şiddetli esiyor; tsunamiler birbirini takip ediyor; çevrenizdeki arkadaşların çektikleri ızdırapları görüyorsunuz. Onlar bir yönüyle sizin immün sisteminizi baskı altına alıyor; bazen de onlara takılıyorsunuz.

Orada daha yürekli olmak lazım.. daha iradeli olmak lazım.. arkadaşların mütalaalarına/düşüncelerine başvurmak lazım.. bir yönüyle, onların dediklerine de kulak vermek lazım.

Ne yapalım, Allah en sevdiği ıbâdını (kullarını) değişik zamanlarda hep aynı şeylere maruz bırakmış. Hazreti Âdem, daha Cennet’te iken ağır bir imtihana tâbi tutulmuş. Öyle bir zelle yaşamış ki, o zelleden ötürü kırk sene başını semâya doğru kaldıramamış. Bu, başın semaya doğru kaldırılması, Cenâb-ı Hakk’ın yüceliğini ifade etmek için; yoksa Allah (celle celâluhu) “Ne yerlerde, ne göklerde, ne sağ u sol, ön ve ardda / Cihetlerden münezzehtir ki hiç olmaz mekânullah.” Fakat kırk sene başını yukarıya kaldıramamış. Neden sonra diyorlar…

Vakıa, Cenâb-ı Hakk’ın ona talim buyurduğu: رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنْفُسَنَا وَإِنْ لَمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ “Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik. Sen kusurumuzu mağfiret buyurup bize merhamet etmezsen en büyük kayba uğrayanlardan oluruz.” (A’râf, 7/23) şeklindeki duayı okuyor. “Havva, ben, hatta şeytan, nefsimize zulmettik; mağfiret etmez isen, hüsranda olanlardan, kaybedenlerden oluruz.” İcmâlî manası itibarıyla… Allah (celle celâluhu), bu ayeti tâlim buyurmuş, Hazreti Âdem onu tekrar edip durmuş, tekrar edip durmuş. Enbiyâ-ı ızâmın duaları içinde, Hazreti Âdem’in dediği farklı şeyler de var, el-Kulûbu’d-Dâria’da; Enbiyâ-ı ızâmın duaları içinde, baktığınız zaman göreceksiniz onu. Fakat bu, Kur’an-ı Kerim’de olduğundan, en mutemet, onun dediği şeyin bu olduğu kanaati var bizde, o kanaat hâkim.

Seyyidinâ Hazreti Nuh, sadece kavminden değil, bir de hanımından çekmiş. İşte bu da Tahrîm Sûresi’nde ifade buyuruluyor. ضَرَبَ اللهُ مَثَلاً لِلَّذِينَ كَفَرُوا اِمْرَأَةَ نُوحٍ وَامْرَأَةَ لُوطٍ كَانَتَا تَحْتَ عَبْدَيْنِ مِنْ عِبَادِنَا صَالِحَيْنِ فَخَانَتَاهُمَا فَلَمْ يُغْنِيَا عَنْهُمَا مِنَ اللهِ شَيْئًا وَقِيلَ ادْخُلاَ النَّارَ مَعَ الدَّاخِلِينَ “Allah, küfre batmış olanlar için Nuh’un hanımı ile Lût’un hanımını misal getirir: Her ikisi de, kullarımız içinde iki sâlih kulun nikâhı altında idiler, fakat (onları inkâr ederek ve düşmanlarıyla işbirliği yaparak) onlara ihanet ettiler. (Peygamber olan) kocalarının Allah karşısında onlara hiçbir yardımı dokunmadı ve her ikisine de, “Girin Ateş’e ona girenlerle birlikte!” denildi.” (Tahrîm, 66/10)

Hazreti Asiye validemiz (Firavun’un hanımı) takdir ile yâd ediliyor. Meryem validemiz göklere çıkarılıyor. Ama Hazreti Lût’un hanımı (Eski Ahid’de “Odetta” deniyor) ve Hazreti Nuh’un hanımı zemmediliyor. Bunlar peygamber ocağında, peygamber yatağında senelerce peygamberi dinliyorlar; fakat tamamen peygamber yatağında ama şeytanın tuzağında. Hafizanallah… Ne ızdırap çekmiştir o peygamberler; çünkü âkıbeti çok net gören insanlardır onlar.. kabri gören insanlar.. Berzah’ı gören insanlar.. Mahşer’i, Mizan’ı gören insanlar.. Sırât’ı gören insanlar.. Cehennem’i bütün dehşeti ile, ürperticiliği ile gören insanlar.. Cennet’i bütün şaşaasıyla, debdebesiyle, ihtişamıyla, hezâfiriyle gören insanlar. Dolayısıyla, onların ufku açısından, “kazanma” ve “kaybetme” mevzuunun sizde/bizde olandan çok farklı tesiri olur. İyi şeyler, onları öyle sevindirir ki, kanatlandırır, melekler ile beraber uçuverirler semada; olumsuz şeyler de onları yere batırır âdetâ. Ee çekmişler bunlar; hatta en yakınlarından çekmişler. Şimdi meseleleri bu zaviyeden ele alın…

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem)… Herkes meseleyi öyle kabul ediyor mu, etmiyor mu? لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلأَفْلاَكَ Hatta halk arasındaki isti’mal şekliyle, لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلأَفْلاَكَ “Sen olmasaydın, olmasaydın; felekleri, sistemleri, kehkeşanları yaratmazdım!” deniyor. Hadis kriterleri açısında sorgulanabilir ama çokları tarafından bunu teyîd eder mahiyette söylenmiş sözler vardır ki, “Varlık, yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır!” Üstad Necip Fazıl da O’nun hayat-ı seniyyelerini çizgilendirdiği, bir dantela gibi nakşettiği kitabında “O ki, o yüzden varız!” demeyi tercih etti; “O ki, o yüzden varız!” dedi. Evet, bir taraftan, Yaradan O’dur, Allah’tır (celle celâluhu); diğer taraftan da gâye ölçüsünden en büyük vesile de O’dur (sallallâhu aleyhi ve sellem). Cenâb-ı Hak, o vesilenin arkasında sâdıkâne durmaya muvaffak kılsın!..

İnsanlığı irşad etmek için gönderiyor, o donanım ile gönderiyor. Çocukluğunda ayrı yetimlik çekiyor. Amcasının yanında neşet ediyor. Başka bir yerde, Halime validemizin yanında kalıyor, belli bir miktar. Yani, çocukluğunda bile bir çocuğun annesinden-babasından göreceği şeyi göremiyor! -Canım çıksın!.. Bilmiyorum, o zamanda olsaydım canımı verir miydim O’nun için!.. Şimdi veririm gibi geliyor. Fakat hani bir sahabînin dediği gibi… “Yahu öyle demeyin!” diyor, “Biz ne çektik orada; çokları o çekme karşısında dayanamadı da inhiraflara yuvarlandı!” Hafizanallah.- Belli bir dönemden sonra Nübüvvet ile serfirâz kılınıyor. Bütün kabilesi, hatta kendi yakınları Haşimoğulları da, Beni Teym de, Beni Mahzum da hepsi karşı çıkıyorlar. Ölümüne kastediyorlar; o mevzuda değişik değişik komplolar planlıyorlar. On üç sene Mekke-i Mükerreme’de çekmediği gün kalmıyor O’nun.

Demek ki, çekme mevzuu, bir istihkak mevzuu değil. Fakat meselenin bir yanı şudur, belki sofîce bir yaklaşım oluyor bu: Allah (celle celâluhu) burada insana çektirmek suretiyle, âhirete âit örgü adına unsurlar oluşturuyor. Orası “Kudret dairesi”; burada siz kendi varlık dantelanızı örgülüyorsunuz. Allah’ın âdeti bu; varlık dantelanızı örgülüyorsunuz burada.

Yolun sonunda Allah’ın cemalini müşahede ve rızasına mazhariyet var ise

Bu açıdan da onu öperek başımıza koymamız lazım: رَضِينَا بِاللَّهِ رَبًّا، وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا، وَبِمُحَمَّدٍ (صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ) رَسُولاً نَبِيًّا “Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, rasûl ve nebi peygamber olarak da Hazreti Muhammed’den (aleyhissalâtü vesselâm) razı olduk.” Dolayısıyla bütün bunları, Cenâb-ı Hakk’ın bize bir lütfu olarak algılamak lazım: “Elhamdülillah! Bizi, Cenâb-ı Hak burada konumlandırıyor. Öbürlerini orada zebil olup gidebilecek bir yerde konumlandırıyor.

Siz, öbür âlem adına ne örgülemiş ve göndermişseniz, kabre girdiğiniz andan itibaren onu temaşa ile zevkten zevke geçeceksiniz, farklı zevk tabloları karşısında hep mest u mahmur yaşayacaksınız. Öyle ki, daha o zamandan itibaren kendinizi Cennet’te sanacaksınız. Bir de Cennet’e girdiğiniz zaman her şeyi unutacaksınız. Zira “Dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, bir dakika Cennet hayatına mukabil gelmez.” Bir dakika… Ee bir de Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ kemâlini görme…

Şu bir buçuk trilyon galaksi… Yok, bir buçuk trilyon güneş sistemi gibi bir sistem… Bütün bunlara serpiştirilen güzellikler… Onlara göre yaratılan mahlûklar… Sadece fihrist olan küre-i arz üzerindeki o güzelliklere baksanız… Hazreti Pîr-i Mugân’ın tahlilleri ile delil olarak serdettiği şeyleri düşünseniz… Mesela, hayvanat; iki milyon, üç milyon -belki- hayvanat… -Hazreti Pîr, “üç yüz bin” diyor; çünkü o dönemde zoologlar “O kadar canlı var!”. diyorlar.- Bütün bunlar, bunların üzerine serpiştirilen o güzellikler… Bunların hepsini tek tabloda bir “dolunay” anında kameri müşahede ediyor gibi edeceksiniz. Çok tekrar ettiğim bir şey, Bed’ü’l-Emâlî’de dendiği gibi:

يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ
وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالٍ
فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ
فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ الْاِعْتِزَالِ

“Mü’minler, O’nu keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz olarak görürler. Buna bir misal de getirilemez. O’nu gördükleri zaman da bütün Cennet nimetlerini unuturlar. ‘Allah görülmez’ diyen Ehl-i İ’tizâl’e hüsran olsun!”

O’nu gördükleri zaman, Cennet nimetlerini de unutacaklar… Villaların yolunu, Hûrilerin yolunu, köşklerin yolunu unutacaklar… Öyle bir şey ile mest u mahmur hâle gelecekler. Bütün bunlar, hem de ebediyet vaadiyle insana veriliyor ise, bence burada böyle her günümüzü değil de her saniyemizi, her dakikamızı çok farklı bir işkence altında geçirsek, işkenceler gelse tepemize binse de ne olacak bunlar?!. Gelip geçici şeyler!..

Evet, hırtapozlar kendi karakterlerinin gereğini sergiliyorlar. “Hırtapoz” (utanmaz, patavatsız, saygısız, serseri) biliyor musunuz?!. Kendi karakterlerinin gereğini sergiliyorlar. Ee size düşen şey de kendi karakterlerinizin gereğini sergilemek. O nedir? Bakın, hani birisi canı sıkılınca böyle, öfkeyle, şok hadiseler karşısında, tahammülünü aşan şeyler karşısında, “Allah kahretsin!” falan der. Hayır, öyle diyeceğinize daha kestirmeden, Cenâb-ı Hakk’ın hidayetini isteyin. “Allah’ım, hidayetin ile onları da serfirâz kıl! Onlara da Cennet’e giden yolu göster! Cennet-mennet falan deyip de böyle şeytanın yolunda oyalanmaktan onları da kurtar, halas eyle!” falan deyin. Böyle, bir insanın lehine olan dua, daha serî bir şekilde nezd-i Ulûhiyette kabule karin olur; aleyhindeki şeyler takılır, yollarda kalır. Hafizanallah. Evet, bize düşen şey, insanca davranmak, insanca düşünmek, insanca konuşmaktır.

Bu açıdan da Allah’ın bizi yerleştirdiği konuma binlerce hamd ü senada bulunmak lazım; onların konumlarına da acımak lazım. İnsanlığın İftihar Tablosu’nu Miraç’tan dönerken düşünün!.. Biraz evvelki Cennet’i yaşıyor O. Miraç’tan dönerken, başkalarının elinden tutmak için dönüyor. Onlara hidayet yolunu göstermek için, kapı aralamak için dönüyor. Cenâb-ı Hak, bizi, O’nun şefaati ile serfirâz kılsın, Livâu’l-Hamd’i altında bir araya gelmeye muvaffak eylesin!.. “İnsanları sefalet ve sukût-i hayale bâis üç şey vardır: Aklın kılleti, ruhun zilleti, vücudun illeti.” Allah, bunlardan muhafaza buyursun! Akl-ı kâmil ile, hiss-i kâmil ile, rûh-i kâmil ile serfirâz eylesin!..

Deizm problemi

Enbiyâ-ı ızâm, bir taraftan edâ edecekleri misyonu eda etmişler. O kendilerine anlatılmış. Sonra da onlar, en önemli mesele olarak Cenâb-ı Hakk’ın varlığını, Evsâf-ı Âliye’si ile, Esmâ-i Hüsnâ’sı ile, Zât-ı Baht’ı ile, nasıl tanınacak ise öyle tanınması istikametinde anlatmışlar. Kendi ufukları açısından onlar, duyuşlarına, sezişlerine, müşahedelerine ve O’ndan gelen mesajlara göre O’nu anlatmışlar. Onların anlatması olmasaydı, hiç farkına varmadan gider bazılarımız Materyalizm’e, bazılarımız Natüralizm’e, bazılarımız Monizm’e, bazılarımız Panteizm’e saplanıp kalırdık, hafizanallah. Bunların hepsi inhiraf çizgileridir. Dolasıyla da nezd-i Ulûhiyette hiçbir şey ifade etmez. Ciddî bir cehd sarf edeceksiniz, gayret sarf edeceksiniz fakat kendinizi yine düşünce gayyası içinde göreceksiniz, hafizanallah. Oysaki düşüncenin kıymeti zirvelerde dolaşmasına bağlıdır.

Şimdi O (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu mevzuda bize rehberlik yapmasaydı… Hani diyoruz ki O’na: O (sallallâhu aleyhi ve sellem), gaye ölçüsünden bir vesiledir, bir vâsıtadır. O, bu ufku bize göstermeseydi, O Zât-ı Ulûhiyeti bir yönüyle لاَ تُدْرِكُهُ الْأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ اْلأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ“Gözler O’nu idrak/ihata edemez, O’na ulaşıp O’nu göremez, fakat O bütün gözleri idrak eder, görür ve kuşatır. O, Lâtif (en derin, en görünmez şeylere de nüfuz eden)dir, Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar)dır.” (En’âm, 6/103) ufku itibarıyla bize tanıtmasaydı, biz O’nu bilemezdik. Sıfât-ı Sübhâniye’yi de bilemezdik, Esmâ-i Hüsna’yı da bilemezdik, imanın gönüllerde esasen Cennet zevki hâsıl ettiğini de bilemezdik. “İman, bir manevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor.” Bunu bilemezdik. “Küfür ise manevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.” Bunu da bilemezdik. O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) çok şey medyunuz.

İşte enbiyâ-ı ızâm, tâ hazreti Âdem’den Efendimiz’e kadar… Ama değişik dönemler itibarıyla… İnsanlar basit düşündükleri bir yerde Cenâb-ı Hak ona göre bir elçi gönderiyor. Basit düşünme seviyesinde… Basit düşünme demektir; “mürekkep” değil. Mürekkep düşündükleri zaman, o ufkun insanını gönderiyor. Müzâaf düşündükleri zaman da o ufkun insanını gönderiyor. Değişik kavimlere göre, kültür ufukları itibarıyla, zaman ve konjonktür itibarıyla Enbiyâ-ı ızâmı gönderiyor. Dolasıyla tanıtılması gerekli olan şeyleri tanıtıyor: “Zât”ını, “Sıfat”larını, “Esmâ”sını… Sonra “haşr u neşri” işliyor, ispat ediyor.

Sabah hassasiyetle derste üzerinde durulduğu gibi, Kıtmîr de arkadaşımıza dedim, o işleri yapan arkadaşımıza dedim: Bu günümüzde Deizm’e çok ciddî bir kayma var. Bazı İslam ülkelerinde Müslümanlık iddiası, “Siyasî İslamiyet” iddiası var; fakat insanlar/gençler Deizm’e kaymışlar. Şimdi bu mevzuda o haşir meselesi çok iyi işlenip anlatılmalı!.. Zât-ı Uluhiyet mevzuu çok iyi işlenip anlatılmalı!.. Günümüzün insanının anlayacağı şekilde, değişik yerlerden derlenerek, kompoze edilerek, çok ciddî analizlere tâbi tutularak, değişik ilim adamlarının mütalaalarına göre günün sesi-soluğu haline getirilerek anlatılmalı!.. Dün bütün enstrümanlar namına belki bir “ney” vardı. Onları kullanın demek istemiyorum ama şimdi def var, dümbelek var, klarnet var, zurna var, davul var… Bütün bunları hesaba katarak, esasen meseleler ne ile seslendirilecek ise, bir mehter gibi, ona göre seslendireceksiniz. Dolasıyla günümüzün insanının anlayacağı bir dil ile anlatacaksınız onu… Astronomi’nin diliyle, Fizik’in diliyle, Astroloji’nin diliyle, Antropoloji’nin diliyle anlatacaksınız. Çünkü adamlar, o dil ile anlatılan şeylerden anlıyorlar. Bu itibarla da bunların her birisi esasen O’na bakan pencerelerdir. Siz, o pencereleri o istikamette değerlendireceksiniz..

Evet, peygamberler bir taraftan bu mesajları vermişler. “Haşir” dedim, bir de işte “Nübüvvet/Risalet” mevzuu. İmam Gazzâli, “üç esas” diyor; Hazreti Pîr, bir de “İbadet-Adalet” diyor, onun ile dört sayıyor. O da bu inanmanın gereği olarak yapmanız, O’na karşı yapmanız gerekli olan vazife: إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ

“Mihneti kendine zevk etmektir âlemde hüner!..”

Şimdi Peygamberler, bu türlü mesajlarla, yapıcı, imar edici, insan duygu ve düşüncelerini hem koruyucu hem de yükseltici şeyler ile geldikleri halde, esasen sıkıntılara maruz kalmaları da eksik olmamış. Başlarından sıkıntılar da hiç eksik olmamış.

Biraz evvel arz ettiğim gibi -ki o ince bir husus- esasen öbür âlemin dantelası adına burada âdetâ bizim elektronlarımıza, nötronlarımıza, protonlarımıza, moleküllerimize, belki öbür âleme göre var olma keyfiyeti öğretiliyor, tâlim ediliyor. Çünkü burada olan şeyler hep eriyip gidiyor. Bildiğiniz gibi orada erime yok. Hatta yediğiniz şeyleri ıtrah zahmeti de yok. Belki ağaçların yaptıkları gibi… Bir taraftan karbondioksiti emiyorlar, diğer taraftan da oksijen ifrâz ediyorlar. Belki öyle bir şey; bu da esasen bir misal… وَلِلَّهِ الْمَثَلُ اْلأَعْلَى Hiç buna da benzemeyecek şekilde, bir terleme ölçüsünde bile sıkıntı çekmeyecek şekilde, öbür tarafta yudum yudum hep zevk yudumlayacaksınız, Allah’ın izni-inayetiyle.

Mesaj, onlar… Enbiyâ-ı ızâm, bunlar ile geldikleri halde, hep çekmişler; o sıkıntılara maruz kalmışlar. Şimdi onlardan bize kalan miras, esasen, bizim de aynı mukavemeti göstermemiz, çizgi değiştirmememiz!.. Birileri -böyle- dünyevî/muvakkat hayatta zevk u sefâ içindeler, böyle bohemce yaşıyorlar, böyle hayvanca yiyip-içip yan gelip -Yirmi Üçüncü Söz’de ifade edildiği gibi- kulakları üzerinde yatıyorlar. Şimdi bunlara bakıp da insan aldanabilir, hafizanallah.

Esasen bir kısım sıkıntılar var ama bir yönüyle -zannediyorum- zamanla onlar da hamd vesilesine dönüşebilir. Hani benim gibi birinde olduğuna göre, siz kendinizde onu çok daha âlî hissedebilirsiniz. Bazen öyle derin bir zevke dönüşüyor ki bunlar!.. Mesela değişik şeyler ile kıvranıp duruyorsunuz; onun bir sancısı var, onun bir sancısı, onun bir sancısı… Sancılar diyorlar ki, “Bundaki immün sistemi tamamen çöktüğünden dolayı ben de buraya yerleşebilirim!” O da geliyor, o da geliyor; on tane sancı birden geliyor. Fakat öyle bir zevk-i ruhânî veriyor ki bu, insana!.. “Allah Allah! Yâ Rabbi! Ben, demek o kadar bir şey imişim ki, Sen beni hep kurcalıyor, eviriyor-çeviriyor, şekillendiriyorsun!” falan diyorsun. Öyle derin bir zevk duyuyorsun ki orada, daha şimdiden, Cennet’e girmeden, Cennet’e girmiş gibi görüyorsun kendini.

Dolayısıyla, başa gelen her şeyi bence böyle karşılamak lazım; imanın bir tûbâ-i Cennet çekirdeği olmasını çok iyi değerlendirmek, inkişaf ettirmek lazım, Allah’ın izni-inayetiyle. Yol, Peygamberler yolu… Üslup, Peygamberler üslubu… Cenâb-ı Hak, bizi ondan ayırmasın; bizi karşı tarafın şatafat ve debdebesine bakarak aldananlardan kılmasın!..

Biraz evvel (elektronik tabloya) göz ucuyla bir nigâh-ı âşinâ kılınca, gördüğüm resimde, Hazreti Mevlânâ’nın o derin peygamber aşkını ifade eden sözü çıktı:

مَنْ بَنْدَه شُدَمْ بَنْدَه شُدَمْ بَنْدَه شُدَمْ،
مَنْ بَنْدَه بَخِدْمَتِ تُوسَرْ اَفْكَنْدَه شُدَمْ،
هَرْ بَنْدَه كِه آزَادْ شَوَدْ شَادْ شَـوَدْ،
مَنْ شَـادْ اَزْ آنَمْ كِه تُرَا بَنْدَه شُـدَمْ

“Kul oldum, kul oldum, kul oldum! Ben Sana hizmette iki büklüm oldum. Kullar âzâd olunca şâd olur; ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum.” “Ben, kul oldum, kul oldum, kul oldum. Ben, O’nun hizmetine, Hazreti Rasûl’ün hizmetine kul oldum” diyor. “Her bende, kulluktan âzâd olunca, sevinir; ben, O’na kul olduğumdan dolayı, iliklerime kadar sevinç duyuyorum” diyor.

هَرْ بَنْدَه كِه آزَادْ شَوَدْ شَادْ شَـوَدْ،
مَنْ شَـادْ اَزْ آنَمْ كِه تُرَا بَنْدَه شُـدَمْ

Evet, herkes öyle diyebilir bunu, Allah’ın izni-inayetiyle. Her zaman O’nun rahmetinin vüs’atine sığınmak: “Oh be!..” Kâkül-i gülberglerinizi “Yed-i Kudsiye”siyle okşaması, sizin için ne ifade eder?!. Evet… Hatta bir de bir şey ilave etse orada, “Gel yaramaz seni!..” Ha, bu bile inanın size şerbet sunmuş gibi olur. “Haydi, yaramaz, sen de gir Cennet’e!” O “yaramaz” sözü sana “Seni bağrıma basıyorum!” gibi gelir. Bu… O’ndan gelen her şey, böyledir.

Cenâb-ı Hak, Zâtını bu şekilde sevmeye/sevdirmeye bizi muvaffak kılsın. حَبِّبُوا اللَّهَ إِلَى عِبَادِهِ يُحْبِبْكُمُ اللَّهُ “Allah’ı, kullarına sevdirin ki, Allah da sizi sevsin.” Allah, inâyetini bizimle beraber eylesin!..

Neyse… Benimkini şöyle anlayın: وَذَكِّرْ فَإِنَّ الذِّكْرَى تَنْفَعُ الْمُؤْمِنِينَ “Sen öğüt verip hatırlat; çünkü hatırlatmak müminlere fayda verir.” (Zâriyât, 51/55 ) Hangi enstrüman ile konuşuyorsanız/anlatıyorsanız, siz hatırlatın esasen. Hatırlatma, mü’minlere faydalı olacaktır.

Kıyam (ayakta kalabilmek) kıvama bağlıdır

O sıkıntılı dönemlerde, Enbiyâ-i ızâm ile beraber çevrelerindeki sâdık insanlar da çekmişler. Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) katlanmış ama Hazreti Ebu Bekir de katlanmış, Hazreti Ömer de katlanmış, Hazreti Osman da katlanmış, Hazreti Ali de katlanmış ve diğer ashâb-ı kirâm da katlanmışlar; Mekke’dekiler de katlanmış, Medine’dekiler de katlanmış; katlanmışlar. Ama o türlü şeylere maruz kalacakları âna kadar kulluk kıvamını sergilemişler; Allah da (celle celâluhu) onlara öyle bir donanım ihsan etmiş ki, tam kıvama ermişler. Sonra kıvamın temâdîsi olarak, o türlü şeyler ile karşılaşmışlar ama ona çarpan şeyler yok olmuş.

Günümüzde de bugüne kadar samimi hizmet eden insanlar, dünyanın dört bir yanına açılan insanlar, dikili bir taşları olmayan insanlar, hatta o türlü şeylerin hayalini bile yaşamayan insanlar… Ben zannediyorum o kardeşlerimizden hiçbiri ve arkalarında olanlardan hiçbiri, bir tane zırhlı arabasının olmasını hiç düşünmemiştir. Ama birileri elli tane alıyor, “Yahu yüz olsa daha iyi olacak galiba!” diyor. Sonra yüz olsa… Hani Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hadis-i şerifleri var; ehl-i dünya için, “İki dağ altını olsa, üçüncü dağı ister.” buyuruyor. Onlar da “Üç yüz tane olsa daha iyi olacak!” diyorlar. Korumalar yüz tane oluyor, “İki yüz tane olsa daha iyi olur.. dört yüz tane daha iyi olur.. yahu en iyisi mi bir ordu teşkil etmek lazım!” Anlayın… Bir ordu…

Ee canım çıksın, Hazreti Ömer’in arkasında onu koruyucu on tane insan yoktu. Hazreti Ömer kimdi? İki tane güçlü devleti, iki süper gücü hizaya getirmişti: Persler, o güne kadar dünyanın en güçlü devleti; Romalılar, o güne kadar dünyanın diğer en güçlü devleti; onları dize getirmişti. Kendisi mescitte yatıp-kalkıyordu, kumun üzerinde yatıp-kalkıyordu. Beş-on tane insan ile orada meşveret ediyordu. “Ben Müslümanım!” diyen, böyle olmayan insanlar… Bir şey diyeceğim, ağır mı olur? Vallahi de yalan söylüyorlar, billahi de yalan söylüyorlar, tallahi de yalan söylüyorlar! Onlar, münafıktır; herkes de bilsin, münafıktır.

Şimdi zannediyorum o güne kadar o istikameti koruyarak işi oraya getirmiş insanlar, orada da o güne kadar çektikleri emeğin karşılığını görürler, Allah’ın izniyle. Ve zaten oradan gelen mesajlarda da o var. Şimdi ben bir sarsıntı yaşıyorum ki!.. “Acaba, bu Yezîd’lere karşı, Haccâc’lara karşı yapılacak şeyleri bilemediğimizden/cehaletimizden dolayı mı?!.” Size nisbet edilen bu insanlar, işkence çekiyorlar orada, ızdırap çekiyorlar. Çocuklar, masum çocuklar, anasından dünyaya yeni gelmiş çocuklar ölüyor; kadınlar ölüyor, beyleri ölüyor. Bazıları yurt dışına kaçıyor, dün düşman kabul ettiği insanların ülkelerine kaçmak istiyor; Meriç’te boğuluyor, başka yerde boğuluyor. Veya giderken başka yerlerde başka türlü şeyler oluyor. Zindanlar… Kaçırmalar oluyor; haramilikler, kırk haramilikler oluyor… Oluyor bütün bunlar. Siz bütün bunları ruhunuzda derinlemesine duyuyor ve hadiselerin şoku ile sürekli kıvranıp duruyorsunuz.

Karşı taraf orada onlara o işkenceyi yapıyor ki, kendileri gibi -bağışlayın- zâlimce davranmaya onları sevk etsinler, anarşiye sevk etsinler. Hiç olmayacak şekilde… Yeminle söyleyeyim: Karıncaya basmayan insanlara ve aynı zamanda bir arının ölümü karşısında yarım saat ağlayan insanlara “terörist” diyenler, teröristin tâ kendisidir. Karıncaya basmayan adama “terörist” diyor. Bunlar çok moral bozucu şeyler. Fakat Hazreti Ali’ye dayandırılan bir sözde ifade edildiği gibi: سَأَصْبِرُ حَتَّى يَعْلَمَ الصَّبْرُ أَنِّي صَبَرْتُ عَلَى شَيْءٍ أَمَرَّ مِنَ الصَّبْرِ “Sabrın sabırdan daha ötesine/acısına sabredeceğimi bileceği âna kadar dişimi sıkıp sabredeceğim.”Dişimi sıkıp öyle sabredeceğim ki, sabır, sabırdan daha ağırına, daha çetinine, daha yobazına katlanacağımı anlayacağı âna kadar.

O sıkıntıları görüyor, duyuyoruz. Yavaş yavaş şimdi dünya da duyuyor. Maksadınız ne idi sizin? Çok geniş dairede esasen bu pozitif tavrınız görülüyor. Temsil ve hâldeki gücünüz dikkat çekiyor. Temsil ve haldeki; yani, ölesiye hizmet fakat bir zerre kadar çıkar düşünmeme… Ölesiye hizmet… Hizmet yolunda ölmeyi cana minnet sayma… Giden arkadaşların çoğu öldükleri yerlerde gömüldüler.

Benim candan sevdiğim Hayatî kardeşim vardı, Kazakistan’da defnedildi. Arandığım dönemde Türkiye’ye kaçak olarak girmiştim; arandığım için kaçak Türkiye’ye girdiğimde yanımda bizden tek insandı o. Yaya, yedi-sekiz kilometrelik yeri beraber geçtik; tir tir titriyordum soğuktan. “Hocam, sırtını sırtıma ver benim!” demişti. Ama gitti Kazakistan’a… Hasta idi, “Türkiye’ye dön! Hastanede tedavi olursun!” dedim. “Hayır, ben Hizmet için oraya gittim, dönemem!” dedi.

Evet, o gün bugün giden insanlar hiçbir şeyi talep etme niyetiyle gitmediler, Allah’ın izni-inayetiyle. Bir beklentileri olmadı. Aslında, yaptığı işler beklentiye bağlı olan insanların sürekli başarılı olmaları mümkün değildir.

Bütün bunlarla beraber, bizim o insanların ızdırabını duymamız, gayet tabiidir. Binlerce, yüz binlerce insan aynı cendere içinde ezilmekte, aynı dibekte dövülmekte, bir tahmisçinin (kuru kahvecinin) dövdüğü gibi dövülmekte… Fakat onlar katlanıyorlar; biz de gelip bize çarpan o fırtınalar karşısında dişimizi sıkıp katlanmalıyız. Mülahazalarımız ise şu hakikate bağlı olmalı: يَكِى خَواهْ يَكِى خَوانْ يَكِى جُوىْ يَكِى بِينْ يَكِى دَانْ يَكِى گُوىْ “Yalnız Bir’i iste, Bir’i çağır, Bir’i talep et, Bir’i gör, Bir’i bil; sadece ve sadece Bir’i söyle!..”

اَللَّهُمَّ أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا، اَللَّهُمَّ أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا، اَللَّهُمَّ إِطْلاَقَ سَرَاحِ إِخْوَانِي وَأَخَوَاتِي، وَأَصْدِقَائِي وَصَدَائِقِي، وَأَحْبَابِي وَأَحِبَّائِي، فِي كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ، وَفِي كُلِّ نَوَاحِي الْحَيَاةِ فِي أَقْرَبِ أَقْرَبِ أَقْرَبِ أَقْرَبِ أَقْرَبِ أَقْرَبِ آنٍ، تُغْنِينَا بِهَا عَنْ إِطْلاَقِ سَرَاحِ مَنْ سِوَاكَ
يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ، يَا ذَا الْجَلاَلِ وَاْلإِكْرَامِ

Ey esaret hayatı yaşayanları hürriyetine kavuşturan Allah’ım, hürriyeti gasp edilmiş bütün masumları bir an evvel hürriyetlerine kavuştur! Allah’ım, onları kurtuluşa erdir!.. Allah’ım kadınıyla erkeğiyle, yaşlısıyla genciyle dünyanın dört bir yanındaki ve hayatın her birimindeki kardeşlerimize, arkadaşlarımıza, sevdiklerimize hürriyetlerini lütfet; onların hepsini en yakın, en yakın, en yakın, en yakın, en yakın, en yakın anda kurtuluşa erdir. Allah’ım, onları öyle kurtar ve hürriyete kavuştur ki, Senden gayrı kimsenin serbest bırakmasına muhtaç olmasın, esbaba bel bağlamasın ve mâsivânın minneti altında kalmasınlar!.. Ey Erhamerrâhimîn, ey Celal ve İkram Sahibi!..

Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.