İmam-ı Gazzâlî Hazretleri "mühlikât"ı (insanı felakete götüren günahları ve kötü huyları) sıralarken "dilin afetleri"ne de genişçe bir bölüm ayırıyor. Dilin sebebiyet verdiği felaketler nelerdir?
İslam'ı tebliğ ve temsil dengesi nasıl kurulmalıdır? Bugün "temsil" denince daha çok dinimizin güzelliklerini gayr-i müslimlere karşı halimizle sergileme anlaşılıyor. Temsilin Müslümanlara bakan yanları da yok mudur?
Bir dua: “Bizlere, bizleri aşan istidatlar ve o istidatlara da inkişaflar ver Allah’ım!” Evet… “İstidat” derken, bu mevzuda biraz metafizik gerilimi, kalb canlılığını, latife-i Rabbâniye hayatiyetini, her zaman Allah karşısında bulunduğumuz mülahazasını, kendimizi daha az görüp asıl başka şeyleri görme, daha başka şeyleri görme, daha daha başka şeyleri görme arkasında koşmayı kastediyoruz.
Niye bugün böyle dünkü gibi geçti? Oysa “İki günü müsâvî olan kaybetmiştir, haybettedir!” buyuruluyor. Saniyeler bile bizim hareketimizle değer kazanmalı; dakika değil, saat değil, gün değil, hafta değil, ay değil. Bir önceki saniye bizim için bir şey ifade etti; ikinci bir saniye, çok daha derin bir anlam ile gelmeli bize. “Allah Allah! Ben, bir, iki, üç filan deme ölçüsünde bir zaman dilimi içinde, bak bunu düşünememiştim; demek ki Rabbim ile münasebet açısından bu da varmış!” Ve diğer bir saniye.. diğer bir saniye… Adeta saniyelere bağlı o kalbin tik-takları, her tik-tak ederken farklı bir anlama dem tutmuş gibi, daha derin bir anlama dem tutmuş gibi.
Ama gel-gör ki, biz, taklidin hükümferma olduğu bir ortamda neş’et ettik. Olduğumuza binlerce hamdolsun!.. Böyle olmayıp sağda-solda, şuraya-buraya toslayarak yol almaya çalışıyor gibi olanlar da var!.. Aslında bunlar “Yol aldım!” zannediyorlar ama hiç farkına varmadan oldukları yerde -bağışlayın- tepinip duruyorlar. Sadece söz ile mevzuyu değiştiriyorlar, gündem değiştiriyorlar ve bu farklılığı, demagojiler ile yapıyorlar. Farklılık, kalbdeki farklılığa bağlı olmalı. Dün duyduklarım, bugün duyduğum şeylerin yanında çok geride kalmalı!.. Yarın, Cenâb-ı Hakk’ın lütfedip duyuracağı şeyler, bugünü sorgulayacak kadar derin olmalı!.. Üçüncü gün içine daldığım, kendimi akıntısına saldığım duygu-düşünce çağlayanı da arkada bıraktığım bütün günleri sorgulayacak şekilde daha ufuklu, daha engin olmalı. Ancak öyle olursa, insan, ayakta kalabilir.
İstikâmet, sâbit-kadem olma, doğru durma; bunlar, çok önemlidir. Fakat onlarda temâdî, temâdîde derinlik, sürekli derinleşme, her adım atışta birkaç metre daha derinliğe inme, daha farklı bir ufka yönelme; bu, ondan da önemlidir. Duran ve durağan insanlar, hiç farkına varmadan, saçılırlar sağa-sola. Sıkıntıyı gördükleri zaman, kendi duygu ve kendi düşüncelerinin aleyhinde konuşabilirler. “İtiraf!” diye “iftira” edebilirler, yalan söyleyebilirler, geçmişlerini inkâr edebilirler. Ama kendini hep ilerleme çağlayanına salmış bir insan, öyle değildir. Çünkü o, her adımıyla Allah’a biraz daha yaklaşmıştır; “ihsan” şuurunda biraz daha derinleşmiştir. Min indi nefsî demiyorum ki bunu; Cibril Hadîsi’nde “İman”, “İslam” ve “İhsan” beraber nazara veriliyor. Hâşâ bunlar yeterli bulunmuyor demek değil, fakat mertebe bunlar.
“İman ettim!” Nasıl? “Ben, iman etmiş bir toplumun içinde neş’et ettim. Böyle bir ortamda neş’et ettim ve imanım taklidî idi. Babam ne yapıyorsa, annem ne yapıyorsa, Kur’an kursunda hocam ne yapıyorsa, onları yaptım. Bir çocuğun anne-babasından dil öğrenmesi gibi, benim de çevremden öğrendiğim şeyler onlar!” Sadece taklittir, bu. Fakat esasen bunu pekiştirmek ve kopmayacak hale getirmek, o mevzuda düşüncenin hakkını vermeye bağlı; bir kalb taşımanın hakkını vermeye bağlı; tefekkürün, tedebbürün, tezekkürün hakkını vermeye bağlı; biraz evvelki mülahazalar açısından, her yeni günde, daha önceki günleri sorgulamaya ve her şeyi test etmeye bağlı.
“Nerede duruyorum?” Onu görmek için bir düne bakacaksın, bir de bugüne bakacaksın; birkaç gün öncesine bakacaksın, bir de bugüne bakacaksın. Aynı mülahazalar içinde çırpınıp duruyorsan, ileriye doğru bir adım atamamışsın demektir. Şu halde sen, yürüdüğün doğru yolda, o şehrâhta, hiç farkına varmadan, patikada yürüyor gibi bir gün tökezleyip o yolun bir yerinde kalacaksın! Devrilmen, mukadder demektir. Derinleşmezsen, devrilirsin!.. Her gün birkaç adım daha derinleşmezsen, birkaç adım daha O’na (celle celâluhu) yaklaşmazsan, siyasîler gibi devrilir gidersin! “Allah!” derken, Allah’tan uzaklaşırsın. “Peygamber!” derken, her adımda, O’ndan (sallallâhu aleyhi ve sellem) on adım uzaklaşmış olursun. “Kur’an!” derken, yirmi adım, mesafe mesafe ondan uzaklaşmış olursun.
Kitaplar, kitaplardaki mevzuat, çok önemlidir; hakikatler, onlarda mündemiçtir; onlar, onu ihtiva ederler. Fakat o kitapların özü ve ruhu, insanın ruhunda mânâlandırıldığı zaman kıymete ve değere ulaşır. Sâdî’nin dediği gibi Gülistan’ında, “İlmin ile amel etmiyorsan, bildiğini tabiatında bir derinlik haline getirmemişsen, sen, câhilin tekisin!” Böylelerine dilimizde de “diplomalı cahiller” denir; her yerde kullanılır bu idyum, zannediyorum. Meseleyi kitaplara emanet edince, onlar emanete hıyanet etmezler; alır saklarlar onu bağırlarında: “Belki bir gün emanette emin birileri gelir, bizi buradan söker alır, hayata hayat kılar, kendi derinliklerini onunla sağlar ve kendi ruh âbidelerini -malzeme olarak onu kullanmak suretiyle- ikâme etmeye çalışırlar!”
Kitap, satırında, paragrafında, maktaında saklar o hakikatleri; o, emindir. Fakat sen, okuduğun şeyi tabiatına mal edememişsen şayet.. o kitaplarla, kitapların derinliklerine doğru açılamamışsan şayet.. o akıntıya kendini salamamışsan şayet… Sen, kitaplarla aldanıyorsun demektir, hiç farkına varmadan. Bir de sana bakan, sana güvenen, sana itimâd eden kitleler var ise, hiç farkına varmadan, o yanlış İslamî telakkînle, o yanlış kitaba bakışınla onları da kendin gibi “elde kitap, kitapsız” hale getiriyorsun demektir; “elde kitap, kitapsız” hale getiriyorsun. Kitabın kitap olması, rafta durmasıyla veya senin telaffuz etmenle değildir; esasen kalbinin sesi-soluğu olmasına, kalbde bir ney gibi inlemesine bağlıdır. O, kalbde ney gibi inleyeceği âna kadar, satırlardan, kapkara satırlardan ibaret kalır. Orada bir inilti halinde kendini hissettirmiyorsa, nöronlarında bir balyoz ağırlığı ile kendisini hissettirmiyorsa şayet, bence o kitaplar, kitaplığa emanet… hakikatler de kitaplara emanet.. ve onlar, kendilerini anlayacak basiretli, idrakli, kalb taşıyan bir nesil beklemeye dursunlar!.. Bekleyecekler daha uzun zaman…
Cenâb-ı Hakk’ın, size, sizin neslinize bu mevzuda, o istikamette adım attırdığını kabul etmezsek, nankörlük yapmış oluruz. Yapılan şeyler, çok defa İslam’ın bütünüyle yaşandığı dönemde -belki bazıları itibarıyla- yaşanamamış şeylerdi, Allah’ın izni ve inayetiyle. Fakat o mesele, meselenin iktiza hususiyetleriyle, hususiyet derinlikleriyle ele alınmadığı için, bence, tıkanmalar oldu. Eğer yeni bypasslar ile o tıkanmış kanallar açılmaz ise, içtimaî problemler devam edecektir. Çünkü bir, “insanın kalbi” vardır; bir de duygu-düşünce birliği itibarıyla “toplumun kalbi” vardır. Toplum kalbi… O mesele toplum kalbinde bir heyecan haline, heyecan dalgası haline gelmemişse şayet.. onları omuz omuza bir duruma getirmemişse şayet.. kubbedeki unsurlar gibi baş başa verecek hale getirmemişse şayet.. ve hep “Daha ileri, daha ileri, daha ileri!” mülahazasıyla, oklar hep daha ileriyi göstermiyorsa şayet, olduğu yerde kalır o, yoğun bakımda kalır.
Cenâb-ı Hak (celle celâluhu) size lütuflarda bulundu. “Yoğun bakımın dışında!” diyorum, hüsnüzan ederek; diğerini suizan sayıyorum. Çünkü o kadarcık bir nimet-i İlahîyi görmezlikten gelmek, Allah’a karşı nankörlük olur. Çok güzel şeyler yaptırdı sizin neslinize, Allah. İşin içinden olanına, kenarından-köşesinden işi tutanına, hazır bir sistemin başında gidip kendisine bir ofis oluşturanına, o ofiste oturup kendisini oranın şehsuvarı gibi göreninden doğrudan doğruya cephede at koşturanına kadar çok farklı mertebelerde, Cenâb-ı Hak, herkese bir şeyler yaptırdı. Belki bazıları oturduğu yerde, koşanların yanında, esasen onları tanıma ve kendini onlara tanıttırma ve “Ben de varım!” mülahazasıyla, meseleyi “ben de var”lık yörüngesinde götürdüler; bu suretle, hemen her yerde öyle görünmeye çalıştılar. Fakat öyle görünme yerine, “gösterme” mülahazası esastı. Âdeta O’nu (celle celâluhu) gösterme mülahazası; gittiği her yerde, ibrenin “Hû” diye bir yönüyle O’nu işaretlemesi; önemli olan, o.
Evet, değişik mertebelerde, Cenâb-ı Hak, çok şey yaptırdı; bunu inkâr edersek, nankörlük olur. Hazreti Pîr-i Mugân’ın, nankörlük ve bir de tahdîs-i nimet konusunu ifade ettiği yerdeki hususa bağlayarak meseleyi öyle değerlendirmek lazım. Yapılan o güzellikleri bütünüyle görmezlikten gelmek, nankörlüktür. “Hayır, hiçbir şey yok!” diyemezsiniz. Bir şey var, fakat o var olan şey, Allah’tan ve daha ileriye götürmek üzere emanet!.. Onu, ona katlama, yüze katlama, bine katlama.. en azından niyetiyle bine katlama.. kendi çatlayasıya bine katlama.. beynini burnundan kusasıya bine katlama.. o yolda ölesiye bine katlama.. o işin sevdasıyla ve delisi olarak. Şayet o meseleye sevdalısı olarak sahip çıkılmıyorsa, o konuda tıkanma olur ve her tıkanma, arkadan yoğun bakım getirir. Yoğun bakıma gidenlerin çoğu da en son durak olarak kabre girer. (Şu söz İbn-i Hacer el-Askalânî hazretlerinin “Münebbihât” adlı eserinde, Hazreti Ali’ye (radıyallâhu anh) isnat edilir.)
يَا مَنْ بِدُنْيَاهُ اشْتَغَلْ * قَدْ غَرَّهُ طُولُ اْلأَمَلْ
أَوَلَمْ يَزَلْ فِي غَفْلَةٍ * حَتَّى دَنَا مِنْهُ اْلأَجَلْ
اَلْمَوْتُ يَأْتِي بَغْتَةً * وَالْقَبْرُ صُنْدُوقُ الْعَمَلْ
اِصْبِرْ عَلَى أَهْوَالِهَا * لاَ مَوْتَ إِلاَّ بِاْلأَجَلْ
“Ey dünya meşgaleleriyle oyalanan zavallı! Upuzun bir ömür ümidiyle hep aldandın!
Yetmez mi artık bunca gaflet ve umursamazlığın? Zira bak, yaklaştı ötelere yolculuk zamanın!
Unutma, ölüm çıkıp gelir bir gün ansızın! Seni bekliyor kabir, o ki amel sandığın.
Öyleyse, dünyanın sıkıntı ve belâlarından sabra sığın! Bilesin ki ecel gelmeden gerçekleşmez ölüm ayrılığın!”
Amel sandığı olan kabre, Münkir-Nekir’in teftişine arz edeceğin şeylerle girersin. Yürürken durmuşsan; biraz yürümüş, yolda kalmışsan… Hazreti Gazzâlî ifadesiyle, biri pâyitahta gidecekmiş. Fakat gönlüne hoş gelen bir bağlı-bahçeli yerde, İrem bağları gibi bir yerde, meyvelerin güzellikleri, gölgelerin şahaneliği ve şakır şakır akan suların insanın içinde bir musikî tesiri icrâ etmesi ile o genel havanın tesirinde kalarak, gideceği o saltanat mahallini unutmuş. “Burada da kalabilirim!” demiş. Böylece doğru bir yola çıkmış fakat esasen o doğru yola çıkarken nazarının üzerinde olduğu asıl “hedef”i unutuvermiş bir yerde. Yolun yarısında takılmış kalmış!.. Ve böyle devrilen insanların sayısının hadd ü hesabı yoktur!.. Devrilip yolda kalan, yürürken ölen insanların sayısının hadd ü hesabı yoktur.
Sürekli hareket, sürekli hareket ve daima daha ilerileri nazar-ı itibara alarak hareket… Bu açıdan, Allahu a’lem, böyle pozitif olarak yürünen doğru yolda yürürken, o yolun hakkını benim gibiler tam veremediklerinden dolayı, Cenâb-ı Hak, şefkat tokadı ile (hadiselerin diliyle) “Aklınızı başınıza alın!” buyurdu: Bu dünya, bir dâr-ı imtihandır; dâr-ı ücret ve mükâfat değil dâr-ı hizmettir! Buradaki lezzetlere takılıp kalarak, ebedî lezzetleri unutmayınız! Öbür taraftaki şeyler, başınızı döndürecek kadar güzeldir!.. Rü’yetullah vardır, Rıdvân vardır; bizi aşan şeylerdir bunlar. İşte o yalancı bağ ve bahçe, pâyitahta gitmeyi size unutturmasın!..
“Oraya ulaştıktan sonra, daha ne İrem bağlarına uğrayacağım, ne İrem bağlarına!.. Ama hiç durmayacağım; biliyorum ki, ben, İrem bağlarını gölgede bırakacak çok değişik bağlara ulaşacağım bu sayede! Hazreti Rûh u Seyyidi’l-Enâm (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi… Vücûd-imkân noktası… Kur’an ona, فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى “Öyle ki araları yayın iki ucu arası kadar veya daha az.” (Necm, 53/9 diyor. Oraya ulaşacağım; fânileri bâkilerden ayıran noktaya ulaşacağım, Allah’ın izni ve inayetiyle!..” Göz orada olmazsa, gönül o heyecan ile çarpmazsa, insan, o mevzuda adım atamaz. Elli tane üniversite açsanız, yüz tane okul açsanız, gönül o ufukta olmayınca, olduğunuz yerde tepinir durursunuz, kalırsınız.
Fakat her yaptığınız şeyi, ayak altındaki bir şey gibi göreceksiniz. “Yahu ayıp! Ahsen-i takvîme mazhar birisi için, böyle bir yerde tepinip durmak ayıp!.. Allah’tan utanın; bu kadar ihsanda bulunan Zât-ı Ulûhiyete karşı, bir tane üniversite, iki tane üniversite, üç tane üniversite ne demek? Utanmıyor musunuz siz bundan?!.” Duygu bu olursa, düşünce bu olursa, üç olduğu zaman, yüzün mükâfatını verir, Allah. Gönlünüzde bin olursa şayet, üç olduğu zaman bile, binin mükâfatının verir; çünkü “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır!” Ama bu da niyeti -bir yönüyle- pratik duruma dökmeye bağlıdır. Onu ne kadar realize edebiliyorsanız, gönlünüzde petekleştirdiğiniz şeyi ne kadar değerlendiriyorsanız, bal-kaymak haline getiriyorsanız ve bir yönüyle kuvve-i zâikanıza onu tattırıyorsanız… “Daha yok mu, daha yok mu?! Yahu bal, daha yok mu?!” Bir türlü doyma bilmiyorsunuz… Âyetü’l-Kübra’da, Hazreti Pîr-i Mugân’ın “Hel min mezîd!” mülahazasını hatırlayın: Doyma bilmeyen bir seyyahın yolculuğu. İşte böyle olursa, sizdeki metafizik gerilimde hiçbir kırılma olmaz, Allah’ın izni ve inayetiyle. Sürekli -Heraklit gibi değil- Hâlid (radıyallâhu anh) gibi koşturursunuz, Ka’ka’ İbn Amr (radıyallâhu anh) gibi koşturursunuz; Rüstem’leri yere serecek insanlar gibi, Konstantin ordularını silip geçecek bir durumu -Allah’ın izni ve inayetiyle- ihraz edersiniz.
“Neticesinde Seni kaybedeceğim bir muvaffakiyeti bana verme Allah’ım!” Evet, muvaffakiyet, muvaffakiyeti takip edebilir; fakat asıl mesele, hep O (celle celâluhu) diyebilmektir. O; hep O, hep O, hep O… Bu ise, kendini de, yaptığın şeyi de sürekli karınca gibi görmeye, termit gibi görmeye ve yapılan büyük işleri O’nun engin inayetine, muhît ilmine, geniş meşîetine vermeye bağlıdır.
İmam-ı Rabbanî hazretleri, “Melik’in atiyyelerini, ancak matiyyeleri taşıyabilir!” diyor. Cenâb-ı Hakk’ın ekstradan yaptığı lütuflar vardır; bunlar, O’nun atiyyeleridir, hediyeleridir, armağanlarıdır, size ihsanıdır, lütfudur. “Atiyye” kelimesini de kullanırız; günümüzün genç nesilleri, belki çok kullanmadıklarından dolayı, o kelimenin ne manaya geldiğini bilmeyebilirler. Onun için müradif (eş anlamlı) olan kelimeleri söyleme lüzumunu duydum. Başta Cenâb-ı Hakk’ın ekstradan, meccânen (karşılıksız) verdiği şeyler var: İşte, yaratması gibi, meccânen verilen şey.. Ahsen-i takvîme mazhariyet gibi, meccânen verilen şey.. mesela, dinin yaşandığı, şöyle-böyle yaşandığı, taklit esintileri içinde de olsa öyle bir yaşantının hâkim olduğu bir yerde iskân buyurması, meccânen… Benim falan anneden, filan babadan gelmem, kendi planıma göre olmadı; bu, O’nun (celle celâluhu) planı çerçevesinde oldu. Bunlar hep, O’nun meccânen atiyyeleri.
Sonra, daha değişik ufuklara ulaştırması; mesela falanın arkasından yürütmesi… Birilerinin arkasından koşturup duruyordunuz. Ehl-i dalâletin, firak-ı dâllenin, siyasîlerin arkasından koşmaktan, Allah, muhafaza buyursun! Şeytanın arkasından koşmaya benzer, ona denktir o. Onu kastetmiyorum. Fakat bir yolda koşuyordunuz ki, onun içinde esasen zamanın katkısı/girdisi, konjonktürün ilavesi, zamanın tefsiri yoktu. Oysa yaşadığın zamanın, sen, dili-tercümanı olmalısın! O şeyi de Cenâb-ı Hak ihsan etmiş ise sana, yaşadığın zamanı idrak ediyorsan, “Şimdi şöyle denmesi lazım!” diyebiliyorsan… Mesela belli bir dönemde İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) ata binmeyi tavsiye ediyor ve bir yönüyle onu, o savaş meydanlarında savaş unsuru olması itibarıyla takdir buyuruyor. Kılıç, kalkan, kama, zırh; bunlar, önem ifade ediyor bir dönemde. Fakat başka bir dönemde başka şeyler onların yerini alıyor.
Atiyyeyi taşıyana “matiyye” diyor; esasen o da “onu taşıyan” demektir. Hakikaten o işe liyakati varsa, o onu götürür, sonuna kadar götürür. Fakat liyâkati yok ise, Kur’an’ın kendi ifade buyurduğu gibi yolda kalır, döner: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لاَئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ“Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, (bilsin ki), Allah öyle bir kavim getirecek ki, O, bu kavmi sever, onlar da O’nu severler. Mü’minlere karşı başları yerde, kâfirlere karşı ise onurludurlar. Allah yolunda mücâhede ederler ve kınayanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah, atâsı, ihsanı çok bol olandır ve her şeyi en iyi şekilde bilendir.” (Mâide, 5/54) إِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ وَيَأْتِ بِخَلْقٍ جَدِيدٍ “Eğer isterse sizi götürür ve cedid (yeni) bir kavim getirir.”(İbrahim, 14/19; Fâtır, 35/16) Siz, yürüdüğünüz yolda, “iman irtidâdı” yaşarsanız, “İslam irtidâdı” yaşarsanız, hizmet irtidâdı yaşarsanız… Farklı şeyler bunlar.
İman irtidâdı: İnanıyordum… Hâşâ, şimdi onu kendime nispet edip söylemeyeceğim, çünkü inanan bir vicdanın ona bile tahammülü yoktur. Evet, şimdi birisi O’nu kabul etmiyor; hâşâ Allah’ı kabul etmiyor; bu, bir iman irtidâdıdır. Peygamber’i kabul etmiyor; bu, bir iman irtidâdıdır. Haşr ü neşri kabul etmiyor; bu, bir iman irtidâdıdır. “Gökten inen Kitap! On dört asır evvel inen Kitap ile mi amel edeceğiz?!.” Bu, bir iman irtidâdıdır. “Güncelleştirme”, bu da bir iman irtidâdıdır, dönmedir. O mevcut, Peygamber’e inen, sahabî tarafından temsil edilen, yorumu Ebu Hanifeler, Şafiîler, Mâlikîler, Hanbelîler gibi rehberler tarafından en isabetli şekilde, değiştirilmeye müsait olmayacak şekilde ortaya konan şeyler hakkında “değiştirilebilir” mülahazasını ortaya koymak, bir iman irtidâdıdır.
Bir de öyle bir şeye girmez de dinin fürûâtına ait meselelerde irtidât yaşar. Onları yapmaz, “Yapamıyorum bunları!” der. Bu, günahtır, günah-ı kebâirdir. Bu mülahaza, bir yönüyle, onun “istiğfar”, “tevbe”, “inâbe” ve “evbe” kapısının tokmağına dokunma duygusunu tetikler. Hâlâ -böyle- durduğu yerde duruyorsa, durmaz orada, o kapının tokmağına dokunur, döner oraya. Bir yönüyle bu da bir “İslam irtidâdıdır” diyebilirsiniz.
Öyle bir şeyi çok dememişler Hazreti Gazzâlî gibi, İmam Rabbânî gibi kimseler ve daha büyük zatlar. Fakat yürüdükleri yolun isabetli olduğuna, Peygamberler yolu olduğuna çok iyi inandıklarından dolayı o yolda yürürken, arkadaşlarını o yolda bırakıp ayrılıp gidenler de vardır ki, bunlar da “hizmet irtidâdı” içinde bulunuyorlar demektir. Yani, bir dönemde o Melik’in -bir yönüyle- memlûkları (kul, köle ve hizmetkârları) olarak, O’nun atiyyelerini taşıyan matiyyeler olarak işi götürüyorken, bir yerden sonra onu bir yere bırakma, daha götürmeme…
Evet, insan, kıvamı korursa -hani dün başka idi, bugün başka, yarın başka, öbür gün başka; her yeni gün biraz daha derinleşiyorsa- emin bir emanetçi olur. Düz bir şehrâhta yürüdüğümüz bir dönemde, o gün, o atiyyeyi götürüyorsunuz; şehsuvar olmuşsunuz, o da bir yönüyle sizin için bir yarış atı olmuş, süvarisini bulmuş yarış atı olmuş. Fakat bir gün geliyor ki, öyle değil, sarp bir yokuşa tırmanmak icap ediyor; işte o zaman başka argümanları kullanmak iktiza eder. Şayet yaşadığınız dönemin şuurunda değilseniz, konjonktürün farkında değilseniz, zamanın girdilerini doğru değerlendiremiyorsanız, şehrâhta yürüyor gibi uçurumu aşmaya kalkarsanız, bir yerden aşağıya yuvarlanıverirsiniz. O günü görmek lazım, o atiyyenin hatırına, taşıdığınız emanetin hatırına… Bir yerde yürüyordunuz; düz yol idi, köprüler var idi, geçiyordunuz. Fakat başka bir yere gittiniz ki, -çok tekerrür eden, Yunus’un sözüyle- “Bu yol, uzaktır / Menzili, çoktur / Geçidi, yoktur / Derin sular var.” Karşınıza birden bire bir derin su geldi; ya yüzmeyi bileceksiniz veya ona göre yelkenler oluşturacaksınız.
Söz gelmişken, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebû Zerr hazretlerinin şahsında hepimize olan nasihatini bir kere daha hatırlatmak isterim: جَدِّدِ السَّفِينَةَ فَإِنَّ الْبَحْرَ عَمِيقٌ Gemini sürekli gözden geçir, sürekli bir restorasyona tâbi tut; çünkü her yerin şartı farklıdır. Bir yerde düz, dalgasız denizde gidiyorsun; fakat bir yerde karşına dalgalar çıkabilir, tsunamiler ile karşılaşabilirsin, bir yerde belli akıntılar olabilir, bir yerde tatlı suların tuzlu sulara karıştığı durum olabilir, bir yerde vahşi canavarların cirit attığı mevkiler olabilir. Sen, sürekli yürüdüğün o yolda, جَدِّدِ السَّفِينَةَ فَإِنَّ الْبَحْرَ عَمِيقٌ “Gemini bir kere daha elden geçirerek yenile, çünkü deniz çok derin.” وَخُذِ الزَّادَ كَامِلاً، فَإِنَّ السَّفَرَ بَعِيدٌ “Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun.”Azığını da tastamam alacaksın; çünkü yol, çok uzun; kat’ etmen gerekli olan yol, çok uzun.
Şimdi deryayı geçme mevzuunda, köprü mü yapacaksın orada, bir yelken mi oluşturacaksın, seyyidinâ Hazreti Nuh (aleyhisselam) gibi batmayan bir gemi mi yapacaksın?!. Bütün yeryüzünü kaplayan sular içinde bile batmadan gidiyor. وَقَالَ ارْكَبُوا فِيهَا بِسْمِ اللهِ مَجْرَاهَا وَمُرْسَاهَا إِنَّ رَبِّي لَغَفُورٌ رَحِيمٌ “Nuh dedi ki: Binin gemiye! Onun yüzüp gitmesi de, durması da Allah’ın adıyladır. Gerçekten Rabbim Gafûr’dur, Rahîm’dir (affı, rahmet ve ihsanı pek boldur).” (Hûd, 11/41) Dağlar cesametindeki dalgalar içinde dahi, gayet selametle, kimsede endişe uyarmayacak şekilde öyle yüzüp gidiyor orada. بسم الله مجريها beyanında yapılan “İmâle”deki espriyi de anlayın. Kur’an’ın iç musikisindeki espriyi de anlayın ve ona göre değerlendirin. O da ayrı bir mesele. Fakat bir yere geldiniz ki, baktınız orada ateşten bir çember var, nâr-ı Nemrut’tan daha öte. Öyle küçük ateşlerde bile bazıları kendilerini ateşin içinde buluyorlar. Öyle değil, Nil gibi akan bir ateş akıntısı ile karşı karşıya geliyorsunuz. “Bu nasıl aşılır, bu nasıl geçilir?” O günün insanı olacaksınız, o günün şartlarına göre hareket edeceksiniz. O günün konjonktürüne göre meseleyi değerlendirmezseniz şayet, bu defa da o ateş çemberine takılır kalırsınız. Ne olur o zaman? Hâlık’ın atiyyesine karşı ihanet eden bir matiyye (taşıyıcı) olursunuz. Siz artık o emanetin küheylanı değilsin!..
Mecmualarımızın kapaklarında bu konuda resim değerlendirilmeleri geçmişti: Süvari yetimi, süvarisini kaybeden küheylan ve küheylanını kaybeden süvari. Evet, ikisi de kayıp. Biz onların hepsini kaybettik, üç asır evvel!.. Belki kaybettiğimiz önemli bir değer de -esasen- kaybettiğimiz şeyi arama duygusu; onu da kaybettik. “Neyi, nerede kaybettik?” O duyguyu kaybettik. Bu da, bulmayı daha da zorlaştırdı.
Evet, yalan çağlayanına yelken açmış, yürüyen insanların, İslam’dan bahsetmeleri, sadece kandırmaca bir şey. Antrparantez… Kim nasıl anlıyorsa anlasın bunu!..
Hazreti Pîr’in işaretlemesi ile ifade edelim: Hayvaniyetten çıkma, cismâniyeti bırakma, kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselme… O zaman, bir yönüyle, o tepe de aşılır, o derya da geçilir. O ateşten çembere gelince de Hazreti İbrahim gibi, o da berd ü selâm olur. Ve dolayısıyla emanet-i İlâhiyeye hıyanet etmemiş olursun. Emanette emin bir emanetçi olursun. Senden sonra gelenler, senin sahabeyi hayırla yâd ettiğin gibi, seni yâd ederler.
Efendimiz’e o sözü diyecek durumda değilim ben; çünkü O, o işin serkârı, her şeyin serkârı… Fakat Hazreti Ebubekir’in emniyeti içinde… Gözümüz onda… Hep onu düşünerek, o mülahaza ile!.. Onlar nasıl emanette emin emanetçi oldular?!. Hazreti Ömer o emanette emin emanetçi oldu. Hazreti Osman, o emanette emin emanetçi oldu. Allah hepsinden razı olsun. Hazreti Ali, o mevzuda âdetâ o kandan-irinden deryaları geçmeye çalıştı, aşılmaz gibi görülen Everest tepelerinin tepesine tırmandı. Yine Hazreti Pîr’in sözünü antrparantez ilave edeyim: O dönemde çok haricî şeyler işin içine girdiğinden dolayı, umumî efkârda bozulma vardı. Bu, bir handikaptı; Hazreti Ali için bir handikaptı. Fakat bir yerde de bir şey diyor: “Ali gibi birisi lazımdı ki dayanabilsin ve dayandı!”
Bu açıdan, ille kıvam, ille kıvam, ille kıvam!.. Kıvam… Allah’ın izni ve inayetiyle, aşılmazları “kıvam” ile aşacak.. çağladığınız o deryanın içinde, ne olursa olsun karşınıza gelen şeylerin altından, üstünden, sağından, solundan geçecek ve taşacak.. sizi engellemek isteyenlerin -Allah’ın izniyle- efkârınızla, ortaya koyduğunuz argümanlarla tepesine basacak ve sonra Allah’ın izni ve inayetiyle Cenâb-ı Hakk’ın murad buyurduğu ufka ulaşacaksınız!.. Vesselam.
Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.
Soru: Peygamber Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) ister Hira'da kainatı okumasını isterse varlıkla münasebetini, selef-i sâlihînin -mesela Üstad Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin Barla Dağı'nda, çam ormanlarında- tabiatla çok içli dışlı olduğunu görüyoruz. Bugünün nesilleri ise her gün biraz daha tabiattan uzaklaşıp daracık evlere ve ekran karşısına hapsoluyorlar. Tabiattan bu kopukluk insanın ruhî ve kalbî inkişafında menfi rol oynar mı?
İşin içine zerre kadar nefsânîliği karıştırmamak lazım. En başarılı, en muvaffak işlerimizde, “Allah Allah! Cenâb-ı Hak, benim gibi birisine de bu türlü lütuflarda bulunuyor! Demek ki bazen Cenâb-ı Hak, böyle, termitlere kuleler yapma imkânı da veriyormuş! Evet, ben, O’nun kudreti karşısında, kemâl-i tazim ile eğiliyorum; ‘Bu ne büyük lütuf!.. مَا حَمِدْنَاكَ حَقَّ حَمْدِكَ يَا مَحْمُودُ (Ey herkes tarafından hamd u sena ile yâd edilen Rabbimiz, Sana hakkıyla hamd edemedik.)’ diyor ve eğiliyorum!” demeli.
İşin içine nefsânîliği karıştırmamanın bir yanı da biri yakışıksız bir şey yaptığı zaman hemen mukabele-i bi’l-misil kâide-i zâlimânesinde bulunmamaktır. Çok tekerrür eden bir husus; söz, Üstad Bedîüzzamân’a ait fakat bu, Kur’an-ı Kerim’deki bir ayetin -bir yönüyle- manasının ortaya konmasından ibaret: وَإِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُوا بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُمْ بِهِ وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ “Size yapılan bir haksızlık ve kötü muameleye mukabele edecek olursanız, size yapılanın aynısıyla mukabelede bulunun. Fakat sabreder de mukabele yerine af yolunu seçerseniz, böyle davranmak, sabredenler için hiç kuşkusuz daha hayırlıdır.” (Nahl, 16/126)
Biri, size bir işkence ederse, bir azapta bulunursa, mukabelede bulunma hakkı doğar sizin için. وَإِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُوا بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُمْ بِهِ İkab; ceza, haksızlık, kötü muamele demektir, nâ-sezâ, nâ-becâ söz demektir. Birisi incitici, ajite edici bir şey söyleyebilir. “Ben de aynıyla mukabelede bulunayım! O, bana ‘Vandal!’ dedi, ben de ‘Vandal!’ diyeyim. O, bana ‘Terörist!’ dedi, ben de ‘Teröristin tâ kendisi sensin!’ falan diyeyim.” “Yaptığın işten, icraattan belli…” diye bir de şerh düşeceğim buna, hâşiyeler ile meseleyi besleyeceğim: “Yaptığın icraata bakılınca, kendi resmini çiziyorsun!” falan… Bunları deme gibi ilaveten şeyler söyleme… Böyle mukabele-i bi’l-misil (misliyle, aynı şekilde, benzeriyle karşılık vermek) hakkınız olabilir. Fakat civanmertlik odur ki, o mukabele-i bi’l-misil hakkını bile kullanmamalı insan.
Çünkü Kur’an, onun arkasından diyor ki: وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ Eğer sabrederseniz, dişinizi sıkar katlanırsanız o işe, mukabelede bulunmaz iseniz… Belki öyle bir şeyi savma adına “aktif sabır” esas olmalıdır. Üstad’ın tabiriyle “müspet hareket” ile onu savmaya gücünüz yetiyorsa, onu öyle savarsınız, sabırla… لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ Dişini sıkıp o meseleye katlananlar için, bu daha hayırlıdır. “Hayr” kelimesi, “ism-i tafdîl”dir, “çok daha hayırlıdır” manasına gelir. Demek ki öbürüne dair bir şey söylemiyor ama buna gelince, “Bu çok hayırlı bir şey!” diyerek o hayırlı şey (sabır) ufkunu gösteriyor.
Bir örnek -akla geldiği için- arz edeyim: İşin içine nefis karıştığı zaman, hemen ondan adım adım geriye çekilme mevzuu. Savaş yapılıyor, adam, sizi öldürmek istiyor… İslam’daki savaşlar müdafaa amaçlıdır. “Ebedî Risâlet”inde Abdurrahman Azzam’ın ifade ettiği gibi, İslam’daki savaşlar, tedâfuî savaşlardır, müdafaa savaşlarıdır; ya muhakkak bir saldırıya karşı veya yüzde yüz ihtimal ile olması muhtemel bir saldırıya karşı bir tavır alma, bir yönüyle onları püskürtme demektir. Bunlar Siyer felsefesi açısından tahlil edildiğinde, bu kategoriye hepsi sokulabilir bunların. Savaş, savaşta insan öldürme… Hani şimdi de deniyor ya: “Savaşırken, yüz yetmiş, yüz seksen insan öldü!” Belki daha fazla öldü, belki daha fazla şehit oldular; inşaallah Cennet’e gittiler. İşin yapılması, yapılan işin keyfiyeti ayrı bir mesele… O insanların emir dinleyerek, o mevzuda denen şeyleri yaparken ruhlarını fedâ etmeleri, onları o şehadet kıymet-i harbiyesinden aşağıya düşürmez. Evet, bir realiteyi antrparantez ifade etmiş oldum burada.
Savaşın hususiyeti; o, onu öldürür, o onu öldürür, o da onu öldürür. Siz, kılıcınızı çeker, bir yere gidersiniz; orada şehit olmak da vardır. Hani bir yerde, herkes kendi medfûnunu, şehidini söylüyor, “Benim, bu; benim, bu; benim, bu!” Buyuruyor ki Allah Rasûlü: “Benim de bir şehidim var!” Ve geliyor başına onun. Yedi-sekiz tane insanın hakkından gelmiş; sonra o yedi-sekiz insan mukabelede bulunarak, onlar da onun ruhunun ufkuna kanatlanmasına sebebiyet vermişler. Onun öbür tarafa gidişi böyle bir gidiş; berikilerin gidişi de Gayya’ya yuvarlanış. Hazreti Cüleybib (radıyallâhu anh). Savaşta böyle bir ölme/öldürme de var; o onu öldürecek, o da onu. Geliyor biri, senin koluna bir kılıç indiriyor; diğer kolun duruyorsa, sen de ona mukabelede bulunacaksın.
Şimdi arz edeceğim misal farklı: Seyyidinâ Hazreti Ali işte böyle bir savaşta… Hazreti Ali gibi, ihkâk-ı hak eden, kılı kırk yaran bir insan… Hatta Hendek’te Amr İbn Abd-i Vüdd (veya Vedd) ile karşılaştığı zaman, evvela ona hamle yapma imkânı veriyor. Bu, büyük insanlardaki bir hususiyettir. Seyyidinâ Hazreti Musa (aleyhisselam) da sihirbazlara demiyor mu? “Ne marifetiniz/hüneriniz varsa, sergileyin de ondan sonra Ben yapacağımı yapayım!” Evet, büyük insanlara düşen şey, budur.
Küçük insanlar da, yapacaklarını yaparlar… Bir şey var mı yok mu; esasen onu dayandırdıkları bir mesnet söz konusu mu değil mi?!. Sonra derler ki: -Efendim, bu modern hukukun temel disiplinlerindendir (!)- “Sen, pâk olduğunu ispat et!” Bakın; görüyor musunuz hukuk disiplinini?!. Şimdiye kadar demek ki Hukuk Felsefesinde bu mesele yanlış anlaşılıyormuş: Suçu ispat etme esastır, bir insanı mücrim hale getirmek için… “Ben, evvela şöyle-böyle bir ihtimalden dolayı tutar seni atarım içeriye; sonra sen, temiz olduğunu anlat orada!” Ee ne diyecekler, ne edecekler; o, belli değil.
İşte orada Amr İbn Abd-i Vüdd için bile kendi hamlesini yapma fırsatını veriyor. Menkıbelerde anlatıldığı üzere, Hazreti Ali’nin kalkanına kılıcını indirince o kalkanı yarıyor. Sonra Hazreti Ali de kılıcı tepeden aşağı indirince, onu atından aşağıya indiriyor. Hendek vakasında vuku bulan iki üç vakıadan birisi bu. Böyle bir insan, Hazreti Ali…
Hazreti Ali, bir savaş meydanında, yatırmış bir adamı yere. Yoksa adam onu öldürecek, şehit edecek. Hazreti Üstad, değerlendiriyor o meseleyi. Kılıcını çekip adamı tam öldürüleceği zaman, o, Hazreti Ali’nin yüzüne tükürüyor. Küfrünün muktezası; isterseniz buna “küfür onuru” diyebilirsiniz. “Onur” da Türkçe değildir; fakat o kadar bizim dil otağımızı işgal etmiş ki, Türkçe bir kelime diye kullanıyoruz. Yabancı bir kelimedir onur; gururun yerinde, şerefli olmanın yerinde kullanıyoruz. Merak edenler, sözlüklere bakabilirler. “Küfür onuru” diye, seyyidinâ Hazreti Ali’nin yüzüne tükürüyor. Tam kellesini alacakken; kılıcı, kellesine koymuş. Fakat müdafaa hakkını kullanıyor; o ona yapmasa, o Hazreti Ali efendimize yapacak. Adam tükürünce, hemen kılıcını kınına sokuyor, kalkıyor Hazreti Ali efendimiz. Diyor ki: “Ben senin yüzüne tükürdüm ki, bir an evvel yapacağın şeyi yapasın öfkeyle, işkence etmeyesin!” Kendileri gibi zannediyorlar; oysaki mü’min hiç kimsenin kendisi gibi değildir; zira o, kendisi gibidir.
Hazreti Ali, kılıcını kınına sokuyor, kalkıyor. Adam diyor: “Ben, seni öfkelendirmek, bir an evvel yapacağın şeyi yapmaya sevk etmek için yaptım bunu!” O (radıyallâhu anh) da diyor ki: “Ben, onu yapacağım zaman -yüzüme tükürmeden önce- Allah için yapacaktım. Sen bana kastetmiştin. Ben de cihâd ediyordum burada. Ben ölseydim, şehit olacaktım. مَنْ قَاتَلَ لِتَكُونَ كَلِمَةُ اللَّهِ هِيَ الْعُلْيَا فَهُوَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ ‘Kim Allah kelimesi, O’nun adı ve dini yücelsin diye ceht ve gayret gösterirse, şüphesiz O Allah yolundadır.’ O mülahaza ile savaşıyordum; ölseydim, şehit olacaktım. Ama seni öldürdüğüm zaman da, gazi olacağım. Fakat yüzüme tükürünce, işin içine benim nefsim karıştı. Senin kelleni alırken, artık ben, bende hâsıl ettiğin öfkeden dolayı kelleni almış olacağım. Ondan dolayı vazgeçtim!”. Bunun üzerine adam “Vallahi, dininin ruhu bu ise, bu din haktır!” diyor: أَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ Evet, Siyer, Hadis kitaplarında ifade edilen vakıa.
Şimdi, işin içine zerre kadar nefsimizi karıştırmadan götürme… Nefis karıştırmadan götürme… İşin kıymet-i harbiyesi, o. Bunu, ihlas ile telif ederken, Hazreti Pîr’in mülahazaları ile irtibatlandırmak yararlı olur: “Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır!” Anahtar bir ifade: “Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır!” İhlas, öyle bir iksirdir. İhlas nedir? Yaptığın şeyi Allah emrettiği için yapmandır ve Allah’ın emrettiği şekilde onu yerine getirmendir; Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine muvafakat içinde onu yerine getirmendir. İşin içine nefsini karıştırdığın zaman, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine muvafakat mevzuu zedelenmiş olur. Bir kazanın içine bir damla idrarın düşmesi gibi… Yahu kocaman bir kazan, içinde yüz litre temiz şey vardı ama işte o bir damla, onu kirletti. Bakın!.. Aynen onun gibi; işin içine Allah rızası mülahazasının dışında hiçbir şey karıştırmama…
Biraz evvelki hadis de onu ifade ediyor: مَنْ قَاتَلَ لِتَكُونَ كَلِمَةُ اللَّهِ هِيَ الْعُلْيَا فَهُوَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ “Kim Allah kelimesi, O’nun adı ve dini yücelsin diye ceht ve gayret gösterirse, şüphesiz O Allah yolundadır.” Mefhum-u muhalifi -hadiste o yok- şu demektir: Bir insan, yaptığı mukâteleyi, İ’lâ-i kelimetullah mülahazasıyla yapmıyorsa, Allah emrettiği için yapmıyorsa, o, Allah yolunda değildir.
Bunu “niyet hadîsi” ile de irtibatlandırabilirsiniz: إِنَّمَا اْلاَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ وَإِنَّمَا لِكُلِّ امْرِئٍ مَا نَوَى فَمَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ فَهِجْرَتُهُ إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ وَ مَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ لِدُنْيَا يُصِيبُهَا أَوِ امْرَأَةٍ يَنْكِحُهَا فَهِجْرَتُهُ إِلَى مَا هَاجَرَ إِلَيْهِ “Ameller (başka değil) ancak niyetlere göredir ve kişinin niyeti ne idiyse, karşılık olarak onu bulur. Dolayısıyla kimin hicreti, Allah ve Rasûlü’nün rızasını kazanma istikametindeyse, onun hicreti Allah ve Rasûlü’ne olmuş demektir. Yine kim nâil olacağı bir dünyalık veya nikâhlanacağı bir kadına ulaşma uğruna hicret etmişse, onun hicreti de hedeflediği şeye olmuştur.”
Bir insan, bir yerden bir yere giderken, yurdunu-yuvasını Allah için terk ediyorsa.. “Ben gideyim de sesleneyim oralarda! Sesimi-soluğumu, nağmemi duyurayım; onlara Hicaz’dan bazı şeyler duyurayım!..” diyorsa, o Allah yolunda demektir. Bu arada, hicaz makamıyla yatsıda okurlar, çünkü bu makam insanlarda aynı zamanda uyku ilacı tesiri yapar. Zannediyorum, Ayhan Songar’dan mı dinlemiştim ya da herhalde bir yazısından okumuştum. “Hicazdan bir nağme duyurayım da ben, bunları yumuşatayım. Elleri gevşesin, artık üzerime gelmesinler!” filan… Dünyanın dört bir yanına gidiyorsunuz, bu mevzuda işin içine nefsinizi karıştırmadan, Allah’ın izni-inayetiyle.
Şimdi, esas hicret ediyorsunuz, bakın. Hicret… Şayet Allah için ise, Rasûlullah için ise, sesinizi-soluğunuzu duyurmak için ise… “Hicaz” dedim, bir Hicaz makamıyla ruhunuzun sesini duyurma.. veya milleti uykudan uyarma makamı diyebileceğimiz bir “Sabâ makamı” ile, o insanları tatlı bir sesle uykudan uyarma adına, dünyayı uykudan uyarma adına sağa-sola saçılıyorsunuz, gönderiliyorsunuz. İster iradî olur, ister cebrî olur bu mesele. Fakat nefsinizi işin içine karıştırdığınız zaman, bu defa o hicret, nefsiniz için olmuş olur. Çünkü Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) mesele tam yerli yerine otursun diye, mefhum-u muhalifini de söylüyor: “Bir kimse dünya için hicret ediyorsa…” Ben, göçümü alıp falan yere gideyim; orada dünya adına bir şeyler kazanayım. Gideyim bir yerde, denizin kenarında bir tane villa yapayım, ehl-i gaflet, ehl-i dalalet ile beraber…
Birisine bir gün -antrparantez arz ediyorum- “Seni de plajda görmüşler, herhalde!” denmişti. Hiç unutmam, televizyonda dinlemiştim. “Ee canım, Peygamberimiz buyuruyor ki…” diye başladı söze. Maşallahı var, demagojide Nobel ödülü alacak kadar… Hemen yapıştırdı senedi itibariyle malul bir hadis-i şerifi; senedi itibariyle… Tabi adam sened de biliyor mu, bilmiyor mu? Hemen dedi: “Efendimiz buyuruyor ki, عَلِّمُوا أَوْلاَدَكُمُ السِّبَاحَةَ وَالرِّمَايَةَ وَالرُّكُوبَ – Çocuklarınıza yüzmeyi, atıcılığı, biniciliği öğretin.” Evet, yapıştırdı orada: “Peygamberimiz buyuruyor ki: ‘Çocuklarınıza yüzme öğretin!’ Ee ben Efendimiz’in o emrine uyarak, denizde o yüzme meselesini gerçekleştirmeye çalıştım!” Hafizanallah, bir de hadîsi, yalanına vasıta yapması.. dini değeri, dünyevî işleri için ayağını basacağı -hâşâ- kirli bir basamak haline getirmesi.. küfre yakın bir vebaldir bu. Dinî argümanları dünyevî kazanımlar adına kullanma, küfür derecesinde bir hatadır; “kâfir” demiyorum, küfür derecesinde bir hatadır, bir hata-i azîmdir, hafizanallah.
Evet, فَمَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ فَهِجْرَتُهُ إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ، وَمَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ لدُنْيَا يُصِيبُهَا Dünya adına bir şey elde edeyim diye gidiyor o da. Villalar, filolar bahsi de ondan çıktı orada. أَوِ امْرَأَةٍ يَنْكِحُهَا “Veya nikâhlanacağı bir kadına ulaşma uğruna.” Bir zat da öyle yapmış, Mekke’den Medine’ye hicret ederken; hicret edenlere karışmış o da. Fakat Allah, إِنَّ اللَّهَ لَا يَنْظُرُ إِلَى صُوَرِكُمْ، وَلَكِنْ يَنْظُرُ إِلَى قُلُوبِكُمْ “Allah sizin suretlerinize bakmaz; asıl, kalblerinize bakar.”Allah, sizin nöronlarınızda dönüp dolaşan şeylere bakar, ona göre size değer verir. Böyle tavırlarınıza, adım atmanıza, gitmenize değil, kalbinizin çarpmasına, ritmine bakar; sizin hakkınızda ona göre hüküm verir. Fakat o adamın kalbindeki o; “Ben oraya gideyim de -işte- o kadına ulaşayım; kaçırdık elden, orada ben ona kavuşayım.” Yani, Mecnun, Leyla’ya ulaşsın; Ferhat, Şirin’e ulaşsın; Vâmık, Azra’ya ulaşsın. Derdi, o… فَهِجْرَتُهُ إِلَى مَا هَاجَرَ إِلَيْهِ Onun hicreti de, onadır. Bakın!..
Bir insanın talip olduğu şey ne kadar büyük ise, o, onun o mevzudaki büyüklüğünü aksettirir. Ne kadar büyük bir şeye, nâmütenâhî bir şeye talip olmuşsanız, bu aynı zamanda, sizin büyüklüğünüzün aksi demektir. Mesela, Cenâb-ı Hakk’ın rızasına talipseniz… اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاق “Allah’ım, her amelimizde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi, Sana hâlis aşk u iştiyakla teveccühte bulunmayı istiyoruz!..” deyip duruyorsanız…
İnsafınıza sesleniyorum: Siz, imanınız zaviyesinden bakın.. imanınızı mercek yapın bu mevzuda.. veya merceğin de büyüğü ne varsa, rasathane yapın, temâşâgah yeri yapın ve meseleye öyle bakın!.. اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ Şuna mukabil bir şey söyleyebilir misiniz siz, bir mü’min için?!. اَللَّهُمَّ اَلْإِيمَانَ اْلأَكْمَلَ Türkçesini söylememe gerek var mı? “Allah’ım, mükemmeller mükemmeli bir iman…” Diğerlerini siz, Türkçesini söyleyebilirsiniz: اَللَّهُمَّ اَلْإِسْلاَمَ اْلأَكْمَلَ، اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ اْلأَكْمَلَ، اَللَّهُمَّ اَلْإِحْسَانَ اْلأَكْمَلَ، اَللَّهُمَّ اَلْمَعْرِفَةَ التَّامَّةَ، اَللَّهُمَّ اَلْمَحَبَّةَ التَّامَّةَ، اَللَّهُمَّ حَقَّ الْيَقِينِ “Allah’ım İslamiyet’i en mükemmel şekilde yaşamaya muvaffak eyle! Allah’ım en kâmil ihlasa muvaffak eyle! Allah’ım, ihsan ruhunun zirvesine muvaffak eyle! Allah’ım, tam marifete muvaffak eyle! Allah’ım tam muhabbete muvaffak eyle! Allah’ım hakka’l-yakîn ufkuna ulaşmaya muvaffak eyle.” Bunu üç defa diyeceğim, çünkü çok gerisinde olduğumdan dolayı, arzu ettiğim bir şey: اَللَّهُمَّ حَقَّ الْيَقِينِ، اَللَّهُمَّ حَقَّ الْيَقِينِ “Allah’ım hakka’l-yakîn ufkuna ulaşmaya muvaffak eyle.” اَللَّهُمَّ اَلصَّدَاقَةَ التَّامَّةَ، اَللَّهُمَّ اَلْاِسْتِقَامَةَ التَّامَّةَ، اَللَّهُمَّ التَّوَكُّلَ التَّامَّ، اَللَّهُمَّ اَلتَّسْلِيمَ التَّامَّ، اَللَّهُمَّ اَلتَّفْوِيضَ التَّامَّ، اَللَّهُمَّ اَلثِّقَةَ التَّامَّةَ، اَللَّهُمَّ خَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاقَ إِلَى ِلَقائِكَ وَإِلَى لِقَاءِ حَبِيبِكَ وَأَحِبَّائِكَ، أَبَدَ اْلآبِدِينَ وَدَهْرَ الدَّاهِرِينَ “Allah’ım tam sadâkat.. Allah’ım tam istikâmet.. Allah’ım tam tevekkül.. Allah’ım tam teslîm.. Allah’ım tam tefvîz.. Allah’ım tam sika lütfet!.. Allah’ım, Sana hâlis aşk u iştiyakla dolu bulunmayı, Habîb’ine (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Senin sevdiklerine kavuşmaya müştak olmayı diliyoruz; bunları ebedî, zaman üstü, zamanı aşkın olarak istiyoruz; lütfet!”
Cennetleri verseniz, bunun yanında deryada damla kalır. Şimdi siz buna talipseniz, hep bunu kovalayıp duruyorsanız, yürüdüğünüz güzergâhta buna doğru gitmeyi araştırıyorsanız şayet, bu aynı zamanda sizin kıymetinizi aksettirir. Melekler bakınca yeryüzüne gıpta ederler, İnsanlığın İftihar Tablosu’na baktıkları gibi.
Cibrîl öyle demişti… Cibrîl!.. Salât ü selamlarımda -Kıtmîr- anarken, O’nun adını anmayı ihmal etmemeye çalışıyorum. Cibrîl; acayip bir varlık.. bütün enbiyâ-ı izamın ruhuna, o İlahî nefehâtı getiren.. arızasız, işin içine şerare karıştırmadan, sinyali katiyen bozmadan, her şeyi olduğu gibi aksettiren.. Allah’ın en “emîn”i. Fakat emanetine rağmen öyle korkuyor ki; مُطَاعٍ ثَمَّ أَمِينٍ “O, kendisine uyulan, emîn bir elçidir.” (Tekvîr, 81/21) ayeti gelince, “Akıbetimden ben de endişe etmez hale geldim!” diyor Cibrîl. Bir taraftan seviye, o; beri taraftan da endişe, bu. Onda bile bir “Havf-Reca” dengesi var. Cibrîl; öyle bir varlık. Şimdi, diyor ki Miraç’ta Efendimiz’e, İnsan-ı Kâmil’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) -Süleyman Çelebi ifadesiyle- “Yürü, top Sen’in, çevkan Senindir bu gece! Ben, Seninle yürüyemem!” Hatta bir yerde diyor ki, “Bir adım daha atsam, yanarım ben!”
Herhalde o nokta “vücub ve imkân arası”; yani, fânileri Bâkî’den ayıran nokta.. Kâbe Kavseyni ev Ednâ; fâniyi Bâkî’den ayıran nokta.. فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى “Öyle ki araları yayın iki ucu arası kadar veya daha az.” (Necm, 53/9) ayetiyle işaret edilen noktaya ulaşıyor. Yok ötesi onun; kul ile Allah arasındaki münasebet açısından ötesi yok. Cibrîl, oraya ulaşamıyor; Mikaîl, oraya ulaşamıyor; İsrâfîl, oraya ulaşamıyor; Azraîl, oraya ulaşamıyor. Perdeler ile oluyor onlarınki. Fakat bir insan… Hâşâ, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) menşeine صَلْصَالٍ كَالْفَخَّارِ “salsâl-i ke’l-fehhâr” (pişmiş çamur gibi kuru bir balçık) demeyeceğim. Herhalde, O’nunki hususî idi; özel bir şey idi O’nunki. Vakıa, insan “salsâl-i ke’l-fehhâr”dan, “Tîn”den yaratılmıştır. Ama onun özü herhalde. “Genleri -belki- ondandı.” diyeyim. Fakat böyle bir varlık… Beşerî garîzeye açık, cismanî arzulara açık, fikrî mülahazalara açık. O bedenini nasıl aştı? O garîze-i beşeriyesini nasıl aştı? O ufka nasıl ulaştı?!. İnsanların içinde yaşadığı halde, meleklerin önüne geçti. Şimdi o, O’nun kıymetini aksettiriyor; öyle bir şeye talip olmuş ki, kıymetini aksettiriyor: “Vallahi, Senin kıymetine denk bir kıymet göstermek mümkün değildir.”
Bu disiplini bir kere daha hatırlatalım: Bir insanın talip olduğu şeyin kıymeti, o insanın kıymetini aksettirir, aynı zamanda onun kıymeti demektir. Şimdi bin tane filoya talip olsanız, hatta şu dünya hayatının tümüne birden, hem de bin seneliğine, iki bin seneliğine, estağfirullah, binlerce seneliğine talip olsanız, bu, biraz evvel bahsettiğim şeylere talip olmanın yanında deryada damla kalır, güneşte zerre bile ifade etmeyebilir. Çünkü bunların arkasında, “Cemâl-i bâ-Kemâl” vardır.
Evet, yine Bed’ü’l-Emâlî’nin sözüyle meseleyi ifade edelim:;
يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ
وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالٍ
فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ
فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ الْاِعْتِزَالِ
“Mü’minler, O’nu keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz olarak görürler. Buna bir misal de getirilemez. O’nu gördükleri zaman da bütün Cennet nimetlerini unuturlar. ‘Allah görülmez’ diyen Ehl-i İ’tizâl’e hüsran olsun!” (el-Ûşî, Bed’ü’l-emâlî s.50-54)
Evet, يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ * وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالِ Mü’minler, bî-kemm u keyf O’nu (celle celâluhu) görürler. يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ * وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالِ Bir örnek, bir misal veremeyecek şekilde; akıl durgunluğuyla, fikrin ihatasızlığıyla. Nasıl olmaz ki?!. Kur’an diyor: لاَ تُدْرِكُهُ الأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ اْلأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ “Gözler O’nu idrak edemez, O’na ulaşıp O’nu göremez, fakat O bütün gözleri idrak eder, görür ve kuşatır. O, Lâtif (en derin, en görünmez şeylere de nüfuz eden)dir, Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar olan)dır.” (En’âm, 6/103)
“Bî kemm u keyf” diyor: يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ * وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالِ Sonra, فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ * فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ الْاِعْتِزَالِ Cennet nimetlerini unuturlar; “Yahu, benim falan yerde, bin tane köşküm vardı ve aynı zamanda da yetmiş tane Hûri vardı.” -Dünyadaki filolar, villalar ne yapar, ne kıymet ifade eder onların yanında?!.- “Vardı…” Bütün bunları unuturlar. Hazreti Pîr-i Mugân, Şem’-i Tâbân, Ziyâ-i Himmet’in ifadelerine bağlayacak olursak: Dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, Cennetin bir saatine mukabil, bir dakikasına mukabil gelmez! Dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, öbür âlemin bir saatine, bir dakikasına mukabil gelmez! Cennetin de binlerce senesi, bir dakika Rü’yet-i Cemâline mukabil gelmez!.. فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ * فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ الْاِعْتِزَالِ “Ehl-i İ’tizâl, ‘Allah’ı görmezler’ diyor; yazıklar olsun, yuf size!” der gibi bir şey diyor Bed’ü’l-Emâlî’de.
Şimdi bir insan, bu ulviyette olan şeylere, ulviyet üstü ulviyette olan şeylere talip olmuş ise, bu aynı zamanda -en azından niyet açısından- onun kıymet-i harbiyesini aksettirir. Bir insanın niyeti ne ise şayet, Allah, ona göre muamele yapar. “Hâlis niyetim benim, bu idi. Hâlis niyetim o idi ki, Seni bî kemm u keyf, bir kere temâşâ edeyim.” Fakat yolun yarısına kadar gittin; ancak o kadardı seninki. Yani, Kâb-ı Kavseyni ev Edâ ufkunu ihraz edemedin. Cenâb-ı Hak, yolu tamamlamışsın gibi muamele eder sana.
Buharî ve Müslim’de geçen sahih hadiste, Efendimiz’in, bir dolunay gecesi aya bakıp ifade buyurduğu üzere: “Siz şu ayı gördüğünüz gibi Rabbinizi de böyle perdesiz göreceksiniz ve O’nu görmede bir sıkışıklık da yaşamayacaksınız (herkes rahatça görecek)…” Dolunay olduğu dönemde… Bu, insanların izdihamdan dolayı birinin diğerinin görmesine mâni olmamasını ifade etme sadedinde, müteşâbih bir ifade. Yoksa Allah -hâşâ- dolunay gibi değildir ve görülmesi de dolunay gibi değildir. Fakat müteşâbih bir beyandır bu. Yani, bir gören, diğer görenin görmesine mani değil; bulundukları yerden baktıkları zaman herkes görür ve herkes gördüğü zaman da bayılır, kendinden geçer. Unuturlar evlerinin yolunu; Hûrilerin yolunu, eşlerinin yolunu, evlatlarının yolunu unuturlar. Buna talip olmak!.. Cenâb-ı Hak, onun talibi olmaya muvaffak eylesin. Bu, insanın kıymetini aksettirir.
Şimdi, siz bu ölçüde bir şeye talip olmuşsunuz. Hani o Kâb-ı Kavseyni ev Ednâ… Hayır, o ayrı; o, o Zât’a mahsus bir şey. O, mutlak manada İnsân-ı Kâmil’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) mutlak manada Cenâb-ı Hakk’ın hususî bir teveccühü. Fakat bir şeye talip olmuşsunuz: “Oraya girelim; en azından görenler gibi görelim!” filan; buna talip olmuşsunuz. Ee bir yerine kadar götürdünüz bu meseleyi. Cenâb-ı Hak diyecek ki: “Benim kulum -esasen- meselenin müntehasına niyet etmişti. Ama kabiliyeti, donanımı… Ayağına dalaşan/dolaşan bazı şeyler olmuştu. Bazı siyasîler ile cedelleşme olmuştu. Bazıları dünyevî bazı şeyler teklif etmişlerdi. Bazıları dünyevî levsiyât ile zihnini/nöronlarını kirletmişlerdi bunun. Elinde değildi onun; farkına varmadan; en azından o işin radyoaktif tesiriyle böyle bir kirlenmeye/buğulanmaya maruz kaldı. Fakat neye niyet etmiş idiyse şayet, Ben, onu bütünüyle ona veriyorum, bütünüyle!”
Anlatmaya çalıştığım nebevî beyan, Buharî’nin ilk hadisidir: إِنَّمَا الْأَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ، وَإِنَّمَا لِكُلِّ امْرِئٍ مَا نَوَى Hadîsin râvîsi de sahabe-i kiramın serkârlarından, sergüzidelerinden seyyidinâ Hazreti Ömer. Yahya b. Saîd el-Ensârî’ye kadar, hadis, âhâdî olarak gelir; Yahya b. Saîd el-Ensârî vasıtasıyla iştihar eder, meşhur hadis haline gelir; fakat öyle ki, dinin esâsâtındandır.
Şayet bu türlü büyük iddialarda bulunan, bunları söyleyen insan, hakikaten O’nun tarafından görülüyor olma, kalbine bakılıyor olma mülahazasıyla söylüyorsa, gerçekten o ufka taliptir. Yok, dediği şeyler ile niyeti arasında bir tefavüt var ise, bir farklılık var ise, o da hiç farkına varmadan bir yerde şeytanın kündesine geliyor demektir, Allah muhafaza buyursun. Birbirimize dua edelim: Cenâb-ı Hak, bütün kardeşlerimizi bu mevzuda -şeytanın kündesine maruz kalmadan- imanda sabitkadem olarak devam ettirsin.
(Sözün tam burasında, binden fazla resmin dönüp durduğu elektronik tabloda) Ne geldi biliyor musunuz? رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ “Ey bizim kerîm Rabbimiz, bize hidâyet verdikten sonra kalblerimizi kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı bol olan vehhâb Sensin Sen!” (Âl-i Imrân, 3/8) رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً Ey Rabbimiz! Bizi, hidayete erdirdikten sonra kalbimizi kaydırma!.. Nezd-i Ulûhiyetinden bize, ihsanda, lütufta, atâyâ-i şahânede, ulûfe-i şahânede bulun!.. Keyfiyetini bilemeyiz; bizim diyeceğimiz, isteyeceğimiz şeyler, biraz, bizim idrakimiz ile alakalı.. Sen’in vereceğin şeyler, Sen’in büyüklüğün ile mebsûten mütenasip (doğru orantılı). وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ Nezd-i Ulûhiyetinden bize hibede bulun! Hibe, karşılıkla değil. Büyük zatlardan birinin dediği gibi, “Meccânen yarattın; meccânen rızıklandırdın, Müslüman ettin; meccânen bağışla!..” Bizi, bizim ortaya koyacağımız bedellere, kulluk münasebetlerine bağlama; büyüklüğünün muktezasına göre bize muamelede bulun!..
Sonra, ne diyor? إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ Bakın; bir “inne”, bu, mutlak ifade ediyor; “Şüphesiz, kat’î ve kâtibe, Sen!” Hem de “Sen!” deme imkânı veriyor. Sen… Fatiha’da verdiği gibi: “Sana, Bana ‘Sen!’ deme imkânını veriyorum!” Büyüklüğe bakın; “Sen, deme imkânını veriyorum.” “İnneke” (إِنَّكَ) “Mutlaka, şüphesiz, katiyen ve kâtıbeten, Sen, hibe edenlerin en mübalağalısı, eşi-menendi olmayanısın!” demek; “…eşi-menendi olmayanısın!” “Vehhâb” kelimesi, mübalağa kipi olması itibariyle, verilen şeyler hadd-ü bî-pâyân (sınırsız, sayılamayacak/belirlenemeyecek kadar çok).
İstidradî bir dua: اَللَّهُمَّ مُقَابَلَةَ مَكْرِ أَعْدَائِنَا، تُغْنِينَا بِهِ عَنْ مُقَابَلَةِ مَنْ سِوَاكَ “Allah’ım! Bize karşı adavetle oturup kalkanların aleyhimizde hazırladıkları tuzak ve planlara nezd-i Ulûhiyetine yakışır öyle bir karşılık ver ki, bizleri başkalarından gelebilecek karşılıktan müstağnî kılsın!..”
Şimdi bu türlü büyük şeylere talip olunmuş ise şayet, bu yolun kendine göre bazen dikenleri de olabilir, çalıları da olabilir. Çok tekerrür ettiği gibi, çok sevdiğim Yunus’un sözü. Yunus Emre… Öbür Yunus’u da çok severim, Yunus İbn Mettâ (aleyhisselam); لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ “Ya Rabbî! Sensin İlah, Senden başka yoktur ilah. Sübhânsın, bütün noksanlardan münezzehsin, Yücesin! Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim!”(Enbiyâ, 21/87) diyen âbide şahsiyet. Üstadımız, Lem’aların başında, Hazreti Eyyûb (aleyhisselam) ile beraber onu birer Lem’ada ifade buyurur. Yunus, sevilmeyecek birisi değil. “Bu yol, uzaktır / Menzili, çoktur / Geçidi, yoktur / Derin sular var.” İsterseniz, “Önünüzde aşılmaz gibi görülen uçurumlar var!” da diyebilirsiniz.
Ama O dileyince, üveyik gibi sizi kanatlandırır; uçar-gidersiniz, hiç farkına varmadan. “Allah Allah! Bu, ben değil miyim?!.” dersiniz; “Bana göre bir iş değildi fakat işin doğrusu, meseleyi O’na verince, olmaması için de hiçbir sebep yok.”
Şimdi birileri çelme takıyor, birileri el-enseye almaya çalışıyor, birileri yaptığınız şeyleri yıkmaya çalışıyor… Herkes karakterinin gereğini yapar. Kur’an, قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ فَرَبُّكُمْ أَعْلَمُ بِمَنْ هُوَ أَهْدَى سَبِيلًا “(Rasûlüm, insanların farklı farklı tutumları karşısında sen şu gerçeği) beyan et: Herkes, (inanç ve dünya görüşünden kaynaklanan, kendine göre doğru ölçülerin şekillendirdiği) seciye ve karakterine göre davranır. Fakat kimin yolunun gerçekten doğru olduğunu ise en iyi Rabbiniz bilir.” (İsrâ, 17/84) buyuruyor. Herkes, ne tipte, ne tıynette yaratılmış ise, karakterinin gereğini yapar.
Kurbağa ile akrep, arkadaş olmuş. Karada güzel gidiyorlar, beraber. Sudan geçmeye sıra gelince, akrep yüzmesini bilmiyor. -Suda yüzermiş de sonradan öğrendik onu; akrebin tarihçe-i hayatını da öğrendik, çok şükür; öyle böyle bir bilgimiz de oldu, o suda yaşarmış.- Fakat kurbağanın sırtına biniyor orada. Efendim, keyfi gelince, “Ben bunu bir sokayım!” diyor. Sokuyor onu. Tabii sersemleşiyor kurbağa; “Yahu bu nasıl arkadaşlık?!.” diyor, “Hani senin ile karada arkadaş idik!” Akrep cevap veriyor: “Ee ne yapayım; huyum benim!” İdare edenlerin huyu…
Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.
Soru: Nesilleri tarih şuuruyla büyütmenin önemiyle beraber, geçmişteki kavgaları günümüze taşımak suretiyle yeni husumetlere sebebiyet vermemenin de mühim olduğu ifade ediliyor. Nitekim sevgi okullarında ve Türkçe Olimpiyatları’nda dün birbiriyle savaşmış ülkelerin çocukları dostça kucaklaşıyorlar. Husumete sebep olacak konuları hortlatmadan tarih şuuru nasıl kazandırılabilir?
Geçmişteki kavgaları günümüze taşımak suretiyle yeni husumetlere sebebiyet vermemeli!..أَلَمْ تَرَ كَيْفَ ضَرَبَ اللَّهُ مَثَلاً كَلِمَةً طَيِّبَةً كَشَجَرَةٍ طَيِّبَةٍ أَصْلُهَا ثَابِتٌ وَفَرْعُهَا فِي السَّمَاءِ تُؤْتِي أُكُلَهَا كُلَّ حِينٍ بِإِذْنِ رَبِّهَا وَيَضْرِبُ اللَّهُ الْأَمْثَالَ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ وَمَثَلُ كَلِمَةٍ خَبِيثَةٍ كَشَجَرَةٍ خَبِيثَةٍ اجْتُثَّتْ مِنْ فَوْقِ الْأَرْضِ مَا لَهَا مِنْ قَرَارٍ
“Görmedin mi Allah nasıl bir benzetme yaptı: Güzel söz, kökü yerin derinliklerinde sabit, dalları ise göğe doğru yükselmiş bir ağaç gibidir ki Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir. Düşünüp ders çıkarsınlar diye Allah insanlara böyle temsiller getirir. Kötü söz ise, gövdesi toprağın üstünden kolayca çıkarılabilen, kökleşip yerleşmeyen değersiz bir ağaca benzer.” (İbrahim, 14/24-25)
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
Soru: 1) İster devlet birimlerinde isterse de özel teşebbüslerde zaman zaman tayinler ve yeni tavzifler yapılıyor. Bazı kimseler, teklif edilen makamı bir tenzil-i rütbe ya da yer değişikliğini bir haksızlık kabul edebiliyorlar. Herhangi bir tayin ve tavzif karşısında, mü'mince tavır nasıl olmalıdır?
Soru: 2) Hakkındaki tayini, liyakatinin dûnunda gören ya da "şundan bundan dolayı" yerinin değiştirildiğini düşenen kimseler, gösterilen yere gitseler de bir manada yaralı gitmiş oluyor ve yeni bir hicretin şevk u iştiyakını yaşayamıyorlar. Tayin ne türlü olursa olsun, hicretin dirilticiliğini ve heyecanını yaşamak hangi hususlara bağlıdır? (12:45)
Soru: 3) Tayin eden kim olursa olsun, bilhassa adanmış ruhların bahtına düşen hicret mahallerinde ya da vazife sahalarında ilahî takdirin belirleyiciliği ve murad-ı ilahînin o şekilde tecellisi ne ölçüde düşünülmelidir? Diğer bir ifadeyle, hakkımızdaki tayinler mevzuunda Cenâb-ı Hakk'a ve kadere karşı hüsn-ü zan etmeyle alâkalı mülahazalarınızı lutfeder misiniz? (27:53)
إِلهِي، لَسْتُ فِي الْبَلْوَى، وَلَا أَشْكُو مِنَ الْبَلْوَى، مُرَادِي مِنْكَ يَا سُؤْلِى بِلَا مَنٍّ وَلَا سَلْوَى، وَإِنْ أَعْطَيْتَنِي الدُّنْيَا وَإِنْ اَعْطَيْتَنِي الْعُقْبَى، فَلَا أَرْضَى مِنَ الدَّارَيْنِ إِلَّا رُؤْيَةَ الْمَوْلَى
“Allahım! Hamd ü sena olsun ki, belâlar içinde değilim ve Sana belâlardan şikâyet etmeyeceğim. Ey muradımı gerçekleştirmeye kâdir yüce Rabbim; Senden istediğim ne “kudret helvası”dır ve ne de bıldırcın eti. Bana dünyâyı da versen âhireti de, her iki âlemi bağışlasan bile, yine razı olmam; ben Seni dilerim Rabbim, ancak rüyetinle hoşnutluğa ererim.”
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
Soru: Hazreti Muaz bin Cebel’in (radıyallahu anh) Yemen’e gidişiyle alakalı hadisler müzakere edilirken mübelliğin dört vasfına dikkat çekildi: Temsil, merak uyarma, meraka cevap verecek donanım ve üslupta tedricîlik. Günümüz açısından bu hususların şerhini lütfeder misiniz?
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
Soru:
وَلَمَّا رَاَ الْمُؤْمِنُونَ الْاَحْزَابَ قَالُوا هٰـذَا مَا وَعَدَنَا اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَصَدَقَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَمَا زَادَهُمْ إِلَّا إِيمَانًا وَتَسْليمًا
âyeti gibi ilâhî beyanlarla, insanların telaşa kapılıp paniklemesi beklenen şartlarda dahi, Ashâb-ı Kirâm’ın imanlarının arttığı ifade ediliyor. Kur’an ve Râsûl-ü Ekrem Efendimiz onları nasıl hazırlamıştı ki, Ashâb, en çetin hadiseleri bile yolun kaderi olarak görmüş ve böyle dimdik bir duruş sergilemişlerdi?
وَلَمَّا رَاَ الْمُؤْمِنُونَ الْاَحْزَابَ قَالُوا هٰـذَا مَا وَعَدَنَا اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَصَدَقَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَمَا زَادَهُمْ إِلَّا إِيمَانًا وَتَسْليمًا
“Mü’minler saldıran o birleşik kuvvetleri karşılarında görünce, ‘İşte bu, Allah ve Rasûlünün bize vâd ettiği (zafer)! Allah da, Rasûlü de elbette doğru söylemişlerdir.’ dediler. Mü’minlerin, düşman birliklerini görmeleri onların sadece iman ve teslimiyetlerini artırdı.”(Ahzâb, 33/22)
deyip o yolda -Allah’ın izniyle- sâbit kadem olarak yürümek lazım.رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ
“Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalblerimizi kaydırma Bize katından bir rahmet bahşet. Şüphesiz Sen çok bahşeden, hibede bulunmada eşi benzeri olmayansın.” (Âl-i İmran, 3/8)
duasını tekrar tekrar seslendiriyor ve sahabe O’nun bu sözleriyle coşuyor:اَللّٰهُمَّ لاَ عَيْشَ إِلاَّ عَيْشُ اْلآخِرَةِ
فَاغْفِرْ لِلْأَنْصَارِ وَالْمُهَاجِرَةِ
“Allahım, ahiret hayatından başka hayat yok. Sen ensar ve muhacirîne mağfiret eyle.”
diyerek mukabele ediyorlardı.اَللّٰهُمَّ لَوْلاَ أَنْتَ مَا اهْتَدَيْنَا
وَلاَ تَصَدَّقْـنَا وَلاَ صَلَّيْنَا
فَأَنْزِلَنْ سَكِينَةً عَلَيْنَا
وَثَبِّتِ اْلأَقْدَامَ إِنْ لاَقَيْنَا
“Allahım, Sen nasip etmeseydin biz hidayete eremezdik, namaz kılamaz, zekât veremezdik. Sen üzerimize sekîneni indir ve düşmanla karşılaşırsak bizim ayaklarımızı kaydırma.”
diyordu. Bunun üzerine Efendimiz’in emrine binaen Hazreti Abbas (radıyallâhu anh), Huneyn’de sesini, yükseltebildiği kadar yükseltip o gür sesiyle “Ey Semure ağacının altında biat etmiş sahabiler! Neredesiniz?!” diyerek nida etti. Daha sonra Hazreti Peygamber’in sesini ve çağrısını duyan bütün Müslümanlar, Allah Rasûlü’nün etrafında toplandılar.. mağlubiyet aşıldı ve zafere ulaşıldı.أَنَا اَلنَّبيُّ لاَ كَذِبْ أَنَا ابْنُ عَبْد الْمُطَّلِبْ
“Ben nebiyim, bunda yalan yok. Ve ben Abdülmuttalib’in torunuyum ”
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
Çay Faslından Hakikat Damlaları (00:53)
Soru: Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, insanın üzerinde Allah’ın, ehlinin ve nefsinin hakkı olduğunu ifade buyuruyor. Nefsin hakkı olan hususlar nelerdir? Televizyon izlemek gibi zaman ayırdığımız bazı meşguliyetler de bu kategoriye dahil edilebilecekse, bunların nereye kadarı nefsin hakkı ve nereden sonrası vakit israfıdır? (07:27)
Hemen her meselede daha iyiyi ve güzeli yakalamanın önemli bir vesilesi sayılan "tenkid"in müsbet ve faydalı olması hangi hususlara bağlıdır? Âdâb açısından, tenkid eden ve edilen kimselerin gözetmeleri gereken hususlar nelerdir?
وَإِذْ يَمْكُرُ بِكَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِيُثْبِتُوكَ أَوْ يَقْتُلُوكَ أَوْ يُخْرِجُوكَ وَيَمْكُرُونَ وَيَمْكُرُ اللّهُ وَاللّهُ خَيْرُ الْمَاكِرِينَ
“Bir vakit de o kâfirler senin elini kolunu bağlayıp zindana mı atsınlar veya öldürsünler mi, yahut seni ülke dışına mı sürsünler diye birtakım tuzaklar planlıyorlardı. Onlar tuzak kuradursunlar, Allah da tuzaklarını başlarına doluyordu. Zaten Allah’tır tuzakları boşa çıkarıp onları kuranların başlarına dolayan.” (Enfal, 8/30)
وَلْيَتَلَطَّفْ وَلَا يُشْعِرَنَّ بِكُمْ أَحَدًا إِنَّهُمْ إِنْ يَظْهَرُوا عَلَيْكُمْ يَرْجُمُوكُمْ أَوْ يُعِيدُوكُمْ فِي مِلَّتِهِمْ وَلَنْ تُفْلِحُوا إِذًا أَبَدًا
“
Bir de gayet nazik ve tedbirli davransın, varlığınızı ve bulunduğunuz yeri sakın hiç kimseye hissettirmesin. Çünkü onlar size galebe çalarlarsa ya taşa tutar, ya da kendi dinlerine döndürürler, bu takdirde de ebediyyen felah bulamazsınız.” (Kehf, 18/19-20)
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
Bir Cuma günü Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'in (sallalahu aleyhi ve sellem) hutbe verdiği esnada, bir ticaret kervanının sesini işiten bazı sahabîlerin hutbeyi terkedip alış-verişe gitmeleri üzerine Cuma Suresi'nin son ayet-i kerimesinin nazil olduğu rivayet ediliyor. Bu ayet-i kerime sadece Cuma günüyle ve o hadiseyle mi alâkalıdır; yoksa bize anlattığı hususlar da var mıdır?
İrşad ve tebliğin sadece temsil ve halle yapılabildiği yerlerdeki arkadaşlarımız, belli bir süre beraber oldukları kimselerin hâlâ hidayeti bulamadıklarını görünce kendilerinde bir arıza olduğunu düşünüp emaneti başkalarına teslim etmeyi arzuluyorlar. Onlarda, "Olmadı, olmuyor!.." duygusu ağır basıyor. Bu türlü insanların hallerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Gecelerimizi ihya ederken birkaç cüz Kur'an okuma, kaza namazı kılma, teheccüdü eda etme, tesbih çekme, uzunca dua ve niyazda bulunma gibi farklı pek çok şeyi yapmak istiyoruz ama zaman sınırlı olduğu için bunların hepsini yetiştiremiyoruz. Bunlar arasında yapılacak tercih, kişinin kendi ihtiyaç ve isteğine mi bırakılmalı; yoksa, tavsiye edilen bir formül var mıdır?
Soru: 1) Milletimiz bir kere daha yürek dağlayan şehit haberleriyle sarsıldı. Terör hadisesini ve arkasından ülkemizde hakim olan genel havayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Soru: 2) Çeyrek asırdır tekrar edip duran terör hadiseleri ve herbiri arkasından yapılan benzer açıklamalar milletimizde bir güven bunalımı da hasıl etti ve bazı kimseleri provokasyonlara açık hale getirdi. Bu zaviyeden, sağduyu çağrıları nasıl anlaşılmalı ve hem teröre hem de görevini hakkıyla yapmayan sorumlulara karşı tepkiler hangi suretle seslendirilmelidir? (29:30)