• Anasayfa
  • Herkül Nağme - Fethullah Gülen Web Sitesi

Kurbet vesilesi Ramazan ve gerçek oruç

Fethullah Gülen: Kurbet vesilesi Ramazan ve gerçek oruç

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, Ramazan ayını anlatırken “Ramazan senenin en nurlu, en içli, en tesirli, en lezzetli günleri ve ledünnî hayatımızın da en önemli bir iç dinamizmi olarak bütün benliğimize siner ve bize en uhrevî hazlar yaşatır.” der.

Bu Ramazan, nuru, bereketi ve uhrevi lezzetinin yanı sıra bizim için bir de sürprizle geldi. Aylardır sohbet etmeyen muhterem Hocamız, yarım saat kadar hasbihalde bulundu.

Tevazu ve mahviyet konusuna birkaç cümleyle değinen Hocaefendi, daha sonra İslam aleminin ve müslümanların içinde bulundukları acı tabloya dikkat çekip mevcut atmosferden sıyrılmak ve Allah’a yaklaşmak için Ramazan ayının çok önemli bir vesile olduğunu anlattı.

Ramazan-ı Şerif’ten beklenen neticeyi elde edebilmesi için, insanın, yeme-içmeden kendisini alıkoyduğu gibi, faydasız işlerden, kötü sözlerden ve çirkin düşüncelerden de uzak tutması lazım geldiğini; bu suretle ağzına ve batnına oruç tutturduğu gibi, –tabiri diğerle– yeme-içmeden kendisini kestiği gibi, her zaman mahzurlu olan şeylere karşı da kapanması, hatta mahzuru olmasa bile yararsız şeylere yanaşmaması.. böylece, eskilerin tabiriyle, bütün âzâ u cevârihine oruç tutturması ve havâss-ı zahire ve bâtınasına oruç lezzetini tattırması gerektiğini vurguladı. Aksi halde, insanın, şu mealdeki hadis-i şerifin tehdit sınırlarına girmesinin söz konusu olacağını belirtti: “Nice oruç tutanlar vardır ki, yemeden içmeden kesilmeleri onların yanına açlık ve susuzluktan başka kâr bırakmaz.”

Muhterem Hocaefendi, orucun en güzelinin, mideyle beraber bütün duygulara; göz, kulak, kalb, hayal ve fikre, yani bütün cihazât-ı insaniyeye oruç tutturmak suretiyle eda edileni olduğunu söyledi. Hak dostlarının orucu üçe ayırdıklarına; avam, havas ve ehassu’l-havassa ait olan orucun özelliklerine değindi.

Oruç tutma bakımından aralarındaki farkı şu şekilde ortaya koydu: Avam, sadece midesine oruç tutturan sıradan insanlar; havass, midesiyle beraber el, dil, göz ve kulak gibi azalarına da Ramazan ayının bereket ve feyzini tattıran seçkin kullar; ehassu’l-havass ise, kalb, hayal ve fikirlerini dahi dergâh-ı ilahiyede güzel görülmeyen yabancı şeylerden uzak tutarak seçkinler arasında da hususi bir yere sahip olan müttakîlerdir.

Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) “Oruçlu bir kimse yalan ve yalancılıkla iş yapmayı terk etmezse, yeme-içmeyi bırakıp aç durmasına Allah’ın ihtiyacı ve o orucun da Allah nezdinde hiçbir kıymeti yoktur.” hadis-i şerifine de işarette bulunan Hocaefendi, başkaları ne yaparsa yapsın ve nasıl davranırsa davransın, Kur’an talebelerinin ve Hizmet gönüllülerinin Ramazan ayını tam bir kurbet vesilesi olarak değerlendirmeleri gerektiğini ifade etti. Bunun için de sevenlerini gıybet, yalan ve iftira gibi günahlara katiyen bulaşmamaya; kendileriyle beraber bütün müminlerin ıslahı ve hidayeti için bol bol dua etmeye çağırdı.

Yaklaşık yarım saatlik sohbeti hürmetle sunuyor; Ramazan-ı Şerif’in ülkemiz, milletimiz ve bütün insanlık için hayırlara vesile olmasını diliyor; dualarınızı istirham ediyoruz.

Hem sizi daha fazla bekletmeme hem de mescide koşup ilk teravihi cemaatle kılabilme telaş ve acelesiyle yazdığımız bu özet sadece fikir vermek içindir; bu sohbet, Ramazan-ı Şerife girerken herkesçe hatırda tutulması gereken çok önemli tembihler içermektedir.

Kutsala saygı ve tepkide denge

Fethullah Gülen: Kutsala saygı ve tepkide denge

Bazı dönemlerde çoğu kimse sadece tarafgirlikle hareket edip kendi fikrini ve tarafını daha yüksek sesle savunma telaşına düşüyor; dolayısıyla da her köşeden bir ses yükseliyor, kimse kimsenin ne dediğine bakamıyor ve maalesef en önemli hakikatler arada kaynayıp gidiyor.

Hatırlayacağınız üzere, geçtiğimiz günlerde hakkında çokça konuşulan bir patlama meydana gelmiş ve hâdiseyi kimin yaptığı ortaya çıkmadan birisi kalkıp -korkunç bir kin ve nefretle- “Bütün Müslümanları öldürmek lâzım.” deyivermişti. Aynı hafta içerisinde ülkemizde de dini değerleri tahkir eden bir haddini bilmezle alakalı mahkeme meselesi, gündemi oldukça meşgul etmişti.

İşte o günlerde Fethullah Gülen Hocaefendi bir hasbihalini “Kutsala Saygı” mevzuuna ayırmış ve çok önemli esasları dile getirmişti. İşin doğrusu, o sohbetin tamamını hiç vakit kaybetmeden neşretmeyi çok istemiştik; fakat, başta ifade ettiğimiz üzere hakikatlerin yine gürültüye kurban gitmemesi için beklemeyi tercih etmiş ve konuyla ilgili bir Kırık Testi (Kutsala Saygı) yayınlamakla yetinmiştik.

Fethullah Gülen Hocaefendi özellikle şu hususları anlatıyor:

  • İnsanın, şahsına karşı yapılan hakaret ve saygısızlıklar karşısında dişini sıkıp sabretmesi, elden geldiğince mukabelede bulunmaması; başına atılan taşları dahi atmosfere çarpıp eriyen meteorlar gibi müsamaha atmosferi içinde eritip yok etmesi dinimizde çok önemli bir fazilet olarak görülmüştür. Ne var ki, “Allah hakkı”, “Peygamber hakkı”, “Kur’ân hakkı” dediğimiz öyle haklar vardır ki, bu haklara karşı hakaret ve saygısızlık irtikâp edildiğinde, bu mesele şahsî bir mesele olmadığından dolayı ferdin bu mevzuda affetme yetkisi yoktur. Mü’min böyle bir durum karşısında, onları görmezlikten gelemez, sineye çekemez, tepkisiz kalamaz. Ancak her işte olduğu gibi bu meselede de o, hep kendine yaraşır ve yakışır şekilde hareket eder, Müslüman karakterinin gereklerini yerine getirir, tepkisini mü’mince ortaya koyar, üslûbunu namusu bilir ve ondan asla taviz vermez.
  • Zât-ı Ulûhiyet’e, O’nun esmâ ve sıfatlarına, peygamberlere, melâike-i kirama dil uzatan biri, bu değerlerle irtibatı olan bütün insanlara dil uzatmış, onları rencide etmiş olur. Hatta öldükten sonra dirilme ve uhrevî saadet gibi kutsala ait bazı hususlara ilişilmesi sadece İslâm dünyasını değil, diğer din mensuplarını da rahatsız eder. Zira özü itibarıyla, inanca dair bu tür meseleler başka dinler tarafından da kabul edilmektedir. Bu açıdan, dünyada bir buçuk milyara yakın Müslüman’ın yanında, ahiret inancına sahip diğer din mensuplarını da işin içine dâhil ettiğiniz zaman, toplam sayının dört-beş milyar insana ulaştığı görülür. Şimdi dört-beş milyar insanın saygı duyduğu, değer atfettiği, sinelerinde önemli bir yer verdiği bir kutsala karşı, birisi kalkar da nâsezâ, nâbecâ sözler söyler ve saygısızca davranışlarda bulunursa, bir yönüyle beş milyar insana saygısızca dil uzatmış, hakarette bulunmuş olur.
  • Bir insanın ehli olmadığı bir alanla alâkalı ulu orta söz söylemesi kesinlikle doğru değildir. Mesela hiç felsefe okumamış bir insan, kalkıp bir felsefî ekolü tenkit etse, yerden yere vursa hem kendini gülünç duruma düşürür, hem de ilme ve ilmî usullere karşı saygısızlık irtikâp etmiş olur. Fakat bugün bakıyorsunuz, Kur’ân ve Sünnet’i bilmeyen, cihan tarihinde değişik inkılâplara imza atmış ve aynı zamanda beşinci asra gelinceye kadar geniş bir coğrafyada baş döndürücü bir rönesans yaşanmasına vesile olmuş bir dinden haberi olmayan bir insan, hakarete varan ifadelerle o din ve o dinin müntesipleri hakkında ulu orta konuşuyor, sonra da bunun adına “düşünce ve ifade özgürlüğü” diyor. Hâlbuki uzmanlaşmanın öne çıktığı günümüzde, bir insanın uzmanı olmadığı bir alanda ulu orta konuşması hem o alana hem kendisine hem de selim akla, selim mantığa, selim muhakemeye ve selim vicdana yapılmış bir saygısızlıktır.
  • Bizim de söz, tavır ve davranışlarımızda her zaman çok hassas olmamız, bir söz söylemeden önce bu sözün nasıl geriye dönebileceğini çok iyi hesap etmemiz ve kalbimizin en mahrem noktasına ait hususları hemen dile dökmememiz gerekir. Evet, ağızdan çıkan sözlerin, art niyetli bazı kimselerce farklı yönlere çekilebileceği hiçbir zaman unutulmamalı ve hep muhatapların hisleri hesaba katılarak konuşulmalıdır. Zira eviniz kristalden ise başkasının evine zarar verebilecek hiçbir nesne atmamalısınız. Yoksa kendi elinizle kendi binanızın tahrip edilmesine sebebiyet vermiş olursunuz.
  • Ne kadar isterdim, kutsala saygı mevzuunda keşke uluslararası bir mutabakat sağlanabilseydi! Bu hususta bazı mercilere sesimi duyurmaya çalıştım, ama galiba derdimi tam olarak anlatamadım. Günümüz dünyasında düşünce ve ifade hürriyeti, üzerinde çok durulan önemli kavramlar. Fakat maalesef dine, diyanete, kutsala hakaret etme ve sövme bazı kesimlerce düşünce ve ifade hürriyeti olarak görülürken başka sahalar için bu türlü çirkin söz ve beyanlar düşünce ve ifade hürriyeti olarak görülmüyor, aksine nefret suçu olarak kabul ediliyor. Esasen yeryüzünde emniyet ve güvenin temsilcisi olan hakikî bir mü’min, hiçbir zaman durduk yere başkasının aleyhinde söz söylemez, hele tahkir ve tezyife girme niyeti içinde hiçbir zaman olmaz, olmamalıdır. Ne var ki, düşünce ve ifade hürriyeti adına bazı alanlarda gezme ve dolaşmanın serbest bırakılıp, bazı alanlarda yasaklanması apaçık bir çifte standart, bir tersliktir. Bunun da inanan gönülleri derinden derine rencide ettiği bir gerçektir.
  • Hâsılı, bugün, kutsala saygı düşüncesinin bütün insanlığa mal edilmesine ve insanlık adına herkeste bu duygunun uyarılmasına ciddî ihtiyaç var. Bu mesele, artık bütün milletlerin iştirak ettiği uluslararası kuruluşlar tarafından, üzerinde idare-i kelamda bulunmaya meydan verilmeyecek şekilde bir esasa bağlanmalı ve bu konuda söz kesen belli disiplinler vaz’ edilmelidir. Keşke bütün insanlık bu konuda anlaşabilse! Keşke herkes haddini bilse! Zira barış içinde birlikte yaşamanın önemli bir unsuru olan başkasının kutsalına saygı prensibine riayet edilmediği takdirde, küçülen ve büzüşen günümüz dünyasında bu tür saygısızlıklardan kaynaklanan meseleler daha korkunç ve daha büyük problemler hâlinde kendini gösterecektir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Laf eğlencesi, müzik dinlemek ve dudağa sıçrayan ney

Cenâb-ı Hak bu surenin 6. ayet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:

وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَشْتَرِي لَهْوَ الْحَدِيثِ لِيُضِلَّ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ بِغَيْرِ عِلْمٍ وَيَتَّخِذَهَا هُزُواً أُولَئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ مُهِينٌ
“Öyle insanlar vardır ki hiçbir delile dayanmaksızın, halkı Allah yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için laf eğlencesi satın alırlar. İşte onları zelil ve perişan eden bir azap vardır.” (Lokman, 31/6)

Bu ayetin, müşriklerden Nadr b. Haris’in davranışı üzerine nazil olduğu nakledilir. Rivayete göre, bu şahıs, Acem masalları ihtiva eden kitaplar satın alıp getirir ve Mekkelilere şöyle derdi: “Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) size Ad ve Semud kavimlerinin masallarını anlatıyor; ben de size Rum ve Acem masallarını söyleyeceğim.” Böylece bunları okur, müşrikleri eğlendirir ve insanları Kur’an dinlemekten alıkoymaya çalışırdı.

  • “Laf eğlencesi”ne neler dahildir?
  • Müzik dinlemeyi mübah ya da günah kılacak ölçüler var mıdır?
  • Gençliğimizim ahlakını bozmak için uygulanan sinsi bir plan
  • Ashâb-ı Kirâm’ın çok yazılmayan önemli bir yanı..
  • Eskiden dergah ve tekkelerde def çalınması, daireye vurulması ve ilahiler söylenmesi
  • Belli seviyedeki insanların Kur’an-ı Kerim ile iktifa edişi..
  • Alvar İmamı’nın davul-zurna sesine hıçkıra hıçkıra ağlaması..
  • Arkasına sadece sapkınların ve çapkınların takıldığı, değişik vadilerde şaşkın şaşkın dolaşıp duran ve yapmadıkları şeyleri söyleyen şairler.. ve diğer yanda, iman edip iyi amel işlediği gibi her vesileyi değerlendirip Allah’ı çokça anan şiir üstadları

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Manada derinleşmezseniz “derin”lerle baş edemezsiniz!..

  • Maddî hayatımızın sıhhat ve afiyet üzere devamı adına ihtimam gösterdiğimiz gibi (en az onun kadar) manevî hayatımızın sıhhat ve selameti hesabına da dikkatli yaşamalıyız.
  • Uhrevî hayatımız adına hassas yaşamamız, hem Rabbimize, hem de O’nun emirlerine karşı saygının gereği olduğu gibi, bizi bulunduğumuz seviyeye bağlı kalmaktan kurtarıp derinleşmemizi de sağlayacak bir vesiledir.
  • Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hadis-i şerifte abdest almayı “isbağ” kelimesiyle ifade etmiştir ki, bu kelime, abdestin gereklerini eksiksiz ve tastamam yerine getirmek, ağıza ve buruna dolu dolu su vermek, elleri ve ayakları iyice yıkamak demektir. Hadiste kullanılan diğer bir ifade de “ale’l-mekârih” sözüdür; bu da, bütün zorluklarına rağmen, soğuk-sıcak demeden suyun başına koşup tastamam abdest almak manasını ihtiva etmektedir. İşte şartlar ne olursa olsun, böyle tastamam abdest alma, uhrevî hayata ve ibadetlere ihtimam gösterme demektir ki, bu da Allah’a saygının, O’nun emirlerine saygının, o ibadete saygının ve insanın kendisine saygısının ifadesi olduğu gibi, aynı zamanda başkaları üzerinde de tesir hasıl edecektir.
  • Çoğu zaman şadırvan başında şuurluca abdest alan bir insanın hali, gönüllere, bir kitap dolusu felsefe döktürmekten daha çok tesir eder.
  • Dünya bir müstevda’dır (geçici, kısa süreli ve veda edilip gidilecek bir mekandır); burada emaneten ve iğreti duruyoruz. İbadetlere ihtimam göstermek, asıl vatana ehemmiyet vermenin ve oraya ait beklentilere imanın bir neticesidir.
  • Mü’min için derinleşmenin sonu yoktur ve o her zaman daha bir derin olma peşinde koşmalıdır.
  • Elemsiz lezzet, sadece Allah yolunda olan işlerdedir.
  • Şayet mü’minler kendi düşüncelerinde derinleşmez, iman, marifet, muhabbet ve zevk-i ruhani açısından her gün farklı bir duyuşa yelken açmazlarsa, karşılarındaki derin devletlerle, derin organizasyonlarla, derin sistemlerle başa çıkamazlar.
  • Sizin zâd, zahire ve cephaneniz “Lâ havle velâ kuvvete illa billlah”tır.
  • Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) cihad meydanında düşmanla karşılaşacağı zaman bir taraftan maddî planda bütün hazırlıklarını yapıyor ve sebepleri eksiksiz yerine getiriyor; diğer yandan da harbin her aşamasında Cenâb-ı Hakk’a el açıp dua dua yalvarıyordu. Kollarını öyle kaldırıyor ve öyle yana yakıla dua ediyordu ki, ridası omuzundan düşüyor, Hazreti Ebu Bekir gözyaşları içinde yerden alıp onu tekrar Efendimiz’in mübarek omuzlarına koyuyordu.
  • Bugün adanmış ruhlara da hemen her yönden hücum eden kimseler oluyor. Evet, günümüzde maddi kılıç kınına girmiştir, Kur’an’ın elmas kılıcıyla mücadele etmek lazımdır. Bu arada dua hususunda da asla kusur edilmemeli, her fırsatta insanın Allah’a en yakın olduğu secde anı kollanmalı; Kur’an ayetlerinde geçen ve Peygamberimizin okuduğu rivayet edilen dualar tekrar edilmeli; o duaları bilmeyenler de kelam-ı nefsi şeklinde dua mülahazalarıyla dolmalıdırlar. Mesela, “Allahım yeryüzünde açılımda öncülük yapanlara, önden giden atlılara hiçbir yerde hezimet, falso ve fiyasko yaşatma!” diye akıllarından geçirebilirler. Kendileri hesabına da (Abdülkadir Geylanî hazretlerinin, “Halim Sana ayan, söze ne hâcet!” dediği gibi) “Allahım, halimi Senin bilmen, benim onu şerhetmeme ihtiyaç bırakmıyor; beni talepten müstağni kılıyor!” mülahazalarıyla dolabilirler.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Modern köleler, Hazreti Musa’nın asâsı ve yed-i beyzâsı

Fethullah Gülen Hocaefendi, önce Hazreti Bilal efendimizin temcidi olarak bilinen

يَقَّظُوا تَيَقَّظُـوا يـَا نِيـَامُ - قَدْ هَزَمَ اْلفَجْرُ جُنُودَ الظَّـلَامِ
Ey uyuyanlar.. uyanın uyanın!.. Fecir, karanlık ordularını bozguna uğrattı!

şeklindeki sözlerine imada bulunarak “Ey büyükler.. küçük ve mütevazi kalın.. küçük ve mütevazi kalın!..” sözleriyle başlayıp tevazu ve mahviyetle alâkalı mühim hakikatleri dile getirdi. Haddini bilmezliğe düşenlerin maksatlarının aksiyle tokat yiyeceklerini belirtti.

Bildiğiniz gibi, “mükâtebe” sözlükte iki veya daha fazla kişinin herhangi bir konuda karşılıklı olarak yazışmalarıdır; fıkıhta ise, köle ile sahibi arasında yapılan bir akiddir; bir köle veya cariyeyi belli bir meblağ karşılığında hürriyetine kavuşturmak için yapılan anlaşmanın unvanıdır; buna "kitabet" de denir.

Fethullah Gülen Hocaefendi, mükâtebe bahsi okunurken malum köleliğin artık mazide kaldığını, fakat günümüzde de modern köleliklerin yaşandığını ifade etti. Geçtiğimiz günlerde de üzerinde durulduğu üzere, bazı ülkelerin ve kimselerin mut’a adı altındaki kapalı zina, örtülü fuhuş sistemini kullandıklarını, pek çok insanı onunla vurduklarını, fotoğraflarını çektiklerini, sonra da onlara “Bizim aleyhimizde olursanız medyaya verilir bunlar” dediklerini.. ve böylece o insanları adeta köleleştirip istediklerini yaptırdıklarını anlattı.

Fethullah Gülen Hocaefendi, tefsir dersinde ise, özellikle şu ayetlerle ilgili dikkat çekici açıklamalarda bulundu:

فَلَمَّا قَضَى مُوسَى الْأَجَلَ وَسَارَ بِأَهْلِهِ آنَسَ مِن جَانِبِ الطُّورِ نَاراً قَالَ لِأَهْلِهِ امْكُثُوا إِنِّي آنَسْتُ نَاراً لَعَلِّي آتِيكُمْ مِنْهَا بِخَبَرٍ أَوْ جَذْوَةٍ مِنَ النَّارِ لَعَلَّكُمْ تَصْطَلُونَ
Mûsâ (aleyhisselam) müddeti tamamlayıp ailesiyle yolda giderken, dağ tarafında bir ateş fark etti. Ailesine, “Durun! Ben bir ateş farkettim. Gideyim belki yol hakkında bir bilgi alır veya bir ateş koru getiririm de ateş yakıp ısınma imkânı bulursunuz.” dedi. (Kasas, 28/29)

اُسْلُكْ يَدَكَ فِي جَيْبِكَ تَخْرُجْ بَيْضَاءَ مِنْ غَيْرِ سُوءٍ وَاضْمُمْ إِلَيْكَ جَنَاحَكَ مِنَ الرَّهْبِ فَذَانِكَ بُرْهَانَانِ مِنْ رَبِّكَ إِلَى فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِ إِنَّهُمْ كَانُوا قَوْماً فَاسِقِينَ
Elini koynuna sok! Şimdi çıkar: İşte kusursuz, pırıl pırıl ışık saçıyor. Yılana karşı korkudan ötürü tavır alma saikiyle kanat gibi açılan kollarını kendine çekip toparlan, korkma artık! İşte bunlar, Rabbin tarafından Firavun ile onun ileri gelen yetkililerine gönderilen iki mûcizedir. Onlar gerçekten iyice yoldan çıkmış bir gürûhtur. (Kasas, 28/32)

Mülâyemet.. bize düşen mülâyemet

Bildiğiniz gibi, Hudeybiye Sulhü, Müslümanların kabullenemeyeceği öyle maddeler içeriyordu ki, Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) bile Allah Rasûlü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) “Sen Allah’ın Rasûlü değil misin?” diyecek kadar üzülmüştü. Allah Rasûlü o esnada dahi sükûnetini bozmamış ve Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh) sorularına mülayemet ve sükûnetle cevap vermişti:

-Evet, ben Allah’ın Rasûlü’yüm.
-Biz hak yolda değil miyiz?
-Evet, hak yoldayız.
-Öyleyse bu zilleti niçin kabul ediyoruz?
-Ben Allah’ın peygamberiyim ve Allah’a isyan edemem.
-Sen Kâbe’yi ziyaret edeceğimizi söylemedin mi?
-Evet, söyledim. Fakat bu sene demedim.

Daha sonraları Hazreti Ömer, bu hâdiseyi her hatırlayışta ızdırapla iki büklüm olmuş ve nedamet yutkunmuştu. Kendi ifadesiyle, bu yolda nice sadakalar vermiş, nice oruçlar tutmuş ve nice istiğfarlarda bulunmuştu!..

Fethullah Gülen Hocaefendi, Hazreti Ömer efendimizin Hudeybiye esnasındaki tavrı ile alakalı bir soru üzerine hadiseyi hatırlatıp meseleyi günümüze getirdi; bazı kimseler anlamakta ve kabullenmekte zorlansalar bile insanlığın huzur ve istikbalini düşünen fedakar ruhların her zaman mülâyemetle hareket etmeleri gerektiğini vurguladı.

Adanmış ruhların Hazreti Mevlânâ gibi davranmaları lazım geldiğini ifade eden Hocaefendi, Hazret ile alakalı şu hadiseyi nakletti:

Mevlâna Celaleddîn Rûmî hazretleri döneminde bazıları ağızlarına ne gelirse söylemekte ve ona hakaret etmektedirler. Bir gün bir tanesi, “Sen inançsızlara bile kucak açıyorsun, onlarla bir araya geliyorsun; günah işleyenlere dahi “gel” diyorsun... Böyle yapmakla İslam’ın onurunu iki paralık ediyor, dinin izzetine dokunuyorsun.” cümlelerinden oluşan ve daha bir düzine hakaretle dolu sözler söyler. Hazreti Mevlânâ, muhatabının sözlerini bitirmesi üzerine ona tek cümleyle mukabele eder; “Sen de gel, sana da bağrımı açıyorum!” der.

Fethullah Gülen Hocaefendi, sözlerini şu hakikati hatırlatarak noktaladı:

Cenâb-ı Hak, Hazreti Musa ve Hazreti Harun'a hitaben, “Ona tatlı, yumuşak bir tarzda hitab edin. Olur ki aklını başına alıp düşünür, öğüt dinler yahut hiç değilse biraz çekinir.” (Tâ Hâ, 20/44) buyurarak her şeyden önce peygamberâne bir üslubu nazara vermiş; muhatap, Firavun gibi kalb ve kafası imana kapalı bir insan bile olsa, yine de hak ve hakikati “kavl-i leyyin” ile anlatmak gerektiğine işaret etmiştir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Namazın kıyâmı, rükûu ve secdesinde neler okunabilir?

Maalesef çocukluğumuzdan itibaren namazı bir kalıp şeklinde öğrendik, yalnızca bazı cümleleri tekrar edip bir kısım hareketleri yapınca onu eksiksiz eda ettiğimize kanaat getirdik. Dolayısıyla, ekseriyetimiz itibarıyla ve çoğu zaman namazı, özellikle de rükû ve secdeleri adeta geçiştirdik. Oysa, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz namazı ikâme ederlerken rükûu kıyamına yakın, secdesi de rükûuna denkti. O, bazen bir rekâtta Bakara, Âl-i İmrân ve Nisâ sûrelerini okurdu; rükûda duruşu da ona eşti; hemen bütün rükünleri kulluk ve dua hesabına tam değerlendirirdi. Bazen O’nun nafile olarak kıldığı bir rekât namaz, bizim hatimle kıldığımız teravih namazı kadar sürerdi. Bir hadis-i şerifte bu husus açıkça anlatılmış ve şöyle denmiştir: “Rasûlullah’ın (aleyhissalatü vesselam) kıyamı, rükûu, rükûdan sonraki ayakta bekleyişi, secdesi, iki secde arasındaki oturuşu ve teşehhüddeki oturuşu neredeyse birbirine denk uzunlukta idi.” (Müslim, Salât 193) Evet, İnsanlığın İftihar Tablosu namazın her anını dualarla bezer, donatır ve Allah’a yakarışla doldururdu.

Peki, acaba biz namazımızı nasıl o şekilde eda edebiliriz; ya da namazda daha neler okuyabilir, hangi duaları yapabiliriz?

Hanefi mezhebine göre, “dünya kelamı” ve “beşer sözü” kategorisinde olan ifadelere namazda yer verilemez. Nitekim, “sübhaneke” duası içindeki “ve celle senaüke” kaydının (sadece cenaze namazında okunan kısım) farz namazlarda okunmamasının sebebi bu düşünce ve bu anlayıştır. Rasûl-ü Ekrem’den (aleyhi ekmelüttehaya) nakledilmiş olan rivayetlerin namazda okunabilmesi için, onun hadis kriterleri açısından en az “meşhur hadis” olması gereklidir. Diğer mezheplerin bu konuda böylesi bir şartı yoktur. Bununla beraber, ihtiyatlı davranarak Kur’an-ı Kerim’de zikredilen veya Efendimiz’in beyanı olduğunda şüphe bulunmayan dualar tercih edilerek namazın genelinde ve bilhassa secdede Cenâb-ı Hakk’a çokça yakarmak lazımdır. Bu hususta “el-Kulûbü’d-Dâria” kitabının giriş bölümünde ve Hocaefendi’nin “Dua Mecmuası” isimli eserinde Efendimiz’den nakledilen dualardan, ayrıca Peygamberimizin her sabah ve akşam okudukları evrâd ü ezkârdan istifade edilebilir.

Mesela, rükûda hakkını vere vere, kelimeleri güzelce telaffuz ederek -bazı fukahaya göre- bir kere “Sübhâne rabbiye’l-azîm” demek şarttır. Bu tesbih, çok hızlı söyleniyorsa ve söyleyen ne dediğinden habersizse, onun mânâsı yoktur ve adeta söylenmemiş gibidir. Bazı fukahaya göre ise, onu en az üç defa söylemek gerekir; beş ya da dokuz defa tekrar edilebileceği de belirtilmiştir. Onun için, rükûda ve secdede en az üç defa, yavaş yavaş, kelimeleri tam telaffuz ederek bu tesbih söylenebilir. Ardından da yukarıda ifade etmeye çalıştığımız şartlara uygun dualar kalb ibresi O’na tam yönelmişliği ihsas ettireceği ana kadar tekrar edilebilir. Zaten ancak bu şekilde eda edilen bir namaz “ikâme edilmiş” sayılır, diğerleri sadece “kılma”dır.

Aslında, çoğu zaman dîk-ı elfazdan (kelime darlığından) dolayı kullandığımız “namaz kılmak” tabiri, bir işi hakkıyla eda etmeyi değil onu yapmış gibi olmayı çağrıştırmakta ve bir sun’îlik taşımaktadır; “kılmak” yerine “ikâme etmek” demek daha isabetli olacaktır. Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de elliden fazla ayette namaz (salât), “ikâme” fiilinin muhtelif kipleriyle birlikte zikredilmektedir. Ayrıca, pek çok ayette “Namazı ikâme edin!” buyrulmaktadır. Evet, “ikâme etmek”; namazın içinde yer alan kıyam, rükû, secde gibi rükünleri yerli yerinde, düzgün şekilde, sükûnet içinde, hakkını vererek yapmak ve bir manada “dinin direği”ni itina ile ayağa kaldırıp yerine koymak demektir.

Şu kadar var ki, insan farklı duaları uzun uzun tekrar etme, rükû ve secdeyi kıyama denk götürme işini yalnız başına namaz kıldığı zaman yapmalıdır. İmam’ın cemaati bıktıracak ya da ihtiyaç sahiplerini zor durumda bırakacak şekilde namazı uzatması doğru değildir. Nitekim Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), imam olduğunda namazı uzunca kıldıran Muaz b. Cebel hazretlerine “Sen fitne mi çıkarıyorsun?” demiş; bir başka vesileyle “Herhangi biriniz imam olduğunda namazı hafif kıldırsın; çünkü arkasında zayıf, yaşlı ve hasta olanlar vardır. Fakat kendi başına kıldığında onu istediği kadar uzatsın.” buyurmuştur.

Şu hususu da belirtmekte fayda var: Namaz esnasında ve özellikle secde anında insan, ümmet-i Muhammed (aleyhisselam) için olan isteklerini, kendi iç ızdıraplarını, tevbelerini, iniltilerini hiç konuşmadan, sadece mülahazadan geçirerek niyetiyle ve daha da güzeli samimi gözyaşlarıyla da Cenâb-ı Hakk’a arz edebilir.

Hâsılı, imam namazı ikâme ederken cemaatinin halini gözeterek orta bir yol tutturmalı; yalnız başına namaz kılan insan ise, özellikle de nafilelerde onu özene bezene eda etmeli, dualarla donatmalı, engin mülahazalarla süslemeli ve adeta namazdaki her anını bir dua fırsatı gibi değerlendirmelidir.

Ne “mazi” ne de “istikbal” masal, onlarla derinlik kazanır “hal”

Öteden beri hemen herkes, içinde bulunduğu zamandan şikâyet etmiş ve daha iyi günlerin özlemiyle inlemiş durmuştur. Cismaniyet ve bedenî hazları itibariyle kendini bohemliğe salmış, “Bir geçmiş gün için beyhude feryad etme / Bir gelecek günü boşuna yad etme / Geçmiş gelecek masal hep / Eğlenmene bak, ömrünü berbad etme” diyen bir kısım bön kimseler istisna edilecek olursa, çoğu kimse ya geçmişe vurgun veya geleceğe tutkundur. Umumiyet itibariyle genç ve serâzât gönüller daha ziyade hülyâlarında kurdukları bir gelecekte, yaşını-başını almış dünün olgun insanları da hep geçmişte yaşarlar.

Aslında geçmişin ayrı bir manası, geleceğin ayrı bir kıymeti, hâlin de ayrı bir değer ve ifâdesi vardır. Zamanı, en kıymetli dilimi itibariyle hayallerimizde kurduğumuz geleceğin sırça saraylarında veya geçmişin semâvileşen parlak sahifeleri arasında aradığımız sürece, onun, mutlaka değerlendirilmesi gerekli olan altın dilimini görmezlikten gelmiş; düne ve yarına göz yumup, sadece bugünle bütünleşip, bugünle teselli olduğumuz zaman da çok önemli iki hayatî kaynağı kaybetmiş oluruz.

Geçmiş, hem bugünümüze hem de yarınlarımıza kaynak olabilecek bereketli bir menba, bugün ise, geleceğin fide ve fidanlarını yetiştiren mübârek bir meşcerelik ve milli bir sermaye iken, mâziyi romantik duygu ve düşüncelere açılmış bir arşiv gibi görüp değerlendirmek, bugünü de serâzâd gönüllerin şehrâyin zamanı sayıp hezeyanlar içinde geçirmek, kazanma kuşağında kaybetmekten başka bir şey değildir.

Kendisine, “Sen hep maziden bahsediyorsun; sürekli Osmanlı çeşmelerini, camilerini dile getiriyorsun; sen bir harâbîsin, harâbâtîsin.” diyenlere karşı Yahya Kemal, “Ne harâbîyim ne harâbâtîyim / Kökü mazide olan âtîyim.” diye cevap vermiştir. Evet, parlak bir gelecek için dünü bilip ondan ibret almak ve bugünü de tam değerlendirmek iktiza etmektedir.

Dünü bugünle, bugünü de yarınla bir arada mütâlaa edebilen ruh insanlarının varlık ve hâdiselere bakışları çok farklıdır. Onların canlı ve sımsıcak dünyâlarında, her şey bir başka lezzet, bir başka halâvetle doğar ve zaman üstü bir çizgide cereyan eder. Geçmiş zaman, bin bir modeliyle geleceğin rengârenk kostümlerini hazırlar. Gelecek, ihya edilmeyi bekleyen bir arâzi gibi, yüksek mefkûre ve hülyâ derinliğinde hâdiselere bağrını açar bekler. İçinde bulunduğumuz zaman ise, bir mekik gibi bu iki kutup arasında gelir-gider ve kendi dilimini örer.

Bu arada, insan maruz kaldığı bir kısım mazeretler ve aşamayacağı bazı engellerden dolayı istediklerini tam yapamayabilir ve arzu ettiği işi eksiksiz olarak gerçekleştiremeyebilir. Şayet başlangıçtaki niyet halis ise, ameldeki boşlukları da işte o temiz niyetler doldurur. Nitekim, yatsı namazını eda edip sabah namazına kalkma niyetiyle yatan bir insanın uykudaki nefeslerinin bile zikir/sadaka olacağını Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz bildirmektedir. Ayrıca, ortalama yetmiş senelik bir ömürle ebedî hayatın kazanılması da yine niyetin boşlukları doldurmasıyla mümkün olmaktadır.

Bu cümleden olarak, günümüzde, dünyanın değişik yerlerinde, hayatın değişik birimlerinde vazife yapan öyle insanlar vardır ki, bunlar, tepeden tırnağa pür heyecandırlar. Onlar, her gün heyecanla oturup heyecanla kalkmakta, kendilerine düşen vazifeyi yerine getirmeye her an âmâdebulunmaktadırlar. İşte böylelerinin niyetleri, azim, gayret ve kararlılıkları öbür tarafta öyle sürprizler şeklinde karşılarına çıkar ki, çokları Allah’ın onlara lütfettiği nimetler karşısında imrenmekten kendilerini alamazlar. Bu itibarla da niyet ve himmetler her zaman âli tutulmalı; elden gelen gayretler ortaya konulmalı ve sonra muhtemel boşlukların niyetlerle doldurulacağı konusunda ilahî rahmete itimad edilmelidir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.