Dünya Barışı İçin Dinlerarası Diyaloğun Önemi Üzerine

Dinlerarası Diyaloğun Dinî Temelleri

Dinlerarası diyalog görüşmelerini "yıllarca İslâm'a, Kur'ân'a başkaldırmış, düşmanlık etmiş insanlarla dostluk kurma" diye tenkit edenler olabilir.

Halbuki dinlerarası diyalog görüşmeleri, İslâmî bir düşünce ve bu düşüncenin hayata yansımasından ibarettir. Allah Resûlü (sas), yıllarca kendisine her türlü işkenceyi yapan Ebu Cehil'i ve onun gibi nicelerini karşısına alıp muhatap olarak kabul etmiştir. O halde çeşitli vesilelerle görüşülüp konuşulan değişik dinlerden bu insanlar -kaldı ki çokları inancını izhar ediyorlar- yüzünden, İslâmî nasslarla te'lif edilemeyecek tenkitler yapmanın hiçbir manası yoktur. Böyle bir tavır aslında, İslâm'ı tam anlamıyla özümseyememenin bir ifadesidir.

Diyalog ve hoşgörü açısından Kur'ân ve Sünnet'e bakınca, konuyla alâkalı birçok ayet ve hadis bulmak mümkündür. Kur'ân ve Sünnet-i sahîha'da bazı hususî haller müstesnâ, hep müsamahayı görürüz. Bir insan kendini az zorlayarak ve biraz dikkatlice Kur'ân'ın ayetlerine göz gezdirebilse, müsamaha, af, diyalog ve herkese bağrını açma ile alâkalı konuya esas teşkil edebilecek onlarca ayet bulabilir. İşte bu husus, İslâm dininin herkesi kucaklayıcı bir yanını, yani onun evrenselliğini göstermektedir. İslâmî müsamahanın çerçevesi ehl-i kitaba, hatta bir manada kim olursa olsun bütün dünya insanlarına kadar uzanmaktadır.

Ne Kur'ân, ne de Sünnet'te, sevgiye, hoşgörüye ve herkesle konuşup görüşme, duygu ve düşünceleri ifade etme manasında diyaloğa zıt ve onları yasaklayıcı bir hüküm, bir tavır vardır. Zaten herkesin iyiliğini isteyen ve istisnasız herkesi kurtuluşa çağıran bir dinin başka türlü olması da düşünülemez.

Kur'ân-ı Kerim, âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz'e (sas) evrensel risâlet vazifesini yerine getirirken, daima hoşgörü ve diyaloğu esas almasını emretmenin yanı sıra, şu ayet-i kerime ile de Ehl-i Kitap'la hangi ortak paydada buluşulması gerektiğine işarette bulunur:

1) "De ki: "Ey ehl-i kitap, sizinle bizim aramızda aynı olan bir kelimeye gelin: Allah'tan başkasına ibadet etmeyelim ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; Allah'ı bırakıp da, kimimiz kimimizi rabler de edinmesin." (Âl-i İmrân, 64)

İşte bu ayet, Ehl-i Kitab'a güler bir yüz ve tatlı bir dille yaklaşıp, "gelin" diyor. Bu "gelin" deyişte, "sizi çağırdığım, davet ettiğim şeyler, sizin bilmediğiniz şeyler değil; tam tersine, bildiğiniz, ünsiyet ettiğiniz ve bizden çok önce karşılaşıp da, şimdi unutmuş olabileceğiniz veya yanlış hatırladığınız şeyler türündendir." diyor ki, bu da Kur'ân'ın, ehl-i kitapla aramıza bir köprü kurarak onları gayet yumuşak bir şekilde, sıcak baktıkları bir noktadan yakalamasıdır. Bu husus, İslâm'ın tebliğinde ve muhataplara yaklaşmada çok önemlidir. Biz buna, şimdilerin tabiriyle "diyalog" da diyebiliriz. Evet, Kur'ân'ın ehl-i kitabı çağırdığı o me'luf nokta tek bir kelime ile hülasa edilecek kadar kısadır; zira Kur'ân onlardan sadece ve sadece bir tek şey istemektedir ki, o da şu görülen köprüden geçilip, şu kapıya ulaşılmasıdır; her şey bir yana sadece "sevâün" (sizinle bizim aramızda aynı olan bir kelimeye gelin) kelimesinde bile bu inceliği, bu yumuşaklığı ve arada kurulmaya çalışılan köprüyü görmek mümkündür.

Ehl-i Kitapla Diyaloğu Emreden Âyetler

2) "Zulmedenleri hariç, ehl-i kitap ile en güzel olan şeklin dışında bir tarzda mücadele etmeyin ve onlara şöyle deyin: "Biz, hem bize indirilen kitaba, hem size indirilen kitaba iman ettik. Bizim İlah'ımız da sizin İlah'ınız da bir ve aynı İlah'tır ve biz O'na gönülden teslim olduk." (Ankebut, 46)

Kur'ân, bu ayetiyle de bize, üslûpta takınacağımız tavrı ve sergilememiz gereken edebi gösteriyor. Ehl-i kitabın zâlim olmayan kesimiyle münasebetlerimizde, şiddetli davranma ve onların iflahını kesme düşüncesi İslâmî bir düşünce ve davranış değildir. Böyle bir düşünce ve davranış İslâmî olmaktan öte, İslâmî kaide ve prensiplere aykırı bir çarpıklık demektir.

3) "Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara adil davranmanızı yasaklamaz." (Mümtehine, 8)

Bu âyet, Müslümanlarla Mekke müşriklerinin ilişkilerinin son derece gergin olduğu sırada inmiştir. Buna rağmen inanmayanlara iyiliği, insaf ve adaleti emretmesi oldukça dikkate değerdir. "Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i İmrân, 19) ayetinin gösterdiği gibi; bütün Allah elçileri aynı dinin tebliğcileridir. Şu halde son Peygamber'den (sas) önceki Peygamberlerin tebliğlerine bağlı kaldıklarını söyleyenlerle diyalog daha kolay ve mümkün olur. Ancak; diyaloğa hazır olmayanlarla sürekli savaş edileceğine ilişkin bir emir de Kur'ân-ı Kerim'de yoktur. Tam aksine; Mümtehine Sûresi'ndeki 8'inci âyette, Müslümanlarla savaşmayan diğer din mensupları ile en üstün ahlâk ilkeleri çerçevesinde ilişki kurma tavsiyesi vardır.

'Kâfirleri, Yahudi ve Hıristiyanları dost ve sırdaş edinmeyin' âyetleri diyaloğa zıt mıdır? Müslümanların gayrimüslimleri, Yahudi ve Hıristiyanları dost ve sırdaş edinmemeleri konusu, Kur'ân-ı Kerim'de yer yer zikredilen ve üzerinde durulan bir husustur: "Müminler, müminleri bırakıp, kâfirleri velî edinmesinler. Kim böyle yaparsa, Allah ile ilişiğini kesmiş olur. Ancak onlar tarafından gelebilecek bir tehlike olursa başka!" (Âl-i İmrân, 28), "Ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanları velî edinmeyin! Onlar ancak birbirlerinin velîsidirler. Sizden kim onları velî edinirse o da onlardandır. Allah böylesi zalimleri doğru yola iletmez." (Mâide, 51)

"Ey iman edenler! Siz Müslümanlardan başkasını sırdaş edinmeyin..." (Âl-i İmrân, 118)

İşte bu zikrettiğimiz âyetler ve daha başka ayetler, (Nisa, 139, 140,144; Mâide, 55-57; Mücâdile 22; Mümtehine 1-4, 9, 13) gayrimüslimlerin Müslümanlara ve İslâm'a karşı olan hilelerini tanıma hususunda gayet açık bir şekilde bilgi vererek, Müslümanların onları dost ve sırdaş edinmemeleri gerektiğini ortaya koymaktadır. Zîra Kur'ân'da sevgi ve dostluğun ancak; Allah, Resûlü ve müminler için beslenmesi istenmektedir. (Mâide, 55) Müslüman Allah için sever, Allah için buğzeder. Bu nedenle onun kâfirlerle dostluk ve yakınlık kurması, onlara itimat ederek hakîki bir ahbap gibi sıkı-fıkı ilişkilerde bulunması, kalbî bir muhabbet besleyerek önemli işlerinde onlarla istişare etmesi ve sırlarını paylaşması yasaklanmıştır. Çünkü, Allah'ın kitabına davet edildikleri halde ilâhî hükümlere sırt çeviren Allah düşmanlarına dostluk ile Allah'a îman gerçeği aynı kalpte buluşamaz. Onun içindir ki müminler bundan ciddî bir biçimde sakındırılmış, Allah'ın kitabını kabul etmeyenlerle sıkı bir dostluk kurmanın kişiyi, İslâm dairesinden çıkma gibi bir tehlikeyle karşı karşıya getireceği belirtilmiştir. Şimdi, bâzılarını zikrettiğimiz bu ve benzeri âyetlerin, dinlerarası diyalog görüşmelerine zıt olup olmadığı konusuna kısaca temas edelim: Kur'an-ı Kerim'deki âyetler, Kur'ân bütünlüğü içinde, âyetin öncesine ve sonrasına dikkat ederek, nüzul sebepleri ve ortamı göz önünde bulundurularak değerlendirilmelidir. Yoksa, cımbızla çeker gibi bir âyeti tek başına alıp değerlendirme yapmak veya hüküm vermek doğru değildir. Gayrimüslimlerin dost edinilmemesi ile ilgili ayetler de aynı metotla ele alındığında; dini alay konusu edinen, Müslümanlar aleyhinde oluşum ve faaliyetlerde bulunan, din konusunda Müslümanlarla savaşıp onları yurtlarından çıkaran kimselerin dost edinilmesinin yasaklandığı görülecektir. Yoksa, din konusunda düşmanca tavır sergilemedikleri ve Müslümanları yurtlarından zorla çıkarmadıkları müddetçe gayrimüslimlerle iyi geçinilmesi, onlara iyilik yapılması ve adil davranılması öngörüldüğü anlaşılmaktadır (bkz. Maide 57; Mümtehine 8). Ehl-i kitabın yemeklerinin yenilmesinin ve kadınlarıyla evlenilmesinin helal olduğunu belirten âyetler de bunu göstermektedir. (bkz. Maide 5)

İttifak Başka, Veli Edinmek Başka...

"Müminler, müminleri bırakıp, kâfirleri velî edinmesinler..." Âl-i İmrân 28'inci âyetin, Müslümanların o zamanki stratejik durumlarıyla yakın ilişkisi vardır. Müslümanlar o zaman, gayrimüslimlerle, özellikle Kureyş müşrikleriyle savaş halinde idiler. İslam'ın karşısında bir tutum alan Yahudiler de İslâm'ın yıkılması için fırsat kolluyordu. Bundan dolayı kuvvetli durumda bulunduklarını hissettikleri zaman Peygamber Efendimiz (sas) ile yaptıkları antlaşmayı derhal bozup müşrikleri destekliyorlardı. Şimdi Müslümanların böyle kimselerle sıkı fıkı dost olmaları, askerî sırların bunların eline geçmesine sebep olurdu. İşte böyle aleyhlerine bir sonuç doğuracak durumlarda inkarcılar toplumu ile dost olmaları yasaklanmıştır.

Allah Resûlü (sas), Mekkeli müşriklerle Hudeybiye barış antlaşması yaptığı gibi, Medine'ye geldiklerinde Yahudilerle de "Medine Vesikası" diye tarihe geçen yazılı bir antlaşma yapmıştır. Peygamber Efendimiz'in (sas) bu antlaşmalarından ve âyetlerin rûhundan anlıyoruz ki, Müslüman yöneticiler, Müslüman olmayan toplumlarla iyi ilişkiler kurabilirler.

Şunu da iyi bilmek lâzımdır ki ittifaklar, karşılıklı menfaatlere dayanır. Tefsirini yapmakta olduğumuz âyet "kâfirlerle antlaşma yapmayın" demiyor, "Müslümanları bırakıp onları dost tutmayın." diyor. Zira antlaşma yapıp iyi geçinmek başka şey, dost tutmak başka şeydir. Mâide 51. "Ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanları velî edinmeyin!.." âyeti ise, Müslümanlara karşı savaşan Yahudi ve Hıristiyanları dost tutmamayı, onları velî yapmamayı emrediyor. Bu emir, Müslümanların, kendileriyle savaşmayan gayrimüslimlerle, müşriklere karşı ittifak yapmalarına engel değildir. Çünkü ittifak başka, velî edinmek başkadır.

Âyetlerdeki velî kelimesi: Hâmi, koruyucu, dost, yönetici, bir kimsenin işlerini deruhte eden, destekleyip yardım eden anlamlarına gelir. Öyleyse âyette yasaklanan dostluk, kâfirlere gönülden bağlanmak, müminleri bırakıp onlara sevgi beslemektir. Bu, Müslüman yöneticilerin, diğer Müslümanların aleyhine olmamak şartıyla, meşrû maksatlarda işbirliği yapmalarına mani değildir. Aynı şekilde diyalog görüşmelerine de engel değildir. Maalesef son zamanlarda İslâm'a karşı tertiplere girişmek isteyenler; İslâm'ın sürekli savaş dini olduğunu ileri sürerken, Kur'ân-ı Kerim'in, yukarıdaki âyetlere dayanarak "Hıristiyan ve Museviler ile dostluğu yasakladığını" ileri sürmektedirler. Oysa sözü edilen âyetlerde yasaklanmış olan ne "diyalog", ne de günlük dildeki anlamı ile "dostluk"tur.

Dinlerarası diyalog görüşmelerini "yıllarca İslâm'a, Kur'ân'a başkaldırmış, düşmanlık etmiş insanlarla dostluk kurma" diye tenkit edenler olabilir. Halbuki dinlerarası diyalog görüşmeleri, İslâmî bir düşünce ve bu düşüncenin hayata yansımasından ibarettir. Allah Resûlü (sas), yıllarca kendisine her türlü işkenceyi yapan Ebu Cehil'i ve onun gibi nicelerini karşısına alıp muhatap olarak kabul etmiştir. O halde çeşitli vesilelerle görüşülüp konuşulan değişik dinlerden bu insanlar -kaldı ki çokları inancını izhar ediyorlar- yüzünden, İslâmî nasslarla te'lif edilemeyecek tenkitler yapmanın hiçbir manası yoktur. Böyle bir tavır aslında, İslâm'ı tam anlamıyla özümseyememenin bir ifadesidir. "Allah sadece, dininizden ötürü sizinle savaşan, sizi yerinizden yurdunuzdan kovan ve kovulmanıza destek veren kâfirleri dost edinmenizi men eder. Her kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir." (Mümtehine, 9) ayetine göre kâfirlerle ilişkileri kesmek, her türlü alâkayı kesmek anlamına gelmez. Bu âyete göre gayrimüslimlerle ilişki kesmenin sebebi, onların kâfir olmaları değil, müminlere zulüm ve işkence uygulamalarıdır. Öyleyse Müslümanlara düşmanlık etmeyen gayrimüslimlere iyi davranmak gerekir. Müslümanlara düşmanlık yapmayan, inançlarına saygılı olan gayrimüslimlere karşı, onlara iyilik yapılmasa bile en azından düşmanlık yapmamak ve adaletli davranmak adaletin gereğidir. Fakat Müslümanlara karşı düşmanlıklarını sürdürenlerle, düşmanlığa son verenleri aynı kefeye koymak da adaletsizliktir.

Efendimiz'in (sas) Söz ve Uygulamalarında Diyalog

Osmanlı Devleti, 22 değişik millet ve dinden oluşan etnik bir mozaik olarak, farklı dinlerden insanların birlikte yaşamayı başarabildikleri tarihteki en büyük Müslüman devlet tecrübesi olarak karşımızda bulunmaktadır.

Günümüzde bile farklı iki dinden toplumun bir arada yaşamasının pek çok problemlere yol açtığı düşünülürse, bu kadar dinî veya etnik kimliği ve bu unsurların getirdiği sosyal ve kültürel yapıyı bir arada tutabilmeyi Osmanlı Devleti'nin engin hoşgörüsünde aramak lazımdır. Çünkü Osmanlılar, farklı dinî cemaatlerin işlerine müdahale etmemiş; onların din, dil ve milliyetlerini korumalarına, ekonomik ve sosyal hürriyetlere sahip olmalarına izin vermişlerdi.

Peygamber Efendimiz (sas), müminler için her hususta rehber olduğu gibi, diğer dinler ve mensuplarıyla diyalogda da bizim rehberimizdir. Diğer din mensuplarına karşı, bir insan olmaları itibarıyla hep sevgi ve hoşgörü ile muamelede bulunan Allah Resûlü'nün (sas), hayatı, baştan sona hep af ve müsamaha yörüngelidir.

Müsamaha ve hoşgörünün kaynağı, dinimizin de kaynağı Kur'ân olduğu ve bu düşünce coşkun bir ırmak halinde Kur'ân'ın tebliğcisi Efendimiz'den akıp geldiği için bizim bu konuda farklı düşünmemiz mümkün değildir. Zira tersi bir düşünce, Kur'ân'ı ve Resûlüllah'ı (sas) tanımama demektir. Bu açıdan hoşgörü ve diyalog, kaynakları itibarıyla Kur'ân ve Sünnet'e dayandığından Müslüman'ın tabiî ahlâkıdır ve bu itibarla da kalıcıdır.

O en engin müsamaha insanı (sas), Medine'de ehl-i kitapla iç içe yaşamış, hatta "Müslüman'ım" dedikleri halde sürekli nifak çıkaran, hemen her yerde temiz vicdanları birbiriyle vuruşturmaya çalışan müfsit ruhlarla bile anlaşma noktaları bulmuş ve onları nazar-ı müsamaha ile bağrına basmıştır. Abdullah b. Übey b. Selûl gibi ömür boyu kendisine düşmanlık içinde bulunan birine bile öldüğünde gömleğini kefen olarak vermiştir. Bu bakımdan, ne O'nun (sas), ne de O'nun insanlığa sunduğu mesajın eşi ve menendi yoktur. Dolayısıyla 'üsve-i hasene' (en güzel örnek) olan O Kurtuluş Rehberi'ne uymaya çalışanların, O'ndan farklı düşünmeleri de mümkün değildir.

Allah Resûlü'nün (sas) insana verdiği değer: İnsanlığın İftihar Tablosu (sas), Rabb'inden aldığı terbiye ile Müslüman, Hıristiyan veya Yahudi demeden hemen her insana değer vermiştir. Allah Resûlü (sas), bir gün yoldan bir Yahudi cenazesi geçerken ayağa kalkar. O esnada yanında bulunan bir sahabi, "Ya Resûlallah, o Yahudi'dir." der. Nebiler Serveri (sas) hiç tavrını bozmadan ve yüz çizgilerini değiştirmeden, zamana "dur ve beni dinle" dedirtecek şu cevabı verir: "Ama bir insan!" (Müslim, Cenâiz 78, 81) O'nu bu ölçüler içinde tanımayan müntesiplerinin de, O'nun (sas) insanlık adına getirdiği evrensel mesajlardan habersiz yaşayan insan hakları savunucularının da kulakları çınlasın! Bu söze ilave edilecek hiçbir şey yoktur ve eğer biz, bu sözün sahibi o şanlı Peygamber'in ümmeti isek, O'ndan farklı düşünmemiz de mümkün değildir.

Şimdi de, Peygamberimiz'in Mekke ve özellikle Medine döneminde Hıristiyan ve Yahudilerle olan ilişkileri ve onlara nasıl davrandığı konusunu misalleriyle zikredelim:

Hıristiyanlarla diyalog: Peygamber Efendimiz (sas), Allah Resûlü sıfatıyla tebliğe başladığı zaman, ilk defa Mekke'de bazı Hıristiyanlarla karşılaşmıştı. Hatta, kendisine vahiy gelmeye başladığı ilk günlerinde Hz. Hatice'yi ve Peygamber Efendimiz'i teselli eden Varaka b. Nevfel de İncil'in el yazmalarına sahip olan bir Hıristiyan'dı. (Buhârî, Bedu'l-Vahy 3)

Peygamberimiz'in (sas) Gayrimüslimlerle İlişkileri

Allah Resûlü'nün (sas) Mekke'de Ehl-i Kitab'a mensup kölelerle, hatta demircilik yapan Hıristiyan biriyle yakın dostluklar kurduğunu ve bu insanlara karşı oldukça olumlu yaklaştığını görmekteyiz.

İslâmiyet'in beşiği olan Mekke'de daha başlangıçtan itibaren Allah Resûlü'nün (sas), Hıristiyanlarla münasebeti, dostâne hudutlar içinde başlamıştı. Henüz risâletten üç yıl gibi kısa bir zaman sonra, Bizans'ın İran'a mağlubiyeti, Mekke'de Müslümanları üzmüştü. Çünkü Ehl-i Kitap olan Bizans, Mecûsî İran'a mağlup olmamalıydı. Nitekim Yüce Allah da kitap ehli Rumların galip geleceği tesellisini bildiren vahyini göndermişti (Rûm, 1-5).

Peygamberimiz'in Hicret'ten önce ilk ilgi duyduğu ve Müslümanların hicret etmelerini arzu ettiği Hıristiyan ülke, Habeşistan olmuştur. Allah Resûlü, Mekke müşriklerinin amansız işkenceleri ve tazyikleri karşısında Mekkeli Müslümanların Habeşistan'a hicretlerini arzu etmiş ve bu hislerini şu ifadelerle belirtmiştir: "İsterseniz ve elinizden gelirse, Habeşistan'a iltica ediniz. Zira orada hüküm süren kralın topraklarında kimseye zulüm edilmez. Orası doğru ve emin bir yerdir, Allah âsân edinceye kadar orada kalın."

Müslüman-Hıristiyan münasebetleri açısından Mekke devri -yukarıda anlattığımız gibi- çok fazla hareketlilik göstermezken, Medine devrinde Hıristiyan münasebetlerinde bir artış görülmektedir. Allah Resûlü (sas) Medine'de komşu kabilelerle anlaşmalar yapmış ve Hıristiyan reislerinden Mısır Mukavkısı'na, Heraklius'e, Zağatur piskoposuna, Kayser'e ve diğer birtakım hükümdarlar ile yöneticilere mektuplar göndererek onları İslâm'a davet etmiştir. Kur'ân'ın mesajını sadece kitap ehlinden olanlara ulaştırmakla kalmamış aynı zamanda, bir Mecusi olan Fars Kralı Kisra'yı da İslâm'a davet etmek için bir mektup göndermiştir.

Peygamber Efendimiz devrinde Müslüman-Hıristiyan münasebetlerinde hâkim olan ruh, İslâm'ın genel dinî tutumu içindeki müsamaha ruhudur. Peygamberimiz'in yazdığı mektuplarda veya Necranlılarla bizzat karşılaşmada Hıristiyanlığa karşı tavrı, onların yanlış itikatlarını bizzat kendilerine duyurmak ve Hakk olan inancın tebliğini yapmaktır. Ama her şeye rağmen zorlama yoktur. O'nun (sas), Necranlıları, Mescid-i Nebevî'ye alması, onlara ibadet izni vermesi, kendi dinlerinde kalmak üzere antlaşma isteklerini kabul etmesi, sadece İslâm'ın genel dinî tutumu içindeki müsamaha ruhu ile izah edilebilir.

Yahudilerle diyalog: Ehl-i kitabın diğer kolunu teşkil eden Yahudiler ile girişilmiş ilk doğrudan ilişkiler Allah Resûlü'nün 622'de Medine'ye gelişiyle başlamış bulunmaktadır. Bu şehirde Arap ve Yahudi kabileleri yaşıyordu ve şehir devleti denebilecek bir idare henüz mevcut değildi. Peygamber Efendimiz, muhacir Mekkeli Müslümanlarla yerli Arap ve Yahudiler arasında, karşılıklı hak ve vazifeleri tanzim edecek teşebbüslerde bulunma ihtiyacını duydu. Adliye, eğitim, maliye, askerlik gibi sahalarda toplumu teşkilatlandırmak gerekiyordu. İşte bu zaruretledir ki, Peygamberimiz, Medine ileri gelenlerini toplayıp şehir devleti nizamnamesi vücuda getirmiştir. Zamanımıza kadar ulaşan bu yazılı metin, aynı zamanda, dünyada bir devletin ortaya koyduğu ilk anayasa olarak kabul edilir. Günümüzde ne Lahey ve Strasbourg, ne de Helsinki İnsan Hakları Sözleşmeleri, Allah Resûlü'nün 14 asır önce ortaya koyduğu bu hukukî ve insanî esaslar seviyesine ulaşmıştır. Elli civarında maddeden oluşan bu yazılı vesikanın pek çok yerinde Yahudiler ele alınmakta, Medineli ve muhacir Müslümanların onlarla oluşturdukları birliğe ümmet ismi verilmekte; mesela, 25. maddesinde, Yahudilere ve bunların müttefiklerine tam bir din hürriyeti tanınmış olduğu ifade edilmektedir. Çeşitli ırk ve inançta kimselerin bir idare altında birleşebileceklerinin en güzel örneklerinden birisini işbu Medine şehir devleti teşkil ediyor olsa gerektir.

Allah Resûlü, bu yeni merkezde idari faaliyetle yetinmedi. Ehl-i kitapla manevi açıdan da bütünleşme safhasına geçmek istedi. Son üç semavi dinin, esasta bir oldukları gerçeğinden hareketle, kendisine, müşrik hemşehrilerinden daha yakın gördüğü Yahudi ve Hıristiyanları inanç birliğine davet etti, onları İslâm adı altında birleşmeye çağırdı.

Peygamber Efendimiz, Yahudilerin Medine'deki ilim ve adliye merkezi durumunda olan Beytu'l- Midrâs'larına kadar gitmiş, onlara, "Ey Yahudi toplumu! İslâm olun, selamet bulursunuz." demiştir. (Buhari, İ'tisâm 18) Yahudiler bu teklife kulaklarını tıkadılar ama hiçbir zorlamayla da karşılaşmadılar.

Tarihî bir gerçektir ki, ehl-i kitapla imanî meselelerde bütünleşme arzusu her ne kadar bütünüyle gerçekleşmemiş olsa da, Peygamber Efendimiz (sas), onlarla hür bir ortamda hoşgörü anlayışı içinde bir arada yaşayabilmenin çarelerini aramak ve bulmaktan katiyen ayrılmamıştır. O (sas), Kur'ân-ı Kerim'den aldığı vahiyle, herkesle diyalog kurmaya açık bir Peygamber'di.

Din seçme hürriyetinin ifadesi olan "La ikrâhe fı'd-dîn, Dinde zorlama yoktur." âyetini (Bakara, 256) uygulamakta olan Peygamberimiz, 630 senesinde, Müslüman olduklarını bildirmek üzere Medine'ye gelen Hımyer hükümdarının elçilerine şu talimatı vermektedir: "Bir Yahudi veya bir Hıristiyan, Müslüman oldukları takdirde, müminlerden olurlar (onlarla hukuken eşittirler). Kim Yahudiliğinde veya Hıristiyanlığında kalmak istiyorsa, ona müdahale edilemez."

Osmanlı'nın Azınlıklara Verdiği Haklar Bugün Bile Yok

Bu inanç hürriyeti, sadece manevi sahada kalmadı, hukukî sahada da geçerli oldu. İslâm idaresinde yaşayan, Yahudi, Hıristiyan vs. çeşitli toplumların kendi hukuklarını uygulama hürriyetleri Kur'ân-ı Kerim'in garantisi altında idi. Gayrimüslim cemaatler bazen bunun dışına çıkıyor, kendi aralarındaki ihtilafı Peygamberimiz'e çözümletmek cihetine de gidebiliyorlardı. Bu durumda hâkimlik yapıp yapmaması, Kur'ân-ı Kerim'de Peygamberimiz'in arzusuna bırakılmış, şayet hüküm vermek isterse, adaletten ayrılmaması, Allah'ın kendisine inzal ettiği ile hükümde bulunması emredilmiştir. (Mâide, 42, 48, 49)

İlk İslâm devletinin vatandaşları arasında bulunan "zimmîler" denen ehl-i kitaba karşı devletin gösterdiği davranışa günümüzde bile gıpta ile bakılabileceği görülmektedir. İdari sahanın dışında, ehl-i kitabın ibadetine ve mabetlerine gösterilen hoşgörülü davranış, ileriki asırların İslâmî devletlerinde de yaşatılmaya çalışılmıştır. Bugün İslâm ülkelerinde hâlen vazife görmekte olan sayısız ehl-i kitap mabedinin bulunuşunu başka sebeplere bağlamak imkânı yoktur.

İslâmî kaynaklarla ünsiyeti olanlarca bilindiği üzere, Müslümanların ehl-i kitapla ilişkileri, seneler geçtikçe, sosyal hayatın hemen hemen her alanında görünür olmuştur. Bizzat Allah Resûlü, gayrimüslimlerden memur, öğretmen, teknisyen, inşaatçı ve asker olarak istifade etmiştir. Allah Resûlü'nün, insanlarla ilişkilerinde temel aldığı değerlerden birisi dürüstlüktü. Bu meziyeti gördüğü kimsenin başka dinden olması, onunla ticari ilişkilere girmesine engel teşkil etmemiştir. Bizzat kendisi Medineli Yahudi tüccarlardan gıda maddeleri ve borç almıştır. Allah ve Resûlü adına, bütün değerleriyle dokunulmazlıklarına saygı gösterilmek üzere kendileriyle sözleşme yapılanlar (muâhitler) ile veya himaye edileceklerine dair Allah ve Peygamber'i adına kendilerine taahhütte bulunulan zimmîlere karşı yapılacak en küçük bir haksızlık, en kutsal değerlere karşı işlenmiş bir günah ve suç kabul edilmiştir: "Her kim, bir muâhide/zimmiye zulmederse veya onu gücünden fazlası ile yükümlü tutarsa, yahut hakkını kısarsa, ya da rızası olmadan kendisinden bir şey alırsa, onun hasmı benim. Kıyâmet günü onunla hasımlaşacağım."(Ebu Davud, Haraç ve'l- İmâre, 33)

Asrımızda, Batı Katolikliğinin, özellikle II. Vatikan Konsili'nden sonra başlattığı dinlerarası diyalog teşebbüsünü 15 asır önce İslâm'ın başlatmış olması düşündürücüdür. Asırlar boyunca İslâm'ın bayraktarlığını yapmış bütün İslâm devletleri ve özellikle Türk-İslâm devletleri, hep İslâm'ın temeldeki bu dinî toleransını, diğer dinlere karşı davranışlarının hareket noktası yapmışlardır. Batı'da tarih boyunca halklar, kralın dininde görülmek istenirken, Türk-İslâm dünyasında daima çokluk içinde birlikte yaşamak prensibi kabul edilmiştir. Bu dinî tutumun temelleri ise Kur'ân-ı Kerîm ve Allah Resûlü'nün yüce beyanları ile atılmıştır.

Osmanlılar da, kendilerinden önceki Müslüman ve Türk devletleri gibi Müslüman olmayanlara karşı iyi niyetli ve toleranslı davranmışlar ve dinî değerlerine saygılı olmuşlardı. Osmanlı Devleti, idaresi altındaki diğer din mensuplarının, dinlerini yaşamaları için onları koruma altına almıştı. Bu konuda Şer'iyye Sicilleri, gayrimüslim cemaatlere ait devlet defterleri ve en önemlisi de onların kendi özel arşiv belgeleri şahitlik yapmaktadır. Öyle ki Osmanlı Devleti, 22 değişik millet ve dinden oluşan etnik bir mozaik olarak, farklı dinlerden insanların birlikte yaşamayı başarabildikleri tarihteki en büyük Müslüman devlet tecrübesi olarak karşımızda bulunmaktadır. Günümüzde bile farklı iki dinden toplumun bir arada yaşamasının pek çok problemlere yol açtığı düşünülürse, bu kadar dinî veya etnik kimliği ve bu unsurların getirdiği sosyal ve kültürel yapıyı bir arada tutabilmeyi Osmanlı Devleti'nin engin hoşgörüsünde aramak lazımdır. Çünkü Osmanlılar, farklı dinî cemaatlerin işlerine müdahale etmemiş; onların din, dil ve milliyetlerini korumalarına, ekonomik ve sosyal hürriyetlere sahip olmalarına izin vermişlerdi. Öyle ki Osmanlı Devleti'nin 16. yüzyılda dünya politikası üzerinde hâkimiyete ulaşmasından 19. yüzyıldaki dağılmasına kadar hem Müslüman hem de Müslüman olmayan vatandaşlarının birlikte barış içinde yaşadıkları bilinen bir tecrübedir. Osmanlılara türlü iftiralar atan bazı Batılılar bile bu uzun döneme "Osmanlı barışı" adını vermektedir.

Dinlerarası diyalog; hem bir dine mensup farklı grupların, hem de farklı dinlere mensup insanların, inanç ve düşüncelerini birbirlerine zorla ve etik olmayan yollarla kabul ettirme girişimlerinde bulunmaksızın, ortak meseleler etrafında hoşgörü ortamı içinde konuşabilmesi, tartışabilmesi ve işbirliği yapabilmesi demektir.

Dinlerarası diyalog ne değildir? Dinlerarası diyaloğa karşı çıkan bazı kimseler, bundan tam olarak neyin kastedildiğini bilemediklerinden dolayı karşı çıkıyorlar. Onun için, dinlerarası diyaloğun ne olduğu kadar, ne olmadığı da önemlidir.

Dinlerarası diyalog; dinleri birleştirme veya bir potada eritip "yeni bir din" üretme teşebbüsü değil, tam aksine; tüm farklılıkları koruyarak herhangi bir zorlamaya girmeden hoşgörü ve anlayış içinde ortak meseleleri konuşma, müzakere etme ve işbirliği yolları arama gayretidir.

Dinlerarası Diyaloğun Gayesi...

Diyalog, bir taviz verme veya taviz koparma hareketi, misyonerlik faaliyeti, bir tarafın konuştuğu, ötekinin ise sadece dinlemekle yetindiği, karşılık vermediği veya veremediği monolog, münazara veya farklı din mensuplarının polemiği de değildir. Tarafların ideolojik ve sosyolojik manevraları veya karşısındakini inancında şüpheye düşürme gayretleri, diyalog için en büyük hatalardandır. Diyalog görüşmelerinde takiyyeden kaçınmak gerekir. Ayrıca, sinsi, gizli, siyasî vb. gayeler güdülmemeli, samimiyet esası benimsenmeli; "misyonerlik"in veya "tebliğ"in yeni bir metodu gibi görülmemeli ve bu çeşit îmâlar giderilmelidir.

Günümüzde, mensup oldukları dinlere bakılmaksızın bütün din adamları; savaş, terör, uyuşturucu, yoksulluk, ırkçılık, bağnazlık, başka dinden olanlara ve ibadethanelerine getirilen kısıtlamalar, çevre kirliliği, emperyalizm, savaş ve silahlanma, AIDS, aile ve toplum dokusundaki çözülmeler, kadın, çocuk, fakir ve zayıf insanların haklarının korunması, zayıflara karşı uygulanan ekonomik, ticarî, siyasî baskı ve benzeri problemlere karşı sorumluluk bilinciyle işbirliği yapmak zorundadırlar. Dillerin sevgi konuştuğu, gözlerin sevgiyle baktığı, gönüllerin sevgiyle dolup taştığı, kalemlerin sevgi yazdığı, topyekün insanların sevgi terennüm ettiği bir dünyaya, ancak bütün din mensuplarının ortak gayretleriyle ulaşılabilir. Evet, dinler arasında barış olmadan dünyada barış, dinler arasında diyalog olmadan da dinler arasında barış olmaz.

Dinlerarası Diyalog ve Misyonerlik İlişkisi

Diyaloğa karşı çıkanlara gelince; Türkiye'de, bilhassa son dönemde, ülkedeki misyonerlik çalışmaları basında haber yapılmakta ve çok sayıda Türk vatandaşının Hıristiyanlaştırıldığı öne sürülmektedir. (Her ne kadar, ciddi bir çalışma sonucu kaç kişinin Hıristiyan olduğu tespit edilemese bile) Bu yöndeki haber ve yorumlarda ana unsur olarak, açık veya kapalı şekilde, özellikle Fethullah Gülen Hocaefendi tarafından ilk adımı atılan ve Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı tarafından sürdürülen diyalog faaliyetleri atış hedefi haline getirilmektedir. Ülkemizde oluşmaya başlayan hoşgörü ortamıyla, içeride ve dışarıda yürütülen dinlerarası diyalog çalışmalarına kimler ve niçin karşı çıkıyor olabilir? Kanaatimize göre ancak şu kimseler karşı çıkabilir:

1) Varlıklarını ve bekalarını çatışmada, kavgada, zıtlaşmada görüp kavgayı körükleyen kişi ve kuruluşlar,

2) Hazımsızlık, sû-i zan, yanlış anlama, Allah'ın rahmet paylaştırmasına razı olmayanlar. 3. Bazı meseleleri doğru kavramamada inat eden birtakım marjinal gruplar. Evet, bunların dışındaki herkes, diyalog ve uzlaşma teşebbüslerine taraf ve destek olmaktadır. Aslında diğerlerinin de, bu işe vicdanlarında hayır demeleri mümkün değildir.

Meseleye sebep-sonuç açısından baktığımızda, hakikaten bugün Türkiye'de dinlerarası diyalog görüşmeleri başlattıktan sonra mı misyonerlik faaliyetleri başladı ve Türk gençlerinde Hıristiyanlaşma arttı? Bu soruya, insaflı ve birazcık tarih okuyan hiç kimse evet cevabını veremez. Zira misyonerlik, neredeyse Hıristiyanlık kadar eskidir ve hem dünyanın değişik yerlerinde, hem de Türkiye'de çok eskiden beri devam etmektedir. Öyleyse Hıristiyan olan Türk gençlerindeki artışı nasıl izah edeceksiniz? diyenlere, Aksiyon dergisine, din değiştiren ve Hıristiyan olan gençlerin niçin din değiştirdiklerini ve Hıristiyan olduklarını ilmî bir araştırma sonucu açıklayan Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Psikolojisi Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Ali Köse'nin tespitlerini hatırlatmakla iktifa edeceğiz.

Tercih Hıristiyanlık Değil, Batılılık...

Ali Köse'ye göre; "Türkiye'de binlerce insanın dinini değiştirdiği doğru değil. 15 bin kilisenin açıldığı da abartılı. Ama az sayıda da olsa din değiştirmenin olduğu doğru.. Bazı Türk gençleri için Müslüman olmak, Türk olmak, bu toprakların insanı olmak tatmin edici gelmiyor. 11 Eylül'den sonra Müslüman eşittir terörist imajı oluştu. Dolayısıyla, Müslüman olmak evrensel anlamda övünülesi bir olgu olmaktan çıktı. Gençler problemler yığını olarak karşılarına çıkan bir dini benimsemek istemiyor. Dolayısıyla gençlerin din değiştirmesi, dinî tercihten ziyade yaşam tarzını değiştirmektir. Hıristiyan olmak kişinin zihninde Yeşil Kart'a sahip olmak gibi bir önem arz ediyor.. Din değiştiren Türk gençlerine baktığınız zaman yeni dinleriyle alâkalı bilgilerinin çok olmadığını görürsünüz. Tercih ettikleri Hıristiyanlık değil, Batılılıktır. Zaten yıllardır Batılılaşma amacında olan ve bunu bütünüyle gündemde tutan bir toplumuz. Doğal olarak din değiştirme bu işin son noktasıdır. Kimlik parçalanması, bulunduğu toplumun kültürel, sosyal ve belki ekonomik yapısıyla bütünleşememe gibi faktörlerin yanında yanlış din eğitimi de gençlerin din değiştirmesinde etkili oluyor.

Yine Ali Köse'ye göre; ..Benim tezim şudur: Hıristiyanlığı Kenyalılar sunsaydı kimse Hıristiyan olmazdı. Dolayısıyla tercih din değil, Batılılıktır... Dünyada değişik dinlere geçenler üzerine yapılan araştırmalarda ortaya çıkan verilere göre kendi toplumunda mutlu olamayanlar kendisini daha mutlu hissedeceği bir yapı arayışına giriyor. Kendi toplumuyla özdeşleşmemiş kişiler kolay din değiştiriyor. Gençler, yeni kimliğiyle daha mutlu olacağını umarak din tercihi yapıyor. Bir başka noktadan da bakıldığı zaman din yani İslam, çok yük getiren bir din gibi gözüküyor. Bunda yanlış din eğitimi de etkili. Cezalandırıcı tanrı imajı karşısında sevgi dini olduğunu arz eden bir din var."

Allah'a ve Resûlü'ne (sas) îman etmeden cennete girilir mi? "De ki: "Ey ehl-i kitap, sizinle bizim aramızda aynı olan bir kelimeye gelin: Allah'tan başkasına ibadet etmeyelim ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; Allah'ı bırakıp da, kimimiz kimimizi rabler de edinmesin." (Âl-i İmrân, 64) Bu âyete Müslüman Arap âlimler, hıvâr (diyalog) âyeti demektedirler. Sadece bu âyete bakarak hüküm veren bazı kimseler, yanlış hüküm vermektedirler. Çünkü âyetin mazmununu, muhtevasını, çizdiği rotayı iyi kavrayamadıklarından, sadece Allah'a inanan, ama tarîk-i Ahmediye dışında gidenlerin bile cennete gireceğini iddia etmeye başlamışlardır. Halbuki, âyetler dikkatlice tetkik edildiğinde anlaşılacaktır ki, -mevzumuz olan bu ayette de görüldüğü üzere- ehl-i kitab'ın önüne köprüler konup, kapılar gösterilmekte, kapıdan girildikten sonra neler yapılacağı ise burada değil, başka ayetlerde tasrih edilmektedir.

Dolayısıyla hiç kimse sadece bu ayete bakarak, ehl-i kitap, Budistler veya başka din mensuplarının Allah'a iman ettikten sonra, Peygamberimiz'e îman etmese ve O'nun (sas) yolundan gitmeseler bile cennete girerler, diyemez. Yani Bediüzzaman'ın da dediği gibi "Muhammedürrasûlullah" demeden mücerret "Lâ ilâhe illallah" cennete girmek için kâfî değildir (26 Mektup, 5 Mesele). Çünkü, bu nev'i âyetler, onları Hz. Ahmed'in yoluna davet içindir. O yola girildikten veya O'nun kasrının kapısından içeri girildikten sonra, artık O'nun çizgisinin takip edileceği izahtan varestedir. İslâm'ı ve Kur'ân'ı iyi anlamak için, Kur'ân'a ve Sünnet'e bir bütün olarak bakabilmek, parçaları bu bütünün içinde mütalaa edip, her birini yerli yerine oturtmak şarttır. (bkz. M. Fethullah Gülen, Kur'ân'dan İdrâke Yansıyanlar, İstanbul 2000, I,109-113) Kur'ân-ı Kerim âyetlerinin emrettiği, Peygamber Efendimiz (sas) ve O'ndan sonraki Müslümanların hayatlarında tatbîk ettiği diğer din mensuplarıyla diyalog, bugünkü Müslümanların da yapması gereken önemli bir iştir. Dinlerarası diyalogda esas gaye, diyalogda bulunduğumuz kişilerin bizim dinimize geçmesi değildir. Onun için, diyaloğa girdiğimiz kimseler, bizim dinimize girmiyor diye diyalogdan uzak durulmaz. Çünkü, diyalog görüşmeleri neticesinde böyle bir şey olmasa bile, arada dostluğun oluşması da büyük bir kârdır. Diyalog görüşmeleri uzun vadeli çalışmalardır. Aceleci davranıp, ciddi bir şey elde edilmiyor, bir faydası yok diye hemen vazgeçilmemeli ve sabırla devam edilmelidir. Zira din mensuplarının ve hiçbir dine mensup olmayanların güçlerini, kavga ve düşmanlıkta harcayacaklarına, böyle müspet şeylerde harcamaları elbette ki daha faydalıdır.

Medeniyetler Çatışmasından, Dünya Barışına

Dinlerarası diyalog görüşmeleri neticesinde, bize saygı gösteren diğer din mensuplarına karşı, bize saygı gösterdikleri sebebiyle biz de onlara saygı gösterelim demek doğru değildir. Çünkü biz Müslümanlar, dinimizin emri olarak herkese karşı saygılı oluruz. Eğer biz, bugün, yarın herkese dinimizin gereği saygılı davranırsak, yarın veya daha sonrasında diğer din mensupları da bize karşı saygılı davranmaya başlayacaktır. Böylece din mensupları arasında ve bütün dünyada barış meydana gelecektir. Bundan da elbette ki, sadece dindarlar değil, bütün dünya insanları istifade edeceklerdir.

Dinlerarası diyalog görüşmelerini "yıllarca İslam'a, Kur'ân'a, başkaldırmış, düşmanlık etmiş insanlarla dostluk kurma" diye tenkit edenler olabilir. Hâlbuki bu İslâmî bir düşünce ve bu düşüncenin hayata yansımasından ibarettir. Allah Resûlü (sas), yıllarca kendisine her türlü işkence yapan Ebu Cehil'i ve onun gibi nicelerini defalarca karşısına alıp muhatap olarak kabul etmiştir. O halde bugün dinlerarası diyalog vesilesiyle görüşülüp, konuşulan bu insanlar -kaldı ki çokları Allah'a olan inançlarını izhar ediyorlar- yüzünden, İslâmî nasslarla te'lif edilemeyecek tenkitler yapmanın hiçbir manası yoktur. Bu aslında İslam'ı tam anlamıyla özümseyememenin bir ifadesidir. Hatta diyalog görüşmelerinde bulunan bir kimse, "Bu tavır, bu tarz, bu üslûp benim kendi tavrımdır." dese ukalâlık etmiş, İslam'ın getirdiği evrensel kaideleri kendisine mal etmiş olur. Onun için bir Müslüman, bugün bir ateistle de karşıalsa, aynı şekilde davranmalıdır. Bu katiyen takiyye de değildir. Aksine İslâmî tavır ve düşüncenin ortaya konuluşudur.

Bu cümleden olarak, ilâhî ve evrensel dinin tebliğ ve temsil erleri, muhatabı olan Hıristiyan, Yahudi ve diğer din mensuplarıyla, hatta ateistlerle bile diyaloğa girmeli ve onlara sert davranmamalıdırlar. Mesela şimdilerde, değişik din mensupları, Müslümanlarla böyle bir temasa geçme çabası içindedir. Böyle bir çabada onların gerçek niyetleri ne olursa olsun, zâhirî durumdan hareketle dünya barışı adına bu fırsat mutlaka değerlendirilmelidir. Tarihî hadiseleri, tarihsellik çukuru içine gömerek, hiç mevzubahis etmeden, onları kendilerini tarif ettiği konumları içinde kabullenmek suretiyle, belki de tarih boyunca gerçekleşmeyen ortak değerler etrafında bir birleşme gerçekleşebilir. Yeter ki biz, bize düşeni, belli yol ve yöntem içinde yapabilelim.

Gelecekte uzaklar daha da yakın olacak ve dünya küreselleşerek, bir köy haline gelecektir. Dolayısıyla Hıristiyan, Yahudi, Budist ve ateist demeden her kesimden insanla münasebet kurmak ve onlarla bir diyalog ve anlaşma zemini aramak şimdiden kaçınılmaz görünmektedir. Dinlerarası diyalogdan kaçınmak, dindarlara büyük bir vebal yükler. Siyasilerin, insanların geleceğini kana ve savaşa boğmak maksadıyla, diyaloğa değil savaşa ve çatışmaya yönelik, medeniyetler çatışması gibi teoriler ürettiği bir ortamda, dindarlar, bugün çok zayıf bir ışık da olsa, fakat gelecekte aydınlığın ve barışın hakim olmasına yönelik bu tür çalışmalara destek vermelidirler. Eğer diyaloğun alt yapısını hazırlamaz ve gereken önlemi almazlarsa, o zaman Huntington'un insanların geleceği adına ürkütücü teorisi, meşruluk kazanmış olur.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.