Onların Bir Adı da Ümit
Aklımız, evet kabul ediyor; ümit burcunda yaşamalı insan... Gel gör ki akıl, bin bir karabasanın, hafakanın hücumu altında kıvranıp duruyor.
Tam da buna benzer bir halde, biraz da bir hastane köşesinde bulunuyor olmanın tesiriyle, düşüncemin ağını yarı karanlık denizlere salmışken, yüzünde bütün kederleri dağıtmaya yetecek taze, yumuşak, apaydınlık bir gülümsemeyle eski bir öğrencim çıkıp geliyor. Bayılıyorum böyle insanlara. İçlerinin aydınlığı yüzlerine, gözlerine vuruyor; sanki etraflarında ışıktan bir hâle geziniyor ve kendileri farkında olmasalar da gittikleri her yerde yemyeşil bir ümit rüzgârı estiriyorlar.
Bu gencecik insanın, üzerimdeki bulutları nasıl dağıttığını anlatamam. Yüzüne bakınca, içimde biriken sıkıntılar, kederler dağılıp gidiyor. Uzak, çok uzak bir ülkedeki Türk okulunda öğretmen. Yıllar olmuş gideli. Anlıyorum ki bedeniyle, ruhuyla oralı olmuş artık. Aklı, hayali, hülyaları orada. Burada, ailesinin bulunduğu; çocukluğunun, hatıralarının geçtiği şehirde bir misafir gibi dolaşıyor. Her sözü, her sohbeti yaşadığı ülke, oradaki hizmeti ve öğrencileri üstüne. Bizim burada konuşup durduğumuz, büyüttüğümüz, dert edindiğimiz hiçbir şey onun dilinde ve hayalinde yer edinmiyor. Onu dinleyince, bütün düşüncemin kendi hayatımla, kendi kederlerimle, gelecek hayallerimle sınırlı olduğunu görüyor ve utanıyorum kendimden. O genç adam büyüyor, büyüyor gözümde; bense küçülüp gidiyorum.
Ona, yaptıkları işin yüceliğinden, erişilmezliğinden söz ediyorum. İstanbul'da geçtiğimiz haziranda yapılan Türkçe Olimpiyatı'nın, yüzyılımızın en önemli hadiselerinden biri olduğunu söylüyorum. "Yaptığınız fedakârlık, Türk milletinin bu asırdaki en büyük destanı. Dünyaya Türkçe bir kelime armağan ettiniz: sevgi... Yakın gelecekte dünya barışını sağlayacak biricik ve en sahih adım bu." diyorum. O, mahcup oluyor. Kendilerinin sadece bir sevdaya inanıp yola çıktıklarını, yaptıkları işin sadece bir vefa borcunu ödemek olduğunu söylüyor. "Gerisi bizim vazifemiz değil..." diyor. Bu destanı böylesine büyük kılan, bu kendini aşmışlık düşüncesi işte. Yaptığı işe kendini, nefsini karıştırmamak, 'ben yaptım, ben ettim...' dememek. Başarılarda öne çıkıp caka satmamak. Kısacası, hizmette önde, ücrette geride olmak... Peygamberlerin, uluların, Hak dostlarının öğütlediği gibi...
Birileri ısrarla anlamak istemese de bütün dünyayı bir ışık hâlesi gibi saran sevgi okullarının ardındaki felsefe işte bu. Adanmışlık ruhu... Dünyevi bir karşılık, bir makam, bir mevki beklentisi içinde olmama düşüncesi. Biz, zavallı aklımızla bunu ancak meleklerin yapabileceğine inanıyor ve 'ben'liğin azdırılıp şımartıldığı, çıkarcılığın neredeyse 'ahlak' haline geldiği, maneviyatın adamakıllı sarsıldığı bir çağda böyle yüce gönüllü insanların yaşayabileceğine ihtimal vermiyoruz. Ve onların, bugün dünyada geçer akçe olan değerlere sırtını dönüp başka bir gezegenin insanları gibi erişilmez bir hayat yaşamaları kabullerimizi bütün bütün sarsıyor. Ve çoğu insan, hâlâ 'değirmenin suyu'nu sorguluyor, bu büyük hadiseye 'ama, fakat, ancak...' diye yaklaşıyorsa, sebebi ya bütün bütün düşmanlık hisleriyle dolu olması ya da böyle bir hayatı, böyle bir felsefeyi aklına sığıştıramamasıdır. Onlar öyle insanlar ki, yaşadıkları hayata bizim hayalimiz bile erişemiyor.
O güneş yüzlü genç adamın ruhuma armağan ettiği esenlik, bütün kederimi dağıtmaya yetiyor. Şu küçük dünyamda dolandırıp durduğum sıkıntılar küçülüp, sönüp gidiyor. Birbirimize bakıyor, eski günlerin o tatlı ve huzur veren hatıraları arasından uzaklara bakıp, "Daha gidilecek çok yer var." diyoruz. "Bizim sesimizin yankısını bekleyen çok insan var daha. Dünyanın her köşesine taşınması gereken bir Türkçe kelime var: sevgi..." Biraz susuyoruz. Galiba ikimiz de şu anda dünyada olup biteni, tarifsiz acıları düşünüyoruz. Sonra yeniden göz göze geliyoruz: "Dünyanın bir tek şeye, sevgiye ihtiyacı var."
- tarihinde hazırlandı.
