Hazreti Ömer Beni Derinden Etkiledi
İzlenim
Gülen'in Odası
Yaklaşık 4 metre genişliğinde, 8 metre uzunluğundaki odayı Gülen hem çalışma odası hem de yatak odası olarak kullanıyor. Odanın içinde Gülen'in yatağı bir paravanla ayrılmış. Odada, çalışma masası, vitrin, kütüphane, gardırop, yürüme bandı, koltuk, duvarlarda asılı çeşitli tablolar ve Türkiye'nin çeşitli yerlerinden ona gelen içindeki kutularda toprakların yer aldığı bir camekân var. Gülen, zamanının büyük bölümünü bu odada geçiriyor. Belki 20 saatin üzerinde. Doktorlara göre, Gülen'in bantta her gün bir saat yürümesi gerekiyormuş ama o yarım saat yürüyor. Odasında küçük bir balkon var. Buraya Gülen sadece iki sefer çıkmış. Üçüncüsünü de birlikte çıktık. Balkonda Türkiye'den gönderilen küçük kilim ve halılar serili. Kaldığı eve tahminen 150 metre uzaklıkta bir göl var. Oraya da 6 yılda sadece iki sefer gitmiş. Gülen pek dışarı çıkmıyor; "Bir de mevsim hazan olunca ona hiç dayanamıyorum" diyor. Gülen'in buradaki odasına, hayatına bakınca, onun Amerika'da değil de, Türkiye'de bir yerde yaşadığını düşünüyor insan. Gülen, bulunduğu yeri Türkleştirmiş, adeta Türkiye'den bir parça haline getirmiş.
Siz nasıl bir tarihin eserisiniz?
Kadimden beri gönlüm altın çağların iştiyakıyla (özlem) doludur; ama, kendimi tarihte hususi bir yere, net olarak bir-iki kareye oturtamıyorum. Tarih denildiği zaman, merhum Akif'in "Gül devrini görseydim, onun bülbülü olurdum, ya Rab beni evvel getireydin ne olurdu!" mısralarında ifade ettiği gibi, gönlüm hep saadet asrında gezse de, -inşallah- ben o çağların bir kere daha yaşanacağına inanıyorum ve böyle bir dönemin arefesinde bizleri yaşattığından dolayı Allah'a şükrediyorum. Benim tarih tasavvurumda, bizler, milletimizin, köklerimizin sürgünü olarak, toplumumuzun iyi dönemlerine bağlanır ve onların bugünkü sürgünleri olarak yer alırız. Ve toplum, ruh ve mana köklerine göre kendisini yeniden bularak kimliksizlikten kurtulur.
Tarihte en çok kimlerden etkilendiniz?
Dört halifenin her biri kendisine ait hususiyetiyle bana çok etkileyici gelir. Mesela Hz. Ebu Bekir, iki sene gibi az bir zamana o kadar çok şey sığdırmıştır ki, onu görmekte zorlanıyorum; onu anlamak için dönemini adeta x–ray ışınlarıyla incelemek lazım diye düşünüyorum. Fakat Hz. Ömer, daha geniş bir zamanda gerçekleştirdiği açılımlar ve bu açılımlara rağmen kendisini sıfırlamaktaki başarısı, vefatı anında "dünyaya girdiğim gibi çıkarsam kendimi mutlu sayacağım" cümlesiyle dile getirdiği duygulardaki derin mana, hakperestliği ve Allah'ın inayetinden başka dayanak tanımayışıyla bende derin bir hayranlık hissi uyarıyor. Marx'ın da ona hayran olduğunu söylerler.
Mesela, Ömer bin Abdülaziz aklıma gelince gözlerim dolar. Yine, Fatih'e ve özellikle Osman Gazi'ye hayranlık duyarım. Fatih'in İstanbul'un fethi gibi icraatlarına kıyaslanırsa Osman Gazi'nin yaptıkları küçük görünebilir ama o bir millet mimarıdır. Büyük bir oluşumun temellerini atarken, aklî, mantıkî, hissî, ruhî, kalbî, hiçbir yanını boş bırakmayarak zor bir dönemde ortaya koyduğu askeri ve siyasi deha ile çok büyük bir iş yapmıştır.
Said Nursi'nin sizdeki etkisi?
Büyük olarak tanıdığım ve hayatım boyunca hayranlık duyduğum bazı büyükler oldu. Mesela; İmam Rabbani, Mevlana Halid, Gazalî, Aktab-ı Erbaa, Abdülkadir Geylânî, hususiyle Şeyh'ul Harranî, Hasan'ul Harakanî, Akil Mencî ve Muhammed Bahauddin hazretleri gibi tasavvuf büyüklerine hayranlık duydum, ölçülerini anlamaya çalıştım.
Onların izlerini takip etmek, Resulullah'ın arkasında yürümek gibi geldi bana. Fakat Bediüzzaman'ın benim açımdan farklılığı, onun bu çağa ait olması ve çağını çok iyi okuması bakımındandır.
Bu çağa ait olması, çağı okuma biçiminin sizin üzerinizdeki tesiri nedir?
Yazmış olduğu eserler, iman hakikatlerine ihtiyaç duyanlar açısından iyi bir reçetedir. Ayrıca, talebeleriyle aralarındaki yazışmaların muhassalası (sonuç) diyebileceğim mektuplar, lahikalar (ek) vardır; orada, kavgasız, gürültüsüz, radikalliğe, teröre girmeden, huzur ve emniyeti ihlal etmeden hizmet yapılabileceğini, düsturlarını (genel kural) ortaya koyarak göstermiştir.
Sadece isimlerini zikrettiğim şahıslar değil, kendilerinden faydalandığım herkese karşı minnet hisleriyle doluyum. Minnettarlığımı onlara dua ederek ifade etmeye çalışıyorum.
Ayrıca günümüz insanının çok istifade ettiği kişilere mesela Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Sezaî Karakoç… gibi isimlerini sayarak bazen odamda, bazen yürüme bandımda dua ediyorum.
Size göre Türkiye, ne kadar İslam dünyasına, ne kadar Türk dünyasına, ne kadar Avrupa'ya ait olabilir. Özellikle fiili süreci de hesaba katarak… Bir makalenizin başlığı ile ifade edecek olursam, "Dünya muvazenesinde bir millet" arayışı çerçevesinde baktığınızda nereye ait görüyorsunuz?
Türkiye, hem tarihi, milli ve dini değerlerine bağlı, hem de dini hayat sahasında büyük ölçüde kendi yorumlarını öne çıkaran bir ülkedir. İslamın temel kaynaklarına dayalı esaslar açısından bakılınca da –büyük ölçüde- kendi yorumlarını öne çıkaran bir dünya olduğu görülür. Dolayısıyla duygu, düşünce, mantık, felsefe ve hayatı yorumlamada kendisine yakın olanlara karşı bir aidiyet söz konusu olabilir ve kimlerle daha çok faslı müşterekleri (ortak değerleri, çıkarları) varsa, birtakım büyük hesapları da onlarla gerçekleştirecektir. Bunlar devletlerarası münasebetler açısından çok önemlidir ama bu hakikat, Türkiye'nin AB'ye girmesine, Avrupalılarla bir kısım projeler gerçekleştirmesine mani bir durum teşkil etmez.
Zaten şu anda devam etmekte olan AB süreci bir başlangıçtır; pazarlık aşamasıdır. Ufka bakmak ve bazı şeyleri iyi görmek gerekir. Mesela, ilim, teknik, sanat ve medeniyet alanlarında ürettiklerini takdirle karşılayıp baş tacı etmek lazım olduğu kadar, Avrupa'nın ihtiyarladığını hatta Amerika'nın bu bir ölçüde yaşlandığını görmek lazımdır. Bugün için semada parlayan bir güneş gibi görünüyorlarsa da bu güneş guruba (batmaya) yaklaşmıştır. Türkiye ise şafak emareleri ufkunda parlamaya başlamış, yeniden diriliş süreci yaşayan, dinamik ve genç bir devlettir. Onların göz almakta olan parlaklığına değil, yeni parlamakta olan ve gelecekte parlaması muhtemel şeylere bakmalıdır.
Türkiye istikbal adına daha fazla ümit vericidir. Bunları ezbere konuşmuyorum. Bir Türkiye gerçeği vardır ve gelecekte başkalarının bizimle yarışması mümkün değildir. Çünkü; biz kaç defa ve farklı farklı şekillerde düşmüş ama her seferinde diriliş adına farklı doğrulma sistemleri geliştirmiş bir milletiz. Şimdilerde araştırma aşkı uyanmış ve beyin fırtınaları yaşanıyor ülkemizde. Dolayısıyla mevcut durumumuz bir sistem körlüğünü değil, yeni arayışları gösteriyor. Eğer sahip olduğu dinamikleri iyi değerlendirirse, Türkiye, devletlerarası muvazenede layık olduğu yeri mutlaka alacaktır. Fakat, sosyal hareketlerde arzu edilen şeylerin, -başladığını görsek bile- zamana vabeste (bağlı) olduğunu, birdenbire gerçekleşmeyeceğini göz ardı etmemek gerekir. Bu millet kendi karakterini bir gün mutlaka ortaya koyacaktır. Şairin dediği gibi, gözlerimi yummuş, ben öyle bir Türkiye'yi süzüyorum şimdi.
Türkiye'deki mevcut devlet yapılanması, böyle bir Türkiye'yi taşıyabilir mi? Başkanlık sistemi de tartışılıyor.
Başkanlık sisteminin –zaman zaman tavsiye etmeye de çalıştım. Türkiye açısından daha uygun olduğunu zannediyorum. Hatırlanacağı gibi, Sayın Demirel Cumhurbaşkanı olduğu dönemde teklif de etmişti ve ben o zaman "Eyvah, kendisi için istiyor derler ve bu teklif akim kalır" diye hayıflanmıştım. Nitekim, "Demirel diktatör olmak istiyor" diyenler oldu, böyle bir beyanat başkalarını karşı harekete geçirdi. Sistemin ihtiyaca cevap verip-veremeyeceği müzakere bile edilemedi. Halbuki, daha yumuşak bir üslupla ve maşeri (toplumsal) vicdana kabul ettirilerek tartışmaya açılsaydı, -kanaatimce- mevcut başkanlık sistemlerinden (Fransa, Amerika…) hangisi olursa olsun, Türkiye'nin faydasına olurdu.
Eğer bugün de başkanlık sistemi düşünülüyorsa, bence mevcut sistemler geliştirilmeli, uzmanlar tarafından mevcut sistemlerin eksikleri iyi tespit edilmeli, parlamenter sistemin avantajlı yönlerinin başkanlık sistemine nasıl yükleneceği iyice araştırılmalı ve Türkiye'nin şartlarına göre, geliştirilerek alınmalı. Çünkü, büyük bir Türkiye için başkanlık sistemine ihtiyaç var ve bunun zamanı çoktan gelmiştir. Devlet tecrübemiz bu işi başarmak için fazlasıyla yeter. Bence başkanlık sistemine karşı çıkanlar, mantıksız bulduklarından değil, muhalefet düşüncesinden dolayı karşı çıkıyorlar.
Gülen, hedeflediği teokratik diktatörlüğe yumuşak geçişi sağlamak için başkanlık sistemini destekliyor yorumları da olabilir.
Bir ayağı mezarda bir insanın, o mevzuda gerçekten istekleri olsa bile bunu nasıl yapabilir ki! Mukaddimatı hususunda hiçbir hazırlığı yok. Bir köy muhtarlığı ölçüsünde bile hazırlığı yok. Böyle bir iddia herkesi güldürür.
- tarihinde hazırlandı.