AB'ye Ders Oldu
Sunuş
2004'ün son günleri. 18 Aralık'ta New York'a indim. Ertesi gün Pensilvanya'da Fethullah Gülen'le randevum var. Dönüş biletim 30 Aralık. Bir yıl öncesinden başlayan ve defalarca yinelediğim röportaj talebim nihayet sonuçlanacak.
New York'ta o gece bitmek bilmedi. 13 sayfa soru hazırladım. Aklımda sorular uçuşuyor, yer değiştirip duruyor. Beni rahatlatacak tek şey, Gülen'le görüşmek, aklımdaki soruları teker teker sormak. Nasıl bir ortamla karşılaşacağım, ne kadar zaman ayıracak?
Sabah oldu. Bu röportajın yayın süresince fotoğraflarını göreceğimiz Arda Yavuz ve iki arkadaşımla erkenden yola koyuluyoruz. Hedef Pensilvanya. Röportaja daha yoldayken başladım. Kopmuşum arkadaşlardan. Yalnızca soru ve cevaplara yoğunlaşmışım.
Pensilvanya'nın soğukları New York'u aratıyor. Bulunduğumuz bölge dağ ve ormanlarıyla meşhur. Çevredeki evlerin çoğu iki, üç katlı. Birkaç dönüm de bahçeleri var. Onlara benzer bir eve doğru yöneliyoruz. Çatı katı hariç iki katlı. Fethullah Gülen, burada yeğenlerinin evinde kalıyor. Kendine ait bir evi yok. İçeri giriyoruz. Burası misafirhane olarak kullanılıyormuş. Bizi karşılıyor ve bir salona alıyorlar. Dışarıdan daha gösterişli olduğu halde içerisi, iç dekoru oldukça sade. Gülen'in bu misafirhanede bir odası var ve misafirlerini genellikle burada kabul ediyor. Ve Fethullah Gülen'le bu salonda karşılaşıyoruz. Odasının kapısı salona açılıyor. Tebessümle, "Hoş geldiniz Mehmet Bey" diyor. Biraz sendeliyor; sonra öğreniyorum ki, şeker zaman zaman dizlerine vuruyormuş.
Türkiye'den, Türkiye'deki tartışmalardan uzakta, stressiz, sağlığına da titizlenen bir insan olarak düşündüğümden olacak, başka türlü bir beklentiye girmişim. Rahatı iyi, sağlığı yerinde daha dinç bir adam portresi beklentisine…
Neler Konuştuk?
Gülen'in tansiyonunu ve şekerinin dengesini küçük şeyler bile bozuyor, kalbini daraltıyordu. Yanında gölge gibi dolaşan bir doktorla hayat sürmek zor olsa gerek… Sorularımın çoğu belki ona göre can sıkıcıydı, ama sorulmalıydı. Ben de sordum…
İlk gün konuşma esnasında iki sefer tansiyon ilacı aldı. Gölge doktoru, tansiyonunu ölçtü, bana da kaş göz işaretleriyle arada bir mesaj göndermeyi ihmal etmedi. AB-Türkiye ilişkilerinden başlayıp faili meçhul cinayetler uyarılarını, niçin Amerika'yı tercih ettiğini, burada kimlerle görüştüğünü, Amerika'da oluşunun Büyük Ortadoğu Projesi, Kuzey Afrika ve Yeşil Kuşak teorisi ile ilintili görülmesini, Amerika'nın Irak politikasını, hoşgörü sürecinin stratejik misyonerlikle ilişkilendirilmesini, kişiliğini, nasıl algılandığını, geçmişte Turancı, Neo-Osmanlıcı, Milliyetçi, Devletçi, şimdi ise ABD yandaşı, CIA ajanı, Kardinal diyenlere verdiği yanıtı…
İstihbaratını, "gönüllüler hareketi" dediği oluşumun nihai hedeflerini, hayalindeki Türkiye'yi ne zaman döneceğini, sağ kolu olup olmadığını, nasıl geçindiğini, değirmenin suyunu, Şemsettin Günaltay'dan intihal yaptığı eleştirilerini, hedefinin devlet olup olmadığını, "yöntem farklı hedef aynı, demokratik yöntemlerle de olsa amaç; İslam cumhuriyeti" iddialarını…
Terör, canlı bomba, intihar saldırıları için ne düşündüğünü, cihat ilan edip etmediğini, radikal İslami akımları, Humeyni ve İran devrimine bakışını, kadını, başörtüsü sorununu, Alevilerin devletten taleplerini, Türkiye'den kimlerle görüştüğünü, ruhban okulu ve ekümenik (evrensel patrik) tartışmalarına bakışını…
Orta Asya'ya neden gitmediğini, okulların Ortadoğu'ya değil de Orta Asya'ya açılmasını yanılgı olarak görüp görmediğini, okullara yüklediği misyonu, başkanlık sistemini niçin desteklediğini, askeri, TSK ve emniyetteki örgütlenme iddialarını…
AB'nin bir Müslüman ülkeyle ilk kez müzakere sürecine girmesini, Avrupa'nın kimliği ve vizyonu açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
AB konusunda genelde Türkiye'nin kazançları konuşuldu. Avrupa ülkeleri farkında mı bilemiyorum fakat Türkiye'nin AB'ye ne kazandıracağı çok önemlidir. Eğer bunun farkında olarak temerrüt (inat) gösteriyorlarsa, demek ki inatları salim düşüncenin önüne geçiyor. Aslında bu ilişkide Avrupa'nın, itibarı ve geleceği adına çok önemli kazançları var.
Aydınımız öteden beri Avrupalılaşma peşinde. Tanzimat'la başlayıp Cumhuriyet'le hız kazanmış bir Avrupalılaşma süreci içindeyiz. Bilindiği gibi ilk ciddi anlaşma 1963'te oldu. Akabinde lehte, aleyhte konferanslar verildi. 66-67'li yıllarda dinlediğim çok ciddi insanlar karşı görüşler dile getirdiler. Onların fikirleriyle bugün AB'ye karşı olanların söyledikleri örtüşüyordu. Orası Hıristiyan kulübüdür, bize oyun oynarlar, bizi Hıristiyanlaştırırlar…
Bugün de bazı Müslümanlar kitap yazdırıp dağıttılar; gelirlerse, görüntüleriyle, telakkileriyle, din anlayışlarıyla, Allah mülahazalarıyla bize müessir olurlar, gençlerimizi çalarlar… Avrupalıların da belki fakir olmamız, Müslüman olmamız konularında ciddi endişeleri vardı. Belki kendi dini değerlerine tam güvenleri de yoktu, ama onlar bu endişelerini dışa vurmuyorlardı. Bugün aynı endişeleri sürüyor mu bilemeyeceğim, fakat şimdiye kadar bizi alma niyetinde olmadıkları açıktı.
Yeni süreçte o niyette bir farklılık mı var?
Almanya'da asimile olabilir gibi gördükleri Türk toplumu, orada hem kendi varlığını korudu hem iki, üç nesil sonra kendine geldi. Başkalarının tesirinde bir toplumken, şimdi müessir bir toplum olmaya başladı. Çeşitli vesilelerle görüyoruz, dinliyoruz; başka Müslüman toplumlara nazaran hem Avrupa'da hem de Amerika'da Türk toplumuna karşı daha sıcak bir alaka var. Türkleri diğer Müslümanlara göre daha yumuşak buluyorlar. Belki, demokrasi, cumhuriyet ve laiklik mülahazası açısından daha sıcak bakmalarına sebep oluyor, rahatlatıcı bir yanı var. Hatta Amerika ve Avrupa'da Türk Müslümanlığı Türkiye'dekinden daha çok telaffuz ediliyor.
Müzakere tarihinin verilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Girecek miyiz ya da ne zaman gireceğiz? Bunlar belli olmasa da, tarih verilmesinin Türk toplumunun üzerinde psikolojik etkisi büyük oldu. Halihazırdaki hükümetin bir başarısı gibi görünmektedir. Sorgulanacak tarafları elbette vardır, ama politik mülahazalar şeklinde algılanır diye üzerinde durmak istemiyorum. Aslında bizim AB'ye üyelik adına aldığımız muştudan (müjde) daha ziyade, Avrupalılar bunu bir müjde saymalı, büyük alaka duymalıydılar.
Neden Avrupa için müjde olmalı?
Çünkü bölgeye hâkim olmak isteyen başka güçler var. Çinliler, ticari rekabet güçleri ve yumuşak davranmalarıyla oraya çoktan girdiler. Amerika'nın da, Avrupa'nın da onlarla mücadele etmeye güçleri yetmez. Gelecekte ekonomik dünyada çok ciddi inkılapların olacağı muhakkak. Çin o noktada dünyayı tehdit ediyor.
Türkiye'yi yanına almış bir AB, Çin'in yayılması karşısında nasıl bir güç oluşturabilir?
Türkiye esasen, hem Ortadoğu hem de Uzakdoğu'ya köprü vazifesi görebilir. Ortadoğu şuur altı müktesebatı çok derin ve zengin olan bir Türkiye'ye Avrupa'nın ihtiyacı var. Kıbrıs'ı AB'ye aldılar, ama Türkiye'nin Kıbrıs'tan çok daha önemli olduğunu değerlendirebilmeleri lazımdır. İşin bir diğer yönü de –mevcut idarelerin başındakiler takdir edemiyor olsa bile– halklara indiğimiz zaman, tarihiyle, toplumdaki psikolojiyle, kredisiyle Türk toplumuna karşı fevkalade bir sempati ve alakanın olduğunu görürüz. Geçmişimiz itibariyle de, günümüzde cumhuriyet ve demokrasiyle idare ediliyor olmamız açısından da böyledir. Eğitim faaliyetlerinin olduğu değişik ülkelerde bunu açıkça müşahede ediyoruz. Dolayısıyla AB, ancak Türkiye'yi kazanırsa bölgede bir güç haline gelebilir. Amerika da bölgede hâkimiyetini devam ettirmek istiyor. ABD idarecileri, kamuoyuna yansıyan şekliyle Türkiye'nin AB'ye girmesini istiyor gibi göründüler. Fakat bunun münakaşası yapılabilir. Bölgede hâkimiyetini sürdürmek isteyen bir ABD, Türkiye gibi bir müttefiklerini kaybetmek veya onun bir başka güç içinde yerini almasını istemez.
Hükümetin Brüksel zirvesinde gösterdiği performansı nasıl buldunuz? Teslimiyetçi mi, pazarlıkçı mı?
Çok devlet adamı ter dökmüş, hizmet etmiş, Avrupa yollarını aşındırmıştı. Bir defa daha falso yaşansaydı bütün onların emekleri heba olmuş olacaktı. Hükümet bu psikolojiyi yaşıyordu. Brüksel'de benim takdirle karşılayacağım şeyler de oldu.
Mesela…
Toplantıyı terk etme kararlılığını göstermek, bence milletimizin onuruna yakışır şeylerdi. Bizim ihtiyacımız yok, biraz da karşı taraf ihtiyacını idrak etsin demekti. Nitekim, bu kader denk noktasının o şekilde değerlendirilmesi bizim kazancımız, onların da geri adım atmasına vesile oldu. Kader denk noktaları her zaman insanın lehinde neticelenmeyebilir. Gidiyorsan git de diyebilirlerdi. Teker teker müzakere etme, bire bir görüşme mevzuu da takdirle karşıladığım hususlardandı. Bunlar, değişik devlet adamlarının bu konudaki hizmetlerini şükranla yâd edecek bir noktalama yerine geçti. Ayrıca orada Avrupalılara bir ders verildi.
Nasıl bir ders verildi?
Benim gözlerim doldu. Ülke bayrakları temsilcilerinin duracağı yerlere konmuştu. Orada Tayyip Bey de, Abdullah Bey de bayrağımızı bir kutsal varlık olarak yerden kaldırdılar… Bir de öpselerdi onu, tozunu üfleselerdi… Abdullah Bey cebine koydu. Türk toplumunun bazı değerlere karşı tavrını gösteren bir ders olması bakımından bu davranış bana o toplantı kadar önemli geldi. Biraz da her şeyin güzel yanına bakmak lazım. Olumsuz yanlarını selim akılla muhakeme yapalım, sorgulayalım ama milletimiz adına, milletimizin itibarı adına güzel şeyler de oluyor. Zannediyorum, bunları bütün entelektüeller görmüştür ve takdir de edilecektir. Takdir edilmeyen hususları da, hislerine kapılmadan, politik malzeme haline getirmeden, arkadaş bu yanlış desinler. Ülkemiz adına bunu kim yaparsa yapsın takdirle karşılarım… Hükümetin de takdirle karşılanacak yanları varsa, takdir etmede cimrilik yapılmamalı.
- tarihinde hazırlandı.