Din, Hikmet ve Kuvvet
"Milletleri yaşatan üç önemli unsur vardır: Din, hikmet ve kuvvet." buyuruyorsunuz. Bunu izah eder misiniz?
Evvelâ, dini tarif edecek olursak, din, insanları kendi ihtiyarlarıyla hayra sevk eden ilâhî sistem demektir. Bu icmalî tarif, kelimesi kelimesine Kitap ve Sünnet'te yok ise de, Kitap ve Sünnet'in ruhuna uygun bir tariftir. Din, ilâhî bir sistem veya sistemler mecmuasıdır. Onu, beşerî sistemlerden ayıran en önemli esas, onun vaz'-ı ilâhî olmasıdır. Bu itibarla da berikilere "vaz'-ı beşerî" veya "kavânîn-i vaz'iye" yani beşerin koyduğu kanunlar denmiştir. Din vasıtasıyla hayra sevk, tamamen Allah'a aittir ama, bu sevkte insan iradesinin nefyi de söz konusu değildir. İnsanlar, cüz'î de olsa, irade sahibi bulunduklarından, herhangi bir noktadan herhangi bir noktaya, cemâdât gibi sevk edilmezler. Netice olarak din; Kitap, Sünnet ve ayrıca selef-i salihînin Kitap ve Sünnet'e dayanan sâfî içtihadlarından müteşekkil ilâhî ve küllî bir sistemdir.
Hikmete gelince onun şimdiye kadar çeşitli tarifleri yapılmıştır. Kur'ân-ı Kerim, Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kitab'ın yanı sıra hikmetin de verildiğinden bahseder ve orada hikmet Kitab'a atfedilir.[1] Bu yüzden de, pek çok yorumcu, hikmet Kitab'ın aynısı değildir demişlerdir. Bir diğer âyette: "Kime hikmet verilmişse, ona bol hayır verilmiştir." (Bakara sûresi, 2/269) buyrulmaktadır. Sünnet, her yönüyle Kur'ân'ın icmalini tafsil, umûmunu tahsis, husûsunu ta'mîm, mutlakını takyid ve mukayyedini de ıtlak ettiğinden, biri bin yapan, sistemi enginleştiren büyük ve bol bir hayır kaynağıdır. Bu sebeple muhaddisler, hikmetten maksat, Sünnet olduğu şeklinde kanaat izhar etmişlerdir. Ayrıca namazın, zekâtın, haccın, orucun tafsili de Sünnet'le sabittir. Dolayısıyla Sünnet, bir hayr-ı kesîrdir ve bu hayr-ı kesîrden ilk ve en büyük hisse alan da Efendimiz'dir (sallallâhu aleyhi ve sellem).
Hikmet aynı zamanda, Üstad'ın da işaret buyurduğu gibi, bize bir hak ve gerçek olarak talim edilen İslâmî meselelerin, daha sonra, keşf ve müşâhede yoluyla görünmesi ve eşyanın perde arkasının kavranması mânâsına da hamledilmiştir. Biz, çevremizde sadece kapı, pencere ve dört duvar görüyoruz ama, Hz. Sâdık-ı Masdûk (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Sizin görmediğinizi görüyor, duymadığınızı duyuyorum. Sema bir tınlayışla tınladı ki, eğer gördüğümü görseydiniz ve bildiğimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız." buyurur.
Bu mânâda, eşyanın perde arkasına ıttıla da hikmet mefhumu içinde mütalâa edilmiştir. Bu ıttıla, keşif ve müşâhedeyle olduğu gibi, sezginin inkişafıyla da, hayalin vüs'atiyle de olur... Ehlullah, bizim akılla istidlâl edip, ilmelyakînle bildiklerimizi, vicdanlarında yeniden bir defa daha keşfeder, duyar ve hatta onu hissetmenin de ötesinde yaşarlar ki, bu da bir hayr-ı kesîrdir.
Bazıları hikmeti felsefe mânâsında kullanmıştır. İslâm muhakkikleri, büyük çoğunluğu itibarıyla ötedenberi felsefeye cephe almışlardır. Bu cephe alışta bazı dönemlerde gevşeklikten, bir kısım felsefî düşüncelerin içeri sızması söz konusu olsa da, kelâm yoluyla, bu sızmalara karşı, tıpkı antibiyotik nev'inden bazı ilaç ve mualeceler sayesinde, o mikrop ve virüslerin yok edildiği de bir gerçektir. Meselâ, felsefeciler teselsülden bahsetmişlerse, kelâm ulemâsı teselsülün butlanıyla buna karşı koymuş ve felsefecilerin delil diye ileri sürdükleri aynı şeyleri, çok rahat onlara karşı kullanmasını bilmişlerdir.
Felsefî çarpıklıklara karşı, İmam Gazzâlî gibi muhakkik âlimlerin mücadelesi dillere destandır. Evet, felsefecilerin tehâfütlerini göstermek, yani onların tutarsızlıklarını, sukûtlarını gözler önüne sermek için İmam Gazzâlî önemli bir simadır. İşte, eski-yeni bir kısım akılcı ve pozitivistlere karşı İmam Gazzâlî ve Bediüzzaman gibi üstün dimağların keşfiyât ve mânevî müşâhede dışı yol ve usûllerle, bizim "akliyât" ve "mantıkiyât" diyebileceğimiz değişik ilimlerle alâkalı meseleleri o ilmin uzmanları gibi değerlendirmeleri de şayet felsefe kabul edilecekse, bu bize göre felsefedir ve aynı zamanda, hikmet mefhumu içinde mütalâa edilmesi mümkündür.
İmam Gazzâlî, gerçi filozofları tekfire kadar gitmiştir ama filozofların da nassları olduğu gibi kabul etmeyi aptallık sayma, ilm-i ilâhîyi sınırlama, filozofları peygamberlerden üstün tutma, haşr-i cismanîyi kabul etmeme gibi küfre götürücü inanç ve düşünceleri taşıdıkları da bir gerçektir. Şu kadar var ki, onların bu tavırları bir cihetten de Zâhirîlere reaksiyondan ileri gelmiştir. Evet, olabildiğince temkin, hüsnüzan ve selefi hayırla yâd etme anlayışı içinde bile olsa, "Ehl-i Sünnet'in donmuş kafaları ve eblehleri" diyebileceğimiz, insan düşüncesini bütün bütün donduran, hatta öyle ki birbirine zıt rivayet ve nasslar arasında bile tercih yapamadan, hepsine "Doğrudur, amel edilmeli." dogmasıyla yaklaşan, bu buzdan kafaların ifratları, felsefecileri tefrite götürmüştür.
Şimdi bu "dalâlet-âlûd" felsefeye hikmet gözüyle bakamasak bile, yukarıda arz ettiğimiz gibi, bunlar karşısında, zamanımıza ait meseleleri, aklî bir çerçeve içinde ele almaya, yani fünûn-u müsbete ve içtimaî ilimlerin prensiplerine göre düşünüp, Kur'ân ve Sünnet çizgisinde bir "akliyât" ve "mantıkiyât" sistemini de hikmet sayabiliriz.
Ayrıca kâinat kanunlarının, insan hayatının kanun ve prensipleriyle mutabakatının araştırılması, Kur'ân-ı Kerim'le kâinat arasındaki uyumun sezilip ortaya çıkarılması da hikmet mefhumunun içinde mütalâa edilmiştir. Evet, eğer, Kur'ân-ı Kerim ile kâinat arasında fikrî zıtlıklar yaşanıyor ve biri hep diğerine zıt görülüyor ve gösteriliyorsa, böyle bir anlayış içinde olanlar ehl-i Cennet olsalar dahi, dünya hayatı adına herhangi bir muvaffakiyet elde edebilmeleri mümkün değildir.
Kur'ân ile kâinat arasındaki tetâbukun kavranması ve bunun insan hayatına ve bu hayatın kanunlarına tatbik edilmesi, dinî hayatın da, dünya ve ahirete ait muvaffakiyetlerin de en önemli bir rüknüdür. İslâm'daki tefakkuh ve bu ameliyenin önemli bir ürünü sayılan "fıkıh" bu buluşma ve vahdetin ehemmiyetli bir tezahürü kabul edilebilir. Düşünün ki, en çok kıyas ve içtihad Hanefî fıkhında yapılmıştır. Hatta Hanefîler bu mevzuda bir hayli tenkide de uğramışlardır. Ancak bu ekol, din-insan-kâinat münasebetini en iyi ortaya koyan, Selçuklu, Osmanlı, hatta Abbasî gibi büyük devletlerin idaresinin dinî-hukukî temellerini teşkil eden bir fıkıh ekolüdür ve gelişmeye, açılmaya da fevkalâde müsaittir.
Ben şahsen İmam Malik'i çok ama pek çok severim. Ne var ki, Muvatta ile bugün Erzurum'u bile idare etmenin mümkün olamayacağına inanırım. Hanefî fıkhının genişliği ve umumî hakikatlar çerçevesindeki esnekliğidir ki, kıtalara hükmeden Müslüman devletler hep onu esas almış ve onun üzerinde yürümüştür. Osmanlı döneminde bile kanun adına ortaya konan şeyler hicrî altıncı asırda yapılan tedvinatın bir adaptasyonundan başka bir şey değildir. İşte bu da, hikmetin bir diğer yönüdür.
Din ve hikmetten sonra kuvvet gelir. Hikmetin kanunları, dinin ve devletin düsturları kuvvetle techiz edilmezse, her şey kâğıt üzerinde kalır ve insanlar üzerinde beklenen tesiri icra edemez. Ayrıca, hikmetin hayata tatbiki de kolay kolay mümkün olamaz. Kuvvet olmazsa, kütüphanelerdeki yığın yığın kitap/kitaplar ve zihinlerdeki, ruhlardaki dantelâ dantelâ hikmet hayata nasıl geçirilir? Nitekim tarihte ve günümüz dünyasında geçirilemediğini görüyoruz. Zira ilme, hakikate sırtını dönmüş, her şeyi pazu gücüyle halledebileceğini düşünen kaba kuvvetin temsilcileri buna müsaade etmemişlerdir, etmezler de. Bu sebeple, eğer bir millet hikmet kadar kuvvete de önem vermezse, o milletin kendi millî, dinî değerleri adına yapacağı birçok şey de havada kalacak demektir.
Ayrıca, din, hikmet ve kuvvet üçü bir arada ve ittifak içinde olmalı. Aksi hâlde, dinsiz ve hikmetsiz kuvvet sırf bir zulüm ve baskı aracı; dinsiz hikmet fırıldak çarkı, kuvvetsiz din de sırf bir "vicdan işi" hâline gelir; dolayısıyla da yaratılma ve insanlara ulaştırılma maksadı da tam olarak yerine getirilmemiş olur.
- tarihinde hazırlandı.